Kuvvet haktadır, haklı insaflıdır

Kuvvet haktadır, haklı insaflıdır

Gönüllerin anahtarları, “yumuşak huy” ve “yumuşak beyan”dır. Sertlik ile, hüşûnet ile, baskı ile gönüllere giremezsiniz; sadece insanları sürü haline getirirsiniz. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) lüyûneti ile (yumuşaklığı ile), inceliği ile, zerâfeti ile, nezâheti ile, nezâketi ile gönüllere otağ kurdu. Gönüller, O’na, O’nun inceliği ile, semânın kendisinden beklediği ölçüde inceliği ile kapılarını açtı. Tabiatı/donanımı, ona müsait idi. Allah (celle celâluhu) o emaneti insanlığa ulaştırmak için, emanette emin Muhammedü’l-Emîn’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), o vazifelerin en önemlisi ile tavzîf buyurdu; o misyonu O’na edâ ettirdi.

Biz de yetiştiğimiz kültür ortamıyla, insanların O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğru koştuğu bir ortamda neş’et ettiğimizden, O’nu, kenarından-köşesinden tanıdık. O kadarcık olsun tanımaya bile binlerce hamd ü senâ olsun! Ya dünyanın arkasından -bilmem neler gibi- koşsaydık; bazen de o mevzuda onu elde etmek için kuduz bilmem kimler gibi önüne gelen herkese saldıran kimselerden olsaydık; hafizanallah!..

Evet.. “Dünyasına, dünyasına / Aldanma dünyasına / “Dünya benim!” diyenin / Gittikdi dün yasına..” “Dünya benim!” diyor ama iki gün sonra “Başınız sağ olsun ey aile! O ‘Dünya, dünya!..’ diye yaşadı; güftesi de dünya, bestesi de dünya, hep onu mırıldanarak yaşadı ama başınız sağ olsun, gitti!..” Amel sandığı olan kabre, eli boş olarak gitti. وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلِ “Kabir, amel sandığıdır.” اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا، لاَ مَوْتَ إِلاَّ بِاْلأَجَلِ “Şu dünyanın gailelerine karşı dişini sık, sabret! ‘Ölüm’ dediğin şey, ‘öbür tarafa uçma’ dediğin şey, ancak Hakk’ın takdir buyurduğu ‘ecel’ ile olur.” O’nun tayin ettiği zaman ile olur; kimse ne bir dakika onu öne alabilir, ne bir dakika sonraya.

“Kuvvet, haktadır; hak, kuvvette değildir.” diyen hak ve hakikat insanları, zulme boyun eğmemenin yanı sıra, kötülüklere kötülükle karşılık vermeyi de asla düşünmezler.

Cenâb-ı Hak, bizleri hakkın, hakikatin hatırını sayan birer hak ve hakikat insanı eylesin! Her şey adalet ile kâimdir. Güç ve kuvvet, adaletin emrine girdiği zaman -esasen- o güç ve kuvvet kendinden beklenen şeyi, ahirette de kendisine mesuliyet terettüp etmeyecek şekilde yerine getirmiş olur.

Hazreti Pîr de öyle diyor: “Kuvvet, haktadır; hak, kuvvette değildir! Kuvvetin hakta, hakkın kuvvette olmadığına binaen, dünyayı başıma (başımıza) ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye fedâ olan bu baş, zındıkaya (zâlimlere diyebilirsiniz, münafıklara diyebilirsiniz, hak-hakikat tanımayanlara diyebilirsiniz) eğilmeyecektir.”

Evet, kuvvet, haktadır. Bugün olmazsa yarın, haklı, er-geç kaymak gibi işin üstüne çıkar, Allah’ın izniyle. Birinin başına basa basa değil, birini eze eze değil, birini sile sile değil. Hatta kendisine yapılan mesâvî/meâsî karşısında o alçaklıklara tenezzül etmeden, onları hayvanî tavırlar sayarak… Ezdiler seni, hakkına-hukukuna tecâvüz ettiler, insanca yaşamaktan mahrum bıraktılar, zindanlara attılar seni; aileyi paramparça ettiler, çocukları yetim bıraktılar, kadınları dul bıraktılar ve bunları kendi hakları gibi avaz avaz bağırarak ilan ettiler. Bütün bu kötülüklere “mukabele-i bi’l-misil”de bulunmama… “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şadımı -yâ Rab- şâd olsun / Benim’çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun.” (Nâilî-i Kadim) Evet, “Benim’çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun.” diyebilme…

Kur’an buyuruyor: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Eğer birilerinin size yaptığı kötülüğe karşı, kısas gerektiren hususlarda, hukuk, hukuk sistemi, adalet sistemi aynıyla mukabelede bulunma hakkını size veriyorsa, “mukabele-i misil”de bulunmak, sizin hakkınızdır, “kısas” diyebilirsiniz. وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Ama dişinizi sıkar, sabrederseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır!”

İşte muvaffakiyete öyle yürüme, hedefe öyle yürüme, gâye-i hayale öyle yürüme… Dizlerinizi kırmışlar, parmaklarınızı koparmışlar, dişlerinizi ağzınıza dökmüşler, sizi kan-irin içinde bırakmışlar. Bütün bunlar karşısında iradenin hakkını vererek, o canavarca tavırlara ve davranışlara tenezzül etmeme, onu bir “alçaklık” olarak kabul etme, -bağışlayın- onu bir “kudurmuşluk” kabul etme… Hayır, insan, öyle davranmaz!.. İnsan, Hazreti Yusuf gibi davranır: قَالَ لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Hazreti Yusuf, şöyle dedi: Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim;) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92)

Dünden bugüne kerim oğlu kerimlerin sözü: “Gidin serbestsiniz; bugün size hiçbir kınama yok! Allah da sizi affetsin.”

“Bugün, kimseyi kınama yoktur. Gidin, Allah, erhamü’r-Râhimîndir!..” Evet, bu insanca davranış, insan-ı kâmil olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın tavrı ve davranışıdır. On üç sene Mekke’de O’na kan kusturdular. Kırk yaşından başlayarak, elli üç yaşına kadar kan kusturdular. Bazen Kâbe’nin karşısında Rabbisine karşı ubudiyetini ifade ederken, getirdi başına işkembe koydular. Bazen, Ukbe İbn Ebî Muayt gibi melunlar, gırtlağını sıktı, O’nu orada öldürmek istediler. Her defasında bir babayiğit, o günün babayiğitlerinden bir Hazreti Hamza, bir Hazreti Ebu Bekir, orada sesini yükseltti, “Rabbim Allah’tır, dediğinden dolayı öldürecek misiniz?!.” dedi. Mü’min-i Âl-i Firavun’un bestesiyle, bu canavarlığa “Dur!” dedi. Bazen, bir başkası, bazen bir başkası, bazen bir başkası…

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektikleri, Kaf dağının tepesine yüklenseydi, -Kaf dağı değil, Ağrı dağı diyelim veya Everest tepesi diyelim, Kaf dağı yok- Everest tepesine yüklenseydi, Lût gölüne dönerdi. Alvar İmamı’nın ifadesiyle “Araya kılıç girerdi!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yumruk bile sallamadı onlara.. bir yumruk bile sallamadı. Sonraki mukabeleler?!. Onlar, Abdurrahman Azzam’ın “Ebedî Risâlet”inde ifade ettiği gibi, “tedâfuî mukabeleler”dir. Yâ muhakkak bir taarruza karşı tavır sergileme veya mutlak bir taarruza karşı ‘mukabele-i bi’l-misil’de bulunmadır. Belayı def etme, emrâza (marazlara-hastalıklara) karşı setler oluşturma…

Evet, dolayısıyla O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onca ezâ ve cefâ gördükten sonra, hiç kan dökmeden, bir insanın bile kanına girmeden, haksızlık yapmadan, sessizce Kâbe’nin yanına kadar sokuldu. Belki on kilometre kadar bir şey kalmıştı ki, uzaktan bakınca, çadırların ışığı görülüyordu. O da onun idari dehası, askerî dehası. “Deha” demek doğru değil, fetânet-i a’zamı, semâvî zekâsı, firâset-i âliyesi, Allah’ın o Seçkin’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) verdiği seçkince tavırlar ve davranışlar. Hemen burunlarının dibine kadar yaklaştı, öyle ki onlara yapacak bir şey kalmamıştı. Eğer girilen kapılardan bir tanesinde, Hazreti Hâlid gibi -Hazreti Ömer tabiatında, haksızlık karşısında susmayan- birisinin girdiği kapıda da bir-iki insana kıyılma olmasaydı, onca düşmanlığı irtikâp etmiş Mekke’ye, bir karıncaya basmadan girilmiş olacaktı. İşte bu idi İnsan-ı Kâmil’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürüdüğü yol, hedefine varma yolu.

Evet, girdi, etrafında toplandılar. “Benden ne bekliyorsunuz?!.” dedi. Çünkü hiçbir şey yapmamıştı onlara. “Sen, kerim oğlu kerimsin!” dediler. Hazreti Yusuf için dendiği gibi diyebiliriz: إِنَّ الْكَرِيمَ بْنَ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ، يُوسُفُ بْنُ يَعْقُوبَ بْنِ إِسْحَاقَ بْنِ إِبْرَاهِيمَ “Kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu, kerim; Hazreti İbrahim oğlu Hazreti İshak oğlu Hazreti Yakup oğlu Hazreti Yusuf.” Sen de Hazreti İbrahim’in, Hazreti İsmail’in en şerefli evladısın; kerim oğlu kerimsin!.. Dedi ki: اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ “Gidin, hepiniz serbestsiniz!” لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92) Bir manada “amcazâde” diyebilirsiniz; Yusuf (aleyhisselam), Hazreti İshak’tan geliyordu, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da Hazreti İsmail’den geliyordu; amcazâde. Amcazâdesinin dediği gibi diyordu O da: لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bugün size hiçbir kınama yok! Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92)

Kim ne yaparsa yapsın, siz hep Hak ile oturup kalkmalı, hakkı seslendirmeli ve haksızlıklar karşısında da kendi karakterinizi korumalısınız.

O güne kadar kin ile oturup kalkan, kin konuşan, kin düşünen, ağzından hep kin salyaları akan insanlar bile pencerelerden O’nun incelerden ince o nezâketli tavırlarına, o nezâketli beyanlarına bakınca, “Vallahi, yol doğruymuş!” falan dediler. İşte onlardan biri Ebu Süfyân ve hanımı, yine Beni Ümeyye’den Hint.

Aradan çok kısa zaman geçti. Ruhunun ufkuna yürümüştü İnsanlığın İftihar Tablosu. Yermük savaşı oluyordu. O yeni insanlar, nasıl o amudî yüksekliği sağlamışlardı?!. Ebu Süfyân’ın hanımı Hint de orada idi. O kocaman Rum ordusu karşısında, Ebu Süfyân da kılıca sarılmıştı. Hatta derler ki; bir gözüne ok isabet edince, Ebu Süfyân okun isabet ettiği gözü avucunun içine aldı, “Ne işe yararsın? Şunca zaman sana rehberlik yapan insanı tanımadın!..” dedi ve onu bir taşçığı, bir kayacağı fırlattığı gibi bir tarafa fırlattı. Bazı kaynaklarda böyle derler. Hanımı da orada kılıcı çekti, Roma ordusuna karşı. O gün için Rasûlullah’ın baş düşmanı Vahşî’yi, Hazreti Hamza’nın aleyhinde kışkırtan, eline ok veren, mızrak veren ve Hazreti Hamza’nın bağrına saplattıran kadın, o gün orada Rasûlullah yolunda öyle bir mücâhide gibi savaşıyordu ki, gören, hayran kalırdı.

Rasûlullah, gönüllere girmişti. Hak, gönüllere girmişti. Ve herkes O’na ulaşma, O’nun gibi yaşama yolunda yükseliş rampasına oturmuştu; füze gibi -uçak gibi değil, füze gibi- dikine yükselme rampasına oturmuşlardı. Ve öyle yükseldiler, etrafının birer hâlesi haline geldiler. Hâlesi haline geldiler…

Bu açıdan da kim ne yaparsa yapsın, hep Hak ile oturup kalkmalı, hep “hak” demelisiniz. Haksızlığa karşı yumruk bile kaldırmamalı ve ses tonunuzu dahi değiştirmemelisiniz. Bugüne kadar ne türlü şeyleri, ne türlü besteledi iseniz şayet, hangi güfteye ne türlü beste uyuyorsa şayet, bence, yine sesinizi-soluğunuzu o güfte ile, o beste ile insanlığa duyurmaya bakacaksınız. Tavır değişikliğine girmeyeceksiniz.

İlle de zâlimlere, gaddarlara, münafıklara bir şey diyecekseniz, şöyle diyebilirsiniz: Allah’ım! Murâd-ı Sübhânîn, onları hidayet etmek yönündeyse, o zulüm havasından/atmosferinden sıyrılmalarını diliyorsan şayet, bir an evvel… فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ، فَاهْدِهِمْ إِلَى الْحَقِّ، وَإِلَى الطَّرِيقِ الْمُسْتَقِيمِ، وَإِلَى اْلإِنْصَافِ وَاْلإِذْعَانِ، وَإِلَى الْمَحَبَّةِ، وَإِلَى الْعَدَالَةِ، وَإِلَى اْلاِسْتِقَامَةِ Evet, Türkçesi şu: “Allah’ım! Eğer Sen murad buyuruyorsan, en yakın, en yakın, en yakın zamanda onları hakka, adalete, istikamete, insafa, iz’ana, herkese karşı sevgiye hidayet buyur!” Yok, Murâd-ı Sübhânîn bu değilse, onları Sana havale ediyoruz; Sen, âlemlerin Rabbisin, bizim de Rabbimizsin!.. Her gün kırk defa okumakla mükellef olduğumuz اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ beyanında Kendine “Rabbü’l-âlemin” diyorsun. İyinin de, kötünün de, kâfirin de, zâlimin de, fâsıkın da, münafığın da, gaddârın da, hattârın da, herkesin Rabbisin Sen!.. Ve sonra da اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ diyorsun. “ O, Rahman’dır, Rahîm’dir.” Ama elin-âlemin bir hesabı varsa, onu da ifade buyuruyorsun. Bugünden “Sen şusun, sen busun!” demiyorsun; her şeyin hesabının görüleceği bir gün var, o gün ‘din günü’dür, ‘hesap günü’dür; işte Sen o günün Mâlik’isin, Melik’isin; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Başka bir kıraatte, مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ Hem o günün Mâlik’isin, hem de o günün Melik’isin Sen!..

Evet, böyle der ve O’na bırakırsınız meseleyi. O, Erhamü’r-Rahimîn, A’delü’l-Âdilîn, Eşfeku’l-Müşfikîn -bu, Cevşen’de yok-, Ahkemü’l-Hâkimîn, Azharu’l-Zâhirîn’dir. A’delü’l-Âdilîn… Ne ölçüde, ne derinlikte bir adalet düşünürseniz düşününüz, O’nun adaleti ile mukayeseye gittiğiniz zaman, sizinki deryada damla bile olmaz. Rahmaniyet’te de öyle, şefkatte de öyle, re’fette de öyle, ihkâk-ı hak etmede de öyle… Öyle ise, meseleyi bırakın “Asıl Sahibi”ne, “Mâliki yevmi’d-Dîn”e, “Meliki yevmi’d-Dîn’e. Yürüyün doğru bildiğiniz yolda dosdoğru, kimseyi itap etmeden.

“Rabbim, ben mağlup oldum; ne olur, ahlâk düşmanı şu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et!”

Ha, neden bunlar oluyor bize? Neden parmaklar kırılıyor? Neden insanlar kötürüm haline getiriliyor? Neden anneler evlatlarından ayrıştırılıyor? Neden toplum birbirinin düşmanı haline getiriliyor? Neden aileler bölünüyor? Neden, neden, neden, neden?!. Yüz tane, iki yüz tane, üç yüz tane ‘dâhiye’ diyeceğimiz, musibet diyeceğimiz şey, neden bunlar oluyor acaba?

Şimdiye kadar bu olan şeyler, bir, enbiyâ-ı izam için de hep olagelmiş. Hiç kimse bunlardan âzâd kalmamıştır, daha doğrusu âzâde olmamıştır. Hatta denebilir ki, İnsanlığın ilk babası Âdem (aleyhisselam) bile. Hatta o, ilk defa kendi çocuklarından çekmiştir; Hâbil, Kâbil. Ama bizim bildiğimiz çok büyük çekme, ulu’l-azim peygamberlerin ilki, seyyidina Hazreti Nuh’tadır. Öyle çekiyor ki, bir gün o çekmenin sonucunda, ızdırapların kafiyesini, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” sözüyle koyuyor. Kur’an onu anlatırken, فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Bunun üzerine Rabbine, ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’ diyerek yalvardı.” (Kamer, 54/10) buyuruyor. Yüce Nebî, “Allah’ım, artık yenik düştüm; bana yardım et!” diyor.

Ondan sonra başka büyükler de, dedelerinden miras kalan bu sözü farklı şekillerde tekrar ediyorlar. Mesela, Hazreti Lût şöyle diyor: رَبِّ انْصُرْنِي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدِينَ “Rabbim, ahlâk düşmanı şu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et!” (Ankebût, 29/30) Kendini bozgunculuğa adamış, müfsit, yıkan, tahrip eden, kırk seneden, elli seneden beri yapılan şeyleri yıkmayı vazife edinen, yüz seneden beri yapılan şeyleri yıkmayı kendisine vazife ve misyon edinen, üç asırdan beri ihmal edilegelen şeyleri tamir eden insanların tamirlerini yıkmayı vazife sayan bozguncular… Çoğu itibarıyla, Kur’an-ı Kerim, münafıkları anlatırken onların ifsadına dikkati çekiyor. Kayda değer bir mevzu, ayrıca yazılabilir; irticâlînin esnekliğine emanet edilmek suretiyle meselenin kadrine/kıymetine dokunulmadan, kendi nezâheti/nezâketi içinde ele alınabilir. Mesela, buyuruluyor ki: وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ أَلاَ إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لاَ يَشْعُرُونَ “Ne zaman onlara, ‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’ denilse ‘Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler. Asla! Hiç kuşkusuz onlar bozguncuların ta kendileridir ama (gerçek idrakten yoksun bulundukları için, neyin ıslah neyin bozgunculuk olduğunun) farkında değillerdir.” (Bakara, 2/11-12) Müfsidin kendisidir onlar, müfsidin tâ kendisidirler ama o meselenin şuurunda, farkında değiller!..

Evet, رَبِّ انْصُرْنِي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدِينَ “Rabbim, ahlâk düşmanı şu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et!” diyor. رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” diyor. Ve o, çok iradeli, çok sağlam, Everest tepesini omuzuna yüklesen “Off!..” demeyecek bir insan.. Lut gölünün dibine ömür boyu haps-i münferitle hapsetsen “Off!..” demeyecek bir insan.. “Off!..”ların bininin binini takip ettiği yerde meseleyi hep “Ohh!” ile seslendiren, “Ooohhh be!..” ile seslendiren bir peygamber. O kadar dokunuyor ki, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Allahım! Artık yenik düştüm ben, çaresiz kaldım; yardım et!..” diyor. Allah (celle celâluhu) Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde -Kur’an ifadesiyle- “tasrif”te bulunarak farklı versiyonlarıyla anlatıyor. Ama إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ dediğinin nakledildiği yerde, فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ buyuruluyor: فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ وَفَجَّرْنَا الْأَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاءُ عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ “Nihayet O da Rabbisine, ‘Ben yenildim, ne olur bana yardım et!’ diye yalvardı. Biz de (duasını kabul buyurup), göğün kapılarını açtık da, sular boşalmaya durdu. Yeri de göz göz yarıp, suları fışkırttık. Nihayet, (gökten boşalan, yerden fışkıran) sular, takdir buyurulan işin yerine gelmesi için yükselmesi gereken noktaya kadar yükseldi.” (Kamer, 54/10-12) Semanın kapılarını açtık; şakır şakır sular akmaya başladı. Yerden fışkırmaya başladı sular, en yüksekleri de tesiri altına alacak şekilde… Evet, Allah’a ait bir şey; Yüce Nebi, demiyor “Sen böyle sular fışkırt, bunları hepsini böyle boğ!”

Vakıa, Nuh sûre-i celîlesinde, وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لاَ تَذَرْ عَلَى الْأَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّارًا “Hazreti Nûh: Ya Rabbî, dedi, yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nuh, 71/26) Bir yönüyle, “Bu kâfirlere yeryüzünde tutunacak bir yer, otağ kuracak bir yer imkânı verme!” diyor. Yine şöyle dua ediyor: رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِمَنْ دَخَلَ بَيْتِيَ مُؤْمِنًا وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَلاَ تَزِدِ الظَّالِمِينَ إِلاَّ تَبَارًا “Rabbim, beni, annemi-babamı, mü’ min olarak evime dâhil olanı ve bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zalimleri ise daha beter, daha perişan eyle!” (Nuh, 71/28) Yani, “Bunlar, zulümlerine devam ediyorlarsa, Sen de helâketini eksik etme!” dediği de oluyor. Hatta “Şefaat Hadisi”nde, bunları hatırlayarak “Ben, şefaat edemem!” diyor. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıhah’ta geçen “Şefaat Hadisi”nde, Efendimiz’e gelinceye kadar her peygamber bir sebep ileri sürüyor. Hazreti Nuh, onu ileriye sürüyor; Hazreti İbrahim, üç tane meârizi ileriye sürüyor; Hazreti Musa, başka bir şeyini ileriye sürüyor; başkası, başka şeyi… Öyle ise bu işin gerçek sahibi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, mutlak manada İnsan-ı Kâmil, İnsanlığın İftihar Tablosu, sallallâhu aleyhi ve sellem.

“Tasalanma dostum, Allah bizimle beraberdir!..”

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunların hiç birini demiyor; رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ de demiyor. Üzüleceği yerde, en üzüleceği yerde, örümcek ağlarının arkasında, kefere vü fecerenin ayaklarını gördüğü yerde, yanındaki, telaşa kapılınca… O’nun için, kendi için değil; Hazreti Ebu Bekir, hayatında hiç kendi için telaşa kapılmamıştır. Ama o, “Benim Efendim’in kâkül-ü gülberlerine bir toz konar!” diye çok rahatlıkla boynunu uzatacak kadar, o mevzuda gelecek belaya, devâhiye boynunu uzatacak kadar -Hazreti Mus’ab İbn Umeyr gibi- O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğrunda hırz-ı cân etmeye, fedâ-i cân etmeye teşne âbide şahsiyettir. İşte bu mülahazayla Hazreti Ebu Bekir, hafif telaşa kapılıyor, çünkü düşmanlar az ötede dolaşıyorlar.

Kur’ân o ânı şöyle anlatıyor: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer o Peygamber’e yardım etmezseniz, siz de biliyorsunuz ki, Allah O’na hep yardım etmiştir. Hatırlayın ki, o bildiğiniz kâfirler O’nu Mekke’den çıkarmışlardı da, sığındıkları mağarada iki kişiden biri iken, (kendisini takip edenler mağaranın ağzına kadar geldikleri esnada O, hiçbir endişeye kapılmadan, Allah’a tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde) yanındaki arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Allah, sekînesini (iç huzur ve güven kaynağı rahmetini) daima O’nun üzerinde tuttu; O’nu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve küfre girenlerin davasını ve düşüncelerini alçalttı. Allah’ın Kelimesi ve davası ise, zaten her zaman yücedir. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” (Tevbe, 9/40)

Allah Rasûlü, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizim ile beraberdir!” diyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu teslimiyeti ortaya koyunca, فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Allah, sekineyi indiriyor; birdenbire kendilerini Cennet’te, âdetâ bir bahçenin içinde hisseder gibi oluyorlar. O daracık mağara, yılan-çıyan yuvası, birden bire bir Cennet bahçesi haline gelmiş gibi, içlerine inşirah akmaya başlıyor. Onlar (müşrikler, zorbalar), defolup gidiyorlar; onlar (Efendimiz ve Hazreti Ebu Bekir) da yeniden -gelecekte medeniyet merkezi olacak, o günkü adıyla “Yesrib”i “Medine”leştirmek üzere- Medine’ye doğru azm-ı râh ediyorlar.

Evet, izlerini takip edebilirler; nitekim Süraka, o güne kadar “sârik”; takip ediyor onları. Fakat bir-iki defa atının tökezlemesiyle, bir-iki defa düşmesiyle, “Yahu, bu işte bir başkalık var!” diyor, geriye dönüyor. O anda iman ediyor ama geriye dönüyor, başkalarını çevirmek için. Ve bir gün geliyor, o da o hâle içine giriyor; o yıldızlardan bir yıldız oluyor: أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمُ اهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabilerim, yıldızlar gibidir; hangisine sımsıkı sarılırsanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız.”

Sahabîlerin her biri âdetâ bir miraç gibidir; bir merdiven gibidir; ancak o merdiven ile, o sahabî yolu ile İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşılır. O’na ulaşan, Allah’a ulaşır; Allah’a ulaşanın da ulaşacağı hiçbir şey kalmaz. Artık onun gözünde kapkara saraylar, simsiyah kesilir; pırıl pırıl gibi görünen villalar, simsiyah kesilir; o göz kamaştırıcı filolar, simsiyah kesilir. Çünkü “Şemsü’ş-Şümûs”u (celle celâluhu) bulmuştur. Bulacağını bulacağı âna kadar da insanlığın kurtuluş adına başvuracağı her şey, insanın kendi esareti adına kendine bir kement vurması demektir. İnsan hürriyeti, insanın insanca yaşaması, onun bütün küyûddan (kement, engel, ağ ve bağlardan) tecerrüdüne bağlıdır; bütün kayıtlardan sıyrılarak, sadece Allah’a mukayyed (O’na bağlı/bağımlı) olmasına bağlıdır.

Allahım! At kemendini boynumuza, ‘Kulum!’ de bize!.. Ve biz o kulluğu şereflerin/pâyelerin en büyüğü sayalım. Onu da vicdanlarımıza duyur!.. O pâye ile oturup kalkalım. Zira o pâye, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun pâyesidir; Ebû Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin pâyesidir, sahabenin pâyesidir, radıyallahu anhüm elfe merrâtin.

“Hep gitmişler, kalmamışlar / Ağlamışlar, gülmemişler / Dünya nedir, bilmemişler / Ağla, ağla, gülme gönül.”

Geriye dönelim: Herkes, karakterinin gereğini sergiler. Cahiliye şairi -bildiğiniz gibi- Züheyr İbn Ebî Sülmâ وَمَهْمَا تَكُنْ عِنْدَ امْرِئٍ مِنْ خَلِيقَةٍ _ وَإِنْ خَالَهَا تَخْفَى عَلَى النَّاسِ تُعْلَمِ diyor. “Şayet bir insanın bir huyu varsa…” Genlerinde/karakterlerinde, ısırma gibi, salya atma gibi, kendi kuvvetini herkese kabul ettirme gibi, bir yönüyle tamamen ahireti unutup dünyaya tapma gibi, hafizanallah bir karakteri varsa… “O, onu gizlemeye çalışsa bile, er-geç bir gün o ortaya çıkar!” Cahiliye şairi ama mü’mince bir mülahazayı ifade ediyor burada; çünkü her kâfirin her sıfatı, kâfir değildir; nitekim her mü’minin her sıfatı, mü’min değildir. Mesela, anneyi evladından ayırma, bir kâfir sıfatıdır. Mesela, yok yere “Sen de galiba falanların boyası ile münsebiğsin; öyle ise sana da çektirmeliyiz!” deme, bir kâfir sıfatıdır. Mesela, “Ben sizi kendime rakip gibi görüyorum; nemelazım, muhtemel, yüzde bir ihtimal ile, benim düzenimi bozma ihtimali varsa, sizlerin hepinizi yok etmem lazım ki, ben, aynı zamanda güzergah emniyetimi sağlamış olayım. O şeytanca varmam gerekli olan yere, hiçbir şeye takılmadan, herhangi bir gulyabaniye takılmadan varayım!” demek, ihtimallere hüküm bina ederek hüküm vermek, başkalarını bir de “adalet” diyerek, değişik zulümlere mahkûm etmek… Evet, bunlar, birer kâfir sıfatıdır. Züheyr İbn Ebî Sülmâ, mü’min sıfatı ile söylüyor bunu ama inanmamış; nice mü’minler de var ki, hakikaten mü’minlere Hazreti Nuh gibi, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Allahım! Mağlubum, Sen, nusret ihsan eyle!” dedirtiyor.

Bir, bu; hep çektirmişler. Yunus Emre bir şey diyor: “Hep gitmişler, kalmamışlar / Ağlamışlar, gülmemişler / Ağla, ağla, gülme gönül.” Kıtmîr terbî’ (dörtleme) yaparak bir mısra ekliyor oraya: “Hep gitmişler, kalmamışlar / Ağlamışlar, gülmemişler / Dünya nedir, bilmemişler / Ağla, ağla, gülme gönül.” Hep ağlamışlar. O da, Yunus Emre de ağlamış, Hacı Bektaş da ağlamış, Ahmed Yesevî de ağlamış, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri de ağlamış, İmam Rabbani de ağlamış… Zindan görmüşler, azaba maruz kalmışlar bunlar; kalmayanlar, âkıbetlerinden endişe etsinler! Hayatlarını zevk u sefâ içinde geçirenler, o zevk u sefâ adına başkalarının hayatını zindana çevirenler, âkıbetlerinden endişe etsinler!.. Bir ebedî zindan, kendilerini bekliyor ki “Mü’minim!” demekle kurtulamazlar. Bir karıncayı ezmenin bile hesabını verme meselesi var. فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ “Artık her kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Her kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, o da onu(n karşılığını) görür.” (Zilzâl, 99/7-8) Atom ağırlığı bir kötülüğün varsa, hesabını vereceksin. O kadar iyiliğin varsa, onun da mukabelesini göreceksin!..

Hazreti Nuh, çektiği gibi, Hazreti Hud da çekmiş, Hazreti Sâlih de çekmiş, Hazreti Şuayb da çekmiş, Hazreti Lût da çekmiş, Hazreti Musa da çekmiş. Allah’ın binlerce salât u selâmı, başta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, sonra onların üzerine olsun. Nice peygamberler, inandıkları dava uğrunda şehit olmuş. İşte bildiklerinizden Hazreti Zekeriya, Hazreti Yahya.. Ve -hâşa ve kella, yüz bin defa hâşâ ve kella- bir sıradan insanın evini basıyor gibi evi basılan seyyidina Hazreti Mesih de işkenceler görmüş. Öyle ki, mübarek validesi, esas bulunduğu yerde, Nâsıra’da durmamış, Allahu a’lem; işte mesela, İzmir’e gelmişler herhalde, öyle diyorlar, Efes falan diyorlar, Allah bilir; onu da yine “Allahu a’lem!” deyip geçelim. “Allah!” diyen insanlar, küfür sıfatı taşıyan -isterse sûreten mü’min görünsün, hatta “Biz Müslümanlık adına bunları yapıyoruz!” desin, isterse münafık, isterse müfsid, isterse kâfir olsun; değişik kategoride mütalaa edebileceğimiz- kimseler tarafından hep çekmişler. Fakat umursamamışlar. Evet, siz de umursamayın!..

Onca zulme rağmen mü’min karakterinden taviz vermediniz; eminim, bir gün zalimlere “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz; bugün size hiçbir kınama yok, Allah da sizi affetsin!” de diyeceksiniz!..

“Gamlanma öyleyse, zira mevsim hazân değil / ‘Kader’ de ve eğilebildiğin kadar eğil / Gidecektir bu son gaileler de ard arda / Kim bilir nasıl bir lütuf var şimdi sırada!..” Kim bilir, nasıl bir ışık dönemi, nasıl bir nevbahar, nasıl güzel günler var şimdi sırada!.. Belli değil.

Mekke-i Mükerreme’den dışarıya çıkardıkları Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün oraya kendine has büyüklükle gelip döneceğini hiç tahmin etmiyorlardı. Ama daha giderken, Allah (celle celâluhu), إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ “Kur’ân’ın temsil ve tebliğini sana farz kılan Allah, hiç şüphesiz (sözünde sadık olup, seni terk etmek zorunda bırakacakları) yere mutlaka (hem de açık bir zaferle) seni geri döndürecektir.” (Kasas, 28/85) buyurmuştu. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da inanıyordu. Ayrıldığı yere bir gün, rahat, -O’nun yürüyüşüne öyle demek saygısızlık olur mu?- tıpış tıpış yürüyerek gelmişti ve herkes de o Kâmet-i Bâlâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında serfürû etmişti. Boyun eğmiş, O’nun büyüklüğünü âdetâ koro halinde seslendirmişlerdi. Koro halinde… Beytullâh’ın etrafını sarmış koro halinde, “Kerim oğlu kerim oğlu kerim oğlu Kerim!..” demişlerdi: “Baban da kerim idi; deden de kerim idi; Adnan’a kadar herkes kerim idi; Hazreti İsmail’e kadar herkes kerim idi; Hazreti İbrahim’e kadar herkes kerim idi. Ey Kerim oğlu Kerim! Sana yakışan odur!..”

Gerisini dememişlerdi; demeye ne lüzum var, azıcık tanıyınca… Bir kere kırk yaşına kadar “Emîn”i tanımışlardı; “Emîn”den etrafa sadece emniyet saçılırdı. O, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi idi, hep emniyet solukluyordu. O gün akılları başlarına gelmişti; onu orada telaffuz ettiler. O da zaten O’nun dilinin ucundaydı, kalbinden köpürüp dilinin ucuna sıçramıştı; اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!..” buyurmuştu.

Bir gün, size cevreden, zulümde bulunan, insafsızca davranan, salya atıp dolaşan, diş gösteren, ezdiklerini ezen, ezmediklerinin içine de korku salan zâlimler, aynı şekilde karşınıza çıktıkları zaman, öyle babayiğitlikte bulunarak; اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ، لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!.. Bugün size hiçbir kınama yok! Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” demeyi ihmal etmeyin! Zâlimlere, zâlim gibi davranmayın; kendiniz gibi davranın.

Çünkü siz, her şeye rağmen, onca değiştirmeye zorlamalarına rağmen, kendiniz olarak kaldınız, karakterinizden taviz vermediniz. Onlar, “Yahu, yumruk sallasınlar; yahu böyle bir silah namlusu göstersinler; mermisiz de olsa, bir silah namlusu göstersinler! Yahu biz onların dişlerini kırarken, onlar da bize bir yumruk atsınlar!” diyerek, bütün bu basitliklerin/bayağılıkların hepsini yaptılar. Fakat bu yola kendini adamışlar, o adanmışlar kadrosu içinde bulunanlar, başkaları için yaşayanlar kadrosu içinde bulunanlar, mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamışlar, bulunmadılar, bulunmuyorlar, bulunmayacaklar, bulunmayacaksınız inşâAllahu Teâlâ. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Bamteli