Genel Olarak Eğitim

a- Ruhta ve Mânâda Dirilme

M. F. Gülen, eğitim ve maarif meselesini çağın en önemli problemi olarak görmektedir. Pek çok yazısında dolaylı ya da dolaysız, doğrudan veya îmâlı, ülkenin bu en önemli meselesine değinir. Dirilişten, ba'sü ba'de'l-mevtten, tecdidten, kendi dünyamızda yeniden varoluştan, milletçe ihyâdan, kendi tarihsel kökenlerimize ve kendi değerlerimize dönmekten vs. bahsettiğinde aslında o, dolaylı olarak hep eğitim problemine temas etmektedir. Ancak, böylesine köklü bir sorunun üstesinden gelebilmenin tek yolu fikri, aklı, kalbi ve mesaisi, hâsılı her şeyiyle kendisini milletine adamış fedâkâr ve rabbânî bir kadroyu yetiştirmektir. Bu fedâkâr kadroyu yetiştirmedikçe ne maddi ne de manevî diriliş söz konusu olmayacaktır.

Dirilişin önünde birtakım engeller vardır. Öncelikle biz kendi ruh, mânâ ve tarihsel köklerimizden uzaklaştık. İki-üç asırlık inhitâtımızın temelinde, mâruz kaldığımız bu kimlik ve şahsiyet krizi vardır. İslam ülkeleri, son birkaç asırdır Batı'yla olan siyasal, kültürel ve teknolojik ilişkilerinde kapsamlı bir ruh, mânâ, kimlik, şahsiyet ve medeniyet krizine mâruz kalmıştır. Bu kriz neticesinde Müslüman bilincinde, kültürel mirasın ve geleneğin algılanmasnda ve aktarılmasında kırılmalar olmuştur. Hatta pek çok yerde ve pek çok kimsenin inancı üzerinde dahi bu kırılmalar etkisini açık bir biçimde göstermiştir. Bu daha genel anlamda tam bir "zihniyet dönüşümü" ve bir "yabancılaşma" süreci idi.

Peki bu sürecin en tipik neticesi ne olmuştu? Hiç kuşkusuz bu dönüşüm öncelikle kendisini, İslâm'ı algılama, inanma ve hayata aktarma biçiminde ve kültürel mirasa yönelik kuru, sathî, taklitçi, ezberci ve şabloncu tavırda hissettirdi. Bu sathîlik, kuru ve kör taklitçilik, İslam dünyasının geri kalışında neredeyse baş etken olmuştur. Müslümanların eğitim sistemleri, kültürel ve teknolojik hayatları batılı değerlerin kuşatması altında kendi tarihsel kimliğine, şuuraltı müktesebâtına ve özgün geleneğine yabancılaşmıştır. Ezbercilik ve koyu taklid, hem kültürel mirasa ve geleneğe dönük olan yüzde, hem de Batı'ya ve Batılı medeniyet unsurlarına dönük yüzde kendini apaçık ortaya koydu.

Yabancılaşma öylesine kapsamlı gelişti ki, neredeyse İslam dünyasındaki tüm düşünsel, kültürel ve kurumsal alanları, beşerî, maddî ve toplumsal süreçleri esir aldı. Bu, haddi zâtında bütün geri kalmış —ya da bıraktırılmış- ülkelerin ortak bir sorunu idi. Müslümanlar batı kültürü ve yaşama tarzının kuşatması altında müthiş bir kimlik ve şahsiyet krizine, siyasal, kültürel ve toplumsal dönüşüme uğradılar. Bu talihsiz süreçten kurtulmanın yollarını aradılar. Ancak maruz kaldıkları zihniyet dönüşümü, kendi mânâ köklerimize, geleneksel ve tarihsel kimliğimize yönelik bakışlarda ciddi bir algı yanılmasına neden olduğu için, mevcut tarihsel ve geleneksel kaynaklarımızı, beşer ve toplumsal potansiyelimizi bu meş'ûm süreci aşabilecek istikamette doğru ve sağlıklı kullanamadılar.

Oysaki Müslümanlar (İslam ülkeleri) hem maddî ve manevî, hem de beşerî ve sosyal açıdan yeterli potansiyele sahip idiler. Uzun asırlar yeryüzünde tebârüz etmiş bir medeniyete, bütün fikrî, manevî ve harekî eylemlerini tahrik ve teşvik eden ilâhî vahiy Kur'ân'a, zengin bir kültürel mirasa, idare, siyaset, hukuk ve uluslararası ilişkilerde nadir bir tarihsel tecrübe ve birikime sahip idiler. Ama onlar Batılı bakış açılarının tesirinde bu tarihsel mirasa ölü bir bakışla bakıyorlardı. Ondan da öte hem çağdaş kimliklerini oluşturmada, hem de sosyal ve kültürel hayatlarını tanzim etmede bu kültürel ve tarihsel mirastan istifade etmede alabildiğine isteksiz görünüyorlardı. Pek çoğu milletçe dirilişi, ekonomik ve teknolojik kalkınmaya, bütünüyle Batılı medeniyet tarzını olduğu gibi aktarmada ve benimsemede görüyordu. Bütün bu süreçler Müslümanlarda uzun yıllar kendi kültürlerine, tarihlerine ve geleneksel değerlerine karşı bir gelen bunalımı oluşturdu. İslam dünyasında siyasal ve çağdaş entelektüel elit daha ilk hamlelerde batılı siyasal ve kültürel değerlerle bütünleşti. Ama bu kuru taklid yoluyla meydana gelen izdivaçta bugüne kadar İslam dünyası ne siyasal özgürlükler, ne de iktisadî ve teknolojik anlamda ciddi bir ilerleme kaydedebildi.

Şüphesiz İslam dünyasının kültürel kimlik arayışı ve ilerleme mücadelesi sürmektedir. Bütün çabalara rağmen batılı, beşerî ve toplumsal değer sistemi, İslamî toplumlarda belli ölçüde taklide bâdi olsa da, tutunabilecek geniş bir kitlesel taban bulamadı. Siyasal elit her yerde batılı değerleri uygulamada ısrarcı oldu. Bir kültür ve medeniyet projesi olarak onları uygulamada kılı-kırk yaran bir politika izlediler. Ama buna rağmen dirilişe ve kalkınmaya yönelik bir arpa boyu mesafe alamadılar. Sonuçta bu değer istilası, yarattığı kültürel şokla milletimizde kendi tarihsel, kültürel ve manevî dinamiklerine karşı güvensizliğe de yol açtı.

Bu meş'ûm süreç elbette milletçe yeni bir dirilişi, kültürel bir tecdîdi ve maddî-manevî tüm hayatî müesseselerde yeni bir hamleyi gerektirmektedir. İslâm dünyasında iki asır boyunca hem iktisadî ve siyasî, hem de beşerî ve toplumsal kalkınmaya yönelik farklı tecrübeler yaşanmadı değil. Ancak bu tecrübeler geniş tabanlı ve uzun soluklu olmadı hiçbir zaman. Ya siyasal ve idârî, ya da maddî ve kısmen teknolojik alanla sınırlı kaldı. Türkiye pratiği de bundan farksız değildi. Sanayi ve teknolojik alanda kısmî bir ilerleme yaşandıysa da, bu hiçbir zaman milletçe tüm müesseseleriyle köklü bir dirilişi gerçekleştirebilecek muhteva ve kuvvete ulaşmadı. M. F. Gülen bir makalesinde bu dirilişe genel hatları ile değinir. Önce İslamî ve metafizik alanda bu dirilişin niteliklerini sorgular.Önemine binaen bu metni buraya aynen alıyoruz:

"Son birkaç asırdır İslâm dünyası, bir kısım yanlışlar fâsit dairesi içinde dönüp durmakta ve bir türlü kendi özüne, kendi ruhuna yönelememekte. Şayet iki adım doğru yürüse, hemen arkadan birkaç adım geriye gitmekte veya değişik inhiraflar yaşamakta. Hatta çok defa, hataların sevapları aştığı, zararlı şeylerin yararlıları da alıp götürdüğü bu meş'um yürüyüş veya uğursuz inhiraf, toplumun kendi içinde kendini arama, kendini bulma gayretlerine de olumsuz tesirlerde bulunmakta ve yapılan güzel işleri de, yapanları da derinden derine sarsmaktadır. Bu da, bu koskoca âlemde her şeyin şirâzeden çıktığını, devlet ve milletler çarkının kendi aleyhinde işlediğini göstermektedir.

Bu itibarla biz, topyekün İslâm dünyasının, îman anlayışı, İslâm telakkîsi, ihsan şuuru, aşk u şevki, aklı, mantığı, düşünce tarzı, kendini anlatma üslûbu ve ona bu hususları kazandıracak müesseseleriyle ele alınmasının ve her kesimiyle yenilenmeye tevcih edilmesinin zarûretine inanıyoruz.

Bizim mânevî hayatımızın temeli, dinî düşünce ve dinî tasavvurlara dayanır. Bugüne kadar varlığımızı onlarla sürdürdüğümüz gibi, hamlelerimizi de onlara dayanarak gerçekleştirmişizdir. Onlardan tecrit edildiğimiz zaman kendimizi bin sene gerilerde buluruz. Gayesi, insanı ve kâinatı mânâlandırma, insanî ruha ve öze açık olma, dünyaları aşan arzuları gerçekleştirme, vicdandaki ebed duygusunu cevaplama.. gibi hususlardan ibaret olan din, sadece ibadetlerden ibaret değildir; o, ferdî, içtimâî bütün hayatı kucaklar.. aklî, ruhî, kalbî her şeyimize karışır.. ve niyetlerimize göre her davranışımıza boyasını çalar ve her şeyi kendi rengiyle boyar.

Evet, gerçek dindarın her davranışı ibadet eksenli, her gayreti cihad buudlu, her hamlesi de ukbâ ve rızâ televvünlüdür. Onun hayatında dünya ukbâ ayrımı söz konusu değildir.. kalbiyle aklı arasında berzahlar yoktur.. duyguları mantığıyla iç içedir.. muhakemesi ilhamlarını tanımamazlık edemez. Kezâ, onun düşünce dünyasında tecrübe, akla uzanan ışıktan bir merdiven, bilgi, firâset statikli yüksek bir burçtur. O, bu merdivende aşkın dev kanatlarıyla sürekli sonsuzluğa açılan bir kartal ve bu burçta fetânetiyle varlığı didik didik eden bir hallaçtır. Böyle bir anlayışın hiçbir yanında boşluk olmadığı için, bu sistemde insanın ferdî ve içtimâî ihmali de söz konusu değildir.

Dini akılla, ilimle, muhakemeyle çatıştıranlar, dinin de, aklın da ruhundan haberi olmayan talihsizlerdir. Hele toplumun değişik kesimleri arasındaki vuruşmadan onu sorumlu tutmak bütün bütün bir aldanmışlıktır. Kitleler arasındaki çatışma bilgisizlikten, şahsî çıkar düşüncesinden ve zümre menfaatlerinden kaynaklanmaktadır. Din, bu duygu ve bu düşüncelerden hiçbirini tasvip etmez. Vâkıa, bir kısım dindarlar arasında da çatışma ve vuruşma söz konusudur ama, bu, aynı ruhu taşıyan bu insanların, gerektiği ölçüde inanamadıklarından, ihlâsı koruyamadıklarından.. bazen de hislerine yenik düştüklerindendir. Yoksa, îmanlı fazilet böyle bir talihsizliğe yol vermez.. aslında böyle bir talihsizliğe düşmemenin bir tek çaresi vardır; o da, dinin bütün müesseseleriyle hayata geçirilip toplumun canı, kanı haline getirilmesidir.

Evet, İslâm toplumunun yeniden bir "ba'sü ba'de'l-mevt"e, melekât-ı akliye, rûhiye ve fikriyesinde ciddî bir ıslaha, daha canlı bir tabirle bir dirilişe ihtiyacı vardır. Dinin orijinini koruma ciddiyet ve gayreti içinde, nasların esnekliğinin vadettiği genişlik ve evrensellikte her zaman ve her mekânda, her sınıf insanın ihtiyacını karşılayacak ve bütün hayatı kucaklayacak olan bir dirilişe...

Başımızda gölgesini hissettiğimiz günden bu yana —Allah ebedlere kadar vesâyetini üzerimizden eksik etmesin!— bu mübarek sistem, defaatle tecdîde, ıslâha kapılarını aralamış ve defaatle dirilişler yaşamıştır. Mezhepler umumiyetle ve büyük çoğunluğu itibarıyla, fıkıh ve hukuk sahalarındaki yenilikleri temsil etmişlerdir. Tarikatlar ise, kalbe ve ruha giden yolları işlemiş birer şehrâh haline getirmişlerdir. Mektep ve medrese de bizim olduğu dönemde, daha çok varlık ve kâinatın mânâlandırılmasıyla meşgul olmuştur. Bugün gerçekleştirilmesi düşünülen tecdit ve dirilişe gelince o, bütün bunların uzlaştırılması ve hepsinin bir tek platformda ele alınmasıyla mümkün olacaktır ki, bu da, hemen her meselede, kalıptan sıyrılarak öze, şekilciliği terkederek ruha yönelmekle tahakkuk edecektir. Yani inançta yakîne, amelde ihlâsa, duygu ve düşüncede ihsâna yönelmekle...

Evet, ibadetlerde kemmiyet tam, keyfiyet hedef, duâlarda sözler vesile, ruh ve samimiyet esas, davranışlarda sünnet rehber, şuur elzem ve bütün bunların hepsinde Allah gaye olmalıdır. Namaz, yatıp kalkmak değildir.. zekât, nereye gittiği bilinmeyen bir matrahın def-i belâ kabilinden çıkarılıp bir yere atılması olamaz.. oruç, aç-susuz durmaktan ibaretse perhizden farkı ne? Hac, yörüngesinde icrâ edilmezse bir şehirden bir şehire seyahattan ve birilerine döviz kazandırmadan farkı kalır mı? İbadetlerde kemmiyet eksenli kalmak çocukların eğlencesi olsa gerek.. duâlardaki ruhsuz bağırıp-çağırmalar, gırtlak harcı arayanların işi olmalı.. özünden habersiz hac ve umre, "hacı" adı ve hac menkıbeleriyle mütesellî olma yolunda katlanılmış bir meşakkat değilse, mânâlandırmada biraz zorlanacağız...

Bütün bu olumsuzluklar ağında heder olup gitmemenin yolu, bize âit boşlukları dolduracak, zaaflarımızı giderecek ve bizi cisim ve bedenin kulları olmaktan kurtaracak, kurtarıp kalb ve ruhun hayat seviyesine yönlendirecek ruh ve mânâ hekimlerinin yetiştirilmesinde umumî seferberlik ilân etmekten geçer. Gönülleri fizikten metafiziğe, matematikten ahlâka, güzel sanatlardan tasavvufa, kimyadan ruhaniliğe, astronomiden enfüsiliğe, hukuktan fıkha, siyasetten seyr-i sülûke kadar bütün ilim, zekâ, irfan, varidât ve füyûzat sahalarına açık ruh ve mânâ hekimleri. Bu milletin, şuna-buna değil, böyle bir beyne ihtiyacı vardır. Beyin sinir kordonlarıyla vücudun uzak-yakın her yanıyla görüşüp-konuştuğu, en ücra noktalara mesajlar gönderip mesajlar aldığı gibi, bu beyin kadro da, millet bünyesinin bütün molekülleriyle, atomlarıyla, partikülleriyle münasebet içinde bulunacak, toplumu teşkil eden bütün birimlere ulaşacak, eli bütün hayâtî ünitelerin içinde olacak.. ve her kesime geçmişten gelen, hâlle daha bir derinleşen ve geleceğe uzanan ruhtan ve mânâdan bir şeyler fısıldayacaktır.

Bu kadro, mektepteki mukayyet ve müeddep çocuklardan, sokaklardaki serazad ve âvâre vatan evladına kadar herkese bağrını açacak ve her sîneye ruhunun ilhamlarını boşaltarak, onları yarınların bilgi, hüner ve dehâ sahipleri olarak yetiştirip toplumun istifadesine sunacak; ışık yuvaları, yurdu, pansiyonu, okulu, üniversitesi, mabet ve tekyesiyle herkesi ve her kesimi çağın levsiyatından arındırarak insanî kemâlâta yönlendirecektir.

Yine bu kadro, gazete, mecmua, radyo ve televizyon gibi güçlü medya silahlarını ehlîleştirerek bir taraftan onları millî ve dinî hayatın sesi-soluğu haline getirecek, diğer yandan da bunlarla karanlık duygu, karanlık düşünce ve kapkara seslere insan olma yollarını gösterecektir.

Ve yine bu kadro, dış baskılarla, iç sapmalarla, her günkü havaya göre şekil ve yön değiştiren tâlim ve terbiye müesseselerimizi Avrupa ve Amerika vesayetinden kurtararak hâlin gereklerine açık ve tarihî perspektife göre tanzim ederek, programı, metodu ve üslûbuyla gayeli bir konuma yükseltecektir.

Bu sayede milletçe, duygu, düşünce sefaletinden, ezbercilikten, şablonculuktan gerçek ilmî düşünceye, çeşitli rezaletleri sanat ünvânıyla tezkiyeden hakikî sanat ve estetiğe, menşei meçhûl görenek ve tiryakiliklerden din ve tarih kaynaklı ahlâk şuuruna, bizi bitirip-tüketen, sinelerimizdeki değişik düşüncelere kilitlenmelerden hizmet-teslîmiyet-şuur ve tevekkül vâhidine yükseleceğiz.

Dünyada yeni oluşumlar furyası yaşana dursun -aslında biz, ne kapitalizm partasından, ne komünizm fantezisinden, ne onun sosyalizm kırığından, ne sosyal demokrasi melezinden, ne de liberalizm eskisinden yeni bir şeylerin meydana geleceğine inanmıyoruz-. Gerçek, yeni dünya düzenine açık bir âlem varsa, o da bizim âlemimizdir. Gelecek nesiller bunu bizim Rönesansımız olarak da ele alabilirler.

Bu yeniden doğuş bizim, duygu ve düşünce dünyamıza, sanat ve estetik anlayışımıza da, şimdiye kadar olduğundan çok farklı derinlikler kazandıracaktır. O sayede kendi bediî zevklerimizi bulacak, kendi mûsikîmize ulaşacak, kendi romantizmimizi keşfedecek.. ve milletimizi ilimden sanata, düşünceden ahlâka hemen her sahada en sağlam bir blokaja oturtarak onun geleceğini teminat altına almış olacağız.

Bu hususta hamle ve atılganlık şiarımız, îman ve hakîkat şuuru da kuvvet kaynağımız olacaktır."[1]

b- Tarih ve Gelenekte Dirilme

M. F. Gülen'in kültür ve eğitimle ilgili felsefesinin temel dayanaklarından birisi de tarihe ve geleneksel kültürel mirasa olan empatik yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, tarihe ve geleneğe yalnızca belli kavramların dünyasından bakan ve kendisi ile tarih arasında sıcak ve şuurlu bir temastan özenle kaçınan anlayıştan farklıdır. Kavramsal tartışmalar çok defa tarihi ve geleneksel mirası, çöl haline gelene dek kullanılmış bir toprağa dönüştürür. Ne okuyucuyu dinlendirmeyi, ne de toprağı nadasa bırakmayı düşünür. Böylelikle okuyucu, tarihle, gelenek ve kültürel mirasla kendisi arasında, duygusal ya da zihinsel bir yakınlık duyma (empati) eğilimi göstermez. Modern aydın bakışı ise, büsbütün geleneğe yabancıdır. O, tarihi ve geleneksel miras üzerine konuşurken, sanki kendisine ait olmayan bir arazide kaçak olarak avlanmaktadır. Bu hususa burada biraz değineceğiz. Çünkü tarihe ve geleneğe yönelik miyop bakışlar, genellikle modern aydının varlık sahnesine çıkışıyla başlamıştır.

Şüphesiz bu başlık, bir kitap çalışmasını gerektirecek çağrışımlar vermektedir. Bunu hakkıyla işleyebilmek, bütün bir zihin ve kültür tarihine bakmayı gerektirir. Geçmişe ve geleneğe ait kavramsal ve kuramsal çözümlemeler uzun bir kervan oluşturmaktadır. Bu kervanda taşınanlar, tartışılanlar ve aktarılanlar pek çok yönüyle bu çalışmanın ve sahibinin düşünsel sınırlarını aşar. Peki böylesine geniş bir gövdesi olan mevzua neden temas etme lüzumu duyduk? Şundan: M. F. Gülen, eğitim ve kültür meselelerini incelerken genellikle belli bir zihin ve bilgi temeline sahip kitleye seslenmektedir. O, yazılarında, makale ve konuşmalarında sıkça üzerinde durduğu ama genellikle detaylandırmadığı "milletçe diriliş", "kendi dinamiklerimize dönüş", .. vb. ifadelerde, aslında bir anlamda tarihe, kültürel mirasa ve geleneğe ait tutumlarla ilgili doğrudan kavramsal ya da düşünsel herhangi bir tartışma açmaz. Üslup ve metod olarak cidal ve diyalektiği benimsemez. Gerek yazı ve makalelerinde, gerekse konuşma ve sohbetlerinde hareket tarzını özenle tartışma ve diyalektik yöntemden ayrıştırır. Belki de o, bu yöntemin faydasına inanmıyor. Ama onun kültür dünyasına az-çok dahil olmuş her okuyucu, tarih, gelenek ve kültürel miras etrafında iki asırdır yaşanan zihniyet ve yöntem tartışmalarının îmâlarını görebilmektedir.

Biz bu îmâlara baktığımızda çok genelleştirilmiş olarak İslam dünyasında ve Türkiye yakın geçmişinde; tarih, geleneksel miras ve Batıyla olan ilişkilerde iki temel eğilimin hakim olduğuna şahid oluyoruz. İlki, yeniden dirilişin temellerinin, ancak ve ancak gelenek ve tarih içindeki temel dinamiklerde gizli olduğunu düşünenler. Diğeri ise, bunu, herhangi bir dirilişe vurgu ve çağrı yapmadan, doğrudan batı medeniyet dünyasına, onların bütün değer sistemlerini olduğu gibi almak ve taklid etmek yoluyla katılımda görenler. Bu iki eğilim, farklı ve çağdaş tecrübe ve birikime sahip olarak bugün de bâriz biçimde yaşamaktadır. Ancak her iki eğilim, hem batı medeniyetine karşı olan tutumda, hem de geçmiş kültürel mirasa olan yaklaşımda yer yer muhafazakâr, yer yer de yenilikçi eğilimler sergileyebilmektedir. Belli bir paradoks içerse de bu, entelektüel, siyasal ve iktisadî bir diyalektik olarak sürüp gitmektedir.

Bu tartışmalar yakın geçmiş adına yorgun bir düşünsel miras bırakmıştır. Batıyla gerçekleşen kapsamlı yüzleşme neticesinde, modern-muhafazakâr, milliyetçi-batıcı, medrese kökenlimektepli çağdaş... gibi birbirleriyle ayrışan bir aydın, düşünür, entelektüel ve ulemâ geleneği oluştu. Bu farklı eğilimler hem geçmiş tarihsel ve kültürel mirasın algılanışına, hem de Batılılaşma tutumlarına yansıdı. Kullanılan düşünce ve analiz yöntemleri, zihinsel ve kavramsal malzemeleri de farklılaştırdı. Ortada bir sorun vardı ve her temayül bu sorunun çözümüne yönelik fikir ve kavram üretiyordu. Batılılaşma, çağdaşlaşma, ilerleme derken nihayet seküler bir dünya görüşünü örgütleyen Batıcı aydın zümre bir tarafta; tecdid, ıslah ve yeniden dirilme... gibi temelde geleneksel mirasa vurgu yapan muhafazakâr zümre diğer tarafta. Batıcı aydın İslamî mirasa yönelik ya reformist ya da reddi miras mantığıyla hareket eden bir tavır geliştirdi. İslam dünyasında her yerde İslamî kültürel mirasa reformist veya redd-i miras mantığıyla yaklaşan "modernist aydın" zümre olmuştur.

Aydın, modernizmle ve batılılaşma süreciyle ortaya çıkmış ikinci sınıf entelektüeldir. Batılı ve endüstri kültürüyle iyice bütünleşmiş zümredir. Ve çoğunlukla her yerde olduğu gibi ülkemizde de geleneksel tüm kültürel mirası dışlayan bir tutum sergilemiştir. Yukarıda da dediğimiz gibi o, tarihsel mirasın ve geleneğin kürsüsünde yabancı bir hatip gibidir. Kendine ait olmayan bir bölgede avlanmaktadır. Ortaya koyduğu, savunduğu ve düşünsel olarak takib ettiği metodolojinin ne İslamî, ne de geleneksel bir meşruiyet temeli yoktur. Düşünce, kavram ve hatta sorun üretme tarzı, bütünüyle Batılı zihniyet ve düşünce kalıplarının kör bir taklidinden başka bir şey değildir. Bununla aslında o, geleneğin kitleler üzerindeki sürekliliğini kırmaya çalışmıştır. Ama buna rağmen, yani bir taraftan aydın sapmaları diğer taraftan siyasal elitin Batılı kültürel modelleri uzun süre dayatmasına rağmen gelenek, hem kendi iç tutarlılığını, hem de varoluşunu sürdürecek kitlesel tesirini korumakta ve devam ettirmektedir. Uzun süren dayatmaların kültürel miras üzerinde yan tesirleri olduysa da, bu tesir kalıcı olamadı hiçbir zaman.

Modern aydın ve modern düşüncenin gelenekle ilişkisini biraz daha irdeleyelim; modern aydın geçmişi modern kavramlara tercüme ederken, o güne dek varolmayan bilgileri ve epistemolojiyi kullanmaktadır. Bir kere geleneksel bilgi sistemine uzun tarih içinde oluşmuş metodoloji ve tecrübe yoluyla yaklaşmaz. Tamamıyla geleneksel epistemolojiden bağımsız, modern kavramların dünyasından bakar. Ona göre geçmiş geride kaldığına göre, onu hiçbir şekilde günümüze taşımanın ya da g.ümüzde var etmenin imkânı ve anlamı yok. Bu ancak, onu modernize etmekle ve baştan ayağa bilgi ve inanç sistemini reforme etmekle mümkün olabilir. Gelenek adına bir "tahrif" sayılsa da, modern aydının yaklaşımı budur. Modernize ve reforme etmek, geleneğin yalnızca yorumlanmasından daha çok anlam içerir. Biz olgu ve olayları, geleneksel bilgi sistemi penceresinden ele alırken hiç kuşkusuz yine de belli düzeyde yorumlayarak ele alırız. Ama bu algı ve yorumlama, geleneği, kendi yorumsal biçimi, deneyimi ve metodolojik kalıpları içerisinde ele almıyorsa bu bizi, geçmişte algılanmayan ve tecrübe edilmeyen/yaşanmayan bir biçime ulaştırır. Tarihsellik dediğimiz olayın özü de buraya çıkar.

Burada genellikle gözden kaçan —ya da kaçırılan— önemli bir husus vardır. O da şudur: bir kere her kültürel mirasın ve geleneğin üzerine oturduğu epistemolojik sınırlar vardır. Bu sınırlar hem geleneğin temel karakterini ve oluşum çizgilerini, hem de algılanma, yorumlanma ve aktarılma biçimlerini belirler. Dolayısıyla bu sınırlara riayet edilmeden yapılacak her yorum ciddi tahriflere yol açar. Modernist yaklaşımlar, genellikle bu sınırlarla kayıtlı kalmak istemezler. Benimsedikleri Batılı kalıplarla bu sınırları aşmayı ve çok defa da geleneğin üzerine oturduğu değerleri ve bilgi sistemini dönüştürmeyi hedef alırlar.

Geleneğe yönelik bu kayıtsızlık, özellikle İslamî kültürel mirasa ve kaynaklara yönelik yaklaşımlarda daha da ciddi sorunlara yol açar. Üstelik bu sorun yalnızca bir "algı yanılması" çerçevesinde kalan sorunlardan daha köklü tesirler icra eder. Zira İslamî kültür, sıradan herhangi bir beşerî ve toplumsal kültür değildir. Önce de ifade ettiğimiz gibi, onun en merkezî tecellisi, ilahî vahiy olan Kur'ân'dır. İkinci olarak da, bu vahyi bize ulaştıran, aktaran ve yaşanmış bir tecrübe olarak sunan Sünnettir. Bu iki kaynak, tüm İslam tarihi boyunca bütün Müslüman toplumların; bireysel, sosyal, manevî, ontolojik ve epistemolojik tüm varlıklarını etkilemiş ve şekillendirmiştir. İslamî kültürü, yeryüzündeki diğer bütün kültürlerden ayrıştıran en temel hususiyeti budur. Ve yine onun içindir ki, İslamî kültüre ve geleneksel mirasa yönelme, herhangi bir kültürel mirasa yönelme değildir. O, insanın yeryüzündeki varoluşunu temellendiren en esaslı sistemdir.

İşte bu gerçeği göz ardı ettiği içindir ki modern Batıcı aydının İslamî gelenekle kurduğu ilişki, hiçbir zaman ve hiçbir yerde sahih bir netice doğurmamıştır. Modern aydın, İslamî kültürel mirasla ilgili ideolojik bir tutum izlemiştir daima. Bu yüzden de sunduğu bilgisel ve epistemolojik temeller oldukça naif ve kırılgan olmuştur. Ortaya koyduğu ikinci sınıf düzeyindeki entelektüel faaliyet, tecrübe ve deneyimden alabildiğine yoksun kavramlara yaslanmıştır. İki asırlık Batılılaşma sürecine baktığımızda tartışmalar, çöl haline gelene dek kullanılmış eski bir toprak görüntüsü vermektedir.

Modern aydının, geleneğin algılanışındaki tepeden bakışı, tarihin kendisine yönelik algısında da kırılmaya maruz kalmıştır. Çünkü o çağdaş kimliğini inşa ederken, geçmişe ve tarihe değil, tamamen Batıya yönelmiştir. Oysaki geçmiş ve tarih, kısmen insanların kimliklerini inşa ettikleri bir alandır. Hatta kimliklerini inşa tarzıdır. Bu yüzden her gelenek ve fikir sistemi, kendisini ifade ederken, kendine tarihte var olmuş bir şecere oluşturmak ister. İnsanlar her yerde, kelimenin tam anlamıyla bugünlerinin ve yarınlarının köklerini dünde ve geçmişte bulmak ihtiyacındadırlar. Batılı, çağdaş medeniyetini inşa ederken, Rönesans'ta antik Yunan ve Roma geçmişine yönelmiştir. Bu gerçeği yalnız Türk modernleri ve aydınları göz ardı etmiştir. Bu yüzden M. F. Gülen, nerede dirilişten ve yeni bir Rönesans'tan bahsediyorsa, orada mutlaka tarihe, geleneğe ve kültürel mirasa da vurgu yapmaktadır.[2]

Tarih ve geçmiş, öneminden dolayı güç, kuvvet ve sömürü adına maniple bile edilmiştir. 1984 adlı romanında C. Orwell dikkatlerimizi buna çekmektedir. Bugünün denetimini ellerinde bulunduranların geçmişi, geçmişi ellerinde tutanların da geleceği kontrol ettiklerini söylemişti. Bu saptama kurgu olmanın çok ötesinde şeyler ifade etmektedir. Öyle ki, bugün yaşamakta olanlar, kendilerine "şimdi" içerisinde bir yer bulmak, bugünkü ve gelecekteki yaşam tarzlarını meşrulaştırmak için bir evveliyâta, maziye ve seleflere ihtiyaç duyarlar. Onlar, geçmişin, sayısız anlatıyı, eğilimi ve tutumu beslediğine/besleyebileceğine inanmaktadırlar.[3]

c- M. F. Gülen'de Tecdid, Rönesans ve Diriliş Kavramları

Bir Anlam İnşası: Tecdîd, Rönesans ve Diriliş

M. F. Gülen, ifade ettiğimiz gibi batılılaşma sürecinde ortaya çıkan kavramsal tartışmalara girmemektedir. Ancak dolaylı da olsa bazı kavramlar üzerinde kendi görüşlerini ifade ederken, bir anlamda projesinin temel donelerini de vermektedir. Pek çok yazıda, müstakil olarak ya da detaylarda dirilişe, tecdîde, yeniden uyanışa ve Rönesansımızın niteliklerine değinir. Yukarıda aldığımız pasajlarda da bunu gördük. Hatta makalenin başlığı dahi tecdîd ve dirilişin anlamına dolaylı bir gönderme içermekteydi; "Yarınki Dünyaya Doğru" Bu yazıda o, açık bir biçimde tecditten ve yenilenmeden bahseder:

"(...) Bu itibarla biz, topyekün İslam dünyasının, iman anlayışı, İslam telakkisi, ihsan şuuru, aşk u şevki, aklı, mantığı, düşünce tarzı, kendini anlatma üslubu ve ona bu hususları kazandıracak müesseseleriyle ele alınmasının ve her kesimiyle yenilenmeye tevcih edilmesinin zarûretine inanıyoruz..."[4]

Gülen, yenilenme (tecdîd) ve dirilişten (ba'sü ba'de'l-mevt) söz açtığı her yerde, bunu öncelikle temel İslamî dinamiklerde dirilişle başlatır. Çünkü o, iman anlayışından kainat görüşüne kadar İslamî telakkilerimizi yenilemeden ve geliştirmeden Müslüman toplumların beklediği ya da muhtaç olduğu dirilişin gerçekleşmeyeceğine inanmaktadır. Müslümanlar tarihte her dönemde büyük hamleleri ancak böylelikle gerçekleştirmişlerdir.

"Bizim manevî hayatımızın temeli, dinî düşünce ve dinî tasavvurlara dayanır. Bugüne kadar varlığımızı onlarla sürdürdüğümüz gibi, hamlelerimizi de onlara dayanarak gerçekleştirmişizdir..."[5]

Ona göre dirilişimizin temeli dinî ve manevî dinamiklerde aranmalıdır. Mezheplerin ortaya çıktığı dönemde dirilişi onlar temsil etmiş, tarikatların zuhuruyla İslam dünyası ruhta ve mânâda yenilenmiş, medrese ve mekteple de varlık ve kainat görüşünde bunun temelleri atılmaya çalışılmıştır.

Tecdîd ve diriliş her alanda, "kalıptan sıyrılarak öze, şekilciliği terk ederek ruha yönelmekle tahakkuk edecektir." Daha genel olarak Gülen dirilişi; "inançta yakîne, amelde ihlâsa, duygu ve düşüncede ihsâna yönelmek"101 olarak tanımlar.

Müslümanlar geçmişte, hem dinî alanlarda, hem de ilimde, teknikte ve mimaride köklü ve kapsamlı bir Rönesans geliştirdiler. Tabii bilimlerden, dinî ilimlere, tasavvuftan mantığa, şehircilikten estetiğe hemen her sahada dahilerden oluşan bir kadro yetişmişti. Ve bunlar o dönemlerin Rönesans'ını gerçekleştirmişlerdir. Dirilişin temel dinamiklerini kavradıktan sonra, "bütün aydınlık ruh ve dimağları harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesansı" yine gerçekleştirmek mümkündür, diyor Gülen "Kendi Dünyamıza Doğru" adlı makalesinde;

"Evet bu dünya, bir kere daha İslâm'ın ruh ve mânâsını duymaktan varlığın yeniden yorumlanmasına; tasavvufun engin lâhûtî ikliminden evrensel metafiziğe; İslâmî muhâsebe ve murâkebeden insana değerler üstü değer kazandıran teyakkuz ve temkine; iç âlemimizin soluklanabildiği ve iç âlemimizi soluklayabileceğimiz şehir ve şehircilikten kitlelere malolmuş estetiğe, her yerde ruh ve mânâyı nakşeden ve nakşında sonsuzu arayan sanattan, uhrevîleşen, inceleşen, ötelerle bütünleşen, gerçek bedîiyât zevkine ulaşarak yeni bir fasıl açabilir..."[7]

Açabilir ama bunun da kolay olmadığını vurgular;

"Evet yıllar ve yıllar bu ülkede, rûhî hayatın büyük ölçüde söndürülmesi, dinî dünyamızın işlemez hale getirilmesi, aşkın, vecdin bütün bütün unutturulup gönüllerin diline zincir vurulması, düşünen ve okuyan aydınların gidip kaskatı bir pozitivizme aborde olmaları, salâbet ve hakta sebat yerine softalığın ikâme edilmesi; hattâ âhiret ve cennet istenirken bile, dünyada alışılagelen mutluluğun devamı mülâhazasıyla istenmesi gibi çarpık düşünce, çarpık telâkkileri sînelerimizden söküp atmadan bir yeni fasıl açmamız mümkün değildir."[8]

Gülen milletçe çöküntü ve çözülüşün sebepleri olarak da, ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik... gibi his, duygu ve telakkileri sayar.. Bunlar her türlü medeniyeti alaşağı eder, her diriliş hamlesini de daha yatağında iken boğar, yok eder. Ve bunların karşısına o, İslam'ın özünde ve hakikatında var olan, istiğnâ, cesaret, diğergâmlık, rûhânilik ve rabbâniliği koyar. Bunlar aynı zamanda Gülen hareketinin temel dinamiklerini de oluşturur. Hasılı Gülen, Rönesans ve dirilişin temelini kendi mazimizde ve kendi mânâ köklerimizde görmektedir. Dolayısıyla bu köklere dönülmedikçe ya da onları yeni bir rûhî heyecanla günümüze taşımadıkça muhtaç olunan diriliş gerçekleşmeyecektir. Ancak Gülen hem burada, hem de hemen diğer tüm makalelerinde böylesi milletçe dirilişin, bu işi üstlenecek ve yukarıda arz edilen temel dinamiklerle donanmış geniş bir kadro tarafından gerçekleştirilebileceğine inanmakta ve bunu ifade etmektedir. Bu eğitim gönüllüleri kadrosuyladır ki, milletçe yeni bir dirilişi ve Rönesans'ı yakalayabiliriz.

Halbuki geçmiş iki asır boyunca dirilişimiz ve Rönesans'ımız, tartışmalarda ve ortaya atılan projelerde dar bir entelektüel kadro ve çevrede yürütülen faaliyetler neticesinde gerçekleşeceği fikri üzerinde neredeyse deklare edilmemiş bir icmâ oluşmuştu. İşte Gülen'in onlardan ayrıldığı temel noktalardan birisi budur. Zira o, diriliş ve Rönesansı, geniş bir eğitim kadrosu tarafından fedâkârâne bir ruhla üslenilerek yürütülecek faaliyetlerde görmektedir. Yoksa alabildiğine dar bir elitin entelektüel ve zihinsel faaliyetiyle sınırlı görmemektedir. Bu da bize onun neden ve özellikle eğitim alanına yöneldiğini ve niçin ısrarla inançlı, fedâkâr ve diğergâm bir kadroya vurgu yaptığını açıklamaktadır. Eğitim meselesine yeniden döneceğim.

Şüphesiz M. F. Gülen'in fikir, düşünce ve kavramsal dünyası açıkça ifade etmek gerekirse kendine has bir üslup, muhteva ve derinliğe sahiptir. Onu yakından izlemedikçe, ince îmâ ve göndermelerini, nev-i şahsına has düşünce ve akıl yürütmelerini, geniş fikir kümelerine yaptığı üstü kapalı vurguları ve kavramları hakkıyla anlamak mümkün olmaz. Bütün bunlar onun ruh ve düşünce dünyasını yakından izlemeyi ve takip etmeyi gerektirir. Onun için özellikle tecdîd, ıslah, reform, taklid ve şablonculuk vb. kavramlar etrafında biraz daha dolaşalım.

Tecdîd, taklid, ıslah, ihyâ, reform, Rönesans gibi kavramlar esasında ilk fıkhî, kelâmî, siyasî ve felsefî ekollerin de gündemlerinde yer almaktaydı. Temel kaynaklara yönelik sorgulama yalnızca batılılaşma süreciyle ortaya çıkmış bir düşünsel faaliyet değildir. Dönemsel olarak İslam tarihinde yer yer bireysel, yer yer de entelektüel bir kadro hareketi halinde tezahür etmiştir. Onun için bu kavramların tarihsel ve zihinsel muhtevası oldukça zengin, geniş ve tartışmalı bir faaliyeti içermektedir. Pek tabii olarak biz geçmişe ve geleneğe ait bu uzun kavramsal ve kuramsal tahlillere girmeyeceğiz. Yalnızca kavramlar etrafında zihinsel ve düşünsel bir algı yanılmasına sebebiyet verebilecek genel birkaç yöne işaret edeceğiz.

Meselenin çok genel anlamda iki yönü var; ilki, "değişen şartlarda geleneği nasıl ihya ederiz?" temelinden hareketle ortaya konan düşünsel faaliyet. Diğeri de bu faaliyete sebep olan ilerleme ve geri kalmışlıktan kurtulma zarureti. Şüphesiz hicrî 2, 3 ya da 5. asırda geleneksel miras ve İslamî temel kaynaklar etrafında yürütülen düşünsel faaliyetleri motive eden faktörler bugün bizim karşı karşıya olduğumuz medeniyet, uygarlık ya da ilerleme gibi çağdaş sorunlar değildi. Ama toplumsal ve sosyo-kültürel değişim sorunları onların da düşünce ve zihin dünyalarını hareketlendiren sorunlardı. Çünkü gerek İslamî fetihler nedeniyle, erekse savaş, barış, siyasî ve kültürel elçilik, ticaret ve seyahat gibi sebeplerle olsun Müslüman toplumlar, diğer kültür ve medeniyetlerle yüz-yüze gelmişti. Bu yüzleşmeler her açıdan Müslüman toplumun sosyo-kültürel ve hatta dinî hayatında belli düzeyde değişime, genişlemeye ve açılmalara neden oldu. Bu sosyal değişim ve yüzleşme meselesi İslamî entelektüel faaliyetleri her alanda hızlandırdı. Yani 'alâ-külli hâl' hem eski faaliyetlerin, hem de çağdaş tartışmaların İslamî kültürel mirasa dönük bir yönü vardır.

Bu tartışmalar daha ziyade ve çok genel anlamda İslam'ın sabitelerini ve değişkenlerini ortaya koymayı amaçlamıştır. Bu bir yönüyle ihyâ, ıslah ve tecdîd dediğimiz düşünce faaliyetini, diğer yönüyle de değişen şartlarda İslamî geleneğin yaşama kabiliyetini ortaya çıkarma faaliyetini ifade etmektedir. İslamî kültürel mirasın en önemli ve merkezî tecellisinin ilâhî vahiy olan Kur'ân olduğunu söylemiştik. Bu ilahî vahyin değişmez ebedî hakikatler içerdiğini de dolayısıyla söylemiş oluyoruz. Öyleyse, İslamî kültürel mirasa yönelen her hareket, ister tecdîdi ve ihyâyı, isterse de ıslah, diriliş ve Rönesansı esas alsın, bütün açılımlarını bu sabitelerin ruhuna uygun olarak yapmak zorundadır. Klasik İslamî kültürde bunun anlamı; her ictihadî faaliyetin, uzun tarih içinde oluşmuş olan ve İslamî nassları algılama, yorumlama ve hükümlerle pratize etmede üzerinde birleşilmiş olan usûl ve metodolojiyi takip etmesinin dinî bir zorunluluk olduğu gerçeğidir. Çünkü neticede her bir deneme (tecdîd, dirilme, ıslah, ihyâ vs.) belli ölçüde bir yeniden kurgulamadır. Geçmiş ve kültürel mirası yeni sosyal, siyasal ve konjonktürel şartlarda yeniden üretmedir. Bu ise beşerî bir faaliyettir. Ve öyle olduğu için ilahî vahyin temel dinî doktrinlerinin ruhuna ve çerçevesine uygun olmak zorundadır. Elbette bu salt beşerî bir faaliyet olsa da, yalnızca değişim temelinde ele alınacak bir mesele olamaz. Bir ölçüde bu faaliyet aynı zamanda bir hakikat arayışıdır da. İlahî maksadı, rızâyı, meşîet ve iradeyi ortaya çıkarma, anlama ve kavramaya yönelik olmak zorundadır. Bu tutum aşırı bir teyakkuzu özünde barındırıyor görünse de, insanın yeryüzündeki ebediyete yürüyüşünü anlamlandırdığı için bu sınırlar içinde kalmak zorundadır. Sabiteler, İslam'ın hem itikâdî/doktriner esâsâtını, hem de normatif yapısını ifade eder. Ve başka hiçbir dinde ve hiçbir kültürde bunlar bu ölçüde temellendirilmiş değildir.

Bu ölçüler dahilinde, yani İslamî kültürel mirasın sabitelerine rağmen, İslam'da tecdîd, ıslah ve yeniden dirilmeden bahsetmek mümkündür. Hem kültürel anlamda, hem toplumsal anlamda tecdîde ve yenilenmeye davet eden zaruretler her dönemde vâki olmuştur. itikâdî, hukukî ve epistemolojik sınırlar içinde kalarak İslamî tecdîd ve ihyâ hareketi her zaman gerek bireysel, gerekse sosyal hayatı yenileyebilmiştir. Geçmişte her yönüyle kapsamlı tecdîd, ihyâ ve dirilme hâdiseleri yaşanmıştır. Kolay olmamakla beraber bugün de, nassların ruhunu ve sınırlarını rencide etmeden, İslamî kültürel mirastan yeni bir diriliş manifestosu çıkarmak mümkündür. Bu elbette her açıdan entelektüel vukûfiyeti ve yetkinliği gerektiren bir faaliyettir. İslamî kültürel mirasla genişlemeyi ve teneffüs imkânlarını tevsî' ve teharrî etmeyi esas alan düşünsel faaliyetler (tecdîd, ihyâ, ıslah vb.) ile, İslamî mirasın asıl kaynaklarına yönelik reform hareketini birbirinden ayırmak lazımdır. İslamî nasslar ve kaynaklar adına reformdan bahsettiğimizde bilinsin ki, "mezelle-i akdâm" (kaygan zemin) bir alana girilmiş demektir. Çünkü reformun anlamı, tecdîd, ihyâ ya da ıslah değildir.

Tecdîd, ıslah ve ihyâ, çerçevesi ne kadar geniş olursa olsun, geleneğin içeriden yenilenmesinden ve genişletilmesinden ibarettir. İslamî temel nassların ve metodolojinin çizdiği anlamın sınırları dahilinde kalmak zorundadır. Reform da bir anlamda tecdîd gibi yenilenmeye çağrı yapar. Ama o, hem geleneğin yapı taşlarını, hem de ihtiyaçların temel disiplinini yerinden oynatarak bir yenilenmeyi öngörür. Tecdîd, geleneğin içeriden yenilenmesi olduğu için meşrulaştırıcı bir izaha ya da ifadeye fazla ihtiyaç duymaz. Reform ise, her hareket ve girişimini kitlelere izah etmek zorundadır. Öyle ki, çok defa kendini meşrulaştırmak için gelenek dışından kanıtlara bile başvurmak ihtiyacında kalır. Çünkü mevcut gelenekle ne zihinsel ve entelektüel, ne de kitlelerin şuuraltı müktesebatıyla herhangi bir akrabalığa sahiptir. Reform ile gelenek arasında hem epistemolojik, hem de ontolojik bir doku uyuşmazlığı ve açıklık söz konusudur. Reform, epistemolojik ve yöntembilimsel olmaktan çok, ideolojik bir dokuya sahiptir. Tam anlamıyla batıda Hıristiyanlığın kaynaklarının tahrif edildiği uzun asırların neticesinde varlık sahnesine çıkmıştır. Ve yine en doğru anlamını ancak, Hıristiyanlığın tahrifi ve bu tahrifi ortadan kaldırmaya yönelik faaliyet içinde edinmiştir. Batı'da var oldu, çünkü Hıristiyanlık asırlar içinde aslî hüviyetinden epey uzaklaşmıştı. Reform ve Rönesans, öncelikle Hıristiyanlığın dogmalarına ve kaynaklarına yönelik bir sorgulama hareketi olarak başladı. Daha sonra da diğer alanlara yayıldı. Halbuki İslam için böyle bir şey hiçbir zaman vâkî olmadı. İslam hem asıl kaynakları yönüyle, hem de on dört asırlık geleneğiyle olduğu gibi önümüzde durmaktadır. Reform, mevcut kilisenin resmî söyleminin fikir, düşünce ve bilimsel gerçekler üzerinde kurduğu otoritenin dogmalarına ve temellerine dokunmadıkça muvaffak olamayacaktı. Oysaki aynı ameliye, İslam'ın sahih kaynaklarına yönelik bizzat tahrif sayılır. Orada panzehir iken, burada zehire dönüşmektedir. Onun için İslamî kültürel mirasa ve temel kaynaklara yönelik metodolojik yaklaşımlarda ancak tecditten bahsedebiliriz. Sık sık vurguladığımız gibi tecdîd, nasslara yönelik ictihâdî faaliyeti içeriden genişletmeye dönük bir harekettir. Geçmiş kültürel miras her ne kadar uzun tarihin güç, iktidar ve ideolojik ilişkilerini ve dönemsel konjonktürel şartların izlerini taşıyor olsa da, temelde İslamî metodoloji, İslam'ın temel yapı taşlarını olduğu gibi özünde barındırmaktadır. Bu yüzden Müslüman düşünürler, müctehid ve mücedditler her zaman ictihad ve tecdîd ihtiyacından bahsetmelerine rağmen, reform söylemine sıcak bakmamış, ihtiyatla yaklaşmışlardır.

Şüphesiz bu analiz ve kavramsal çerçeve, İslam fıkhı, kelâm ve usûl literatüründe tartışılan ve detaylandırılan derinliği ve çerçeveyi vermiyor. Zira burada kullandığım üslup ve dil, sosyal bilim ve kavramlarıdır. Yoksa bu hususlar orada hem daha derinlikle ve detaylı, hem de İslamî metodolojinin kendi orijinal kavram ve epistemolojik sınırları içerisinde temellendirilmektedir. Ancak biz burada olayın sosyal boyutlarına dikkat çekmek istedik. Yani bir anlamda, sosyal ve kültürel olaylarda kullanılan birtakım kavramların, aslında İslamî metodolojide (usûl) daha derin bir arka plandan beslendiğini söylemek istiyoruz.

İşte M. F. Gülen'de, yeniden dirilme, yenilenme, değişim, tecdîd, ihyâ vb. kavramların güncel ve sosyal bir dille ifade edilişlerinin yanı sıra, böyle bir İslamî metodolojik muhtevaya ve arka plana işaret ettiğini de gözönünde bulundurmak lazımdır. Her ne kadar o, milletçe dirilişten söz ederken tarihsel ve kavramsal tartışmalara girmiyorsa da, tartışmalardan tamamıyla haberdardır. Bu, yönteminde, ifade ve üslûbundaki temkîn ve hassasiyetinde kendini hissettirmektedir. Diğer taraftan o, milletçe dirilişimizin temel unsurlarının, geçmişte ve geniş kültürel mirasımızda mündemiç olduğuna inanmaktadır. Bu kültürel miras, çağın gereklerini kucaklayacak, ihtiyaçlarını giderecek, kısa ya da uzun vadede temel problemlerini çözecek şekilde yorumlandığı, hayata geçirildiği, geniş master planları dahilinde sabır ve tahammülle uygulandığı taktirde, bize her zaman yeni diriliş imkânları sunacaktır. Ama her şeyden önce o, kendisini, tüm himmetini; milletine, dinine ve vatanına adamış fedâkâr bir kadroya (ve insanlara) ihtiyaç olduğuna dikkat çeker. Bu fedâkâr ve insanlığa adanmış ruhlar yetiştirilmedikçe, hiçbir kültürel miras tek başına bu imkânı vermeyecektir. Ancak böylesi bir nesil, dirilişimizin taşıyıcıları olacaktır. Ve yine bu yüzdendir ki o, bu nevi büyülü kavramlar üzerinde uzun uzadıya tartışma yürütmekten çok, böyle bir neslin yetiştirilmesinin zarureti üzerinde ısrarla durur. [9]

d- M. F. Gülen'de Tarihin ve Geçmişin Çizdiği Sınırlar:

Yeni Bir Algılama İçin

M. F. Gülen, yakın tarih ve Osmanlı hakkında yaptığı yorumlarda tarihe farklı bir perspektiften baktığını da ortaya koydu. 90'lı yıllarda kendisiyle yapılan röportajlarda belki tarih hakkında uzun epistemolojik ve felsefî tahlillere girmiyordu.

Kolay anlaşılır, kısa ve net cümleler ile tarih felsefesi adına oldukça ehemmiyeti hâiz bir bakış açısı sunuyordu. Burada Gülen, tarihi, salt bir geçmiş olarak görmemektedir. Evet tarih, toplumsal ve kültürel kimliğimizin inşâ edildiği bir alandı şüphesiz; hatta kimliğimizi bir "inşâ tarzı"ydı. Ama onun fonksiyonu burada bitmemişti. "Kimliğimizi belli kalıplara dökerek şekillendirdi ve vazifesini îfâ etti. Tarih işte bundan ibaret.." Hayır, o böyle düşünmüyor. Tarihi, yalnızca orada yapılanlarla sınırlı ele almıyor. Tarihin düşünsel ve eylemsel pratik sarkaçlarının hangi mihverler etrafında döndüğü, yani tarihin gâî (amaçsal) akışını genellikle tarih felsefesi konu ediniyor. Ama meselâ tarihi omuzlayan kahramanların zihin ve hayal dünyaları tarih felsefesinde ancak gerçekleşen olaylarla sınırlı olarak ele alınıyor. Meselâ bir İstanbul'un fethi olayı. Evet bu olay sıradan bir olay değildir. Bir çağı bütün muhtevâ, tarih ve genel tezâhürleriyle kapatıp, yeni bir çağı açıyor. İstanbul'un fethi büyük bir olay, büyük bir düşünce, eylem ve küresel bir girişimdi. İşte bu olayın büyüklüğüne ve önemine rağmen büt.üyle o döneme bakan ve o dönemde kalan bir yönü vardır. Fakat M. F. Gülen olaya bir de kahramanın hayal dünyasıyla bakar. Ona göre, Fatih'i Fatih yapan yalnızca İstanbul'un fethi değildi. Fatih, hayalleriyle daha büyüktü. Onun bütün hedefi yalnız İstanbul surlarıyla çevrilmiyordu. Bugün için baktığımızda İstanbul'un fethi bir köy fethi gibi bir şey. Bu bizzat Fatih için de öyleydi. Zira hedefleri çok daha ötelere uzanıyordu. Hayalindeki ve hedeflerindeki şeylere nispetle gerçekleştirdiği şeyler gerçekten onun açısından azımsanacak şeylerdi. İşte Gülen bu noktaya dikkat çekiyor. O, Fatih'i hayallerin enginliği ve büyüklüğü içinde sorguluyor.

"...Gönlünü, ruhunu ve hayatını Resullulah'ın işaret buyurduğu anlayışa kaptıranlar için, İstanbul bir köy fethi gibi küçük kalır.

Fatih, âli himmetti. Yaptığı işlerle değil, hayalinde kurduğu işlerle onun büyüklüğünü ölíek lazım. Hayalindeki şeyler onun için ütopya değildi. Çünkü gerçekleştirdiği şeylere bakıldığında, eğer Allah ömrünü uzatsaydı, planladığı şeyleri de gerçekleştirirdi. Biz, Fatih'in hayal dünyasındaki dünya ile münasebetlerine bakıyoruz ve ona dilbesteyiz.."[10]

Oysaki tarih felsefesi objektif olanlarla, yani bir anlamda gerçekleştirilmiş ve tarihte var olanla sınırlıdır. Buna göre belki Gülen'in yaklaşımı biraz subjektif gibi görünüyor. Ama o, tarihin subjektif yönlerinde gizli kalan pek çok hakikate işaret etmek ister. Meselelerin, olayların ve zihinsel faaliyetlerin yalnızca objektivizme indirgenmesine karşı çıkar:

"Tarihe belki objektif unsurlar daha hakim görülür. Fakat bir yönüyle objektif prensipler-çok farklı bir şey söyleyeceğim- paradigmadan doğan enigma gibi, biraz da o sübjelerin bağrında büyür gelişir. Hususiyle bu mevzuda o türlü fikirleri geliştiren, sistemleştiren, onları kurmasını bilen insanların düşüncelerinde doğar evvela. Hatta denebilir ki, tarihi düşünce ve tarihsellik, dünyaya bir tahayyül halinde adımını atar. Bir tasavvur halinde çocukluk dönemini idrak eder. Bir taakkul halinde delikanlılaşır ve sonra da tatbik edilebilen bir plan, bir proje halinde de olgunluk dönemini idrak eder. Tamamen meseleleri böyle objektivizme incirâr ettirmek suretiyle de daraltmamak lazım. Birbirinden ayrı gibi görünen bu düşünce tarzının, mebde, münteha olma itibariyle birbiriyle alakaları vardır..."[11]

Gülen burada tarihi, yalnızca onu yapanların gerçekleşmiş eylemlerinde değil, hayal ve zihin dünyalarında kalmış ve gerçekleşme imkânı bulamamış düşünceleriyle birlikte okumak gerektiğine dikkat çekiyor. Böyle olunca tarih daha canll daha mesaj dolu, daha kıvrak ve konuşkandır. Aksi halde kimliğimizi biçimlendirmesinin ötesinde o, yalnızca bir nostaljidir. Ve yalnızca bir nostaljiden yola çıkarak siz, hiçbir yeni dirilişi ve medeniyeti yeniden gerçekleştiremezsiniz, demek istiyor.

M. F. Gülen'de dün, bugün ve yarın vurgusu sürekli kendisini yeniliyor. O, geçmişi bir kaynak, hâli bir ırmak ve geleceği (yarını) da bir ummân (okyanus) gibi algılıyor. Dün (geçmiş) onun için insanlık mesajıyla yüklüydü. Ortaasya'nın bağrından kopup gelen dervişler, Anadolu'da hem İslam'ın hem de milliyet ve hamiyetimizin ebediyete yürüyüşünü temsil etmişlerdi. Bu dervişler orada iman, sevgi, muhabbet, aşk ve aksiyon dolu insanlık mesajlarını ihyâ ettiler. Öyle ki bu mesaj, altı asır güç, kuvvet ve medeniyet olarak, iki asır da kırılgan ve kılcal damarlar halinde varlığını sürdürdü. Bu açıdan tarih Gülen için, geleceğin bir blokajı ve alt yapısıdır âdetâ.

"...biz, geçmişe ve geleceğe bakıp, hali değerlendirmiyor değiliz. Geçmiş çok önemli bir kaynak, hal onun ırmağı ve gelecek de onun engin bir ummanı haline gelecektir. Bunların hepsi kendi çerçevesinde çok iyi, rantabl değerlendirilmeli. Bir kısım materyalistler gibi yaklaşmayız meseleye. Mesela Ömer Hayyam: "Bir geçmiş gün için beyhude feryad etme/Bir gelecek günü boşuna yad etme/Geçmiş gelecek masal hep/Eğlenmene bak, ömrünü berbad etme" der. Bu dar çerçevede, bir fanus içine girme, bir bunalmışlığın ifadesidir. Günümüzün insanı bu fanusu kırmıştır. Onların içinde, materyalistler bile artık, hali hazırdaki durumun insanı tatmin etmediğini görür hale gelmişler. Kimisi geçmişe, kimisi geleceğe sığınma ihtiyacı hissetmiş. Daha engin düşünenler artık geçmişi bir mezar olarak görmüyorlar. Geçmiş ecdadımızın pay-i tahtı. Halihazır, o ruh ve mana kökünde sürgünler halinde yaşanan, ama korunarak, geçmişi geçmiş yapan dinamiklere saygılı olarak yaşanan bir vetire. Ama nazari bir saygı duyma değil. Değer atfediyoruz, onları koruma altına almak istiyoruz. Bir etnografik müze olarak bakmıyoruz. Geçmişi her şeyiyle çok canlı görüyoruz. Bizim için konuşan, bizim gibi düşünen, bize bir şeyler fısıldayan, çayıyla, ırmağıyla, deniziyle, tepesiyle, yaylasıyla bize bir şeyler anlatan, bir alem görüyoruz. Ve gelecek gerçekten peşi peşine fırsatların sünuh ettiği bir alem..."[12]

Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları

[1] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 19-25.
[2] Bkz.: M. F. Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s. 53; Yeşeren Düşünceler, s. 43-44; Kendi Dünyamıza Doğru, s. 26-35; Zamanın Altın Dilimi, s. 157-160; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 31, 91; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 106.
[3] Bkz.: Tarihi Yeniden Düşünmek, Dost yayınları, s. 29-31.
[4] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 16.
[5] a.g.e., s. 16.
[6] a.g.e., s. 18.
[7] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 23.
[8] a.g.e., s. 23.
[9] Bkz.: M. F. Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s. 54, 63; Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 28, 130; Yeşeren Düşünceler, s. 130-131, 157; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 20, 58, 74, 80, 107, 131, 142; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 87, 107, 112, 115, 132; Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 89, 120.
[10] Eyüp Can, Ufuk Turu, s. 65; Ayrıca bkz.: Fasıldan Fasıla, 3/190.
[11] Eyüp Can, a.g.e., s. 66
[12] Aynı yer.; Ayrıca bkz.: M. F. Gülen, Çağ ve Nesil, s. 122; Zamanın Altın Dilimi, s. 29, 48, 53, 54, 68, 69, ; Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 43; Yeşeren Düşünceler, s. 88-92; 57, 103; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 90-95, 120, 198; Beyan, s. 23; Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 67, 104; Faniliklerle Kuşatılan Ruhlar, Sızıntı, Aralık-2004.