Kültürel Açıdan Misyonerlik

Küreselleşmenin kültürel etkileşim ve başkalaşımı beraberinde getirdiği ve en çok yerel değerlerin kaybolduğu şikayetinin yapıldığı günümüzde: "Bizim dinimiz en üsttün dindir. Gelsinler dinlerini anlatsınlar. İncillerini dağıtsınlar. Ne çıkar! Tarih boyunca bir tane Hıristiyan olan aklı başında insan gösterebilir misiniz?'' vb türden her tarafından hamaset fışkıran, siyaset meydanlarına özgü sözler acaba ne kadar doğruyu yansıtıyor?

Birinci olarak su tespiti hatırlamak lazım; sosyo-kültürel alanda benzeşme küreselleşmenin tabii ve zaruri sonucudur. İletişim ve ulaşım vasıtaların tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı ve yaygın insanlığın hizmetinde olması söz konusu ettiğimiz sosyal ve kültürel değerlerin 'ötekiler' tarafından bilinmesine, anlaşılmasına ve benimsenmesine yol açmaktadır. Teoriden öte pratik olarak yıllardan beri yaşanan ve yaşanmakta olan bu etkileşim ve benzeşim olgusu sosyologların en çok üzerinde durduğu ve yer yer şikayet ettiği hususlar arasındadır.

Kafa Karıştıran Sorular ve Cevaplar

Giyimden kuşama, yemek alışkanlıklarından insanî ilişkilere varıncaya kadar yerel değerlerin hakim global değerler tarafından eritildiği bu şikayetlerin başında gelmektedir. Tabii hakim global derken ABD ve Kıta Avrupası ile birlikte Batı'ı kastettiğimiz izahtan varestedir. Blue Jean'den Mc. Donald's'a, aile içi ilişkilerden bayramlarda tatile kaçmamıza varıncaya kadar birçok şeyi bu çizgide örnek göstermek mümkündür. Bizim Almanya'da doğup büyüyen ikinci ve üçüncü nesli 'kayıp nesil' olarak nitelendirmemizin altında yatan gerçek bu değil midir? Ya da işin uzmanlarına bu problemi ifade için "Küresel Bunalım" dedirten?

Öte yandan; Hz. Peygamber ve sonrası dönemlerde 'Daru'l İslam' ve 'Daru'l Harb' kavramlarını ile tam anlamını bulan "biz ve ötekiler" ya da "ya bizdensin ya da düşman" yapılanması artık günümüz dünyasında cari değildir. Avrupa'da bile kırılmaya yüz tutan ulus-devlet anlayışının devletlerin siyasetine hakim olmasının ötesinde taban tarafından her gün artan bir hızla benimsenmekte ve özümsenmektedir. Çifte vatandaşlıklar, geçici göçmen statüleri, yabancı evlilikler, beyin göçü, dış yatırımlar, sosyo-ekonomik statü atlamaları vb başlıklarda sıralayabileceğimiz olgular dini, kültürel, ahlakî farklılıklara rağmen insanların birlikte yaşamasını gerekli kılmaktadır. Bu da her ne kadar evrensel ortak paydalar etrafında birleşerek hayatlarını devam ettirseler de günümüz insanın entegrasyon sürecinde kendi olmaktan çıkmasını, kimlik erozyonuna maruz kalmasını netice vermektedir. Polisiye tabirle vak'a-yı adiyedendir bu tip kaymalar ve sapmalar.

Böyle mi olmalıdır? Elbette hayır! Tasavvufi ifadesiyle 'kesret içinde vahdet' yani 'çokluk içinde birlik' yakalanmalı, herkes global dünyada 'ötekilerle' bir ve beraber yaşarken kendisi kalabilmeli, kendisi olabilmelidir. Nitekim çağdaşlaşma, modernleşme vb kavramlara "Türk çağdaşlaşması, Türk modernizasyonu" denirken kastedilen mana da budur. Yani bir taraftan ekonomik, siyasi, teknolojik, bilimsel alanda bir dünyalı olarak kaçmamız mümkün olmayan ve insanlığın başarısı sayılan uygulamalar, icatlar, doktrinlerinden ötekilerle birlikte istifade etme, öte taraftan kültürel, sosyal ve dini alanda kendimiz kalabilme; asırlar ve yıllar boyu bizi biz yapan tarihi değerleri asimileye uğratmama; böylece kesret içinde vahdeti yakalayabilme.

Pekala bu etkileşimle başlayıp benimseme ve başkalaşma ile son bulan bu süreç dini alanda kendini gösteremez mi? Bir başka anlatımla bir Müslüman Hıristiyan, Budist, Hinduist, agnostik veya tersi olamaz mı? Bu sorunun net bir cevabı vardır; olabilir. Ama bu cevabın nedeni sadece kültürel etkileşim değildir; her ne kadar kültürel etkileşimin rolü büyük olsa da. Dini eğitim ve öğretim yeterli düzeyde verilememesi etkileşim ve başkalaşım sürecini hızlandıran bir faktördür. Halbuki dini eğitim ve öğretim etkileşim ve başkalaşım sureci içine ister istemez giren fert için savunma mekanizmasını harekete geçirecek önemli bir dinamiktir. Şöyle ki; İslam dini dogmatik öğelerden uzaktır. Ne inanç ne de ameli unsurları bazı başka dinlerde olduğu şekliyle akli ve mantıki değerlerle çatışır.

Misyonerlere Gelince...

Bu açıdan onun müntesibine sunmuş olduğu, inanmasını ve yaşamasını istediği her bir emir ve yasağın 'tahkiki iman' seviyesinde kabullenilmesi gerekir. Kur'an'ın 'atalar kültü' olarak adlandırdığımız, inanç unsurlarını üzerinde düşünme, araştırma, inceleme yapmadan kabullenmeyi kınamasının nedeni de bu değil midir? Literatürde "taklidi iman" olarak isimlendirilen bu husus için bakın Kur'an ne diyor: "Onlara: " Allah'ın indirdiğine uyun!" dense; "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!" derler. Peki, ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?" (Bakara; 2/170)

Şimdi soralım; misyonerlerin faaliyetlerine : "Gelsinler İncil dağıtsınlar, dinlerini anlatsınlar, bizden hiç kimse din değiştirmez" rahatlığı içinde bakan kişi ve kurumlar acaba İslam dinini başta kendileri olmak üzere yeni nesillere tahkiki seviyede öğretme adına ne yaptılar, ne yapıyorlar ve gelecekte ne yapmayı planlıyorlar? Yeterli seviyede dini bilgiden mahrum, anasından-babasından duyduğu, gördüğü şekliyle dini bilen, halk arasında kullanılan ifade ile "kafa kağıdı Müslümanı"nın dini alanda bu etkileşim ve başkalaşım sürecinden etkilenmeyeceğini kim garanti edebilir? Güncel hayatta zaten namaz, oruç gibi ibadetleri, içki içmeme, zina etmeme, faiz yememe gibi dini yükümlülükleri hayatına tatbik etmekte zorlanan kişilerin İslam ile mukayese edildiğinde alabildiğine serbestiyet içeren ibadet ve hükümlere havi başka dinleri tercih etmesi gayet en azından teorik olarak doğal değil midir? Nitekim sayıları az dahi olsa Türkiye ve başka ülkelerdeki bazı Müslümanların din değiştirmelerinde gerek dini bilgisizliğin gerekse ibadet ve yaşam özelindeki serbestiyetin rolü yok mudur dersiniz?

ABD'de geçen yaz belli bir etnik kökene sahip insanların kümelendiği bir coğrafyada hizmet veren kiliseyi ziyaret ettiğimiz de dudaklarım uçuklamıştı. Zira kiliseyi ziyarete gitmiş, karşımıza koskocaman bir okul çıkmıştı. En üst düzeydeki yetkili şahıs bu mekanın (after school) olarak kullanıldığını ve her gün normal devlet okullarından saat 3.30'da ayrılan öğrencilerin arabalarla kiliseye getirildiğini ve akşam saat 7.00'ye kadar eğitim- öğretim gördükten sonra anne babaları tarafından alındığını söyledi. Kaç talebeniz var dedim; hafta içi 700 dedi. Hafta içi diye vurgulamasının altında, hafta sonunda da (weekend school) dedikleri ayrı bir programları olmasından. İnanamadım; 700 tane ilkokuldan liseye kadar her seviyede talebe hem de her gün kilisenin hazırladığı imkanlarla ikinci bir eğitim görüyor.

Yeri geldiğinde % 99'u Müslüman diye övünerek anlattığımız ve asırlar boyu İslam'ın bayraktarlığını yapmış bir ülkede İslam dinini hem devlet hem de halkın katkıları ile bu ciddiyet, samimiyet ve kararlılık içinde ele alıp anlatmadıktan, gelecek nesillere bu çizgide bir şuur ve eğitim-öğretim vermedikten sonra "gelsinler, anlatsınlar" rahatlığını anlamak zordur.

Bu anlamdaki eğitim ve öğretimin ardından yapılan din değiştirmelere gelince; buyursunlar değiştirsinler. Çünkü dinde zorlamanın olmaması Kur'an'ın bizzat emridir. Geçen yazıda ele aldığımız din hürriyeti bunu amirdir ve bunu engellemeye ne fert, ne aile, ne devlet kimsenin gücü yetmez. Fert bu tercihin dünyevi ve uhrevi karşılığını kendi özgür iradesi ile üstlenmeye hazır olduktan sonra bizim bir şey söylemeye elbette yetkimiz ve hakkımız yoktur.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.