Yalan, bir lafz-ı kâfirdir
Son zamanlarda bir kısım medyada çıkan haberlerin diğer bir kısım medyaca "yalan haber" olarak, ispatlı bir şekilde yalanlandığını görünce hem şaşırıyoruz hem de üzülüyoruz.
28 Şubat sürecinde de inanan kesim hakkında bu kabil yalan haberler çıkıyordu. O zamanda da bunların yalan oldukları ortaya konuluyor ve bu haberlerden müteşekkil "yalan haber" dosyaları oluşturuluyordu. Fakat o günlerde bunları yapanlar dinî değerleri hafife alan veya kendini ahlakî gördüğü halde hedefine ulaşmak için her yolu meşru sayan bir kesim olduğu için pek şaşırmıyorduk.
Bugün ise bu haberleri yapanlar, inandığını bildiğimiz bir kesim. Bu şenî' davranışı da -bazıları kabul etmese de bütün âlem şahit- kendilerini her şeyleriyle imana, vatana ve millete adamış “adanmış ruhlara” karşı, hem de en acımasız, en insafsız şekilde icra etmekte olduklarını görünce ürperiyoruz. Bir mü'minin havsalasının almayacağı, imanıyla yan yana tasavvur edemeyeceği böyle bir duruma düşenler, acaba, kendilerince haklı bir kısım sebepler mi buluyorlar da bu helaket yoluna tevessül ediyorlar? Acaba bu türden, onları haklı kılacak bir kısım makul nedenler olabilir mi? Gerçekten bu türlü sebepler varsa bunlar neler olabilir? Bu sualleri düşündüğümüzde karşımıza şu ihtimaller çıkıyor; (a) Onlar (her kimse onlar) yalan haber yapıyor onun için biz de yapıyoruz. (b) Bize ulaşan haberler ve bilgiler bunlar. Onun için biz de bunları değerlendiriyoruz, yayınlıyoruz. (c) Kasdi olarak haberleri çarpıtıyoruz. (d) Haberlerin bizi destekleyici taraflarını ele alıyoruz. (e) "Hedefe ulaşmak için her yol meşrudur" düşüncesi ile hareket ediyoruz. (f) "Ne yapalım başka çaremiz kalmadı" diyoruz.
Bu saikler/şıklar üzerinde fikir yürütecek olursak;
a) Birilerinin yalan söylemesi veya yalan haber yapması bize de yalan söyleme, yalan haber yapma hakkı, cevaziyeti/caiziyeti sağlar mı? Katiyyen hayır. Çünkü yalan haramdır. Herhangi birinin benim hakkımda yalan söyleyip günaha girmesi benim de onun hakkında yalan söylemekle günaha girmemi meşru hale getirmez. Nasıl ki biri bizim malımızı çalsa, biz de karşılık olarak onun malını çalamayız, yine nasıl ki biri bizim bir yakınımızı öldürse bize de onun bir yakınını öldürme hakkı verilemez; işte bunun gibi bizim hakkımızda bir günahı irtikap eden kişi veya kişiler hakkında bizim de bir başka günaha girmemiz tecviz edilemez. Öncelikle yalan söylediğini iddia ettiğimiz kişilerin yalan söylediğini ispat etmeye çalışmalıyız. O zaman yalan söyleyen, iftira atan kişi, yalan ve iftirası ispat edildiğinde, mahkeme huzurunda hesabını verecektir, vermelidir. Yalan söyleyenin yalanı ispat edilemediğinde de -yalana maruz kalan her ne kadar dünyevî olarak mağdur olsa da- hesabını kıyamet gününde Allah'a verecektir. Bizim akidemiz, inancımız bunu böyle kabul etmemizi amirdir. Çünkü bu dünya hayatı bir imtihandır. Haklının mükâfatını, haksızın da cezasını bulacağı bir âlem yani ahiret, öldükten sonra dirilme hakikati bizim için pek çok problemin çözümünde en baştaki müracaat kaynağımızdır. Bununla beraber Cenab-ı Hak, işlenen cürümleri peşin bir ceza ile bazen bu dünyada da musibetlerle, mahcubiyetlerle veya yalanını ortaya çıkarmak suretiyle de cezalandırabilir. Bu açıdan bakıldığında bir mü'min herhangi bir günaha aynı günahla veya başka bir günahla mukabelede bulunmaz, bulunamaz. Aksi takdirde onun Allah'a ve ahiret gününe olan imanının zayıflığına hükmedilir.
Her ne kadar ayette, “Eğer birileri tarafından herhangi bir eziyete maruz kalırsanız, siz de maruz kaldığınız eziyet kadar onlara eziyet verin." buyrulsa da, ayetin devamında “Fakat (eziyet görmenize rağmen) sabretmeniz sabredenler için daha hayırlıdır." (Nahl Sûresi, 16/126) buyrularak ahlak-ı İslamiyenin en önemli esaslarından biri olan "sabır" yolunun tavsiye edildiği görülmektedir. Başka bir ayette ise “Herhangi bir kavme karşı duyduğunuz öfke ve kin sizi haddi (adaleti) aşmaya sevk etmesin. Adaletli davranın çünkü (adaletli hareket etmeniz) Allah'a saygıya (takva) daha yakın (bir) davranıştır." (Maide Sûresi, 5/8) buyrularak, kötülüklere ve haksızlıklara maruz kalan mü'minlerin nasıl hareket etmeleri gerektiği tarif edilmektedir.
b) Biz bize ulaşan haberleri, duyumları yayınlıyoruz demek de bizi temize çıkarmaz. Kim hakkında olursa olsun haber ve duyumları tahkik edip araştırmak doğruluğundan emin olmak hatta delillendirmek (illa gerekiyorsa) sonra neşretmek sıradan bir insanlık, mü'minlik ve habercilik vazifesidir. Çünkü ayette “Ey iman edenler! Bir fasık herhangi bir haberle size gelirse (o haber doğru mu değil mi) araştırın...” (Hucurat Sûresi, 49/6) buyrularak mü'minlere; cahil insanlar gibi hareket etmemelerini, mü'min kardeşlerin birbirlerine karşı sonradan pişmanlık oluşturacak bir davranışa girmemelerini emrediyor. Bu ayetin Yahudi, Hıristiyan veya diğer insanlara değil de “Ey iman edenler” diyerek bilhassa mü'minleri muhatap alması ne kadar da manidardır. Efendimiz'in (sas) “kişiye günah olarak (yalan olarak) her işittiğini konuşması, nakletmesi yeter." (Müslim, Mukaddime, 5) buyurarak her duyduğunu araştırmadan nakletmenin ne kadar büyük bir günah olduğunu ifade buyuruyorlar. Ya her önüne gelen haberi hiç tahkik etmeden gazete, televizyon ve internet gibi iletişim araçlarından milyonlarca insana duyurmak hem de hiç silinmeyecek bir şekilde duyurmak ne demektir? O haberin yalan olması durumunda milyonların önünde şahs-ı manevisi ve itibarı zedelenen o insanın namus ve şerefini geri iade etmek acaba nasıl mümkün olacaktır? O haber veya duyum velev ki doğru olsa bile kamu hakkını ilgilendirmediği sürece her doğruyu her yerde söylemek, yayınlamak doğru mudur? Şayet bu haberler insanların gizlediği halleri içeriyor ve onlar bu fiilleri açıktan işlemiyorlarsa mü'mine düşen vazife bunları fâşetmek midir, yoksa setretmek midir? İnanan bir medyacı bu türlü meselelerde inançlarından sıyrılmış bir şekilde sadece salt habercilik anlayışıyla hareket edebilir mi? Efendimiz'in (sas) “Kim bir Müslüman'ın (günahını) örterse Allah da kıyamet günü onun (günahlarını) örter." (Müslim, Birr, 58) buyurması bu hususlarda inanan insanların nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğini göstermiyor mu?
c) Kastî olarak haberlerin çarpıtılmasının, yalan haberler uydurulmasının ise, ne kitapta ne imanda ne Müslümanlıkta ve ne de insanlıkta herhangi bir yeri vardır. Allah Resulü'ne (sas) bir sahabi, “Ya Resûlallah! Mü'min korkak olabilir mi?” diye soruyor. “Evet olabilir.” cevabını alıyor. “Cimri olabilir mi?” diye soruyor ve “Evet olabilir.” deniyor. “Peki yalancı olabilir mi?” diye sorunca şöyle cevap veriyor Efendimiz (sas): “Hayır! Asla yalancı olamaz!” (Muvatta, Kelam, 19) Yalan söylemek veya yalan uydurmak (iftira atmak) büyük günahlardandır. Yalanın caiz olduğu birkaç yerden biri olan "savaş hali”ni mü'minler arası meselelere tatbik etmek ise -Allah korusun- bir helakettir. Mü'min her halükârda doğru olan, doğru konuşan, doğru hareket eden, etmesi gereken bir kişi demektir. İmanla yalan -şer'î birkaç izin dışında- bir araya gelmez. Onun içindir ki Üstad Bediüzzaman (ra) “Yalan bir lafz-ı kâfirdir.” buyurarak, yalanın bir küfür sıfatı olduğunu, sürekli bununla hareket eden bir mü'minin de akıbeti yönüyle endişe verici bir durumda bulunduğunu ifade eder. Hakkı batıl, batılı hak göstermek mü'minin değil, başkalarının sıfatı, özelliğidir.
d) Haberlerin işe gelen tarafını ele alarak haklı gözükmeye çalışmak da katiyyen doğru değildir. Hem dinî yönden doğru değildir hem de objektif habercilik açısından. Sözlerin veya olayların bir kısmını alıp diğer kısmını nakletmemek bilhassa, eğer neticeleri itibarıyla insanlar arasında bir hak-hukuk meselesi doğuruyorsa fevkalade yanlış ve bir o kadar da mesuliyeti mucib bir problemdir. Dinî açıdan problemdir zira bu bir aldatma veya en hafifinden bir yanıltmadır. Efendimiz (sas), çarşı pazarda dolaşırlarken içinde buğday veya arpa bulunan bir çuvala mübarek ellerini daldırdığında çuvalın alt kısmındaki buğdayın ıslak olduğunu tespit etmişler ve orada bulunanlara “Bizi aldatan bizden değildir.” buyurarak her hususta bize rehberlik yapacak bir hüküm ortaya koymuşlardır. Objektif haber anlayışı, habercilik ahlakı açısından meseleye bakmamız gerektiğinde ise sözü uzatmaya hiç gerek yoktur. Çünkü mesele gayet açıktır. Bu kastî olarak yapılıyorsa mesleğe ve meslektaşa saygısızlık, yok kasıtlı değilse, işin elif-besini bilmeme gibi bir cehalet demektir.
e) "Hedefe ulaşmak için her yol meşrudur." diyerek hareket eden birinin bu düşüncesine bugün değil bir mü'min kişi, dünyanın en ilkel toplumlarındaki bir insan bile katılmaz. Ne Kur'an'da ne de peygamber yolunda böyle bir kural, böyle bir prensip olmadığı gibi aksine dinin emirlerindeki ruh ve manaya bakıldığı zaman görülecektir ki esas alınan şey “meşru hedefe meşru yollarla gidilmesi”dir yoksa “meşru hedefe gayr-i meşru yollarla da gidilir" değildir. Zaten bu kural geçmişten bugüne hep haksızların ve zalimlerin kuralı olageldiğinden tarihçe, peygamberlerce ve tüm insanlıkça kınanmış ancak namertlerin kullandığı bir yöntem olarak karşımıza çıkmıştır. Hak eninde sonunda ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah doğrularla beraberdir.
f) "Başka çaremiz kalmadı" demek de doğru değildir. Bir mü'min insaflı olmalıdır. "İnsaf dinin yarısıdır" diye meşhur olmuş bir söz vardır. Kamil mü'min hatalarını gören, göremese de usulünce hataları söylenildiğinde karşısındaki iyi niyetli mü'mine “Teşekkür ederim, benim ahiretimi kurtardın.” diyebilen insan olmalı ve cahilce kendini müdafaaya kalkmamalıdır.
Netice olarak; eğer biz, kendimizin, duygu düşüncelerimizin, aklımızın, kriter ve ölçülerimizin bir kudsi değerler mecmuasına bağlı olduğunu biliyor ve buna gerçekten inanıyorsak, o zaman hissî, körü körüne tarafgirlikle davranmamalı, iradelerimizle iman ve Kur'an'ın emirleri çerçevesinde hareket etmeliyiz.
- tarihinde hazırlandı.