Amelde rıza-i ilâhî olmalı

Amelde rıza-i ilâhî olmalı

Soru: “Amelde rıza-i ilâhî olmalı.”[1] deniliyor. Biz yaptığımız işleri Allah için yaptığımızı zannediyoruz. Fakat hizmet ederken bazen elimizde olmayarak nefsin hoşuna giden lezzetler ve başkalarının da bizi beğenmesi ve sevmesi gibi durumlar oluyor. Bu gibi hâllerde ölçüyü nasıl ayarlayabiliriz?

İhlâs ve amel, ruh ve ceset gibi biri diğerini tamamlayan iki özdür. Amelsiz ihlâs olamayacağından ameli olmayan bir insanın “ben ihlâslıyım” demesi de mümkün değildir. Zira ihlâs, cesetteki ruh gibidir. Diğer taraftan, insan bir şeyler yapsa ve yaptıklarında da ihlâslı olmasa, onun amelleri cansız bir ceset gibi olur. Bu itibarla ihlâssız bir amel bütün mânevî kapıları aşıp geçse de, rıza kapısına varınca orada takılır ve daha ileriye gidemez. Böyle birinin ameli o önemli basamakta bir paçavra gibi insanın suratına çarpılır. Allah muhafaza buyursun!

Allah nezdinde ameller tamamen ihlâsa bağlıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi, ihlâslı bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla hâlis olmayan amele müreccahtır.[2] İnsan her hususta, oturmada, kalkmada, düşünmede, konuşmada, hatta sevmede dahi ihlâslı olmalıdır. Sevginin bile ihlâslı bir zerresi, batmanlarla ücretli muhabbete tereccüh eder. Bir şair bunu ifade ederken şöyle der: “Ben sevgim karşılığında kimseden bir mukabele, bir ücret talep etmiyorum; çünkü karşılığında ücret ve mukabele istenen sevgi değersizdir.” Buna göre, şayet bir işte Allah’ın rızası esas alınmışsa bu, ona kuvvet kazandırır; zira o insan, ihlâs sayesinde Allah’a dayanmış olur. Her şeyiyle Allah’a dayanan insan ise yenilmezliğe erer. Öyleyse amel ve ihlâsı birbirinden ayrı düşünmek söz konusu olmamalıdır.

Hem amel hem de ihlâs üzerinde ısrarla durulmuştur; zira hiç kimse, “ihlâslı amele muvaffak olamıyorum” diye amelinden vazgeçmemelidir. İnsan, amelinin yanında kendini ihlâslı olmaya da zorlamalıdır. Aksi hâlde o, şeytana aldanmış olur. Bazen böyle birine “Falan adam gösteriş için namaz kılıyor.” diyebilirler; ne var ki biz, bir mü’min hakkında, gösteriş için namaz kılıyor diye suizanda bulunamayız. Evet, bazen insan namaza durunca aklına namazın tadil-i erkânını başkalarına göstermek gibi düşünceler gelebilir. Ancak abdest alma, namaz kılma, hele kısa gecelerde yatsı namazını kılma, sonra sabah namazına kalkma ve sıcakta terleye terleye teravih namazını eda etme… gibi külfetleri, sırf gösteriş olsun diye hiç kimse kolay kolay göze alamaz. Her şeye rağmen çok çetin olan bu işlere katlanılırken bir insanın aklından bu tür şeyler geçebiliyorsa o bütün bütün müraî demektir. Binaenaleyh herkes amel ederken, amelinin Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvafık olup olmadığı endişesiyle tir tir titremelidir.

Evet insan, amelinin kabul olup olmaması üzerinde durmamalı, onu düşünmemeli ve “Ben bana düşeni yapmaya çalıştım, elimde çok küçük bir armağanla Rabbimin kapısına geldim; kabul edip etmemek O’nun bileceği şeydir, ama ben, kabul edeceği ümidini beslemekteyim.” demelidir.

Hazreti Mevlâna, konuyla ilgili latif, hikmetli ve nükteli bir kıssa anlatır: Çölde kendi hâlinde, fakir ve mütevekkil bir adam vardır. Hanımı onu Bağdat’taki halifeyi görmesi ve onun ikramlarına nâil olması için teşvikle elindeki bir testi suyu hediye olarak götürmeye ikna eder. O da hakikaten çölde en değerli hediye olabilecek bir testi temiz yağmur suyu alıp yola çıkar. Yolda her türlü tehlikeden testisini koruyarak Bağdat’a ulaşır. Saray görevlileri kendisini karşılar, saraya alıp büyük iltifatlarda bulunurlar ve “Hünkârımız sizi kabul edecek.” derler. Padişah, Dicle’nin çağlamasına bakmayıp onun hediyesini kabul eder ve sarayda istediği kadar misafiri olarak kalabileceğini söyler. Giderken de testisine altın doldurup eline verir. Testiyi verirken de, “Senin gücün buna yetiyordu, bunu getirdin. Elinde olsaydı kervanlarla gelen elçilerin hediyelerine denk şeylerle gelecektin.” diyerek onore eder. Dönüşte saray görevlileri onu beldesine daha kısa bir yoldan götürürler ve giderken de Dicle’nin üzerinden geçerler. Adam bakar, kocaman ırmak çağlayıp gidiyor. Suyun kaynağındaki halifeye getirdiği bir testi sudan dolayı biraz utanır ve “Böyle altından ırmaklar akan bir sarayda oturan halifenin benim bir testi suyumu kabul edip bana hediyeler vermesi onun büyüklüğündendir; zira bu suyun onun hazinesine hiçbir şey katmayacağı gibi, hazinesindeki sulara nispeten de ancak deryada damla mesabesindedir.”[3] der.

İşte bizim, Rabbimiz’e karşı ibadet ü taatimiz de, Mevlâna’nın anlattığı bu sermayesi bir testi çöl suyu olan adamın armağanı mahiyetindedir. O yüzden bizler her zaman, “Ey bu yerlerin Mâlik-i Hakikîsi, ey bütün hazinelerin sahibi! Bizim, ibadet adına sunduğumuz şeylerin hiçbirine Sen muhtaç değilsin, bunları bizden bir sadakat nişanesi olarak istiyorsun. Biz de bunun için elimize geçen bu küçük şeylerle Senin dergâh-ı nezd-i ehadiyetine sığınıyor, damlamızı derya yapmanı diliyoruz.” demeliyiz. İşte bu, ihlâstır, samimiyettir, özyürekliliktir.

Meseleyi sorudaki ifadenin alındığı yerdeki tarif içinde ele alacak olursak, insan, emredildiği için ibadet yapmalı; evet, biz ibadetimizi, Rabbimiz emretti diye yapmalı ve neticede de “rıza-i ilâhî” demeliyiz. Zira Rabbimiz hoşnut olduktan sonra başka bir şey olmasa da olur. Ama O razı olmazsa, yapılan şeylerin hiçbiri bir kıymet ifade etmez. Evet, amelde rıza-i ilâhî olunca her şey tamam demektir. Burada da yine bir menkıbe ile meseleyi tenvir edebiliriz:

Harun Reşid’in Bermekîlerden Cafer adında bir veziri vardı. Abbasi hilâfetine karşı kötülükleri olmuştur ama yine de sadık bir insandır. Harun Reşid onu evvelâ kızkardeşiyle evlendirmiş, sonra da bir kısım melhuz veya muhakkak ihanetlerden ötürü öldürtmüştür. Halife bir gün tebasına hediyeler dağıtırken Cafer’i de çağırtır;

– Sen de bir şey iste vereyim, der. O, hiçbir şey istemez ve;

– Canının sağlığı hünkârım, diye cevap verir.

– Servetimin dörtte birini…

– Hayır, istemem, der.

– Yarısını… dörtte üçünü… hepsini vereyim…

– Serveti ne yapayım padişahım, der ve dünyalık bir şey istemediğini ifade eder.

– E ne istiyorsun?

– Ben senin hoşnutluğunu ve seni istiyorum. Çünkü sen benim olunca her şey de benim olur, der.

Bu menkıbenin de ifade ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını esas alma ve Hazreti Pîr’in beyanıyla, O’nu görme, O’nu işitme, O’nu dinleme, O’nu konuşma, O’nu anlamaya, O’nu bilmeye çalışma çok hayatî ve önemli bir husustur..[4] ve bunun dışındaki anlama, bilme, görme ve duymaların da hiçbir faydası yoktur. Bu anlayış içinde kendini zorlama, Rabbin hoşnutluğunu kazanma istikametinde hareket etme… üzerinde durulacak hayatî hususlardır.

Amelin mutlak bir karşılığı ve mükâfatı vardır ama bu, uhrevîdir. Dünyaya ait karşılıklar tâlidir; talepsiz terettüp eden şeyler ise, “Rabbim lütfetti” denilerek tahdîs-i nimetle karşılanmalıdır. Hatta bazen insan, –vicdanında biraz derinleşmişse– korkup; “Acaba Rabbim dünyada bana, karşılığını ahirette almayı beklediğim nimetleri verip de ahirette beni mahrum mu etmek istiyor?” deyip irkilmelidir. İnşâallah bu düşünce içinde hizmet eden insanlar ara sıra akıllarına başka mülâhazalar gelse de öteler adına kayıp yaşamazlar.

Ayrıca, ihlâsı kazanmak için biraz da ihlâs dertlisi olmak lâzımdır. Sürekli Cenâb-ı Hakk’ı düşünmek, murakabede bulunmak, sık sık râbıta-i mevtle sarmaş dolaş olup, öteleri ve ölümü düşünmek ihlâsa giden yolda çok önemlidir.

Her şeye rağmen ara sıra insanın aklına başkalarının beğenmesi de gelebilir. Bazen bu duyguyu, bu hissi defetmek de elimizden gelmeyebilir. Hatta işin başında Rabbimiz’in rızasını niyet edip yola çıkmış da olabiliriz. Buna rağmen içimizde bazen amelimizi insanlara beğendirme arzusu da olabilir. Şayet nedâmet edip tevbeyle Rabbimiz’e yönelirsek bunların çok zararlı olmadığı söylenebilir.

Evet, bu arzu ve duygular ara sıra üzerimize üşüşen arılar gibi bizi rahatsız ediyorsa, hemen o duygulardan sıyrılıp çıkmaya çalışmalıyız ki bütün bütün kaybetmeyelim. Mesela diyelim ki, namaza samimiyetle durduk; “Allahu Ekber” diyerek nefsi boğazladık; fakat namazın rükünlerinden birinde, başkalarının görmesi isteği de karanlık bir şey gibi esip ruhumuzu sardı. Bunun üzerinde durmamalı, insan hemen içinden nedâmet duygularını harekete geçirmeli ve “Allah’ım! Sana sığınırım.” demelidir. Çünkü namaz, başka duyguların içine karışmasıyla bir ölçüde nuraniyetini kaybeder; evet, içine başka duyguların karıştığı namaz, sadece yatıp kalkma ve yorgunluktur. Namaz, onu Rabbimiz kendine izafe ettiği ve mirac dediği için bir kıymeti hâizdir.[5] İşte insan ancak bunu düşünerek ve zihnine üşüşen arıları bertaraf ederek namazlaşmış olacaktır.

Böyle ara sıra zihne gelen şeyler zarar da vermeyebilir. Günde beş defa Rabbinin huzuruna çıkarak kulluk yapan insanların bir riya ile sukût edeceğine de ihtimal verilemez. Aksine bunu düşünmek mü’min kardeşlerimiz hakkında suizan etmek demektir. Biz, onların hâllerini mümkün olduğu ölçüde iyiye hamleder; ağlıyorsa, yüreği yanıyor; sızlıyorsa, yüreğinde sızı var, diye hüsnüzanda bulunuruz. Zaten bunlar riya için yapılacak şeyler de değildirler.

Ben, bir de objektif olmayan bir durumu –kardeşlerime ders vermeye hakkım yok ama– ders olsun diye arz edeyim: Fakir, dualarımda çokça şunları istiyorum; “Allah’ım! Bana, marziyatına götüren bilgiyi ver.”, “Din-i Mübin-i İslâm’ı yaşamaya muvaffak kıl.”, “Ümmet-i Muhammed’e merhamet et.”, “Sevdiğin ve razı olduğun şeylerle şereflendir.”...

Bunların hepsi, Efendimiz’in beyanı içinde Allah’ın istediği şeylerdir. Samimiyetimle ifade edeyim, bütün bunları söyledikten sonra da: “Bunların hepsi benim için, kendi adıma oldu. Acaba Rabbim benden hoşnut mu?” diye düşünüyor ve hemen arkasında: اللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الْمُخْلَصِينَ “Allah’ım, beni ihlâslı ve ihlâsa erdirilmiş kullarından eyle.” diyorum. Böyle bir duada bunu demesem kendi kendime pişmanlık duyuyorum; hemen başımı yere koyup; “Aman yâ Rabbi, bu Sana ait, öbürleri hep bana ait, onları ben kendi nefsim için istedim, ama ben Senin için olmalıyım, mülk sahibi Sensin. Benim her şeyim Sana râci olmalı. Beni sadece Senin yolunda ve rızan için amel yapmaya muvaffak kıl ve ihlâsa erdirdiğin kullarından eyle.” diyorum.

Allah’ım! Sen bizi ihlâs-ı etemme mazhar olan kullarından eyle. Âmin!

[1] Bediüzzaman, Lem’alar s. 200 (Yirmi Birinci Lem’a); Emirdağ Lâhikası 1/12.
[2] Bediüzzaman, Lem’alar s. 165 (On Yedinci Lem’a).
[3] Mevlâna, Mesnevî 1/166-171.
[4] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s. 230 (On Yedinci Söz, İkinci Makam).
[5] Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/214; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce s.313.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.