Ruhun Teneffüs Zamanları

Kampa çıkmaya karar verdiğimizde aradan iki sene gibi- bir zaman geçmişti. İsmail Büyükçelebi Bey o zamanlarda tanıdı. Çok ciddi ve gayretliydi. Hatta şu sözlerini hiç unutamam: 'Abdullah Ağabey, bu meseleleri biliyormuş da bana hiç söylememiş. Yazıklar olsun. İki elim yakasında kalsın!'

Kamp meselesi beni iyiden iyiye düşündürüyordu. Finansman meselesi çok önemliydi. İhtiyaçları nasıl karşılayacaktık? Sonra çadır almak icap ediyordu. Bu günlere kıyas edilirse, bunlar çok cüz'i paralar gibi görünebilir. Fakat o gün o kadarcık imkanı bile bir araya getirmek zordu. Benim kaldığım çadırı bin liraya yaptırmıştık. Büyük çadırlar ise 2500'er liraya yapılmıştı.

Ankara'ya gittim. Orada tanıdığım insanlar vardı. Aklıma bir çare gelmişti. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, askeriye milletten para toplamış, karşılığında da bono dağıtmıştı. Bu bonolar istendiği zaman paraya çevrilebilecekti. Gittim ve 3000 lira tutarında bono topladım. Bunları Kestanepazarı'na verdim. Onlar da bonoları paraya çevirdiler.

Böylece çadırların yapımına hızla başladık. İlk sene kampa yetmiş kişi kadar gitmiştik... İkinci ve üçüncü kamplar daha kalabalıktı. Hatta üçüncü sene her an üçyüz kadar talebe bulunuyordu. Gidenlerin yerine yenileri geliyordu. Orada birkaç gün dahi olsa kalanların sayısı belki bini bulmuştur!..

Kestanepazarı'nda beş sene kadar kaldım. Arkadaşlarıma bir örnek olması bakımından söylüyorum, bu beş senelik zaman zarfında beş kuruş maddi istifadeyi düşünmedim. Banyoda ve abdestte kullandığım suyun parasını dahi verdim. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum. Talebenin hakkı olan bir müesseseden bir başkasının ne surette olursa olsun istifadesi doğru değildir.

Kestanepazarı yıllarına ait en unutulmaz ve en bereketli faaliyetlerden birisi de hiç şüphesiz kamplardır. Üst üste üç sene, yaz aylarında gerçekleştirilen bu kamplar, yer olarak Buca ile Kaynaklar Köyü ortasında etrafı tarlalarla çevrili küçük bir çamlıkta kurulmuştur. Kampın bulunduğu yerde, suyu daha sonraki yıllar kifayet etmemeye başlayan bir kuyu ve küçük bir de peynir imalathanesi vardı. Etrafta, kendi tarlalarındaki tütünleri işleyen köylülerin kaldıkları minik çardaklardan başka da meskun saha yoktu. Sessiz, havadar ve o günkü imkanlar içinde güzel bir yerdi. Kamplarla, talebenin yaz günlerini değerlendirilmesi hedeflenmişti. Yani talebe, köyüne, kentine gidip dağılmasın, derslerinden uzaklaşmasın; aklı, kalbi, ruhu disipline edilsin ve bu arada dini duygu, dini düşünce adına da derinleşsin istenmişti. Biz, kamplarla alakalı düşündüklerimizi gerçekleştirip gerçekleştiremediğimizi bilemeyeceğim ama, Ali Rıza Bey ve destek olan diğer arkadaşların samimiyetlerinden hiç kuşkum olmadı.

Kamplarda geçen aylan, haftaları, günleri değil; bir tek gün, bir tek saatı dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki, o, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetçesiydi.. Bahar bulutlan gibi üzerimizden gelip geçen her dakika başımıza geçmişten hatıralar yağdırır bizler de, bu mavi hülyalar içinde kendimizi geleceğin aydınlık yamaçlarına atar... Şanlı mazideki günleri, kendilerine has ışık, renk, desen, kostüm ve şivesiyle en canlı şekilde bir kere daha yaşar... Zaman zaman halihazırdaki güzellikleri; hatıraların renkleri, ideallerin ışıklarıyla daha da derin hisseder, hatta bazen birkaç dakika gibi en dar zaman dilimi içinde, duygu ve düşüncelerimizi sonsuzluğun, sınırsızlığın sardığını duyabilirdik...

Her gece seherin bağrında ve üns esintileri içinde, su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltısı, bazen de tatlı bir meltemle uyanır; ah u enin dinlemeye teşne seccadelere koşar ve berzah koridoru için hazırlayıp, gecenin koyulaştığı demlerde ışığına koştuğumuz meş'aleyi bir kere daha lebriz eder (hazırlar) sonra da imanlı gönüllerin kabirde haşri bekledikleri gibi, güneşin doğuşunu beklemeye koyulurduk....

Her sabah güneş, ağaçların dalları arasından sızarak, altın ve yakuttan çubuklarıyla yaprakların cümbüşünü başlarımızın üstüne salar... Gözlerimizin içine sokar; derken, en tatlı esintilerle, güneşli, neşeli pınl pınl bir yeni gün çadır ve çardaklanmızın içine dolar; dolar da bizleri en baş döndürücü rüyalar âleminde yaşatırdı.

Kuşluktan sonra o olgun ve herkesi kendi ruhuna çeken sımsıcak, oldukça ağır saatler bastırır ve hepimizi çamların, çınarların . bağrına iterdi. O incelerden ince rüzgarların dokunmasıyla ses veren yaprak hışırtıları arasında, çağrışımların (tedailerin) sergilediği zaman dilimlerinde dolaşır, yer yer sıcağın rahatsızlığından mırıldanan nefsin diliyle 'Bu sıcakta harb u darbe çıkmayın!' vesveseleriyle sarsılır ve arkasından da 'Ne olurdu, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu anlayabilselerdi!' soluklarıyla irkilir, toparlanır, kendimize gelir ve adeta sabahın serin, mavimtırak saatleri içinde bir başka alem, bir başka derinliklere açılır gibi olurduk.

Böyle anlarda dünya ve dünyanın ukbaya bakan yamaçlarını mırıldanmak için şair, iç içe bu güzellikleri resmedip ebedileştirmek için ressam ve 'tın tın' ahengiyle sermest olduğumuz tabii koroları duymak, onlara ses katmak için de mûsikişinas olmayı kimbilir kaç defa arzulamış, sonra da inlemişizdir...

İkindi sonrası o mavimtırak saatlerde, güneşin altın ışıklan yavaş yavaş erimeye yüz tutar.. Bizler de daha içli, daha derin akşamların mor saatlerini hissetmeye başlardık. Güneş elindeki san mendilini, çamların, çınarların üstünde bize sallarken, gurubu bütün tahassürüyle duyar, ürperir ve yavaş yavaş solan her şeyin çehresinde fena ve zevalin o titrek damgasını görür, tam 'Ben batıp gidenleri sevmem' mülahazasıyla sarsılıp yıkılacağımız an, 'Ben, boyun eğip, gözümü, gönlümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim' nefesleriyle yeniden toparlanır ve gecenin, insanları derin mülahazalara salan iklimlerinde dolaşmaya hazırlanırdık.

Akşamla beraber, her zaman tatlı tatlı esen rüzgarlar biraz sertleşir bazen de poyraz gibi iliklerimize işlerdi. Ve bu esnada, ağaçlara taht kurmuş gündüzlerin bütün gazelhanları susar, onların yerine gece bülbüllerinin sesleri duyulmaya başlardı. heri saatlere doğru daha da koyulaşıp tatlılaşan renkler, daha tesirli, daha büyüleyici bir hal alırdı ki, çok defa kendi kendimize 'yolu bu kadar zevkli olunca, acaba cennet nasıldır' der, tahayyürden düşüncelere dalardık.

Lambaların bütün bütün fersizleştiği bu alaca karanlık içinde, her şey ve hepimiz olduğumuzdan daha farklı görünür ve hakikatın hayale karıştığı bu büyüleyici atmosferde, zaten herbiri birer veli namzedi olan kamp sakinleri, daha çok ruhanileri andırmaya başlar ve bu masmavi iklim bir çay gibi içimize akar dururdu.

Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar söner... Faniliğini hatırlayan ve bu yolda düşünmeye yelken açan gavvas ruhlar; ayrı ayrı dillerle semaların kapılarını zorlar ve saadet asrı insanının iniltilerine benzeyen çığlıklarla gönüllere bir başka ürpertiler salarlardı...

Hele, günün belli vakitlerinde müşterek namaz, müşterek tesbih ve müşterek duaların aramıza bir inişi vardı ki, onlarla beraber, onları indiren meleğin yumuşacık, incelerden ince ve pınl pınl ellerini adeta başımızın üzerinde hissederdik... Namaz ve dualar, o inanılmaz tılsımları ve ifade edilememiş manalarıyla ruhlarımızın en derin yerlerine kadar girer ve hadakalarımıza semavi hayatın haritalarını sererlerdi.

Kamp bence, arkadaşlarımızın sevimli mevcudiyetinin, onlara şefkat ve muhabbetin tatlı tatlı esip durduğu bir mübarek bucaktı. Hepimiz orada, bir ruh kovanındaki anlar gibi, bir elimiz çiçeklerde, bir elimiz de peteklerde, çiçek özü ve bal arısı gelip giderdik. Bu duygu ve düşünce ruhumuzla öyle kaynaşıp bütünleşmişti ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ben hâlâ, o günleri bütün kalbimde bütün canımda, bütün benliğimde dipdiri hissetmekteyim.

Kamplarda geçirdiğimiz o alabildiğine duygulu ve alabildiğine aydınlık dakikalar; bilhassa, ibadet, sohbet ve ders müzakareleri esnasında öylesine renklenir, öylesine derinleşirdi ki, hepimiz adeta uhrevilerle kucaklaşır gibi olurduk. Cennet, ceddimizin esas yurdu olması itibariyle, ruhlarımızda kendisini bir sıla hasreti içinde hissettirdiği gibi, biz de kamptaki saat ve dakikaları, ahiretin o olgun, ciddi, yumuşak iklimini ve bizi kullukta istihdam eden Zat'ın bize olan vaatlerini tahakkuk ettireceğini bir nur, bir ziya tayfları içinde duyar ve kendi kendimize 'İşte hayat böyle olur' derdik...

Ben, böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zira, o günler, dar bir zaman dilimi içinde geçip gitse de, bizim için bütün bir geçmişi rasat etme kuşağı ve bütün bir geleceğin de rüyalarının görüldüğü berzahi haritalar olmuştur.

Şimdi, ruhumdaki her hatırayı karıştırdıkça görüyorum ki, o yumuşak, şefkatli, sihirli, şiirli günler, hâlâ içimde dipdiri ve mevsim tanımadan tomurcuk tomurcuk açılan güller gibi, hiç durmadan solar solmaz hemen yeniden açılıyor, ruhumda en romantik duyguları tutuşturuyor ve zaman zaman hatıraları öyle canlandırıyor ki, kendimi hâlâ o üfül üfül ağaçların altında, ağustos böceklerinin sesleriyle, nur soluklu talebelerin, tesbih, temcid ve ilahî sadalarının birbirine karıştığını ve farklı bir koro teşkil ettiğini içimin derinliklerinde duyuyor ve burkuntu karışımı bir hazla tal'ime tebessüm ediyorum.

Kimbilir kampların bize açmadığı daha nice sırlar vardı! Biz onlardan düşünce ve tahayyül kuşağımıza girenleri yakaladık ve kırık-dökük arz etmeğe çalıştık. Yine de onlar, benim için sonsuza kadar hayatın en renkli dakikaları olarak kalacaklardır.

Eğer ötelere seyahatımızda, herkese birer hatıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyalı mavi hatıralarını alır götürürdüm.

O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyalı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim.. Kimbilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buutlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevk etmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım.

İlk kampta iki büyük çadır bir de benim küçük çadırım vardı. Ayrıca mevcut bir binayı da mutfak olarak kullanıyorduk. Vasıtamız yoktu. Rahmetli Ali, motoguzisiyle gelir gider ve bazı işlerimizi görürdü. Şaban Hoca da Arapça okutmaya gelip-gidiyordu.

O sene imkanlar dardı. Bazı geceler fırtına çıkardı. Hasırları, gemici feneri gibi diker ve içinde kitap okumaya devem ederdik. Kitaplar guruplar halinde okunurdu. İlk kamp, tam gönlüme göre bir şey oldu. Herkes tesbihatı gürül gürül ezberledi. Talebenin bu halini gördükçe, kamplara olan ihtiyacı daha iyi hissettim; kamp düşüncemizin isabetine bir kat daha inandım.

Tesbihatın açıktan ve koro halinde yapılması o günlerden kalma bir adettir. Tabiatın bağrında ve tabiata karşı tesbihat cehri, kalb ve gönle karşı da hafi ve gizli olmalıdır, diye istidlal ediyordum

İlk kamp öylece fakirane ve gayet sade olarak ihya edildi. Gelenler de hep beğendiler. Ali Rıza Güven geldi. Kendi yanında çalışan adamları da hep gönderdi. Harem-i Şerif'in Emiri, Mahmut Mahdum da geldi. Çok beğendi. Ertesi sene yine geldi. Fakat biz kendine has urbası dikkat çeker düşüncesiyle geri çevirdik. Hacı Kemal, darıltıp gücendirmeden, münasip bir dille durumun nezaketini anlatmış, o da bize hak vererek geri dönmüştü. Hacı Ahmet Tatari de gelip de kampı sevenlerdendi.

Üç ay kadar orada kaldık. Bir gün de Mustafa Birlik'in çocukları ile Münteha Bacı geldiler. Onlara dışarıda bir çardak kurduk. Bize yemek yaptılar. Hulusi Ağabey ile Sungur Ağabey de kampa gelenlerdendi.

Kamptaki bütün işler bana bakıyordu. Ders okuturdum. Sonra da kalkar yemeklere bakardım. Bazen sütlaç da yapıyordum. Dağıtımını da yine kendim yapıyordum. Onun bile kendine bir zevki vardı. Sandalyaya oturur, kepçeyi elime alır, herkes elindeki tasıyla gelir, sıraya geçer, ben de 'Bir kepçe halib, salli alel Habib' derdim. Sütlacını alan giderdi.

Kamplarda, ruh ve düşünce cimnastiğinin yanında, gece gündüz, müsait olduğu ölçüde kültür-fizik hareketleri yapılırdı. Bazen de derste onları 'U' şekline sokar ve anlatılacakları anlatırdım. İdeal bir nesil, hem fizik hem de kültür yönünden mükemmel olmalıdır, düşüncesiyle böyle yapıyordum.

Tabiiki, o zamanlar, yapacağımız şeylerde bu bugünkü kadar hür değildik. Bir şey yapılacaksa, en yakınımdakiler bile 'Abiler bu işe ne der?' diye soruyorlardı. Bunlar da bende ciddi sarsıntı meydana getiriyordu. Ciddi bir 'Abi' baskısı altındaydık. Ve atacağımız her adımda, yüzde yüz isabetine kanaat getirsek bile 'Acaba abiler ne der.' endişesini üzerimizden atamıyorduk. En azından bu mevzuda mülahaza dairesini açık tutmamız gerekiyordu.

İlk Kamp benim için biraz sıkıntılı oldu. Çünkü hemen herşey üzerimdeydi. Çadır kurmadan yemek yapmaya, ondan bir şey bozulursa onu tamir etmeye kadar. Kuyunun pompası çok bozulurdu. Onu hep kendim tamir ederdim. O sene elektrik yoktu. Ertesi sene 3 kw'lık küçük bir jenaratör bulduk. O da sık sık arıza yapardı. Tabiiki tamir işi yine bana bakıyordu.

Daha sonraları da çok kamp yaptık. Fakat bu ilk kamplar, ruhani zevk duyduğum ve derinlemesine bu hazzı yaşadığım en bereketli kamplar oldu. O kampları hiç unutamayacağım.

Belki, sır ve hafa planında, bu kamplarda nefsanilik de olmuş olabilir, bilemeyeceğim. Yani, sır ve hafa planında içimde dolaşan düşünceleri her zaman kontrol altında tutamamış olabilirim ve belki o yönüyle rahat ve rehavet için oraları sevmiş bulunabilirim; ancak, hayalimden asla ayrılmayan düşüncem şu idi: Yetiştireceğimiz nesil, bir asker gibi disiplinli olmalıdır. Ve kamplar da askerî kışlalara benzemelidirler. Fakat ruhani zevklere açık yönleri tıkanmamalıdır. Bu yönüyle de kamplar bir tekkeye benzemelidirler.

Tesbihat, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye'nin cehri olarak okunması ayn bir güzellik buudu teşkil ediyordu. Ancak, kalbin yanında kafanın da işlettirilmesi gerekiyordu ki, kamplarda okunan kitaplar ve Arapça tedrisat, orayı adeta bir medreseye çeviriyordu. Durum böyle olunca, kamplarda askeriyenin disiplini, tekkenin edebi ve medresenin ilmi bütünleşiyor ve hayallerimizde renk ve çizgileri bütün güzellik ve netliği ile mevcut olan dünyaya ilk adım atılmış oluyordu.

İşin doğrusu, mecbur kalmadan kamptan ayrılıp şehre gelmeyi hiç düşünmüyordum. Sadece cuma günleri vaaz için İzmir'e geliyordum. Ertesi sene izin aldım ve kamptan hiç ayrılmadım. Üçüncü sene ise, yine vaaz için cuma günleri gelip gittim.

Geceleri kalkıp ibadet etme, o kısa gecelerde erkenden kalkıp sabah namazına hazırlanma, geceleri geç vakte kadar kitap okuma, hakikaten yeryüzünde olmayan bir hayat buuduydu. Ben, kamplardaki, bilhassa bu kamplardaki hissimi, bir manzumede çok seviyeli olmasa da yine de dile getirmeye çalışmıştım. Hislerimi olduğu gibi ifade ettim diyemem; fakat duyduğum ledünnî haz ve zevki anlatmaya gayret etmiştim.

Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Davanın içinde ayrılık gayrılık düşüncesi yoktu. Arkadaşlarımız, Türkiye'nin her tarafından istedikleri talebeleri gönderiyorlardı. Urfa'dan, Diyarbakır'dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamî bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir...

İkinci ve üçüncü kamplara, gücümüz yettiği ölçüde müracaat eden her talebeyi almaya çalıştık. Bu arada, ziyaret maksadıyla bir iki gün kalanlar da eksik olmuyordu.

Şuur ve irademiz, tam taalluk etmese bile, zannediyorum cebren bir işin içine itilmiştik ve içine itildiğimiz bu iş, milletimizin uyanışı ve kültürü adına büyük hizmetler vaad ediyordu.

Evet, iman hizmetleri adına, bütün Türkiye'deki hizmete denk hizmet edildiği söylenebilir bu kamplarda. O gün, herkes her yerde bu kampları solukluyordu. Kamplar adeta dillere destan olmuştu.

Bazen Kaynaklar Köyü'ne, hatta daha ilerlere gittiğimiz oluyordu. Bir iki defa da suyun başına çıktık. Köylü bizi cidden seviyor ve ellerindeki imkanlarla destekliyordu. Gidişattan Kestanepazarı idarecileri de memnundu. Herhangi bir rahatsızlık izhar etmiyorlardı. İkinci sene talebe sayısı iki yüze yükseldi. Üçüncü sene ise üç yüze çıktı. Tabii ki, bu her gün orada bulunanların mevcudu. Bazıları beş-on gün kalıp gidiyor, yerine başkaları geliyordu. Kamp bir sevkiyat ocağı gibi çalışıyordu.

Sayı arttıkça zorluklar da artıyordu. Bilhassa üçüncü sene ciddi su sıkıntısı çektik. Uzak mesafelerdeki civar kuyulardan araba ile su taşıyordum. Hem araba kullan, hem su taşı, hem de ders ver; bütününe güç yetirmek hakikaten beni zorluyordu. Ama yetişmeye çalışıyordum.

Jeneratör çok eskiydi. Her gün söküp tamir etmek zorunda kalıyordum. Adeta bir jenaratör ustası olmuştum. Bir ara kuyuyu da biraz eşmemiz gerekti. Kazma-kürekle aldık, arkadaşlarla beraber onu da hallettik. Tuvalet ve banyo binalarımızı da kendimiz yaptık. Hela çukurlarını da kendimiz kazdık.

Sakın bunları mesele edindiğimden anlattığım sanılmasın. Sadece hayatımın en lezzetli anları olduğu için anlatıyorum. Hatta, arkadaşlardan biri daha sonraları bana şöyle bir hatıra anlatmış ve o gün için böyle bir davranışı çok garip karşıladığını söylemişti. Hadise şuydu: Ben elimde kazma hela çukuru kazıyorum. Talebelerden biri de 'Hocam iki kazma da şuraya vur' diyerek bana bazı yerler gösteriyor...

Hadiseyi bana anlatan arkadaşa bu durum çok garip gelmiş; halbuki ben o gün yaptıklarımı bir vazife olarak yapmıştım. Davranışlarım başkalarına örnek olsun diye bir düşünce de taşımıyordum... Yaptığım her işi zevk alarak yapıyordum. Tabii bu sıkıntı yoktu manasına gelmez. Elbette çok sıkıntılı günlerimiz oluyordu.

Mahmut Mahdum Hocaefendi'nin dediklerini hâlâ unutamıyorum. Şöyle demişti: 'Şu anda, Kâbe de dahil, yeryüzünde bu kadar ruhaniyatın hâkim olduğu bir yer yoktur. Böyle bir hayat, bir kere Asr-ı saadette yaşanmıştır, bir de şimdi burada sizler tarafından yaşanmaktadır...'

Aradan seneler geçecek ve ben Ravza-i Tahire'de birkaç kişinin, hiç istemediğim halde bana karşı hürmetkâr davranışlarından ötürü gidip karakolda hesabını verecektim. Ve o zaman daha iyi anlayacaktım ki, serbestlik adına, bizim kamplarda yaşadığımız hayatı oralarda dahi yaşamak mümkün değildir. Ve Mahmud Mahdum Hocaefendi'ye daha çok hak verecektim...

Disiplinli ama ruhaniyatlı insanlar yetiştirme tek gaye ve hedefimizdi. Bunun için kitapların okunması, tesbihatın gürül gürül icrası, Sünnet-i Seniyye'nin yaşanması, namazların tâ dil-i erkanla kılınması gibi hususlara dikkat ediyor; aynı zamanda onları disipline alıştırıcı bazı temrinatta bulunuyordum. Gece yürüyüşleri, gündüzleri koşular, yat-kalklar hep bu hedefe yönelikti. Bütün davranışlarda kalbî ve ruhî hayat aranıyor, ona ulaşmanın yolları araştırılıyor ve bütün bu işler bir disiplin içinde yapılıyordu.

Üç aya yakın bir müddet kampta kalacaktık. Halbuki talebelerin şevklerini her zaman zinde tutmamız gerekiyordu. Bu bir kamp için uzun sayılırdı ve kampın güzelliklerinin ülfetle kaynayıp gitmesinden endişe ediyordum. Onun için, şevki tazeleyecek yeni yeni şeyler bulmamız gerekiyordu. Çeşitli müsabakalar tertip ediyor, onları gruplara ayırıyor, bazen güreştiriyor, bazen çeşitli hedeflere koşturuyor, bazen taş attırıyor... Böylece günlerimiz şevkli ve bereketli geçiyordu...

Son kamp benim için çok zor olmuştu. Çünkü ikinci kampta arkadaşların tedbirsiz hareketleri, her gün akın akın insanların toplu halde kampa geliş-gidişleri çevreyi rahatsız etmeye başlamıştı. Kestanepazarı kampa soğuk bakmaya başladı. Yerin sahipleri de orada kamp yapmamızı istemediler. Bir-kaç kişi bizi ellerinde nacaklarla karşıladı ve gözdağı vermeye çalıştılar. Bir kötülük yapabilirler diye ben de kampın başka yerde olmasını istiyordum. Çatalkayâ da, Nif Dağlarında tam bir ay dolaştım ve bir kamp yeri aradım. O dağları avucumun içi gibi bilirim. Fakat uygun bir yer bulamadım. Üçüncü sene yine aynı yerde kamp yapmamız tamamen başka yer bulamayışımızdan oldu. Yoksa orayı düşünmüyordum.

Her şeyi göze aldık ve üçüncü sene de kampı aynı yere kurduk. Fakat Kestanepazarı bütün desteğini çekti. Arkadaşlarımız da müzahir olmasa idi, durumumuz çok müşkülleşecekti.

Kamplarda şoför olmadığı için arabaları ben kullanıyordum. Müftülüğün minibüsünü emanet olarak almıştık. Buca'dan talebeleri alıp, kampa getiriyordum. Arabayı devirdim. Nasıl dışarıya çıktım, farkında değilim. Koca Yusuf ayaklarımın altında yatıyordu. Müftülükte kâtiplik yapan Mevlüd Bey'in oğlu Sacid'in başı yarılmıştı. Üç-dört bin liralık masraf açılmıştı. Durumu Mevlüd Bey'e telefonla bildirdim. Oğlunun yaralandığını söylediğimde hiç unutamayacağım şu cevapla karşılaştım: 'Hocam, dedi, benim oğlum gibi yüzlercesi sana feda olsun. Sana bir şey olmadı ya...'

Üçüncü sene arkadaşlar bir Skoda almışlardı. Onu da yine ben kullanıyordum. Zaten başka bilen de yoktu. Sadece Hacı Muammer yeni yeni araba kullanmasını öğreniyordu. Yanımda İsa Bey oturuyordu. Bucâ ya gidip üniversite talebelerini kampa getirecektik. Teybe bir Kur'an bantı koydum. Onunla uğraşırken araba yuvarlandı. Yine bir sürü masraf açıldı.

Kampa çıkmaya karar verdiğimizde aradan iki sene gibi- bir zaman geçmişti. İsmail Büyükçelebi Bey o zamanlarda tanıdı. Çok ciddi ve gayretliydi. Hatta şu sözlerini hiç unutamam: 'Abdullah Ağabey, bu meseleleri biliyormuş da bana hiç söylememiş. Yazıklar olsun. İki elim yakasında kalsın!'

Kamp meselesi beni iyiden iyiye düşündürüyordu. Finansman meselesi çok önemliydi. İhtiyaçları nasıl karşılayacaktık? Sonra çadır almak icap ediyordu. Bu günlere kıyas edilirse, bunlar çok cüz'i paralar gibi görünebilir. Fakat o gün o kadarcık imkanı bile bir araya getirmek zordu. Benim kaldığım çadırı bin liraya yaptırmıştık. Büyük çadırlar ise 2500'er liraya yapılmıştı.

Ankara'ya gittim. Orada tanıdığım insanlar vardı. Aklıma bir çare gelmişti. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, askeriye milletten para toplamış, karşılığında da bono dağıtmıştı. Bu bonolar istendiği zaman paraya çevrilebilecekti. Gittim ve 3000 lira tutarında bono topladım. Bunları Kestanepazarı'na verdim. Onlar da bonoları paraya çevirdiler.

Böylece çadırların yapımına hızla başladık. İlk sene kampa yetmiş kişi kadar gitmiştik... İkinci ve üçüncü kamplar daha kalabalıktı. Hatta üçüncü sene her an üç yüz kadar talebe bulunuyordu. Gidenlerin yerine yenileri geliyordu. Orada birkaç gün dahi olsa kalanların sayısı belki bini bulmuştur!..

Kestanepazarı'nda beş sene kadar kaldım. Arkadaşlarıma bir örnek olması bakımından söylüyorum, bu beş senelik zaman zarfında beş kuruş maddi istifadeyi düşünmedim. Banyoda ve abdestte kullandığım suyun parasını dahi verdim. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum. Talebenin hakkı olan bir müesseseden bir başkasının ne surette olursa olsun istifadesi doğru değildir.

Aklımdan, birisi şu arabaları çekse de rahatça geçsem, diye geçiriyorum. Tam onlara da çarpıp büyük bir kazaya sebebiyet vermek üzereydim ki, İbrahim frene basmayı akıl etmiş ve araba durdu. Cenab-ı Hakk, beni büyük bir mesuliyetten korumuştu. Hadiseyi gören bir Nahit Başçavuş vardı. Daha sonra beni gördükçe 'Şu arabaları çekin de rahatça geçeyim' der gülerdi. Üçüncü kazayı da yapınca anladım ki, hissiyatım, reflekslerim şoförlüğe müsait değil. Müteheyyic bir fıtratım var. Bir böyle düşündüm. Bir de, o zaman ruhumu saran şeyleri çocuksu hevesler kabul ettim. Cenab-ı Hakk'ın benim araba kullanmama rızası olmadığı kanaatına vardım. Bu arada Cahit Efendi'nin söyledikleri de bana tesir etti. Şöyle demişti: 'Hocam, Allah (cc) sizi başka işler için yaratmış. Bırakın şu araba kullanmayı...' Bir-iki zaruri halin dışında bir daha araba kullanmadım.

Son kampa Mustafa Polat da gelmişti. Zaten beş-altı ay sonra da vefat etti. O tam bir dava adamıydı. Vefatı, bütün dostlarını olduğu gibi beni de çok üzmüştü.


Edremit'te ormanda ağaca dayanmış, arkadaşlara Cenab-ı Hakkın azametini, tabiattaki harikulade icraatını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyordum. Azametinden misal verirken bir böceğin ıtrahındaki (dışarı çıkarma) harikuladeliğini ifade ederken nerden çıktığını bilemediğim bir danaburnu geldi. Pençeleriyle ağzıma yapışarak kapattı. Can havliyle elimle tuttum ve attım ve sözümün kaldığı yerden o böcek misaliyle devam ettim ama o danaburnu yine geldi pençeleriyle ağzıma kilit vurdu ve birden vicdanımda Cenab-ı Hakka karşı bir saygısızlık mı yaptım diye bir endişe hasıl oldu. O anda ürperdim nerede hata yaptığımın farkına vardım. Halbuki onun azameti ifade edilebilirken (izzet ve azamet ister ki perdedar-ı dest-i kudret ola insanların nazarında) verilen misallerde O'nun azametine yakışır olmalıydı. Bundan dolayı o hayvancık vazifeli kılınarak benim Cenab-ı Hakkın azametini anlatmaya uygun gelmeyen misalimden dolayı gelip ağzımı kapatmıştı. Konuşmam uygun bulunmadığından dolayı ben susturulmuştum.