Prof. Dr. Suat Yıldırım

1964 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olup Müftü Yardımcısı olarak Diyarbakır'a tayin edilmiştim. Oradan Edirne il müftülüğüne atandım. Kamuoyumuzun yakından tanıdığı İçişleri eski bakanlarından Abdulkadir Aksu'nun babası rahmetli Muzaffer ağabey, merhum babamın dostu olduğu gibi benim de sık görüştüğüm bir zat idi. Fethullah Gülen ile 1960 öncesi Edirne PTT İdaresinde görev yaparken tanışmış. O sıralarda Diyarbakır'da matbaacılık yapan ve Hocaefendi'nin küçük kardeşi olan Mesih bey ile de beni tanıştırmıştı. Böylece ben de kardeşi vasıtasıyla kendisini gıyaben tanımıştım. Edirne'ye tayinim çıkınca böylece bir iki kanaldan Hocaefendi de benim oraya gideceğimi öğrenmiş. Kendisi bir oda ile müştemilattan ibaret bir evde kalıyordu. Beni misafir etmek istedi. Orası müsait olmadığından davetini kabul etmem mümkün olmadı. İlk fırsatta daha geniş bir ev kiralayıp beraber kalmayı temenni ettik. Kısa zamanda iki odası, bir holü olan ahşap, eski bir eve yerleşip, her birimiz bir odasında kalmaya başladık.

Edirne sınır vilayeti olduğu için, mecbur kalmayan bir insan pek orada kalmak istemiyordu. Çünkü Osmanlı devrinden bu yana pek çok muhaceret olmuştu. 1964 yılında da yine, Kıbrıs hadisesi ve Johnson'un mektubu gibi sebeplerden dolayı hava iyice gergindi. Ve bir taraftan da askerî yığınak yapılıyordu. Kesinlikle o devrede Edirne'de kalanlar orada kalmaya mecbur olanlardı. Zaten Edirne'nin toprağı azdır. Yine o sıralarda Edirne'de hiçbir sanayi kuruluşu yoktu. Yani Edirne fakir bir yerdi. Tuttuğumuz ev iki odalıydı. Odalardan birinde Hocaefendi diğerinde ben kalıyordum. Hatırladığıma göre 50 lira aylıkla tutmuştuk. Hocaefendi'nin aylığı iki yüz liraydı. Ben 430 lira alıyordum. İkimizde dershane hayatı yaşadığımızdan, böyle kalmak bize zor gelmedi. Yemeklerimizi kendimiz yapardık. Odalarımızda soba olmakla birlikte ekseriyetle Hocaefendi'nin odasındaki sobayı yakardık. Ben kış günlerimde sadece yatacağım zaman odama geçerdim. Diğer vakitlerimin hepsi Hocaefendi'yle beraberdi.

Hassasiyetime dokunmayacak, rahatsız etmeyecek bir samimiyet ve şefkatle bana bir ağabey gibi davranıyordu. Bununla beraber, Müftü olmam itibariyle, kendisinden beş yaş küçük olmama rağmen, ayrıca bir saygı göstermekten asla geri kalmıyordu. Hemen bütün hizmetlerde bana fırsat bırakmayacak tarzda önce kendisi davranırdı. Sobayı yakmak, yemek hazırlamak, bulaşık yıkamak, evi temizlemekte hep önce davranırdı. O zaman fazla bir sağlık arızası yoktu.

Hocaefendi karaciğerinden rahatsızdı. Bu rahatsızlık sebebiyle alerjisi vardı. Her yemeği yiyemezdi. Kaşıntılarının çok şiddetli olduğunu söylüyordu. Bazen, sinirlendiği veya kendisini rahatsız edecek bir tavır gördüğünde bu alerjik durum azar ve onu günlerce kaşındırırdı. Hatta, çok kere vücudu kanadığında çamaşırlarını değiştirmek zorunda kalırdı. O günün İptidai şartları düşünülecek olursa, günde birkaç defa çamaşır değiştirme zorunda kalmak, tahammül edilecek bir şey değildi. Hele kışın çamaşır yıkamak başlı başına bir çileydi. Hocaefendi ise, temizliğe karşı çok hassastı. Bazen muhatapları onun ruh halini anlamaz ve çok kaba davranırlardı. Bu durum onu fevkalade rahatsız eder; fakat muhatabının kalbini kırmamak için susardı. Tabii ki, onun bu susuşu bir kaç gün kaşınması demekti. Hatta bazen kendisi espri yapardı. "Bu gece de senin için kaşınayım" derdi.

Başkaları için geçerli olduğunu düşünmese de, kendi nefsi için geçerli olmak üzere şöyle dediğini hatırlıyorum: "Nefsime güvenemediğimden, ilk gençliğimden beri Rabbime dua ettim: "Çevremdekileri rahatsız etmeksizin beni rahat bırakmayacak bir sıkıntıyı benden eksik etme" diye. Bu alerjik sıkıntımı, bu kabilden kabul ediyorum".

Değişik bir şahsiyeti olduğu her halinden belli idi. Dini takva dairesinde, yiyecek içeceğine son derece dikkatli, çok temiz ve tertipli, evine olduğu gibi giyimine de dikkat eden bir kişi idi. Evin bütün işlerini o yapardı. Bunu severek ve samimiyetle yapıyordu. Ben elimi bir işe uzatsam mani olur ve benden evvel davranıp o işi kendisi yapardı. Hatta, çamaşır yıkayacak olsa, muhakkak benim çamaşırlarımı da ara bulur ve yıkardı. Ben de buna mukabele etmek istedim. Fakat muvaffak olduğumu pek hatırlamıyorum.

Altı ay kadar aynı evde beraber kaldık. Bu zaman zarfında, bir kere dahi, onun zahiren aşırı görülebilecek yarenliğe varan tavrını görmedim. Bana hep "Müftü Efendi" diye hitap ederdi. Halbuki ben, hem yaşça hem de ilim itibariyle ondan küçüktüm. Ve onun yanında katiyen müftü olduğumu hatırlamazdım. Gün geçtikçe kendisine karşı saygım artıyor, asla eksilmiyordu. Fakat buna rağmen, o hep bana karşı hürmetkar davranıyordu. Bu, onun asaletinden gelen bir davranış tarzıydı. Katiyen suni ve yapmacık değildi.

Dostluğu da hep ölçülüydü. Samimiyeti hep belli bir seviyede tutmasını gayet iyi bilirdi. Diyebilirim ki, bugün kendisinde müşahede ettiğimiz, dengeli hareket, kendisinde o zaman da aynen vardı. O gün için dikkatimi çeken ve hala çekmeye devam eden bir hususiyeti daha vardı. Katiyen, kimsenin karşısına yatak kıyafetiyle çıkmazdı. Ben ne beraber kaldığım süre içinde ne de ondan sonraki devrede katiyen kendisini yatak kıyafetiyle pijamalı vaziyette görmedim. Bu belki küçük bir ayrıntı gibi gelebilir. Fakat, bence çok nadir insanda bulunan bir hususiyettir.

Dini ilimlerdeki seviyesi, ayrıca genel kültürü, özellikle Hz. Peygamber'in (as) siyer-i seniyyesine ve O'nun ashabının hayatına dair geniş vukufu, İslam ve özellikle Osmanlı tarihini iyi bilmesi, düzgün bir İstanbul Türkçe'si ile konuşması, aklî muhakeme ve tahlil kabiliyeti, Risale-i Nur Külliyatından istifade ederek Kur'ânî tefekkürdeki derinliği ile dikkatimi çekmişti. Hocaefendi'ye ders okuma teklifi yaptıysam da kabul etmedi. Herhalde benim müftü olmam, beni okutmasına mani olmuştu. Gayet mütevazıydı. Daha sonra, ders okuma şeklinde değil de karşılıklı müzakere şeklinde bazı kitapları mütalaa ettiğimizi hatırlıyorum.

İbadetine karşı çok dikkatliydi. Sabahları mutlaka camiye gider ve namazı camide kılardı. Edirne çok soğuk olduğu için dışarıda abdest almak oldukça zor olurdu. Ben bilhassa sabahları sıcak suyla abdest almaya çalışırdım. Tabii ki her zaman olmazdı. Fakat Hocaefendi gider camide abdest alırdı. Soğuğa karşı tahammüllüydü.

Askere gitmeden simsiyah olan saçları, askerden sonra büyük bir kısmıyla beyazlamıştı. Bunun askerde gördüğü sıkıntılardan olduğunu söylerdi. Bu ve benzeri hususiyetleriyle, sıradan bir insan olmadığı intibaını veriyordu. Birkaç aylık beraberliğimiz esnasında bunu ben de yakından gördüm. Kendi yaşından çok olgun davranıyordu ve sıradan bir hoca değildi.

Ben fakülteden yeni mezun olan tecrübesiz bir genç idim. Hocaefendi'yi idealize etmemekle, onu çok ileri derecede görmemekle beraber, kendisinden istifade edeceğim bir hoca olarak gördüm ve samimi bir surette bazı kitapları bana okutmasını, en azından beraber müzakere etmemizi teklif ettim. Fakat tevazu göstererek bunu asla kabule yanaşmadı. O da kendince benim seviyemi değerlendirmiş. Kendisinden öğrenmeye ihtiyacımın olmadığını söyledi. Aslında bu tevazuu sebebiyle, elde edeceğim büyük faydadan mahrum kaldığım bir gerçektir. Diğer Diyanet görevlileri, her yerde görülen ve pek normal olan bir davranış olarak, maaşlarını almak üzere Müftülüğe geldikleri halde onun bir sefer bile maaş almak üzere geldiğini görmedim. Sonra öğrendim ki, kendisi gelmediğinden memurumuz Mehmet bey, götürüp kendisine verirmiş. Bu zat çok hürmetkar, görevine düşkün, kendi halinde bir kişi idi. Hocaefendi ile, yapılacak yemek davet tekliflerini mazeret ileri sürerek kabul etmeme prensibi üzerinde anlaşmıştık. Hocalar aleyhindeki söylentileri fiilen tekzip etmek, Risale-i Nur'dan öğrendiğimiz istiğna düsturundan kaynaklanıyordu.

Birkaç defa Mehmet Bey'in ısrarlı daveti üzerine Hocaefendi'yle beraber evine gidip yemeğini yedik. Aslında bir prensip kararı almıştık. Ev davetlerine gitmeyecektik. Zaten pek sıkta davet aldığımız olmadı. Aldıklarımıza da biz gitmedik. O gün için din adamı hüviyetinde olan insanların böyle davranmasında fayda vardı. İstiğna düsturumuzu bilfiil göstermemiz gerekiyordu.

Mehmet Bey, Şemseddin Yeşil'den ders almış birisiydi. O gün için öyle insanlar nadirattandı. Hele Edirne gibi bir yerde onun gibi birisinin bulunması bizim için büyük bir talihlilik sayılıyordu. Bazen da Ahmet Efendi dediğimiz, Ankara'dan geldiğini zannettiğim bir misafirimiz olurdu. O hiç boş gelmezdi. Ondan gelenleri de kabul ederdik. Hocaefendi onun Evliyaullahtan bir zat olduğunu söylerdi. Cezbeli bir hali vardı.

Bir insanı anlayıp tanımada, beş altı ay gibi bir süre aynı yerde kalmak yeterlidir sanırım. Hocaefendi için de durum aynıdır. Ben gün geçtikçe ve onu yakından tanıma fırsatı buldukça, ihlas, samimiyet, diğergamlık, hasbilik ve mürüvvet gibi mümtaz vasıfları onda fazlasıyla gördüm. Ve kendi kendime, bu insanla ebedi dostluk yapılır dedim. Çünkü o, hakikaten, dikkat çekecek kadar terbiyeli ve nezaketli bir insandı. İyi bir aile terbiyesi gördüğü her halinden belli oluyordu. Afif bir hayat yaşıyordu. Dünya malına ehemmiyet vermiyordu. Aldığı maaşın yarısını, okuttuğu bazı talebelere dağıtırdı. Onlara hediyeler alır ve gönüllerini kazanmaya gayret gösterirdi. Bütün bunları da sırf Allah için yapıyordu.

Çok defa büyük görünen insanlar, onlarla beraber olup mahremiyetlerine nüfuz edildikçe, onların zannedildiği kadar büyük olmadıkları ortaya çıkar ve birçokları bu durumlarda hayal kırıklığına uğrar. Halbuki hakiki büyük zatlarda durum tamamen aksi bir seyir takip eder. Onları tanıdıkça büyüklükleri artar. Hocaefendi'nin bende bıraktığı intiba da öyle oldu. Onunla beraber kaldıkça kendisine olan saygı ve güvenim arttı.

Hocaefendi'ye, ben orada bulunduğum sırada da benden önceki devrelerde de bir çokları için cazip gelebilecek evlenme teklifleri yapılmıştı. Edirne'nin en zengin ve soylu ailelerinden teklifler geldi. O bunların hiçbirini kabul etmediği gibi, Bazen bana da bu mevzuda dikkatli davranmamı söylerdi.

Fethullah Gülen'in resmi görevi Kur'an Kursu Öğretmenliği idi. Fakat fiilen kursta fazla çalışamıyordu. Zira orada vazifeli bir başka hoca, bir meşrebe mensup olup inhisarcı davranışla hareket ediyor, o da onunla niza çıkarmak istemiyordu. Kendisinde hayatı boyunca uyguladığı bir prensibi o zamandan beri uyguluyordu: Ona göre; dine, ilme, hayra hizmet eden insanlar arasında çekişme doğru değildir. Hizmet eden biri varsa ona rakip olmanın mânâsı yoktur. Onun yaptığından daha iyisini yapma imkanına sahip olsa bile, rekabeti terk etmek ve başka bir hizmet alanı bulmak gerekir. Zira birbirleriyle lüzumsuz rekabet edenler müspet hareketi muhafaza edemezler, bunun sonu iyi olmaz ve Allah Teala'nın tevfiki de birbiriyle ihtilaf edenlere gelmez. Tevfik-i İlahiyi celbeden, müminlerin vifakıdır. İşte bu şuurla Kur'an Kursundaki hizmeti öteki hocaya bırakıp kendisi başka hizmet sahası bulmaya yöneliyordu. Ona mukabil fahri vaizlik yetkisi olduğundan muntazaman vaaz ediyordu. Ayrıca imamlık kadrosu olmayan Darülhadis Camii'nde günde beş vakit namaz kıldırıyordu. Edirne'nin şiddetli kışında her sabah bahçedeki çeşmede abdest alıp camiye gitmesine imrensem de, zaman zaman cemaate katılamayıp namazı evde kılıyordum. Hocaefendi Cuma vaazlarını da bu camide yapıyordu. Bu cami hem küçük, hem de şehrin biraz kenarında yer alan bir cami idi. Oysa Edirne'de merkezi yerde Eski Cami, Üçşerefeli, Selimiye gibi daha birçok büyük cami vardı. Vaiz olarak da yalnız muhterem Hüseyin Top Hocaefendi bulunuyordu. Yani şehrin merkezindeki büyük camilerden birinde vaaz etmesi mümkün iken, o Darulhadis'i tercih ediyordu. Bunun sebebi zannımca şu idi: Vaazın bir ders olarak kabul edilmesi kanaatini taşıyordu. Dinlemeye gelen cemaatin de böyle bilerek gelen şuurlu dinleyiciler olmasını arzu ediyordu. Böylelikle gerekli istifadenin sağlanacağını düşünüyordu. Merkezi camilere dersin başından sonuna kadar peş peşe girenler eksik olmaz, bu da ders havasını olumsuz etkiler. Ayrıca merkezi camilere işi gücü olan, acele ile gelip hemen namaz kılıp ayrılmak isteyen esnaf, işçi, yolcu gibi kimseler gelir. Bu insanların meselelerini de gözetmek, onlara sıkıntı vermemek gerekir. Bu hassasiyeti ta kırk yıl önce gösterdiği gibi, daha sonra da gösterdiğini biliyorum.

Diğer taraftan, aslında küçük bir cami olan, Darülhadis camiinin müezzin mahfili kısmını bir camekan ile ayırıp küçük bir oda çıkarmıştı. Elektrik sobasıyla soğuk havanın bir derece kırıldığı bu ortamda, namaz dışında çokça oturur, Kur'ân öğrenmek isteyen veya dini bilgiler edinmek isteyen ve sayıları o zamanki Edirne'de çok az olan insanlarla meşgul olurdu. Ahmet isimli İ.Ü. Edebiyat Fak. Tarih bölümü öğrencisi, İlhan adlı bir Öğretmen Lisesi öğrencisi, Mehmet adlı bir Ticaret Lisesi öğrencisi bunlardan olup sayıları on civarında olan öğrenciler ile cami cemaatinden bazıları söz konusu idi. Öğrencilere verdiği önem o zamandan beri gönlünde yerleşmiş bir görev haline gelmişti. O zaman 400 TL olan maaşının yarısını verip muhtaç bir öğrenciye elbise alma kabilinden fedakarlıklar yaptığına vakıf olmuşumdur. Onların her biri ile nasıl sabırla, şefkatle ilgilenip, sadece vaaz ve nasihat eden bir hoca olarak değil, kendileriyle, meseleleriyle hemhal olan bir arkadaş olarak onlarla ilgilendiğini görmüşümdür. Bütün gerekli işler yapılmış da bir tek bu kalmış gibi, o mahalleye yerleşmemizden birkaç ay sonra, Vakıflar İdaresi, caminin orijinal şekline zarar verdiği iddiasıyla o camekanlı bölmeyi kaldırtmak istedi. Neyse ki ağırdan almamız neticesinde kaldırılmadı. Bu teşebbüsün gizli maksadının, Hocaefendi'nin orada yaptığı dini hizmeti önlemek olduğunu zannetmiştik.

Bir gün bazı işler için Müftülükten çıkıp geri döndüğümde memurumuz: "Emniyet Müdürlüğünden bir polis geldi ve Müdür bey'in sizi çağırdığını söyledi" dedi. O zaman Müftülük dairesinde telefon yoktu. Ona hitaben: "Sayın Müdür Bey, Beni çağırmışsınız. Benim sizinle konuşacak bir meselem yoktu. Sizin bir meseleniz varsa Müftülükteyim. Buyurun, bekliyorum" diye bir pusula gönderdim. Haber gelmedi. Ertesi gün daireden bir ara çıkmış olduğumda Müdür bey'in gelip beni bulamadığını öğrenince bu sefer ben onun makamına gittim. Konuşmanın hemen başında: "Kusura bakmayın, tanışmamız biraz netameli oldu. Aslında ben de size "Hoş geldiniz" demeye gelecektim. Fakat imkan bulamadım. Derken Vali bey, sizinle acele görüşmemi istedi" dedi. Görüşme konusu, Selimiye Camii minarelerine Ramazan ayında asılacak mahya imiş. Bundan bir süre önce, Vakıflar Bölge Müdürlüğünden, mahya için, ikişer kelimelik on cümle istenmişti. Yazılar Müftülük tarafından hazırlanıyor, işin maddi yönünü ise Vakıflar Bölge Müdürlüğü üstleniyordu. Yazışma usulüne göre, Valilik kanalıyla gönderdiğimiz yazıyı Vali bey görünce, cümlelerden üç tanesini değiştirmemi isteyip bunu da Emniyet Müdürü vasıtasıyla bana iletmiş. Mesele bu imiş. O cümlelerin hangileri olduğunu sorunca, Müdür bey notuna bakıp söyledi: "İman kuvvettir" "Dönüş Allah'adır" "Oruca saygı!". Ben: "Bunlarda ne mahzur var acaba?" deyince o: "Bence de bir mahzur yok, ama Vali bey böyle istedi" dedi. Ben de onunla görüşmem gerektiğini söyleyip ayrıldım.

Az önce belirttiğim gibi, telefonumuz olmadığından, hizmetlimizi, müsait zamanını öğrenmek için Vali beyin sekreterine gönderdim. Dönüp beni hemen beklediğini söyledi. Kapıdan girer girmez Vali F. K. bey hışımla: "Bu ne saygısızlık! Müstahdemi Valiye göndermek de ne oluyor!" deyince ben: "Sayın Vali Bey, müsaade edin de bunun doğru olmadığını ben de bileyim. Ancak ben, sadece sekreterinizden randevu almak için onu gönderdim" dedim. Bu aşikardı, fakat anlaşılan Vali bey benim daha işin başında moralimi bozmak istiyordu. Arkasından: "Zaten sizden istediğim üç şey olmuştu, onları da yapmadınız" dedi. Bir ay kadar önce, göreve başlarken ilk ziyaretimde o, özetle "sabah namazında hoparlörle ezan okutmayın, Selimiye gibi turistler tarafından çok gezilen birkaç camiin görevlilerine üniforma şeklinde özel bir kıyafet düşünün, bir de Selimiye Camii bahçesini düzenletip turistlerin oturmaları için banklar yerleştirin" demişti. Ben, henüz durumu bilmediğimi, konuları inceleyip gereğini yapacağımı söylemiş, peşin bir görüş bildirmemiştim. Kükreyerek hesap isteyince: "Edirne'nin yalnız bir camiinde hoparlör ile ezan okunduğunu, bunun da bir il için normal olduğunu söyledim. Razı olmayıp mutlaka durdurmamı istedi. Müftü olarak benim müezzine bu emri veremeyeceğimi ifade edip "Ama üst amir olarak siz bir yazı ile bunu isterseniz ben de bunu ilgili görevlilere iletirim" dedim. "Amirin şifahi emri de emirdir ve icra edilir" dedi. (Sonra o yazılı emir vermeyince, ben de isteğini icra etmemiştim).

Müteakiben mahzurlu gördüğü cümlelere geçtik. Ben kanuni mevzuatta bunlarda sakınca görmediğimi söyleyince: "Nasıl yok! dedi, "Sen insanların tepelerinin üstüne yerleştirip günlerce okuttuğun o cümle ile demek istiyorsun ki: "Ey insanlar! Ne yaparsanız yapın, sonunda gideceğiniz ve hesap vereceğiniz bir yer var. Bu laikliğe aykırıdır. "İman kuvvettir" diyorsun. Mefhum-i muhalifi ile bu "İmansızlık zaaftır" demektir, bu da laikliğe aykırıdır. "Oruca saygı!" demek, vicdanlara baskıdır. Bu da aykırıdır" dedi. Bu konulardaki tartışmamız bir buçuk saat sürmüş. Programlı olarak gelen hem de önem verdiği diğer bütün daire müdürlerini birçok defa saatlerce bekletip ancak ondan sonra görüşmeye alan, onlara az zaman ayıran biri olarak Vali bey hiç önem vermediği Müftülüğe bu kadar zaman harcamıştı. Biraz uzayan bu özet bilgileri, akşama eve dönüp Fethullah Hocaefendiye anlatınca o: "Geçmiş olsun, yerinde sözler söylemişsiniz, Allah razı olsun!" diyerek memnuniyetini izhar etmişti.

Devletin yetkilerini ele geçirmiş, milletine karşı ecnebi haline gelmiş bazı kişilerce estirilen bu terör sırasında maruz kaldığımız bir olayı da anlatalım: Ramazan bayramı yaklaşmıştı. Bayram tebrik kartı bastırmak istedik. O zaman, iletişim imkanları şimdiki gibi olmadığından, bayram kutlama kartları, haberleşmede önemli bir işleve sahipti. Diğer taraftan, bu kartın sıradan olmayıp hiç değilse azıcık bir mesaj da taşımasını, böylece gönderdiğimiz arkadaşlara bir teselli vermesini de düşünmüştük. Bunu da, başka bir ifade kullanmaksızın, sadece bir hadis-i şerif meali nakletmekle yapacaktık. Kartın bir tarafına bu hadisi, öteki tarafına tebrik cümlesi ile adresi yazıp matbaaya verdik. Matbaanın bildirdiği vakitte kartları almaya giden Fethullah Gülen Hocaefendi, basılan kartların Emniyet görevlisi tarafından alındığını hayretle öğrenmiş! Bütün suçu Buhari'nin Sahih'inde Habbab b. Eret (ra) tarafından bildirilen şu hadisi yazmak idi: "Mekke müşriklerinden çektiğimiz baskılar arttığı, zor tahammül edeceğimiz bir duruma geldiği sırada Kabe'ye doğru ilerlediğimde, orada Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem.) Efendimizin, Kâbe'nin gölgesinde oturduğunu gördüm, yanına vardım: "Ya Resülallah! Bizim için Allah'a dua etmeyecek misin, O'ndan beklediğimiz yardımı istemeyecek misin?" dedim:. Cevaben şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerde mümin kişi tutulup meydana getirilir, orada açılan çukura konulup testere ile biçilir veya demir tırmıklarla etleri kemiklerinden sıyrılırdı da yapılan bu kabil işkenceler onları yine de dinlerinden döndürmezdi. Allah'a yemin ederim ki Allah bu dini tamama erdirecektir, fakat siz acele ediyorsunuz" (Buhari, Menakıbu'l-Ensar, 29; Menakıb, 25).

Bayram vaazında çok kapsamlı, cemaate bazı sorumluluklarını güzel bir üslupla anlatan Hocaefendi, bir ara İslam dinini yeni nesillere öğretmenin lüzumundan bahsediyor. Sözü İmam-Hatip liselerinin önemine getiriyor. O zaman Edirne'de bu okul olmadığından, "İnşallah yakında böyle bir okul sizin gayretlerinizle tamamlanır, önünde bayrağımızın dalgalandığını görürüz" şeklinde cümleler söylüyor. Maksatlı veya dikkatsiz dinleyen biri sözün başını gafletle dinlemediğinden, sadece "bayrağın dalgalanmasında" uyanıyor. Hocalar hakkında su-i zan sahibi biri olduğundan, "olsa olsa onlar şeriat bayrağının dalgalanmasından bahsederler" vehmine kapılarak şikâyette bulunuyor. İşbu Valinin ve onun zihniyetindeki bazı yetkililerin hışımları, bir müddet sonra Hocaefendinin evine baskın yaptırarak aratmaya da müncer oldu. Benim henüz eve dönmediğim bir akşamüstü bu baskın olmuştu. Bazı kitaplarını götürdüler. Az kalsın tutuklayacaklardı. Polisler kendi odasını aradıktan sonra, benim kaldığım odaya girmek isteyince o: "O oda Müftü Efendiye aittir, lütfen oraya girmeyiniz" demiş, onlar da girmeme nezaketini göstermişler. Ne yaptıklarında, ne söylediklerinde, ne de cami içinde ve dışındaki mütevazı gayretlerinde, ne de evinde yaptırılan aramada kanunlara aykırı bir taraf bulunmadığından, soruşturma sonucunda beraat etmekle beraber, Vali bey onun yakasını bırakmadı. Ben altı ay kadar Edirne'de kalıp, tecil mümkün olmaması sebebiyle askere ayrılmamdan az sonra, onu Kırklareli iline gitmeye mecbur bıraktı.

Askerliğim Tuzla Piyade okuluna çıkmıştı. Hocamızın vefası, beni Edirne'den yolcu etmeye müsaade etmedi. Bana refakat edip, birkaç aktarma yaptıktan sonra, Tuzla'ya gittik. Beraberce kışlaya girdik. Oraya girdiğimizde munis simalı bir genç gördük. O da bize aynı sempatiyi duymuş. Tanışıp kaynaştık. Bu arkadaş M. Ertuğrul Düzdağ olup kendisiyle ondan sonra da münasebetimiz devam etmiştir. Hocaefendi beni yeni muhitime alıştıracak kadar kaldıktan sonra mecburen ayrılıp Edirne'ye döndü.

Artık bu hatıraları kısa kesmem gerektiğinin farkındayım. Tuzla'dan sonra Eğirdir Dağ ve Komando Okulu'nda beş aylık kursa gittim. Onun biteceği gün Hocamız İzmir'den kalkıp beni ziyarete geldi. Bu arada onun da tayini İzmir vaizliğine çıkıp oradaki Kestanepazarı öğrenci yurt müdürlüğüne de yeni başlamıştı. Mevsim kış olup Şubat ayında idik. Beraberce Isparta ve Denizli'yi gezdikten sonra Ankara'ya gittik. Orada merhum Necip Fazıl'ın Mehmetçik konferansını beraberce izlemiştik. Böylece Ankara'ya kadar gelerek beni Hopa'ya uğurlayıp, oradan İzmir'e döndü. Hocaefendi'nin vefakarlığına sınır yoktur. Kırk sene öncesinin çok kıt imkanları ile 1966 yazında İzmir'den Hopa'ya, yani Türkiye'nin batısındaki en uzak yerden, en doğusundaki hudutta beni ziyarete geldi. Ben o zaman Hopa'nın Sarp köyünde, yani tam hudutta, takım komutanı olarak yirmi dört saat boyunca devamlı görevli sayıldığım bir konumda idim. Israrlarıma rağmen, şartlar müsait değil, askerliğin hassasiyeti var düşüncesiyle, hudut karakolundaki odamda misafir olmadı. Günlerce süren yolculuğuna, yorgunluğuna rağmen bir iki saat kalıp ayrıldı.

Terhisten sonra Ankara'da Diyanet İşleri Başkanlık Müfettişliği görevi almamda yardımcı olduğu gibi daha sonra, 1968'de Erzurum Atatürk Üniversitesine asistan olarak girmeme de sevindi. Oraya gelip beni ziyaret etti. Erzurum'da hocamızın mükerrem pederleri merhum Ramiz Hocaefendi ile ve kardeşleri ile tanıştık. Onlar vasıtasıyla orada da gurbetimi ortadan kaldırdı. 1974'de Paris'e trenle gidecektim. Bir de baktım İzmir'den kalkıp yolcu etmek üzere Sirkeci garına gelmiş. Paris'te iken o zaman, orada fazla Müslüman bulunmadığından, İslâmî organizasyonlar pek bulunmuyordu. İslâmî usule göre kesilen et bulmakta zorluk çektiğimden ilk dört ay kadar et yiyemedim. Anlaşılan bundan, kendisine yazdığım mektupta bahsetmişim. Bir müddet sonra Almanya'dan büyük bir koli geldi. İçi sucuk dolu idi. Hocaefendi şefkat göstermiş, Almanya'da ulaştığı bir şahıs tarafından et ihtiyacımı böylece karşılamıştı. Az bir kısmını misal kabilinden yazdığım bu ihtimamları, -Allah ebediyen kendisinden razı olsun- hep devam etmiş ve etmektedir. Son bölümün başında dediğim gibi, otuz sekiz yıl önceki bu zaman tüneline girmemden maksadım, onun hakkında tanıklık iddiamı ispat sadedinde bir şeyler ortaya koyma ihtiyacını duymamdan, bunu birçok okuyucunun hissettiğini tahmin etmemden ileri gelmişti. Bu maksadın artık hasıl olduğunu düşünerek sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Bir arkadaşına bu kadar vefa, sadakat ve fedakarlık gösteren Hocaefendinin şimdi artık yüzlerce değil, binlerce değil, on binlerce böyle yakınlık duyduğu arkadaşı var. Onlara yönelik manevi, fikri, kavli ve gerektiğinde maddi destekleri var.

Neler sığmadı onun bereketli hayatına neler! Kendisi mahviyet içinde, iddiası yok. Ama bilenler biliyor. Bilenlerin sayısı da az değil. Bilakis, onun hizmetleri dünyanın her tarafına yayıldığı için, bilmeyenler çok az: Allah'ın lütfu ile güzel çalışmalar yaptı, güzel tohumlar ekti, güzel fideler yetiştirdi. Yetiştirdiği gül-i Muhammediler dünyanın her tarafında bulunuyor, güzel kokular saçıyor, güzel manzaralar gösteriyor. Güller yetişti, bağbanı da beğendi. Fetih suresinin 29. ayetinde Ashab-ı Kirâm hakkında bildirilen vasfın cüz'i bir sırrı gerçekleşti: "Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kafirleri de öfkelendirir". Onun istediği, bütün İslam dünyasını, hatta bütün dünyayı gül bahçesi haline getirmektir. Himmetini böyle yüksek tutarak, en azından bu ufka gözlerini dikmek, bu yolda olmaktır. Bundan da Şeytan'dan başka hiç kimsenin rahatsız olmaması gerekir. Muvaffakiyet Allah'tandır. Tek gayesi, Allah'ın rızası için çalışmak, milletimizi yükseltmektir. Hocaefendi idealist bir insan. İdealist olanlarda mübalağa, işin geniş boyutlarını görüp, onları gerçekleştirme lüzumunu duyma, canlılık alametidir. Hele hizmetin önemini anlamayanları gördükçe, onları harekete geçirmek, bir yüksek gerilim meydana getirmek elbette bir ihtiyaçtır. Bunun için çırpınırken, muhatabın gönlüne ulaşmak, onu etkilemek için, belagattaki mübalağa bazen gerekli olur. Bunlar, "Şimdi bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin!" (Kehf suresi, 6) kabilinden olup üstün bir fazilettir. Dolayısıyla, onun sık sık kendi nefsini, yakın çevresini eksik bulup eleştirmesi, ümitsizlik sanılmamalıdır.

Yazmak üzere not aldığım daha çok şey vardı. Doğrusu uzatmaktan hoşlanmadığım için artık kendimi durdurmaya çalışıyorum. Sık kullandığı –daha önce merhum Nureddin Topçu'nun vurguladığı- bir tabirle, kendisi için yaşamayı tam manasıyla unutup hep başkalarını yaşatmaya gönül vermiş bu zatı takdir edip mükafatını vermeye fani insanların gücü yetmez. Onu ancak Kerim olan Rabbi verebilir. Ondan sonra O'nun sevdirmesiyle, kendisinin kadrini bilen çok insan da var. Zira cevahir kadrini cevherşinaslar bilirler.

Burada hatırımıza şöyle bir soru geliyor: "Peki, ya çileleri? Bunca çile çekmesi reva mıydı? Hep hüzünle, baskı ile, anlaşılmamakla geçen bir ömür. Buna ne demeli?" Ne diyebilirim ki? Çileler, zaten Hakka hizmet edenlerin ayrılmayan yoldaşlarıdır. Ta baştan bu yana hep böyle olmamış mıdır? Bununla beraber, Türk milletinin her kesiminden, on binlerce, yüz binlerce insan onu sevip saymakta, takdir etmektedir. Onun hizmeti Allah karşısında, tarih karşısında kendi kendisini ispatlamış, güneşin kendi kendisine delil oluşu gibi, aşikar bir şekilde ortaya çıkmıştır. Onun sesine kulak verilince Türkiye'nin tamamında fark edilebilecek olumlu bir değişiklik görülmüştür. Eğer, Türk milletinin ortak özlemlerine tercüman olan fikirleri benimsenirse, bunun Türkiye'ye, hattâ insanlığa ne katkılar sağlayacağını yarınki tarih gösterecektir. Onun hayatı, hep, "İki günü birbirine eşit olan ziyandadır" hadis-i şerifi çerçevesinde geçmektedir. O, Allah ömür ve izin verirse, bundan sonra da çok güzel açılımlara vesile olabilir. Allah onun bereketli hayatını bir tohum yapıp ondan muazzam bir çam ağacı halinde büyük bir ağaç meydana getirdiği gibi, daha birçok şeye de elbette kadirdir.

O, ülkemizdeki cehalet, fakirlik ve tefrikayı; ilim, sanat ve birliktelikle yenmeye çalışıyor. Değerli milletimize ümit telkin ediyor. Türkiye'nin her bakımdan refahını ve devletler arası münasebetlerde alan, borçlanan, mahkum bir ülke değil, veren, söz sahibi bir ülke olması için çalışıyor. Bu maksatla Türk iş adamlarına eğitimin yanı sıra, ekonomi alanında da dış dünyaya açılmayı tavsiye ediyor. Türk şirketlerinden ve iş adamlarından dış dünyada itibar kazananlar vardır. Fakat bunlar, gerek nitelik, gerek nicelik yönünden, henüz yeterli duruma ulaşmış sayılmaz. Onun asıl göstermek istediği model: iyi bir eğitim ve öğretim; verimli, itibarlı bir üretim ve ticaret, dengeli bir ibadet, güzel ahlak örnekleri ile dolu, aktif bir hayatiyet ortaya koyarak, insanları hayra çağırmaktır. Merhum Prof. Dr. Ali Fuad Başgil'in temenni ve formüle ettiği üzere, dinin mümine kazandırdığı gönül zenginliğini ve ruh huzurunu yaşayan, dinden uzak olanları da davranışlarındaki olgunlukla dine imrendiren bir tarzda Müslümanlığın güler yüzünü göstermektir. İman, fikir, ahlak ve davranış uyumuna ulaşmış insanların sayısını artırmaktır. O, bu gayret içinde olurken Türk milletinin anlayıp yaşadığı ve tarihi boyunca uyguladığı Türkiye Müslümanlığını esas almaktadır. Öyle zannediyorum ki, sözlerinin büyük tesir uyandırmasının sırrı da buradadır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.