Yalanlar üzerine
“Ey Akşam Gazetesi! Bu kadar yalan ve iftirayı uydurduğuna göre sende ne şeref kalmış ne ahlak. Mehmet Ocaktan, adamsan çık özür dile. Akşam Gazetesi GYY Mehmet Ocaktan! Zerre kadar onurun varsa bugün Zaman’a yaptığınız iftirayı kabul et. Suçüstü yakalandınız çünkü.”
Bir yayın yönetmeni böyle bir sözü duyduğunda ne yapar? Ya istifa eder ya da çıkar bir karşılık verir. Ama tık yok.
Bir gece operasyonuyla hükümetin el koyup havuz medyası haline getirdiği Akşam Gazetesi’nde yayımlanan bir haberdi tartışmaya konu olan. ‘Panik Zaman’ı’ başlığıyla verilen yazının başından sonuna kadar hiçbir yerinde somut örnek yoktu. Hayal mahsulü bu haber üzerine Ekrem Dumanlı, Akşam’ın yayın yönetmeninin ismini de yazarak ‘tweet’ atmıştı. Ancak hiçbir cevap gelmedi.
Böyle yalanlar üzerine kurulu bir gazeteyi çıkartmayı insan olmanın neresine sığdırıyorlar anlamak hakikaten mümkün değil. Bir cümleye sekiz tane yalanı sığdırmayı başaran insanlar hangi ahlak üzerine hayatlarını sürdürüyorlar merak ediyorum. Yalancılığa, iftiraya, haksızlığa, yargısız infaza nereden fetva buluyorlar ki? Yoksa artık bütün bu değerlere gerek kalmadı mı?
Sahi hükümet ve medyasının, hiçbir insanî ve İslamî kural tanımayan bu savruluşu nerede duracak? Hatırlayın Dışişleri Bakanlığı’ndaki toplantıyı... Dinlemelere karşı özel olarak korunduğu belirtilen Bakanlığın ‘sağır oda’sında dört kişi Suriye ile savaş durumunu tartışıyorlar. Bir orgeneral, bir bakan, bir müsteşar ve bir büyükelçiden oluşan en tepe sayılabilecek güvenlik toplantısından söz ediyorum. Bu toplantı kayıt altına alınmış ve sızdırılmışsa (içeriğindeki dehşetli şeyleri bir kenara bırakın) bu dört kişinin birinci derecede şüpheli olması gerekmez mi? Hal böyle iken önce Başbakan olayı apar topar miting meydanlarına taşıdı ve elinde hiçbir belge ve bilgi olmadan Hizmet Hareketi’ni itham etti. Bu kanaat iyice pekişsin diye de Önder Aytaç ve Emre Uslu’ya apar topar dava açtırdı. Dava gerekçesi Önder Aytaç’ın bir televizyon programında böyle bir olaydan haberi olma intibaı’nın(!) edinilmesiydi. Hukuk tarihine geçecek bir gerekçe ile dava açıldı. Bülent Keneş ile benim ismimi de başka bir gerekçe ile aynı torbaya eklediler ki, patlatılan bombanın tesiri daha da güçlü olsun. Elde bilgi, belge olmadan, kendi beceriksizlik ya da kabahatlerini alelacele başka birilerinin üstüne yıkmak için algı operasyonundan başka bir şey değildi yapılanlar.
Sızdırılan toplantının dört kahramanından birisi olan Ahmet Davutoğlu, hâlâ itham ve iftiralarına devam ediyor. İspatsız, belgesiz nasıl böyle bir ithamda bulunursunuz diye sorulan soruya da, ‘Bizde öyle bir kanaat oluştu’ diye cevap verebiliyor. Koskoca Dışişleri Bakanı, yıllarca öğrencilerine doğru olmayı, ilkeli durmayı öğütleyen, en azından öğütlediği düşünülen bir üniversite hocası Ahmet Davutoğlu... Müslüman bir kitleyi sebepsiz, mesnetsiz itham edebiliyor. İnsan hiç mi düşünmez, ya böyle değilse, ya bunca insanın günahını alıyorsak, ya büyük bir vebal altına giriyorsak diye?.. Hiç mi vicdan muhasebesi yapmazlar?
Yıllar önce Fethullah Gülen Hocaefendi henüz Türkiye’de iken bir grup gazeteci arkadaşla sohbetine katılmıştım. Habercilik, haber verme, yalan haberler üzerine konuşulurken, Hocaefendi demişti ki: “Mümin bir insansanız, ben gazeteciyim istediğimi yazarım, diyemezsiniz. Eğer bile bile yalan haber yazıyorsanız, o basılan gazetenin nüshaları adedince yalan söylemiş olursunuz, bu haberi kim okumuşsa kime ulaşmışsa o kadar günaha girersiniz.” O gün aldığım ders diyebilirim ki gazetecilik hayatımdaki en önemli dersti. Yıllarca çıkardığımız gazeteye, yazdığımız yazılara hep o gözle baktım.
Şimdi havuz medyasına şu soruyu sormak hakkım diye düşünüyorum: Bu kadar yalan ve iftira haberini yayımlarken kendinize nasıl bir ruhsat buluyorsunuz? Bu yalanların dünyada ve ahirette hiç hesabının olmadığını mı düşünüyorsunuz?
- tarihinde hazırlandı.