Kur’ân kıssaları ve Yusuf Sûresi

Kur’ân kıssaları ve Yusuf Sûresi

Soru: Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf Sûresi niçin “ahsenü’l-kasas – en güzel kıssa” (Yûsuf sûresi, 12/3) tabiriyle zikredilmiştir?

Kur’ân’da her kıssanın belli hedefleri vardır. Her şeyden önce bu kıssaların muhatabı Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Aynı zamanda bunlar, farklı ifadelerle Tevrat ve İncil’de de dile getirilmektedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o dönemde Yahudiler, Hıristiyanlar ve müşrikler tarafından ümmî olduğu bilinen bir Zât’tır ki O, ne Tevrat ne de İncil okumuştur.[1] Buna göre Nebiler Serveri’nin Hazreti Yusuf kıssasını bilmesi mümkün değildir; onu olduğu gibi anlatması peygamberliğine delildir.

Ne var ki, Efendimiz’e bu türlü vak’alar anlatılırken, tashih edilerek anlatılır. Bir kısım mevcut kitapların dilden dile intikalleri veya daha başka sâiklerle farklılaşmalarına karşılık Kur’ân, işin hakikatini anlatır. İhtimal, böyle bir şeye maruz kalmayanlar da li-hikmetin ve li-maslahatin (bir hikmet ve maslahata dayalı olarak) gizlenmiştir. Zannediyorum Barnaba İncili bu cümleden bir incildir. Kur’ân-ı Kerim, geçmiş kitaplardaki bu türlü hakikatleri anlatınca onlar, “Allah’tan vahiy gelmese, bir insanın bunları bilmesi mümkün değildir.” diyerek ya tasdik etmiş veya hayrete düşmüşlerdi. Herhâlde de Kur’ân bu kıssaları, onları ilzam için anlatıyordu. Bu durum karşısında Yahudi ve Hıristiyanların bazıları dillerini tutuyor ve nübüvvet-i Ahmediye’ye (aleyhissalâtü vesselâm) itiraz edemiyorlardı.

İkinci yönü; Efendimiz’in başına gelen hâdiseler, maruz kaldığı musibet ve belâlar, kendinden evvel gelmiş geçmiş peygamberlerin başlarına gelen aynı musibet ve belâlardı. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e geçmiş peygamberlere ait bu belâ ve devâhîyi (musibetleri) anlatırken şöyle demek istiyordu: Senden evvelki peygamberler, kendilerine inanan cemaatle beraber her türlü belâ ve devâhîye maruz kaldılar; öyle ki hem onlar hem de arkalarındaki cemaatler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” (Bakara sûresi, 2/214) dediler. Bu itibarla, Ey Habîb-i Zîşânım! Bunlar sadece Senin başına gelmiyor. Bu tür belâ ve musibetler, bu yola giren herkesin başına gelmesi mukadder hâdiselerdir. Bu böyle bilinmeli ve başa gelenlere katlanılmalıdır.

Bir diğer mesele, biz, hak ve hakikati ne kadar parlak ve kâmet ü kıymetine uygun anlatırsak anlatalım, hidayeti veren Allah’tır. Allah vermedikten sonra halk hüsn-ü kabul göstermeyecektir. Hâlbuki Efendimiz, insanların imana girmesi hususunda çok istekli, heyecan ve helecan içindeydi.[2] Öyle ki O, insanlar inanmadıklarından ötürü kendisini helâk edecek bir ruh hâline sahipti.[3] Esasen bütün bunlar, Efendimiz’in üzüntüsünün, teessür ve telehhüfünün doruk noktaya ulaşmasının ifadesiydi. Böyle bir durumda Kur’ân, Allah Resûlü’nün elinden tutup, “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Lâkin ancak Allah dilediğini doğruya hidâyet eder.” (Kasas sûresi, 28/56) buyurarak rehberlik yapıyordu. Vâkıa, Efendimiz’in bir hidayet edici yönü de vardı.[4] Ancak O’nun hidayeti iş’ardı, işaretti, irşaddı, tenvirdi ve aydınlatmaktı. Asıl hidayet, bir fiildi ki onu ancak Allah yaratırdı.

Evet, hidayet noktasında Allah Resûlü çok ısrarlıydı. İstiyordu ki, herkes kendisini dinlesin, erdiği o nura ersin, Mirac’ta müşâhede ettiği hakikatleri görsün ve ahiretini teminat altına alsın. İşte Allah (celle celâluhu), Efendimiz’e bu kıssaların menfezleriyle âdeta şöyle demekteydi: Habîb-i Zîşânım! Bu yol peygamberler yoludur ve değişmemiştir. Bu yol hep böyle süregelmiştir.

Hazreti Nuh, gece ve gündüz durmadan dokuz yüz küsur sene halkı davet etmiş olmasına rağmen,[5] sefine-i selâmet ve saadete eren insanların sayısı yüze varmamıştır.

Hazreti Lût da halkını irşada çalışmıştır. Onun karşısında da, “Ah benim bir kuvvetim olsaydı veya sağlam bir rükne istinad etseydim de hak adına size karşı mukabelede bulunabilseydim.” (Hûd sûresi, 11/80) dediği sapık ve ahlâksız bir cemaat vardı. O, bu konuda çok uğraşmıştı, ancak halkı sırat-ı müstakime girmemişti.

Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) ebu’l-enbiyadır (peygamberlerin babası). Onun arkasındaki insanların sayısı da bir kaç elin parmakları kadardı. Hazreti Musa doğrudan doğruya Allah’ın azamet-i hitabına uygun şekilde, ona yakın hitaba mazhar olan bir peygamberdi. Bununla beraber kendisi Tur’da Cenâb-ı Hak ile mîkâtta bulunurken arkada bıraktığı cemaati, Sâmirî’nin buzağısına tapmaya başlamış ve irtidat etmişti.[6]

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, insanoğlu tabiatindeki kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyesini suistimal etmek suretiyle inhirafları hep devam edegelmiştir. Bu durum, Sen’in döneminde de devam edecektir Ey Habibim; bundan dolayı da müteessir olma..!

Her hâlde de Cenâb-ı Hak, bu vak’anın menfezi, kapısı ve penceresiyle Efendimiz’e bunu göstermiştir. Makam-ı cem’in sahibi olan Allah Resûlü, bütün kıssaların özünü ruhunda toplamış ve o kıssalarda her peygambere ait bir yön anlatılırken, Efendimiz’e her peygamberin başına gelen hâdiselerden birer ders sunulmuştur. Kopuk kopuk, parça parça, müteferrik vak’a ve kıssalar içinde her biri, kendi mazhariyetlerine göre bir vak’anın kahramanı o büyükler anlatılırken Efendimiz’de pek farklı hakikatler anlatılmıştır.

Hazreti Yusuf’la Efendimiz’in güçlü bir bağı vardır. Evvelâ, Cemal ismine mazhariyet itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın her ikisine sîret ve sûret noktasından verdiği câzibe, parlaklık ve maddî hâkimiyetin yanında mânevî hâkimiyet bahşetmesi; bu arada her ikisini de belli bir cendereden geçirmesi bakımından Efendimiz’le Hazreti Yusuf’un pek çok benzerliği vardır. Bir noktada kadınlar tarafından ibtilâsına da telmih yapılmaktadır. Allah Resûlü, vefat ederken, “Siz tıpkı Yusuf’un sâhibeleri gibisiniz.”[7] deyişiyle de belki bu hakikatin kapısı aralanmaktadır. Binaenaleyh Peygamberimiz, zevceleri arasında Hazreti Yusuf’un maruz kaldığı kadınlardan aynı şeye parmak basıldığı söylenmese de, şöyle böyle bir maruziyet söz konusu olabilir.

Bunun dışında Yusuf Sûresi’nin ihtiva ettiği pek çok hakikat vardır. Mesela, bu sûrede sosyolojiye dair bir kısım hakikatlerden bahsedilmektedir. Beşerin tabiatında bulunan kin, haset ve nefret, kardeşler hakkında dahi bazı kimseleri bir kısım olumsuzluklara zorlayacak kadar müessir faktörler olması hususunda tabiî ve fıtrî bir hakikate ve bunun uhuvveti zedelediğine, aynı zamanda kâmil ve kümmelînden bir insanın da bu tür kötü davranışlara karşı nasıl davrandığına işaret edilmektedir. Binaenaleyh Efendimiz de bu ilhamla, ahali, Mekke Fethi’ni müteakip kendisine gelip de kardeşlerinin Hazreti Yusuf’a, “Vallahi de, tallahi de Allah seni bizden üstün kılmıştır (Doğrusu bizler suçlu idik).” (Yûsuf sûresi, 12/91) diyerek pişmanlıklarını ortaya koyduklarında, O zât-ı mümtaz da aynen Hazreti Yusuf’un dediği gibi, “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! (Ben hakkımı helâl ettim, Allah da sizi affetsin).” (Yûsuf sûresi, 12/92) demiştir.[8] Bu şekilde kardeşleri Yusuf’tan özür dilediği anda onun takındığı tavır ne ise Efendimiz de, Mekke Fethi’ne kadar kendisine karşı yapılan kötülükleri müteakip özür dileyen Mekkeli müşriklere karşı aynı tavrı takınmak sureti ile kıssa-i Yusuf ile çok güçlü bir bağının bulunduğunu ifade etmiş oluyordu ki, en yakınlarından bile olsa beşerin haset, kin ve nefreti karşısında kâmil ve mükemmel bir insanın takınacağı tavrı sergiliyordu...

Aynı zamanda bu sûre, iktisâdî bir ders verip israfın zarar ve tehlikelerini anlatmakta.. rüyalar üzerinde durmakta.. ve kıyamete kadar gelecek mürşit ve mübelliğlerin bir bakıma uğrayıp geçebilecekleri bir Medrese-i Yusufiye’den de bahsetmektedir. Şayet Hazreti Yusuf, hakikatleri anlamada tabir ve tevil doruğuna ulaştıysa bu, onun kuyuya girmesinden ve hapishaneye duhûl etmesinden sonra olmuştur.

Evet, Hazreti Yusuf’un sağına soluna takılan madalyalar, kuyudaki ve hapishanedeki zaferinden dolayı takılan madalyalardı. Bununla Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e âdeta işareten şöyle diyordu: “Kuyuya girmeden Arş-ı Âzam’da pervaz edip dönmek, hapishaneye girmeden mürşit ve mübelliğ olmak, en azından hiç olmazsa onu göze almadan gerçek bir irşat eri olmak mümkün değildir.” (Beşer tarihinde emsali gösterilememiş bir rehavet içinde yatanlara, hayatın zevk ve sefasını sürenlere veyl olsun!) Bu sûre-i celile-i şerife, irşat ve tebliğde bu önemli hususu da hatırlatmaktadır.

Ayrıca Yusuf Sûresi, Kur’ân-ı Kerim’in edebî veçhesini anlatan sûrelerden birisidir. Bunun birkaç yönü vardır. Kur’ân’ı uyanık bir gönülle, hüşyar hislerle ve işleyen kafayla okuyan bir insan, vak’aları karakteristik durumlarıyla karşısında temessül ediyor gibi görür. Yusuf Sûresi, bir hayatın teneffüsünden ibarettir. Bu sûreye girildiğinde bir tarafta değişik pâyelerle serfiraz olan bir nebinin adım adım terakkisi, öbür tarafta da onu engellemek veya bertaraf etmek isteyen kardeşlerinin kin ve nefreti duyulur ama bunu anlatmak çok defa mümkün olmayabilir. Keza, yine orada, dünyada içtimâî ve iktisâdî bir başıbozukluğun hükmettiği; beşere, bir açlık ve sefaletin hâkim olduğu, belâ bulutlarının insanlığın başının üstünde dolaştığı görülür. Zira o zaman beşer, israf ve sefahete dalmış, lüks beşeri mahvetmiş, israf ekonomisi insanların hayatını zîr ü zeber eylemiştir. Görenek ve tiryakilikle israfa girildikçe en aşağı tabakadan en yukarı tabakaya kadar herkes müreffeh bir hayat yaşamaya başlamış, bunun sonucunda da Cenâb-ı Hakk’ın ihsanlarının yümnü ve bereketi kalkmıştır. Bu sûrede beşerin bu denli başıbozukluğuna, içtimâî ve iktisâdî tezelzülüne ve baş aşağı gitmesine karşılık, Hazreti Yusuf’un kollarını makas gibi açarak o günün insanlarının önüne geçtiği, onlara iktisadî tedbirler getirdiği müşâhede edilebilir.

Bir başka yönüyle orada, Hazreti Yakub’un da engin şefkatinin mevcelendiğine şahit olunur. Burada herhangi bir insanın herhangi bir insana olan alâkasından daha öte doğrudan doğruya fıtrat-ı beşere dercedilen ve mahiyet-i insaniyede mündemiç bulunan, her anne ve babanın realite olarak mahiyetindeki o önüne geçilemez meveddet ve muhabbetin, alâka ve irtibatın mevcelendiği de müşâhede edilir.

Kur’ân’ın bütün sûrelerinde olduğu gibi Yusuf Sûresi’nde de topyekün realiteye yakın bir hayat mevcelenir. Hâlbuki Sürrealizm, Romantizm gibi edebî dallar ele alındığında çok defa bunların eşya ve tabiat-ı eşyadan uzak olduğu görülür. Onlar, evvelâ anlatmak istedikleri dünyayı kafalarında kurgular, canlandırır ve bildiğiniz dünyadan ayrı bir dünya yaşatırlar size…

Kur’ân’ın sûrelerinde vak’alar takip edildiğinde, insanın başına gelen hâdiselerin, kendi hayatının içinden alınmış vak’alar olduğu, sahnelerin içten ve dıştan çepeçevre okuyanı kuşattığı görülür. Ne var ki, bu hususlar biraz da Kur’ân-ı Kerim’in Arap dili ile inceliğini kavramaya bağlıdır. Onu kavramadan, hususiyle bu asırda, cildi soyulan, ciğerleri içinden alınan ve içinde mânâ adına hiçbir şey bırakılmayan meâllerle Kur’ân-ı Kerim’in Arş-ı Âzam’a bağlı bu hüviyetini kavramak mümkün değildir. Zannediyorum bizde Kur’ân’ın bu yönüne indirilen darbe, belki darbelerin en büyüğü olmuştur. İnşâallah, şimdilerde bir yeni nesil, Kur’ân’ın bu ledünniyatına doğru dalgıçlar gibi dalmaya başlamış görülmektedir. Kur’ân’a sahip çıkmış gibi görünen bu neslin çok şey vaat ettiği ümidini besliyoruz.

Bütün bunların ötesinde Kur’ân’daki sûrelerin fesahat ve belâğat yönü de başlı başına tahlil isteyen bir konudur. Burada değişik kanunlar ve prensipler söz konusudur. Az çok Arapça bilen herkes bunu anlayabilir. “Meânî”nin, “Beyan”ın, “Bedî”in kaideleri içinde, cinas, teşbih, kinaye ve mecazları ayrı bir güzellikler meşheri mahiyetindedir. Onun, mücerred hakikatleri temsiller yoluyla anlatmasında kâbına (topuğuna) ulaşılamayacağına şahit olur ve kendimizden geçeriz. Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud gibi Mevcud-u Meçhul olan bir varlığı anlatırken, ra’ye’l-ayn (gözle görme derecesinde) nazarlara öyle arz eder ki dahası olamaz. Bunların böyle olması gayet normaldir. Çünkü bu Kur’ân, Allah kelâmıdır.

Her şeyin en doğrusunu ilm-i muhit sahibi o Zât-ı Zîşân bilir.

[1] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/48.
[2] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/128.
[3] Bkz.: Kehf sûresi, 18/6.
[4] Bkz.: Şûrâ sûresi, 42/52.
[5] Bkz.: Nûh sûresi, 71/5.
[6] Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/85-98.
[7] Buhârî, cemaa 11, 18, 38, 39, 41, enbiyâ 21, i’tisâm 5; Müslim, salât 94,95, 101.
[8] İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/118.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.