Modern Paradigmaların Oluşumu

a- Yapısal Kriz Teorisine Doğru
b- Şehirleşme/Kentleşme Olgusu ve Kimlik Krizi
c- İnce ve Kısa Bir Eleştiri

a- Yapısal Kriz Teorisine Doğru

Genel olarak yaşanan sosyal ve ekonomik krizlerin, köktenci ve radikal hareketlerin doğuşunda önemli bir katalizatör fonksiyonu gördüğü sosyal bilimciler tarafından dile getirilir. Bu nedenle her sosyal hareket, mevcut yapısal krize bir tepki olarak değerlendirilir. Nedir bu yapısal kriz? Çok genel olarak; sosyal adalet mekanizmasını dumûra uğratan her şey. Toplumsal kimliğin zayıf düştüğü, yerli ya da yabancı etnik gruplar tarafından törpülendiği, ekonomik krizin yol açtığı zengin ve fakir sınıflar arasındaki uçurum, demografik yapının sürekli ve düzensiz göçler ile yol açtığı düzensiz kentleşme, kırsal değerler ile kentli ve liberal değerlerin yüzleştiği şehir ortamları gibi gelişme unsurları yapısal krizin temelini teşkil etmektedir.

Gelir dağılımındaki eşitsizlik giderek zenginliği artan bir elit ve imtiyazlı sınıf üretirken, durumu giderek kötüleşen ve ekonomik statülerini tedricen kaybeden alt-orta sınıflar da potansiyel olarak ideolojik ve köktenci hareketler için uygun istihdam alanı oluşturmaktadırlar. Çünkü bunların mahrumiyet hisleri ve genelden kopmuş sosyal kimlikleri onları bu nevi örgütlerin hareket alanı haline getirmektedir. Artan fakir nüfus da demografik olarak bu tür örgütlere yeterli insan kaynağı sağlar. Tüm bu sorunlar, siyasal istikrarı da bozacağı ve bozduğu için, siyasi rejim ciddi bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya kalır. Artan ekonomik kriz ve siyasal meşruiyet sorunu, bu tür örgütlerin potansiyel olarak tabanlarını genişletmelerinin en aklî, mantıkî, hissî ve rasyonel temeli olmaktadır. Bu tabansal ve kitlesel yayılma, yalnızca mağdur ve derin mahrumiyet hisleri taşıyan bu köksüz kesim arasında yayılmaz. Yayılma öyle süratli olur ki, çok defa toplumda yerleşik meslekî grupları da içine alır. Bu yatay genişleme giderek siyasal bir muhalefet biçimine ve devletin otoritesine karşı dirençli bir meydan okuyuşuna dönüşebilmektedir. Önceleri yalnızca çeşitli mahrumiyet ve dışlanmışlık biçimlerinde tezahür eden katılım, giderek merkezî bir ideoloji ve yaşama biçimi halini alır. Sosyal bilimin, yapısal krize dayandırdığı bu yorumu, bazı hareketler için temelde doğru olmakla beraber aşırı bir "genelleme" ve "indirgeme" arasında gidip-geldiği için pek çok açıdan eleştiriye de açıktır. Eleştiri noktaları üzerinde biraz ileride duracağız. Ancak, önce yapısal kriz teorisinin önemli dayanaklarından birisi olan "şehirleşme ve kentleşme" olgusu üzerinde kısaca durmakta fayda var.

b- Şehirleşme/Kentleşme Olgusu ve Kimlik Krizi

Değişik sosyo-kültürel ve ekonomik zaruretler kırsal alanlardaki nüfus potansiyelini büyük şehirlere, iş imkânlarının ve fabrika sistemlerinin kurulduğu kentlere yönelterek, şehirlerin demografik yapılarını değişime zorlar. Göç genellikle dirençsiz ve sürekli olur. Bu yeni göçmen kitle, hem sosyo-külrürel açıdan, hem de sosyo-ekonomik açıdan şehrin sahip olduğu sosyo-kültürel hayata katılmada kimlik krizlerine yol açar. Kendilerini her yönden kuşatılmış ve dışlanmış hissederler. Bu süreç, psiko-sosyal ve kırsal kimliklerinin aşınması ile neticelenir. Bazıları kentin sosyo-kültürel kimliğine katılmada başarılı olur. Hem ekonomik yapıda, hem de kültürel alanda kendilerine yer açar. Ama büyük çoğunluk tüm dünyada ve tüm göçmen tarihinde genelde başarısız olur ve farklı psiko-sosyal ve ekonomik krizlere yol açarlar.

Küçük kasaba ve köylerdeki geleneksel orta ve alt-orta sınıf aileler, sahip oldukları istikrardan ayrılmalarının sonucunda bir "kültür krizi" yaşıyorlar. Bu nedenle, şehrin "kitle toplumunda", psiko-sosyal açıdan yollarını kaybetmenin eşiğinde kalırlar. Zira yabancı bir ortamın değerler yağmuruna tutulmuşlardır. Şehrin yalnızlığı ve parçalanmışlığı içinde, bu yeni şehirliler, kendilerine "sosyal-manevî" bir sığınak ve kurtuluş yolu –değişik sivil, siyasî ve kültürel gruplara üyelik ve aidiyet– arayışına girebilirler. Bu grublar kelimenin tam anlamıyla psiko-sosyal ve ekonomik olarak "mustaz‘af" kitleyi oluştururlar, "ezilmişler kitlesi"ni... Bu ezilmişlik psikolojisi bu kitleyi (sınıfları) bir tür radikal ve köktenci hareketler için bir insan kaynağı haline getirir. Önceleri toplumun en geleneksel kesimlerini oluşturan bu insanlar, şehrin kültürel kuşatılmışlığı ve istilâsı karşısında, herhangi bir davaya ve ideolojiye derin ve itaatkâr bir bağlılık duyar hale gelirler. Bu faktör, düşük sosyo-ekonomik konumlarıyla da birleşince onları, radikal mesajları rahatlıkla kabullenir duruma yükseltir. Radikal söylem bu ortamda, onların ferdî ve sosyal kimliklerinin bir ifadesi olur. Hatta radikalizm çok defa bu yeni kitleleri mevcut sosyal yapıdan daha derin ve köklü kopuşlara sürükleyebilir. Mevcut sosyal yapı günahkârdır onların nazarında. Ve dolayısıyla kurtuluş için bu günahkâr yapıdan sosyal ve manevî bir bilinçli kopuş zarûrîdir.

İşte yapısal kriz teorilerinin dayandığı şehirleşmenin getirdiği kimlik krizlerinin yorumu kısaca böyle. Demek ki yapısal kriz deyince kısaca anlaşılan; sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik değişim ve dönüşümlerin toplumda yol açtığı kimlik krizleri ve sorunlarıdır.

c- İnce ve Kısa Bir Eleştiri

Yapısal krizlere dayandırılarak yapılan toplumsal yorumlar bugün öylesine yaygın bir usûl haline gelmiştir ki, dünyanın hemen her yerinde siyasal iktidar sahipleri, meşruiyetlerini tehdit eden ya da tehlikeye sokan sosyal hareketleri anlama ve analiz etmede bu usûle müracaat ederek, komisyon ve kurultay oluşturmaktadırlar. Ancak bu usûl böylesine hüsn-ü kabul gören bir mevkiye yükselmesine rağmen, yeni sosyal ve radikal hareketlerin ardı arkası da bir türlü kesilememiştir. Çünkü yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi bu sistem, aşırı bir biçimde "genellemelere ve indirgemelere" müsait bir imkân sunmaktadır. At gözlüğü takar gibi tüm hareketleri aynı çizgide, ve aynı idealler temelinde yükselmiş görmektedir. En temel yanlışı da buradadır; her sosyal hareketin mevcut yapısal krize bir tepki olarak ortaya çıktığını varsaymak yanlıştır. Dolayısıyla yapısal krizlerin bir yan unsuru olarak ortaya çıkmayan, doğrudan kimlik inşası ve sosyal bir şemsiye oluşturma ya da yeni sosyal amaçlar doğrultusunda ortaya çıkan hareketleri de aynı kazanda eritmeye kalkmak, mevcut toplumsal yapıda yeni ve sun'î sorunların ortaya çıkmasından başka bir şeye hizmet etmez. Bu yanlış ve toptan bakıştır ki, özellikle İslam dünyasındaki yeni dinî hareketlere ve sosyal cemaatleşmelere yaklaşımdaki yanlışın en temel dayanağını oluşturmaktadır. Bu yanlış yaklaşımlar ve dayanaklarının eksiklikleri üzerinde yer yer duracak olmakla beraber şunu ifade edelim ki, yapısal kriz teorileri, Batılı toplumsal sorunlar üzerine üretilen konjonktürel teorilerdir. Batılı bakış açılarını ve karşılaştıkları sorunların temel karakterini doğrudan yansıtmaktadır. Bu yüzden farklı sosyal temelleri ve sosyolojik gelişmeleri içeren İslam dünyasındaki dinî, siyasî ya da sosyo-kültürel hareketleri analiz etmede bize fazla yardımcı olmayacağını bilmek durumundayız. Aksi halde ne alınan tedbirler ve kararlar, ne de toplumsal kimliğimizin tanımlanması ve genişletilmesi hususlarında yanlışa düşmekten kurtulamayız. Bununla beraber kriz teorilerinin, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel meseleleri ve krizleri, yeni gelişmeler ve değişimler karşısında izah etmede bize belli kolaylıklar sağladığı da gözden kaçmamalıdır. Ne var ki gelişmelerdeki, insanî olanla, bölgesel ve küresel olan unsurları ve yönleri birbirinden iyi tefrik etmek zorunludur. Buna yer yer yeniden döneceğiz...