Harmful obstacles will proceed good deeds. |
Umûr-i hayriyenin (hayırlı işlerin) muzır mânileri olur. |
The Devil and its human and jinn followers disturb those involved in the service of humanity across the globe. |
Şeyâtîn-i ins u cin, bu hizmetin hâdimleri ile çok uğraşırlar; ama her sınıf, her birim, dünyanın dört bir yanında. |
However it is always those who remain steadfast that end up victorious. |
Ne var ki yerinde sâbit-kadem olanlar, sonunda kazanırlar. |
The Qur'an gives this good news: |
Kur'an da o bişâreti veriyor: |
'The happy ending belongs to the pious.' |
"Sonuç, mutlu âkıbet, esasen, müttakîlere aittir." |
Those who live in constant love of God yet still take refuge in him for salvation. |
Cenâb-ı Hakk'a karşı hiss-i mehâbet ve hiss-i mehâbet ile yaşayan ama yine de kurtuluş için O'nun vikayesine, himâyesine sığınan müttakîlere. |
Those who take refuge in him in the best and worst of times. |
En acı günlerde de, en lezzetli, en tatlı günlerde de hep O'na sığınmayı birinci vazife bilenlere. |
Those who know Him act as such but those ignorant people who don't know Him, 'in talks with the ignorant they take pleasure; lunatics need the company of lunatics.' |
O'nu bilenler, böyle yaparlar; O'nu bilmeyen nâdanlar ise, onlar da "sohbet-i nâdan ile eder telezzüz; divanelerin hemdemi divâne gerektir." |
Those that have found the path to the real victory may face obstacles on their path from time to time. |
Sonuç itibarıyla kazanılacak şeyi kazanmış olan insanlar, yürüdükleri yolda değişik kayıplara uğrayabilirler, zayiatlar verebilirler, yaralanmalar olabilir. |
As long as they have earned what they were after, they shouldn't be saddened by their physical losses, just as martyrs are not. |
Fakat netice itibarıyla, bir şehit gibi kazanacaklarını kazanmışlar ise şayet, bence müteessir olmamalılar. |
Such high ranks are possible on this path. |
Ona kadar yolu var. |
Abdullah, the father of Jabir, became a martyr at the Battle of Uhud. |
Hazreti Câbir'in babası Abdullah, Uhud'da şehit olanlardan. |
As he tastes martyrdom, he is bedazzled by the pleasure. |
O, şehadetin şerbetini içince, mest-sermest kendinden geçiyor. |
And it may be that God individually deals with such high standing servants that He talks with Abdullah. |
Zât-ı Ulûhiyet de herhalde böyle kâmet-i bâlâlar ile hususî meşgul oluyor; iltifaten -"taltîfen" demek daha uygun- onlar ile hususî konuşuyor. |
Abdullah requests from God: |
O da Cenâb-ı Hakk'a rica ediyor: |
'Send me down to the Earth one more time so that I might tell others about the pleasures of martyrdom.' |
"Beni, dünyaya bir kere daha gönder; esasen bu yolda ölmenin lezzetini, halâvetini, tadını arkadakilere anlatayım." |
God Almighty states: |
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: |
'There is no return once you have come to this place |
"Gönderme yok, buruya geldikten sonra. |
But I will let the people know about your experience through the Prophet.' |
Ama Ben senin bu duyduğun şeyi, Peygamber vasıtası ile onlara iletirim." |
This is a genuine victory. |
Evet, kazanıyor. |
Abdullah had only been a Muslim for one or two years, but he exponentially rose to such a high state that the mountains became as low as the Dead Sea next to him. |
Bir-iki senelik Müslüman; fakat dikey yükseliş ile öyle bir zirve yapıyor ki, dağlar, onun ayağının altında Lût Gölü'ne dönüyor; öyle bir zirve yapıyor. |
Let's go back: |
Geriye dönelim: |
The things you may lose on the path to success should not affect you. |
Sonuçta bir insan kazanıyorsa şayet, o yolda kaybettiği şeylere hiç müteessir olmamalı. |
The words of poet Nafi, spoken in the presence of Sultan Murad the IV, which led to his execution are: |
Şâir Nefi'nin Dördüncü Murad karşısında, onu ölüme götürdüğü anda, dediği bir söz vardır: |
'We found no pleasure in this world, nor do we place our hope in its inhabitants. |
"Ne dünyadan safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var |
Nor do we seek refuge in anyone other than God. |
Ne dergâh-ı Huda'dan mâadâya bir ilticamız var." |
If you have found the true path to walk and serve on, you will trample and dance on every other favour and desire placed in front of you. |
İlticâ edilecek, yönelinecek bir yöne yönelmiş iseniz, zannediyorum dünyadaki bütün iltifatları ayaklarınızın altına alırsınız; ezerken onu az görürsünüz, üzerinde raks etmeye durursunuz. |
If you have turned towards the eternal realm, if you are walking towards the sun, your shadow will be beneath your feet or behind you. |
Eğer gözleriniz öbür âleme müteveccih ise, Güneşe doğru yürüyorsanız şayet, gölgeniz sizin ayaklarınızın altında veya arkanızdadır; birazı ayaklarınızın altında, birazı da arkanızdadır. |
The important thing is to walk towards the sun. |
Önemli olan, Güneşe doğru yürümektir. |
May God allow it to be that way. |
Cenâb-ı Hak, öyle yapsın. |
This is not easy. |
Bu, çok kolay değil. |
As it is often said, 'In a sense, servanthood is as difficult as crossing the Bridge of Sirat.' |
Yine dendiği gibi, "Kulluk -bir manada- Sırât'tan geçmek gibi zordur." |
There are many burdens; performing worship properly, performing ablution, the Prescribed Prayer and fasting. |
Tekâlif-i İlâhiye var, ibadetleri hakkıyla yerine getirme gibi külfetler var; abdest alma var, namaz kılma var, oruç tutma var. |
Not just performing these as imitation, but feeling them in our primordial conscious nature. |
Bunları, takliden o işi yapanlar gibi değil, aynı zamanda derinden vicdanında duyarak yapma var. |
It is about saying, 'I was not able to perform my worship with the notion as though being seen by God' and seeking for more. |
"Ben, tam görülüyor olma mülahazası ile yapamadım" deyip daha iyiye talip olma var. |
I had heard from one of our friends: |
Bir arkadaşınızdan duymuştum, demişti ki: |
'I started to observe the Prescribed Prayer when I was four. |
"Ben, dört yaşında namaza başladım. |
But I was not sure if I was careful enough when performing ablutions before my Prayers. |
Fakat istibrâ mevzuunda abdestime tam dikkat etmiş miydim, etmemiş miydim? |
Therefore, at the age of twenty, I decided to make up for all my Prayers from the day I started.' |
Namaza başladığım günden yirmi yaşıma, o meseleyi idrak edeceğim âna kadar kıldığım namazların hepsini -bazı günler kırk rekât, bazı günler elli rekât kılarak, hepsini- kaza etmiştim." |
Praying properly requires effort and diligence. |
Eğer namazı doğru kılıyorsanız, bir yönüyle bu da bir cehd, bir gayret ister. |
With the 'notion of being seen by God' |
"Görülüyor olma" mülahazası ile. |
And of course, there is the 'notion of seeing God.' |
Tabiî bir de "görüyor olma" mülahazası var. |
That is something that God will bless you with in the end: |
O, Cenâb-ı Hakk'ın, sonunda lütfedeceği bir şeydir: |
To stand in the presence of God ready to worship, heart pounding in tension. |
Allah huzurunda kemerbeste-i ubudiyet içinde durarak, kalb tir tir titreyerek. |
As I mentioned, eyes open, but mind seeing such amazing things in your mind. |
Biraz evvel dediğim gibi, gözler açık olacak ama orada hayal dünyanızda neler neler. |
Travelling from one scene to another as one reads the verses of the Qur'an. |
Kur'an'ın ayetlerinde, ondan ona atlarken, kelimeden kelimeye atlarken, maktadan maktaya atlarken, değişik âlemlerde dolaşıyor gibi. |
One should strive to pray and act in the manner, as a person 'seeing'. |
Hep böyle "görüyor olma"ya namzet bir insan gibi hareket etmeli; "görülüyor olma" mülahazasını çok derince değerlendirmeli. |
To strive to ones breaking point. |
Yüreği çatlayasıya. |
'Why couldn't I pray in such a manner? |
"Niçin öyle namaz kılamadım? |
Why couldn't I shed my animalistic side, and pray in that way?' |
Neden hayvanlığım yine üzerimde idi; öyle namaz kılamadım?" demeli. |
It is hard, like trying to cross the Bridge of Sirat is hard. |
İşte zor; gördüğünüz gibi Sırât'tan geçmek gibi zor bir şey. |
Giving charity is like this as well. |
Zekât vermek de öyle. |
You earn that money with effort which is hard, giving it away is again hard. |
Alın teri ile kazanıyorsun, veriyorsun; yine zor. |
Going on the pilgrimage is the same, you go there with the money you have earned, and completing the pilgrimage is hard. |
Hacca gitmek de öyle; yine kazandığın şey ile gidiyorsun, Hacda da bir kısım vazifeler var; yine zor. |
As you strive on the path of God, you are showered with challenges. |
Allah yolunda yürüdüğünden dolayı başına sağanak sağanak belâ ve musibetler geliyor. |
As the expression states, 'Good works face many challenges.' |
Sözün bidayetinde ifade edildiği gibi, "umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur." |
The Devil prepares his armies and commands: 'Fire!' |
Şeytanlar, ordularını seferber ederler; "Ateş" derler. |
You feel as though you are a target, bullets flying at you. |
Bir atış poligonunda, onların hedefinde bulunuyor gibi olursunuz; şakır şakır mermiler yağar üzerinize. |
What kinds of bullets? |
Ne mermileri yağar? |
Accusations of terrorism. |
"Terörizm" mermileri yağar. |
Accusations of rebellion. |
"Âsî insan" mermileri yağar. |
Campaigns aimed to discredit. |
Yağar, yağar. "itibarsızlaştırma" mermileri yağar. |
Attempts to destroy you. |
"Sizi ademe mahkum etme" mermileri yağar. |
These are not easy trials to face. |
Bunlar, çok kolay şeyler değildir. |
In face of all of these, 'So (the proper recourse for me is), a becoming patience (a patience that endures without complaint). |
Bütün bunlar karşısında, "Artık bana/bize düşen, güzelce sabretmektir. |
God it is Whose help is sought against (the situation) that you have described' (Yusuf, 12:18). |
Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var" (Yûsuf, 12:18). |
'Dear God! |
"Allah'ım. |
'Beautiful patience' as expressed by Prophet Jacob. |
Sabr-ı cemîl." "Sabr-ı cemîl" de Hazreti Yakub (aleyhisselâm) tarafından ifade edilmiş: |
'I only disclose my anguish and sorrow to God, and I know from God what you do not know' (Yusuf, 12:86). |
"Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah'a arz ediyor, O'na şikâyette bulunuyorum" (Yûsuf, 12:86). |
My God! |
Allah'ım. |
I disclose my inadequacies to You. |
Dağınıklığımı ve tasamı, Sana arz ediyorum. |
I disclose my complaints of myself to You. |
Şikâyetim, Sanadır; ben, kendimi Sana şikâyet ediyorum. |
This has been a heavy burden. |
Ağır geldi bu işler. |
If some negative things appeared inside me, if some thoughts entered my mind, if there was a dirtying of my neurons, I present my wretched self to You. |
Eğer içime olumsuz bazı şeyler doğdu ise, kafama bazı şeyler girdi ise, nöronlarda bir kirlenme oldu ise, ben bu perişan halimi Sana arz ediyorum. |
Some have included 'complaint' here although it is not in the Qur'an; Some have included 'the violence of my sorrow'. |
Bazıları, şikâyeti ilave etmişler, Kur'an'da yok; bazıları "kemedî" (hüznümün şiddetini, yüreğimin yangınını) sözünü ilave etmişler: |
'My God, I present to You my concerns, sorrows, complaints, my violent anguish and burning heart.' |
"Allah'ım, tasa, hüzün, şikayet ve şiddetli elemimi, yürek yangınımı Sana arz ediyorum." |
And today some may add: |
Belki bazıları da, günümüzde, şunları ilave ediyordur: |
'My God, I complain to You about my concerns, sorrows, complaints, my violent anguish and burning heart, misfortunes, the diseases that have infested my body, and calamities that have befallen unto me.' |
"Allah'ım, tasamı, hüznümü, şikâyetimi, şiddetli elemimi, yürek yangınımı, ağrılarımı, dertlerimi, bünyeme musallat olan marazları, hastalıklarımı ve başıma gelen musibetleri Sana şikâyet ediyorum." |
All of this which I am exposed to, I present to You. |
Maruz kaldığım bu şeylerin hepsini, Sana arz ediyorum. |
This presentation is not a matter of being reluctant; it is in regards to supplication. |
Bu arz meselesi, "naz"lanma değil, "niyaz" sadedinde söylemedir. |
As the 'Hero of Patience', as described by Bediüzzaman, Prophet Jacob, peace be upon him, says, 'Oh my Lord! |
"Sabır kahramanı" -Hazreti Pir'e ait bu tabir- Eyyûb (aleyhisselam) gibi, "Ey Rabb. |
I have been struck with a calamity; You are the All-Merciful and All-Compassionate.' |
Bana, zarar isabet etti; Sen, Erhamürrâhimîn'sin" demektir. |
Bediüzzaman adds in, 'Oh my Lord;' it is not in the Qur'an. |
O (Hazreti Pîr) da o "Rabbî" kelimesini ilave ediyor; Kur'an'da öyle değil. |
'And (mention) Job (among those whom We made leaders): |
"Bu arada, önderler içinde Eyyûb'u da an, hatırla. |
He called out to his Lord, saying: "Truly, affliction has visited me (so that I can no longer worship You as I must); |
Hani O, 'Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). |
And You are the All-Merciful' (Al-Anbiya 21:83). |
Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin.' diye yalvarmıştı" (Enbiyâ, 21:83). |
The verse says, 'Called out to his Lord.' |
Ayette, "Rabbine nidâ etti" diyor. |
Since he called out to his Lord, he must have said 'Oh my Lord!' |
Rabbine nidâ ettiğine göre, her halde "Rabbî" demiştir: |
'My Lord! |
"Rabbim. |
'Truly, affliction has visited me; You are the All-Merciful and All-Compassionate.' |
Bana zarar isabet etti; Sen Erhamürrâhimîn'sin." |
Presenting one's self; presenting one's self to the Master. |
Arz-ı hâl; Sâhibine arz-ı hal. |
You present yourself to one who will solve any problem; thus there is no need to go to beggars' doors as a beggar. |
Öyle birine arz-ı hâl edeceksiniz ki, problem nedir, onu çözebilsin; dolayısıyla, dilencilerin kapısına dilencilik mülahazasıyla gitmemek lazım. |
Even those who are Sultans in the world are considered beggars. |
Dünyada sultanlığı ihraz eden insanlar bile dilenci sayılırlar. |
One should not descend to thinking that what they own is of value, even that of a sultan. |
Onların elindeki şeylere zerre kadar tenezzül etmemek lazım; dünya sultanlığı bile olsa, tenezzül etmemek lazım. |
Because servanthood to God is an honour that cannot be exchanged for anything. |
Çünkü Allah'a kulluk, hiçbir şeyle değiştirilmeyecek kadar çok yüksek bir pâyedir. |
The way of ridding oneself of being a servant to others is by being a servant to God. |
Bütün kulluklardan sıyrılmanın yolu da Allah'a kulluktan geçer. |
Essentially, those who think something of themselves have not tasted the pleasure of being a servant to God. |
Kendini bir şey zanneden insanlardır ki, esasen, Allah'a kulluğun tadını/zevkini duymamış ve tatmamışlardır. |
They know neither of 'kindness' nor of 'sincerity', nor of 'knowledge of God', nor of 'love of God' nor of 'loving and longing for reunion with God'. |
Onların, ne "ihsan"dan haberleri vardır, ne "ihlas"tan haberleri vardır, ne "marifet"ten haberleri vardır, ne "muhabbet"ten haberleri vardır, ne "aşk u iştiyâk-ı likâullah"tan haberleri vardır. |
If there is one thing they know, it is an 'imitated faith' that has been imposed top-down on them from the cultural environment that they were raised in; may God protect us from such belief. |
Bildikleri bir şey varsa, o da yetiştikleri kültür ortamının kendilerine tepeden inme telkin ettiği "taklidî/sûrî/şeklî Müslümanlık"tır; ki Allah, öyle Müslümanlıktan muhafaza buyursun. |
Yes, 'This road is long'. |
Evet, "Bu yol, uzaktır." |
As far and as difficult as crossing the Bridge. |
Sırât kadar, Sırât'tan geçmek kadar zordur. |
'It has many stations, |
"Menzili, çoktur |
With no gateways, |
Geçidi, yoktur |
It leads to deep waters.' |
Derin sular var." |
Something that Yunus Emre mentioned seven centuries ago. |
Yedi asır evvel, Yunus Emre'nin dediği bir şey. |
'This road is long, |
"Bu yol, uzaktır |
It has many stations, |
Menzili, çoktur |
With no gateways, |
Geçidi, yoktur |
It leads to deep waters.' |
Derin sular var." |
Phrases such as 'seas of pus and blood' or 'seemingly insurmountable abysses' or 'facing different monsters at every corner'. |
"Kandan-irinden deryalar" sözü ile de ifade ediliyor; "aşılmaz gibi görünen uçurumlar" ile ifade ediliyor; "her köşe başında değişik gulyabanîler ile karşılaşma" gibi şeyler ile ifade ediliyor; ifade ediliyor. |
Servanthood is as difficult as crossing the Bridge of Sirat; but once the servant surrenders to Almighty God, everything becomes easy. |
Kulluk, Sırât'tan geçmek kadar zor; fakat insan bir kere de Cenâb-ı Hakk'a teslim oldu mu, her şey öyle kolaylaşır ki. |
'Then, surely, with hardship comes ease. |
"Demek ki, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. |
Surely, with hardship comes ease' (Al-Inshirah, 94:5-6). |
Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır" (İnşirah, 94:5-6). |
With every hardship comes ease. |
Her zorluk ile beraber, bir kolaylık vardır. |
The verse 'Have We not expanded for you your breast?' (Al-Inshirah, 94:1) is a truth that is mentioned in the Divine Speech. |
"Senin için bağrını açmadık mı?" (İnşirah, 94:1) ayeti ile başlayan beyân-ı Sübhânî içinde zikredilen bir hakikat. |
|
Her zorluk ile beraber, bir kolaylık vardır. |
Hardships contain in them ease. |
Zorluklar, bağırlarında kolaylığı beslerler, kolaylığı geliştirirler. |
Hardships breed ease. |
Zorluklar, dölyatağında kolaylığı oluştururlar. |
For this reason, one expressed the following: |
Onun için nazmen bu hakikati dillendiren şöyle demiş: |
'O Misfortunes! Become as violent as you can be. |
"Şiddetlen, şiddetlenebildiğin kadar. |
I know that following the peak point of severity, God Almighty provides an outlet, a solace. |
Ben biliyorum ki, şiddetlilik zirve yaptığı zaman -esasen- Cenâb-ı Hak bir ferec, bir mahreç ihsan edecektir, lütfedecektir." |
A suitable translation for this is: |
Biz bunu, biraz lâzımî mana ile tercüme ederek diyoruz ki: |
Dear night, grow dim as much as you can. |
"Karar, kararabildiğin kadar, ey gece. |
As the next stage of darkness, even if they're a liar, is the daylight that follows. |
Çünkü kararmanın son noktası, yalancı bile olsa, şafağın attığı ândır." |
At the pinnacle of this darkness, a misleading first light of the day will prevail. |
O kararma zirve yapınca, arkadan "fecr-i kâzib" tulu' eder. |
This false dawn is fake, however there is still legitimacy to what is observable and sensed; since, it bears witness to the real dawn. |
O fecrin kendisi kâzibtir ama bu kâzibin şehadeti doğrudur; çünkü o, "fecr-i sâdık"ın şâhididir, şâhid-i sâdıkıdır. |
The false first light is really dawn itself, will be witnessed there. |
Kâzibin bir şâhid-i sâdık olduğu, orada görülür. |
The pre-dawn is a witness of the sunrise. |
"Fecr-i kâzib", "fecr-i sâdık"ın şâhididir. |
Yes, if you demonstrate patience, with God's consent and beneficence, you will find that you are flying through challenges that you thought were formidable, like a dove, you will fly effortlessly. |
Evet, bütün bunlara katlanınca, Allah'ın izni ve inayetiyle, birden bire geçilmez gibi görünen şeyleri, böyle yüzüyor gibi geçersiniz, uçuyor gibi geçersiniz; üveyikler gibi uçar gidersiniz, birden bire. |
Such joyous revelations will become visible to you. |
Öyle zevk-i ruhânîler duyarsınız ki. |
'A fleeting instant of clarity, is preferable over a thousand years of incomplete life' says Bediüzzaman. |
"Bir ân-ı seyyâle vücûd-i enver, binlerce sene vücûd-i ebtere müreccahtır" diyor yine Hazreti Pîr-i Mugân, Şem'-i Tâbân. |
If you devote your being to worship, by God's grace and mercy, this will be such a beneficial venture for your afterlife. |
Her ânınızı Allah'ın izni-inayetiyle öyle "vücûd-i enver" yaparsınız ve bunlar, âhiret hesabına size neler ve neler kazandırır. |
'Since, pain and suffering is more acceptable than the most beautiful supplication. |
"Izdırap, en makbul dualardan daha makbul bir duadır. |
Those not in agony and anguish, are nothing more than flesh to be thrown to the dogs.' To feel anguish for your faith. |
Izdırapsız sîneler, sökülüp köpeklere atılacak bir lokmacık etten ibarettir" dîn için, diyanet için ızdırap çekmek. |
To feel empathy for one's brothers and sisters, children, the youth, the elderly, for those fleeing adversity, drowning while trying to flee, to experience the pain and suffering of those that have been captured by bandits. |
Kardeşler için, bacılar için, evlatlar için, çocuklar için, gençler için, ihtiyarlar için, şerden kaçarken deryada boğulanlar için, eşkıya tarafından derdest edilip yakalananlar için ızdırap çekmek. |
To do this is important in the eyes of God. |
Bu, önemli bir ibadettir Allah'ın nezdinde. |
In His sight, the tears of those who suffer as such is as great as those constantly repeating, 'There is no deity but God'. |
Böyle bir muzdaribin iniltileri, sürekli "La ilahe illallah" çekmeye mukabil nezd-i Ulûhiyette hora geçen hususlardandır. |
But Insensitivity to these issues, feeling nothing. |
Ama bu mevzudaki duygusuzluk, hissizlik. |
As I have mentioned earlier, |
O da biraz evvel arz ettiğim gibi. |
If your heart has become like that, then amputate it from yourself and throw it to the dogs, at least it could be of use. |
Kalb öyle ise şayet, bir bıçak çal, kes, onu şeylerin önüne at; bari onlar yesinler, onlar istifade etsinler. |
In this case, it has not benefited you. |
Senin işine yaramamış o, demek ki. |
Indeed, 'Who other than God answers your cries?' |
Evet, "Muztarrın yakarıp yalvarmasına icabet eden, Allah'tan başka kimdir?" |
If one begs to God in this manner, then God will transform that sad portrait into one of hope and relief. |
O, öyle yalvarıyorsa, Allah (celle celâluhu) da o ızdıraplı, o ızdırarlı tabloyu değiştirir; Kendi inayeti ile, inşirah vesilesi olabilecek tablolar, pozisyonlar lütfeder; lütfedecektir. |
Again, Bediüzzaman says: |
Yine o Hazret diyor: |
Some Prophets had no community; they may only have had one follower, maybe two. |
Bazı peygamberler gelmiş ki, belki hiç ümmeti olmamış; belki bir tane olmuş, belki iki tane olmuş. |
But we are not to misunderstand this; the respected sage is trying to draw your attention to complete sincerity. |
Ama bunu yanlış anlamamak lazım; o Hazret öyle diyor da esasen İhlas hususuna dikkatleri çekme mevzuunda diyor. |
Those Messengers are the object of honour of the highest reward of Prophethood and significance in the sight of God. |
Onlar, o peygamberliğin yüksek pâyesinin sevabı ne ise, nezd-i Ulûhiyette kıymet-i harbiyesi ne ise, mutlaka ona mazhar olmuşlardır. |
They spread their wings like a turtledove, and flew with the wisdom of vision, and enraptured with the voice 'I am content', enthralled. |
Üveyik gibi kanatlanmış, yine Rü'yet ufkuna yükselmişlerdir, "Ben razıyım" sesi ile sermest olmuş, kendilerinden geçmişlerdir. |
Establishing purity of intention is a prime matter. |
Ama ihlasları esasen bir hakikati ikame etme mevzuudur. |
How Zachariah was cut with a saw and John was martyred and Prophet Jesus was pursued like criminal. |
Fakat onların, işte Hazreti Zekeriya (aleyhisselam) gibi testere ile biçilmesi, Hazreti Yahya (aleyhisselam) gibi şehit edilmesi, Hazreti İsa (aleyhisselam) gibi -hâşâ ve kellâ- bir şakî gibi takibe maruz kalması. |
There are two differing verses about the outcome of Prophet Jesus in the Qur'an and in the Bible. |
O'nun (Hazreti İsa'nın) âkıbeti ile alakalı, Kur'an-ı Kerim'de geçen farklı iki ayet, Yuhanna İncili'nde anlatılandan farklı iki ayet var. |
And they said in boast, 'We killed the Messiah, Jesus son of Mary, the Messenger of God, whereas they did not kill him, nor did they crucify him, but the matter was made dubious to them. |
"Yine, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu İsa (hakkında övüne övüne, "Onu) katlettik" diye iddia etmeleri yüzünden -oysa onlar, İsa'yı öldüremediler, onu asamadı ve çarmıha geremediler; fakat şüpheye düşürülüp (bir aldanışa ve karışıklığa sürüklendiler). |
Those who fall into uncertainty regarding Jesus and his departure from earth, are unable to hold to any truth are often in doubt themselves. |
İsa ve dünyadan nasıl ayrıldığı konusunda ihtilâfa düşenler, asla bir gerçeğe dayanmayıp, zaten kendileri de hep şüphe içindedirler. |
They have no definite knowledge thereof, following mere conjecture; and they killed him not of a certainty. |
Herhangi kesin bir bilgiye sahip bulunmadıkları için, ancak zanna tâbi olup gitmektedirler. |
The truth is that they did not kill Jesus' (An-Nisa 4:157). |
Gerçek şu ki, onlar İsa'yı asla öldüremediler" (Nisâ, 4:157). |
'(It was part of His countering their scheme) when God said: |
"O zaman Allah şöyle buyurdu: |
"O Jesus! |
Ey İsa. |
(as your mission has ended,) I will take you back (to Myself) and raise you up to Myself, and will purify you of (the groundless slanders of) those who disbelieve, and set your followers above those who disbelieve until the Day of Resurrection. |
Artık (rasûl olarak vazifen tamamlanmakla) seni eceline yetirip geri alacak ve (misalî vücuda bürünmüş bedenin ve ruhunla birlikte) nezdime yükselteceğim ve seni o küfredenlerin arasından alıp suçsuzluğunu, paklığını ortaya koyacak ve sana tâbi olanları Kıyamet Günü'ne kadar küfredenlere üstün kılacağım. |
Then, to Me you will all return, and I will judge between you concerning all that on which you were used to differ"' (Al-i Imran, 3:55). |
Sonra, her halükârda hepinizin dönüşü Banadır; işte o zaman, ihtilâf edegeldiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim" (Âl-i Imrân, 3:55). |
As a side note, in Qur'anic commentaries, those who claim that Jesus was not killed, interpret the word in the verse as 'God gave Jesus everything perfectly, He completed him.' |
Tefsirlerde, öldürülmediğini ifade eden zatlar, ayette geçen "müteveffike" kelimesini izah ederken -antrparantez arz ediyorum- "Allah (celle celâluhu), Hazreti İsa'ya vereceği her şeyi tastamam verdi, tevfiyede bulundu" manasını veriyorlar. |
Anyway, let's not go into these details. |
Her ne ise, bu detaylara girmeyelim. |
When Jesus departed this world, he left behind eleven apostles. |
Şimdi O (aleyhisselam) bile giderken, işte on bir insan arkada bırakıyor. |
Think about it! The Spirit coming from God; born to such an exalted person as Mary. |
Düşünün "Rûhullah"; Meryem validemiz gibi birinden dünyaya geliyor. |
Not an ordinary man, created in the womb of Mary, as the Spirit breathed by God, and raised in the same manner. |
Herhangi bir erkek değil, doğrudan doğruya "Rûhullah"ın telkihi ile meydana geliyor ve öyle yetişiyor aynı zamanda. |
Raised as the spitting image of his mother. |
Annesinin burnundan düşmüş gibi yetişiyor. |
He spoke in his mother's arms as soon as he was born. |
Daha kucaktayken, dünyaya gelir gelmez, konuşuyor. |
His voice was that of God (he was made to speak by God). |
O ses O'nun sesi ise. |
The Qur'an mentions the anxiety of his mother: |
Kur'an-ı Kerim'de buyrulduğu gibi, hani anne, telaş içinde: |
'And the throes of childbirth drove her to the trunk of a date-palm. |
"Derken, doğum sancısı O'nu bir hurma ağacına dayanmaya zorladı. |
(Worrying about how to tell her community about giving birth to a child without being married) She said: "Would that I had died before this, and had become a thing forgotten, completely forgotten!"' (Mary, 19:23). |
(Evlenmeden çocuk sahibi olmayı insanlara nasıl anlatacağının endişeleri içinde) 'Keşke bu iş başıma gelmeden önce öleydim de adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım.' dedi" (Meryem, 19:23). |
She says, 'I wish I had died before this, and had become completely forgotten'. |
"Ah keşke, ölseydim de unutulup gitseydim" diyor. |
These words reflect chastity. |
Bu, iffetin söylettiği bir sözdür. |
She lived such a life that she enclosed herself in a sanctuary, in a small room. |
Öyle yaşamış ki, mâbette, mihrâb gibi bir yere, bir odacığa kapanmış. |
Actually, in Judaism women cannot enter the synagogue. |
Yahudilikte esasen kadınlar, havraya giremiyorlar. |
But she dedicated herself to God in a separate place. |
Fakat ayrı bir yerde kendisini Allah'a vermiş. |
Whenever Zachariah went to her in the Sanctuary, he found her provided with celestial food. 'Mary,' he asked, 'From where did this come to you?' |
Hazreti Zekeriya onun yanına girip çıkarken, önünde ekstradan semâvî yemekler görünce, "Nereden bunlar sana" diyor. |
'From God' she answered, as expressed in the Qur'an. |
Kur'an ifade ediyor bunu; "Allah'tan, semadan" diyor. |
She was a woman who lived in such chastity, a woman renowned for her chastity. |
Şimdi iffeti ile böyle yaşamış bir kadın; hep iffeti ile "müşârun bi'l-benân" olmuş veya "müşâratün bi'l-benân" olmuş. |
This shows how she was devastated by the slander and accusations made of her. |
Şimdi ona o yapılan şey (itham ve iftira), öyle ağır gelir ki. |
'And the throes of childbirth drove her to the trunk of a date-palm. She said: "Would that I had died before this, and had become a thing forgotten, completely forgotten!"', '(A voice) called out to her from beneath her: |
"Keşke bu iş başıma gelmeden önce öleydim de adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım" deyince, aşağıdan bir ses geliyor: "(Bir ses) alt tarafından ona seslendi: |
"Do not grieve! Your Lord has set a rivulet at your feet"' (Mary 19.23-24). |
Üzülme; bak Rabbin senin alt tarafında akar bir su meydana getirdi" (Meryem, 19:24). |
He says this while he was a baby, as soon as he came into the world. |
Daha çocukken, dünyaya gelir gelmez, ayağının dibinde böyle diyor. |
His voice. |
Ses O'nun sesi ise. |
Or it might be the voice of the Spirit breathed to him. |
Veya O'nu nefh eden Rûh'un sesi de olabilir. |
There are two possibilities here. |
İki ihtimal de var burada. |
From my point of view, this voice directly belonged to the Noble Messiah; because Mary was going to need this later. |
Fakat Kıtmîr'e göre, doğrudan doğruya, Hazreti Mesih'in sesi; çünkü Hazreti Meryem validemizin -esasen- öyle bir referansa ihtiyacı vardı. |
This way she was not going to feel anxious facing the Jews with her baby in her arms. |
Onu, beşikteki çocuğu kucağına alıp Musevîlerin karşısına çıktığı zaman, endişe duymayacaktı. |
When they asked, 'From where did this child come to you?' |
Onun için "Nereden Sana" dedikleri zaman, "Nereden bu çocuk sana" dedikleri zaman. |
When they exclaimed: 'Your father was never a wicked man, where is this child from?', without saying anything, our beloved mother, may God forgive us for her sake, pointed to her child. |
"Senin baban öyle birisi değildi, annen de öyle birisi değildi; nereden bu çocuk sana?" dedikleri zaman, hiçbir şey söylemeden mübarek validemiz/anamız -Allah, bizi ona bağışlasın.- çocuğu işaret ediyor. |
They said, 'How can we talk to one in the cradle?', the voice of Jesus resounded. |
"Beşikteki çocuk ile mi konuşacağız?" dediklerinde; onun (Hazreti İsa'nın) sesi gürlüyor. |
Our mother was so confident. |
O kadar emin ki validemiz. |
Whenever I listen to this verse, I remember the story of the Prophet Moses. |
Hazreti Musa hadisesine benzetiyorum ben bunu hep, bu ayeti dinlerken. |
As the Chapter Maryam is one of the chapters I listen to the most. |
Çünkü en çok dinlediğim yerlerden birisi; Meryem sûre-i celilesi, çok dinlediğim yerlerden birisi. |
I have listened to this chapter from thirty different reciters. |
Hafızların hemen belki otuz tanesinden ayrı ayrı dinlemişimdir onu. |
It is like what Moses goes through at Mount Sinai. |
Seyyidinâ Hazreti Musa'nın Tûr-i Sînâ'da kendisine referans olabilecek öyle bir şeyden geçmesi gibi. |
If he was suddenly told to, 'Take the staff and confront the magicians', it may have startled or scared him to suddenly see the staff turn into a snake, cobra or dinosaur which would come towards him. |
Birden bire "Al asâyı, git sihirbazların karşısına çık" denseydi, orada birden bire asanın yılan olması, kobra gibi, dinozor gibi insan üzerine gelmesi neticesinde orada korkar, titreyebilirdi. |
If he encountered something like that for the first time. |
İlk defa öyle bir şey ile karşılaştığı zaman. |
Also, the becoming of his hand as pure as light; such things are surprising events which may arouse serious excitement within a human. |
Yine, elin bembeyaz olması filan; bunlar, sürpriz şeyler, insanda ciddî heyecan uyarabilir. |
God forbid, the Prophet who is always talking the truth and affecting people with his speech, God forbid, may have panicked in that moment. |
Hâşâ ve kellâ, her dediğini doğru diyen ve dediği şeyler ile başkalarını tesiri altına alan koca Peygamber orada -hâşâ ve kellâ- panikleyebilirdi. |
Almighty God told him, 'Take off your sandals' at Mount Sinai, the place they call the Sacred Valley. |
Cenâb-ı Hakk, evvelâ Tûr-i Sînâ'da, Mukaddes Vadi denen yerde, "Ayakkabılarını çıkar" buyuruyor. |
Thus, this is a place of divine manifestation; God Almighty states, 'Indeed, it is I, I am your Lord. So take of your sandals, for you are in the sacred valley of Tuwa' (Ta-Ha, 20:12). |
Demek ki tecelligâh-ı İlahî orası; orada Cenâb-ı Hak tecelli buyuruyor O'na, "Bil ki, Ben senin Rabbinim; şimdi pabuçlarını çıkar; çünkü mukaddes Tuva Vadisi'nde bulunuyorsun" (Tâhâ, 20:12) buyuruyor Tâhâ sûre-i celîlesinde. |
However, Almighty God got him to practice earlier. |
Fakat orada evvelâ bir tatbikat yaptırıyor. |
Almighty God told him to cast down his staff, and reveal his hand. |
"At asânı yere" diyor, "Çıkar elini" diyor. |
Consequently, when this event occurred in front of the Pharaoh and the magicians, he felt a tiny amount of panic, but Almighty God said, 'Don't worry, and don't be afraid'. |
Dolayısıyla Firavun'un karşısında yaptığı zaman, bunlar meydana geldiği zaman, sihirbazlar karşısında bunlar meydana geldiği zaman, onların oyunları karşısında "hîfê" deniyor, hafif, çok küçük, cüz'î bir telaş yaşıyor ama Cenâb-ı Hak, "Endişelenme, korkma sen" buyuruyor. |
I always liken this event with the words of Prophet Jesus to our mother Mary. |
İşte, ben, hep ona benzetiyorum Meryem validemize Hazreti İsa'nın seslenişini. |
When Noble Mary went to face those men, her heart was in full satisfaction and she was very calm, as she pointed towards Him. |
Nihayet, Hazreti Meryem, oraya geldiğinde, çok rahat, kalbi itmi'nan içinde, O'nu işaret ediyor. |
This also showed how chaste and decent she was and silenced the people who reproached her; she silenced those who denounced Him. |
Bu, onun aynı zamanda hakikaten iffetli olduğunu da gösteriyor, onların da ağzına fermuar vuruyor; Onu ta'n edenlerin ağzına fermuar vuruyor: |
And the infant said: |
"Derken bebek: |
'Surely I am 'abdullah (a servant of God). He (has already decreed that He) will give me the Book (the Gospel) and make me a Prophet' (Maryam, 19:30). |
Ben Allah'ın kuluyum, dedi, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi" (Meryem, 19:30). |
As a characteristic of the Arabic language, things with a definite existence are expressed in the past tense. |
Vukuu muhakkak olan şeyler, Arap dilinde mazi kipi ile ifade edilir. |
In the future, God will give him revelation, the Gospel. |
İleride Allah Kitap/İncil verecek ona, "Ahd-i Cedîd"i verecek: |
'He (has already decreed that He) will give me the Book (the Gospel) and make me a Prophet' (Maryam, 19:30). |
"O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi." |
He will become a Prophet in the future. |
İleride Peygamber yapacak diyor. |
He is then a child, not yet given this duty, yet due to the definitiveness of the subject matter, the past tense is used. |
Çocuk daha, henüz vazife gelmemiş ama mazi kipinin hususiyeti, vukuu muhakkak. |
'He has made me blessed (and a means of His blessings for people) wherever I may be' as a response to those who slandered our mother Maryam. |
Sonra, "Nerede olursam olayım, Allah, Beni mübarek kıldı" (Meryem, 19:31) diyor; onlara karşı diyor, Meryem validemizi itham edenlere karşı. |
He is the witness of his mother. |
Anasının şâhidi. |
Yes in the Old Testament, he is referred to as the 'young man from Nazareth'. |
Evet, "Nâsıralı genç" deniyor, Eski Ahit'te de öyle deniyor. |
The young man from Nazareth travels. |
Nâsıralı genç, dolaşıyor her yerde. |
In fact even John the Baptist listens to him. |
Hatta Hazreti Yahya da onu dinliyor. |
They are cousins, relatives at the same time. |
Onlar aynı zamanda halazâde (teyze oğlu), birbiriyle akraba. |
He listens to him speak. |
Onun konuşmalarını dinleyince sağda-solda. |
John also speaks so well; he is a Prophet and speaks like a Prophet but he says: 'From this point onwards, the speech is his' |
O da güzel konuşuyor; bir Peygamber, Peygamber gibi konuşuyor; fakat diyor ki, "Galiba bundan sonra söz onun." "Söz Senin, devran Senin. |
He tells Jesus to speak. |
Sen konuş" diyor, Hazreti Mesih'e. |
But when Jesus leaves this realm, he only leaves 11 apostles behind. |
Böyle diyor ama bu büyük insan, yürüyeceği yere -neresi ise, oraya- yürürken, arkada on bir insan bırakıyor. |
And his apostles leave great impressions too. |
Onlar (Hazreti İsa'nın havarîleri) da çok doğru izler bırakıyorlar. |
In the exegesis of Hammam, about chapter Ya-Sin, it is relayed that the envoys that came to Antioch were his apostles. |
Yâsîn Sûresi ile alakalı Hammâm Tefsiri'nde de anlatıldığına göre; Allahu a'lem, Antakya'ya gelen elçiler de onun elçileri. |
There, Habib an-Najjar becomes one of the first to believe. |
Orada, o Habîb-i Neccâr, ona ilk inananlardan bir tanesi oluyor. |
They travel throughout the Roman Empire. |
Tâ Roma İmparatorluğu'nun içine giriyorlar, Romalıların içine. |
The Romans become uncomfortable with them. Until Constantine accepts their religion, they face torture. |
Onlar, onlardan rahatsız oluyorlar; Büyük Konstantin, Hıristiyanlığı din olarak kabul edeceği âna kadar işkence görüyorlar. |
They even leave them to die in places infected with diseases like the plague and cholera. |
Hatta vebanın, tâûnun, değişik hastalıkların sâri olduğu yerlerde, onları ölüme mahkûm ediyorlar. |
But without being giving up, they spread the message of Christianity wherever they go. |
Fakat onlar, bıkmadan, usanmadan hakiki Hıristiyanlığı orada telkin ediyorlar. |
So he leaves behind 11 such individuals; however thousands of people walk in the footsteps of Jesus, of John the Baptist, and of Zachariah, on the path that leads to the shore of salvation. |
Şimdi böyle on bir tane insan bırakıyor; fakat sonra arkadan bir yönüyle sâhil-i selâmete çıkan, binlerce insan, onun bıraktığı o izlerde yürüyor, Hazreti Yahya'nın bıraktığı izlerde yürüyor, Hazreti Zekeriya'nın bıraktığı izlerde yürüyor. |
It is said that there were one hundred thousand Muslims when the Pride of Humanity passed away. |
İnsanlığın İftihar Tablosu'nun, ruhunun ufkuna yürüdüğü dönemde -bazı Siyer kitaplarında- "Yüz bin insan vardı" deniyor. |
However in his book, Ibn Hajar mentions ten thousand. |
Fakat en büyük "Tabakât" el-İsâbe kitabında, İbn Hacer, on bin insandan bahsediyor. |
In the book Usd al-Ghabah, six to seven thousand people are mentioned. |
Üsdu'l-Gâbe'de altı-yedi bin insandan bahsediliyor. |
I think the texts that mention fifty thousand and one hundred thousand are counting the people that just newly entered Islam. |
Zannediyorum bu "elli bin, yüz bin" diyen insanlar, böyle yeni girmiş insanları da sayıyorlar. |
A short time before the Prophet passed. |
Daha dün girmiş, Efendimiz ruhunun ufkuna yürümüş. |
Women, men, children, the elderly and sick, etc. |
Kadın, erkek, çoluk, çocuk, hasta, alil, melûl. |
They count all of these. |
Bunların hepsini dâhil ediyorlar. |
The Pride of Humanity. |
İnsanlığın İftihar Tablosu. |
The one for whose sake we exist. |
Yüzü suyu hürmetine var olduğumuz İnsan. |
The Sultan of the Prophets. |
Peygamberlerin sultanı. |
The Sultan of the Prophets. |
Ki, Türkçemizde biz, Arapçasını kullanıyoruz "Sultân-ı Enbiyâ" diyoruz, "Peygamberlerin Sultanı" diyoruz. |
The noble Necip Fazıl titled the book he wrote for the sake of the Prophet as follows: |
Üstad Necip Fazıl, O'nun adına yazdığı kitabın adını şöyle koydu: |
'Him for whose sake we exist.' |
"O ki, o yüzden varız." |
Him for whose sake we exist. |
O ki, o yüzden varız. |
The meaning of this wonderful saying which is narrated as a Prophetic tradition: |
O, hadis diye rivayet edilen güzel bir sözün manası, (hadis diye rivâyet edilen güzel bir sözün mânâsı): |
'If you did not exist, I would not have created the skies and the earth.' |
"Sen olmasaydın, gökleri, yeri yaratmazdım." |
For his sake. |
Yüzü suyu hürmetine. |
The meaning of this is correct, because if he did not explain the will of Almighty God in creation, maybe everything was going to be in vein. |
Manası, doğru bunun; çünkü onların manasını, o Kitâb-ı Kebîr'in manasını, Cenâb-ı Hakk'ın murâd-ı Sübhânîsini bize anlatmasaydı şayet, gelip bize anlatmasaydı, belki her şey abes, boşu boşuna olacaktı. |
Everything gained meaning and value as a result of him. |
Her şeyin anlamlandırılması, mana kazanması, O'nun sayesinde oldu. |
He became the tongue and interpreter of all that exists. |
O, bütün varlığa dil ve tercüman oldu. |
It was the Qur'an that was speaking; however, he, peace and blessings be upon him, brought it down from the heavens and made it speak. |
Konuşan, Kur'ân idi; fakat semadan alıp onu konuşturan O (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi. |
'Silence. |
"Sus. |
The Qur'an reads the universe in the vast mosque of creation. |
Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor. |
Let's hear it. |
Onu dinleyelim. |
Let's be illuminated with that light. Let us act according to its guidance, and let's read it regularly! |
O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. |
It is 'speech' in the truest sense. |
Evet, söz odur ve ona derler. |
The Qur'an is the truth, coming from the Ultimate Truth. It guides to the truth, spreading its light everywhere.' |
Hak olup, Hak'tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur." |
However its interpreter was the glorious Prophet. |
Ama onun tercümanı, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi, Hazreti Rasûl-i Zîşân idi. |
But what has happened? |
Fakat ne oldu? |
After he passed, fourteen or fifteen years later, two great powers of that age came under the guardianship of Islam: |
Kendinden, Kendisi ruhunun ufkuna yürüdükten sonra, çok fazla değil hemen on dört, on beş sene sonra, iki tane süper güç, İslam'ın vesayeti altına girdi: |
The Persian Empire and Roman Empire. |
Pers İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu. |
Armies were broken, they fled; they ran all the way to Constantinople. |
Ordular bozuldu, kaçtılar; tâ Konstantin'e kadar kaçtılar. |
Constantine the Great asks: |
Konstantin soruyor: |
'Why are you fleeing?' |
"Niye kaçıyorsunuz?" |
'Just how we're running away from death, they are running towards it; who would not flee?' |
"Bizim ölümden kaçtığımız gibi, onlar ölüme doğru koşuyorlar; nasıl kaçmayacaksınız ki?" |
'Indeed' he says. |
Evet, öyle diyor. |
I think this occurred with Shibli as well; I might be remembering it incorrectly, Mawlana Shibli, from India. |
Zannediyorum Şiblî'de görmüştüm bunu, zannediyorum; yanlış da aklımda kalmış olabilir, Mevlânâ Şiblî, Hindistan'da. |
Now if the Prophet left behind so many followers, I think, this is not an issue to be taken lightly. |
Şimdi İnsanlığın İftihar Tablosu bile arkada bu kadar insan bırakmış ise şayet, bence, o mesele küçümsenecek bir mesele değil. |
The traces left behind are crucial; if not today, then tomorrow, with God's permission and grace. |
Bırakılan izler, çok önemlidir; bugün olmazsa yarın, Allah'ın izni-inayetiyle. |
Let me offer my opinion: |
Bir şey arz edeyim: |
Actually, none of the worldly renowned saintly people, in their lifetimes, witnessed any reputable or illustrious situations that occurred after their time. |
Aslında, bu dünya çapındaki büyüklerin hiçbiri, yaşadıkları dönemde, daha sonraki durumları itibarıyla o parlaklığa şahit olmamışlardır. |
However, our noble Prophet did; he said 'My name will spread to every place where the sun rises and sets'. The Prophet foresaw this, but did not see it during his worldly life. |
Efendimiz, onu görmüştür; "Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır" demiş, onu görmüştür; fakat dünya hayatındayken esasen onu görmemiştir. |
Humans can suffer from the blindness of proximity. |
Çünkü yakın körlüğü yaşar insanlar. |
Rumi was a saintly man. |
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, büyük bir insan. |
Do you know how much later he became known worldwide? |
Ne kadar zaman sonra tanınmış biliyor musunuz, dünya çapında? |
Three centuries later. |
Üç asır sonra. |
Imam al-Ghazali became known after five centuries; a huge scholar, it can't be said that he is known in all of his true significance. |
İmam Gazzâlî, beş asır sonra tanınmış; böyle büyük bir âlim, hâlâ da kıymet-i harbiyesine göre tanındığı söylenemez. |
It is the same for Bediüzzaman: |
Çağın Sözcüsü de öyle: |
It took almost a century for his early works to be noticed. |
Ta Meşrutiyet yıllarında yazdığı kitapları ile filan, yüz sene. |
It can't be said the people of Anatolia genuinely know him today. |
Hâlâ Anadolu insanı tarafından tanındığı söylenemez. |
Especially those supposed 'theologists' do not know him. |
Hususiyle, evleviyetle tanıması gerekli olan, din adına eğitim görmüş insanlar ve hususiyle de teologlar -diğer bir ad (ilahiyatçı) ile anmıyorum ben onları, "teologlar"- tanımıyorlar. |
It seems to me that there probably isn't even one out of 10 people amongst them who appreciates him. |
Zannediyorum, onların içinde takdir eden on insan yoktur. |
In order to advance their political interests, it seems that there are some people who have undertaken the motion of disseminating certain books to gain recognition within a certain segment of society. |
Siyasî mülahazalarına âlet etme maksadıyla birileri bazı kitaplarını neşretmek suretiyle kendilerine bir pâye kazandırmaya matuf bir tavırda, bir davranışta bulunmuşlardır. |
As I am saying this, I think the images are in your sights like a cinema reel. |
Ben söylerken, zannediyorum, resim/tablo, sinema şeridi gibi sizin gözünüzün önünde de canlanıyordur. |
These are the actions of the hypocrites. |
Bunlar, münafık oyunları. |
Indeed... |
Evet. |
He has not been comprehended. |
Fakat tanınmamıştır, katiyen. |
Being unaware of the nearby realities. |
Yakın körlüğü. |
In every era it's been like this. |
Her devirde öyle olmuştur. |
But this blindness has never continued through the ages. |
Fakat hiçbir zaman bu körlük, devam etmemiştir. |
When critiquing the tradition transmitters, there is a saying: |
Hadis ricali kritiği yapılırken, bir söz vardır: |
'There is jealousy amongst peers.' |
"Emsal arasında tenâfüs olur." |
There will always be intolerance towards others by those who share the same age, era and period. |
Aynı çağı, aynı devri, aynı dönemi paylaşan insanlar arasında, hafif hazımsızlık olabilir. |
Only the great scholars did not experience this: |
Bu, ancak o büyükler arasında olmamış: |
Abu Hanifa wasn't jealous of Imam Malik; Imam Malik wasn't envious of Abu Hanifa; Ahmed ibn Hanbal did not hold a grudge towards Imam Malik; Imam Shafii was not envious of Abu Hanifa. |
Ebu Hanife, İmam Mâlik'i kıskanmamış; İmam Mâlik, Ebu Hanife'yi kıskanmamış; Ahmed İbn Hanbel, İmam Mâlik'i kıskanmamış; İmam Şâfiî, Ebu Hanife'yi kıskanmamış. |
Maybe before they met they said, 'until we meet' with the other but once they did, they became those who appreciated one another. |
Belki tanımadıkları dönemde, "Bir tanısak" falan demişler ama birbirlerini tanıyınca, birbirlerinin takdirkârı olmuşlar. |
But there have been many people who tried everything in their power to dethrone their peers; despite having faith, they did everything they could to dethrone others. |
Fakat çok insan, emsallerini kaydırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlar; inandıkları halde, ellerinden gelen her şeyi yapmışlar. |
Thus, in today's day and age in various Muslim countries this too is the case. |
Nitekim günümüzde de değişik ülkelerde, İslam ülkelerinde hal böyle. |
For example, they say to those who do evil deeds against a congregation that represents goodness that they would not fully rest until they destroy such a group as they will always 'give you a headache'. |
Mesela doğruluğu temsil eden bir cemaate kötülük yapanlara karşı, "Meseleyi kökten kazımayınca siz rahat edemezsiniz; bunlar her zaman başınızı ağrıtır" diyorlar. |
I am narrating words that have been said by another person here. |
Birinin söylediği sözü naklediyorum burada. |
Yes, such a person that when I was asked for a ruling on a matter, I referred this person to the matter saying, 'it would be better if you asked this person.' |
Evet, öyle biri ki, birisi bana iki defa fetva sormuştu da ben de biri vasıtasıyla "Ona sorsanız, daha iyi olur" demiştim. |
Yes, he is returning the favour by saying: |
Evet, o da onun karşılığını veriyor; diyor ki: |
'This unprecedented work that you do, worthy of thanks and appreciation, is one that is peerless in history.' |
"Şimdiye kadar yaptığınız bu meşkûr iş, şâyân-ı takdir iş, tarihte emsali, eşi bulunmayan bir iştir. |
You are destroying someone, but do not be content with this level of destruction, do not even leave a trace. |
Birilerini yok ediyorsunuz, fakat böyle biçme ile bu meselede yetinmeyin; hozan bile bırakmayın. -Ekinler biçildikten sonra geride bırakılana "hozan" denir.- Hozan bırakmayın. |
If you were to leave them to be, they would once again flourish like meadows. |
Bunları böyle bırakırsanız, çayırlar gibi, yeniden bir kere daha biter bunlar. |
If possible, get rid of their roots. |
İmkânı varsa, sürün; bunların köklerini de yok edin. |
In fact, capture even their acquaintances and those who have even the slightest sympathy towards them. Hunt them down in different places and exterminate them from the roots. |
Hatta bunları tanımış, bunları takdir etmiş insanları bile derdest edin, değişik yerlerden onları yakalayın, postalayın; bir yönüyle, bütününün kökünü kazıyın." |
In Arabic, the word for this means extermination and banishment. |
Arapça kelime, dilimizde de kullanılır, buna "tenkîl" denir; tenkîl, kökten kazıma. |
Or getting rid of completely, never to come forth again. |
Veya "ibâde" denir; bir daha olmayacakları şekilde, bütün bütün yok etme. |
'O my Lord, respond to those who have enmity towards us, who try to get rid of us, in such a way that we need not to make any other responses. |
"Allah'ım bize karşı düşmanlık hisleriyle oturup kalkan ve Hizmet'in kökünü kazımaya çalışan zalimlere öyle bir mukabelede bulun ki, bizi başka hiçbir mukabeleye muhtaç bırakmasın. |
Grant our prayer, O All-Merciful One!' |
Duamızı kabul buyur ey Erhamerrâhimîn." |
Ignorant people... |
Nâdân insanlar. |
'For those who know, it is tough to converse with someone who is ignorant' |
"Nâdânla sohbet, zordur, bilene |
For the ignorant man will speak whatever comes to his tongue.' |
Zira nâdan söyler, ne gelirse diline." |
They are displaying actions worthy of their character. |
Onlar, kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. |
You, as people who fully believe in God with heart and mind, will act in a way worthy of you. |
Siz, Allah'a doğrudan doğruya inanmış, yürekten inanmış insanlar olarak, size yakışır şekilde davranacaksınız. |
I cannot guarantee that we will not say, 'O Lord, they did such and such to us!' in the Hereafter. I cannot guarantee this for myself. |
Ama bilmiyorum tabii, öbür tarafta yükün ağırlığından dolayı meseleyi atf-ı cürüme getirir, "Yâ Rabbi, bunlar bize yaptılar" der miyiz; o mevzuda teminat veremeyeceğim, kendi adıma bile teminat veremeyeceğim. |
However in order to act worthy of your character in this life, no matter what they do we must act like Abel: |
Fakat şimdiki karakterimin gereği; ne yaparlarsa yapsınlar, bence Hâbil gibi hareket etmeli: |
Even if you came at me with your fists, spears and weapons, I will not harm you with even my tongue. |
Sen, bana, yumruğun ile gelsen, mızrağın ile gelsen, silahın ile gelsen, ben, sana dilimin ucuyla bile bir şey yapmayacağım. |
Abel is in fact saying, 'You will enter Hell with your actions'. |
Evet, Hâbil, "Sen, esas, yaptığın şey itibarıyla, yaptığın şeyler ile Cehennem'e gideceksin" diyor. |
May God protect us from being like Cain. |
Allah, Kâbil'in âkıbetinden muhafaza buyursun. |
Yes, maybe this is a guide for us. |
Evet, belki bize yapılan tavsiye de bu. |
The Abel and Cain story continues amongst humans. |
İnsanlar içinde, Hâbil-Kâbil hikâyesi hâlâ devam ediyor. |
Goethe had 'Faust-Mephistopheles': the game between man and the devil. |
Goethe, "Faust-Mefisto" demişti; şeytan ve insan oyunu. |
He says, 'The game is still being played, and will continue till the Last Day.' |
O manada, "Oyun, hâlâ devam ediyor, kıyamete kadar da devam edecek" diyor. |
At the moment, the game is continuing. |
Oyun, devam ediyor şu anda da. |
One should be the tricked, not the trickster. |
Bence orada aldanan ol da aldatan olma. |
Be the one who does good, not evil. |
İyilik yapan ol da kötülük yapan olma. |
For those who do evil, if they need goodness from someone, be ready to have good consideration of them to the extent of having dreams about it; in a way, prepare yourself for such a thing. |
Kötülük yapanlara karşı, iyiliğe ihtiyaç duydukları zaman, iyilik yapma mülahazası ile otur-kalk, onun rüyalarını gör; bir yönüyle, kendini ona göre hazırla. |
In a way, create a prejudice for yourself; promise yourself, promise yourself to do good. |
Bir yönüyle kendinde ön yargı oluştur; şartlandır kendini, iyilik yapmaya şartlandır. |
Forget the evil considerations of others, whoever it may be. |
Kötülük mülahazalarını unut, kim olursa olsun. |
So far, your friends and companions have acted this way. |
Ve şimdiye kadar sizin arkadaşlarınız öyle davrandılar. |
Some of the others may have been slanderer's; that's just what they are. |
İçlerinde müfteriler çıkmış olabilir; o kadarmış onlar. |
They have been tricked; they have entered the road that Ibn Salul once took. |
Aldanmışlar onlar; İbn Selûl'ün yoluna girmişler. |
Some of them may have formed a congregation behind Ibn Salul but it seems to me that they are one in one thousand. |
Bazıları İbn Selûl'ün arkasında saf bağlamış olabilirler ama zannediyorum bunlar binde birdir. |
One in one thousand; nine hundred and ninety nine in one thousand, by God's leave and mercy have stayed on the true path; by God's permission and grace, they have stayed on the path they believed to be true. |
Binde birdir; binde dokuz yüz doksan dokuz, belki virgül dokuz, Allah'ın izni-inayetiyle hakta, hakikatte sabit-kadem olmuş; Allah'ın izni-inayetiyle, doğru bildikleri yolda yürümeye devam etmişlerdir. |
Incidentally, let me make a side point here: |
Burada antrparantez şunu da arz edeyim: |
Whoever it may be, fundamentally, if a person is behaving like a human and portraying an attribute of a Muslim in the slightest degree, God will by no means leave that without response. |
Kim olursa olsun, esasen zerre kadar insanca davranıyorsa, Müslüman sıfatı ile davranıyorsa, Allah, katiyen onu karşılıksız bırakmaz. |
This will suffice you. |
Vesselam. |