Dünden Bugüne Işık Evler
Işık evlerin mahiyeti ve misyonu adına neler söylenebilir?
Şimdiye kadar en çok konuştuğum, düşüncelerimi gayet net bir şekilde ifade etmeye çalıştığım konulardan biridir ışık evler. Onları bütünüyle hatırlamam ve sistematik bir halde tekrar etmem mümkün değil. Ama madem ki tekrar soruldu, hiçbir tertibe tâbi tutmadan, tabiî bir akış içinde düşüncelerimi arz edeyim.
Bugün sahip olduğumuz bütün müesseseler; bir dönemde yokluğun bağrına atılan bir küçük çekirdekten meydana gelmiş devasa bir ağaca benzetilebilir. Evet, karanlıkların birbirini takip ettiği bu dönemde yakılan bir mum misali, açılan küçücük hücreler, ardından ışık evler ve daha büyük kompleksler tıpkı Hz. Muhammed'in (sav) nurunun bir sperm mahiyetinde ilk sebep olarak bütün arz ve semanın esasını teşkîl ettiği gibi, o nur-u a'zamın vesayetinde aynı şeyi yapmışlardır.
İlk dönem itibarıyla, İslâmî tebliğ ve irşad hareketinin başlangıcına baktığımızda, Allah Rasulü (sav) de bu işe, bu tür evlerle başlamıştır. Evet, bir evle başlamıştır Nebiler Serveri (sav).. ve derken 'yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine de bir minber' haline gelmiştir. Dünyada yediden-yetmişe kadın-erkek bütün insanlar, bu mescidin cemaati ve bu irşad ve tebliğ mektebinin de istidatlı birer talebesi olmuşlardır.
Hatta sonraki dönemlerde de hep aynı metot takip edilmiştir. Meselâ bozulmaya yüz tutmuş Emeviler'de, Ömer b. Abdülaziz etrafına aldığı üç-beş insanla ve mini bir hücreyle işe başlamıştır.. başlamış ve iki buçuk sene gibi kısa bir süre içinde, yüz yıllara sığdırılamayacak kadar icraatını, böyle küçük bir mekân ve birkaç ferd üzerine bina etmiştir.
İmam Gazalî de aynı yolu takip etmiştir.. evet o da halkasına çağırdığı birkaç insana hizmet felsefesini anlatıp, dinî ilimlerin 'ihyâ' yolunu göstermiş ve bu gayeye matuf olarak da bir taraftan 'el-Münkızu mine'd-Dalâl'i kaleme alırken, diğer taraftan da 'İhyâ'u Ulûmi'd-Dîn' kitabıyla mü'minlerin gönüllerinde İslâmî hayatın diriliş meş'alelerini yakmıştır.
Aslında ilk ışık çağından İmam Rabbanî'ye, ondan da günümüzün büyük çilekeşi Bediüzzaman Hazretlerine kadar, belli dönemlerde ümmet-i Muhammed'e mürşidlik yapan bütün üstün kâmetler hep aynı yolu takip etmişlerdir.
Evet, şu kocaman varlık âlemi; galaksileri, sistemleriyle küçük küçük atomlardan meydana geldiği gibi, bu büyük dâvâlar da hep bir kulübecikle başlamış ve bu dâvânın gönüllere aksettirilmesi ölçüsünde de, her şey mânâlı bir kitap veya çok mânâlı ve muhtevalı meşherler halini almıştır.
Bize gelince; Nur sûresindeki bu nur; 'Allah'ın, içlerinde şan ve şerefinin yükselmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdir; Onların içinde sabah akşam O'nu tesbih ederler..' (Nûr/36) âyetiyle irtibatlı, daha doğrusu bu âyetle yakın bir münasebeti olduğunu zannettiğim bu ışık evler, Müslümanlığın yeniden bir kez daha gönüllere duyurulmasında âdeta minare şerefeleri gibi bir vazife görmüşlerdir. Zaten bu işin başındaki zat da kendini anlatırken '13. asrın minaresinin başında durmuş, sureten medenî, sireten geri insanları camiye davet ediyorum' demiyor mu? Aslında o, herhangi bir minarenin başına çıkarak ellerini kulaklarına koyup bağırmış değildi. Ama o, Barla'daki minaresi ve o minarede bir şerefe rolünü üstlenen -bugün de hâlâ bütün heybetiyle ayakta duran çınar ağacının yanındaki- mübarek âramgâhından sesini insanlığa duyurmaya çalışmıştı. Bu, -bana göre- İbnü'l-Erkam'ın evi, Allah Rasulü'nün saadethanesi ve Gazalî'lerden, İmam Rabbanî'lerden geriye kalan ve her yanıyla nuraniyet ifade eden bir minare şerefesiydi.
Bu ışık evlerin kendine has özellikleri vardır. Buralar öncelikle insanların, insanlık yanlarından ötürü meydana gelebilecek boşlukların kapatıldığı yerlerdir. Plan ve projelerin üretilip, metafizik gerilimin sürekliliğinin sağlandığı ve neticede Üstad'ın 'hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir' dediği türden yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kudsî mekânlardır.
Zaten bugün, dünya fethinin, eskiden olduğu gibi at üstünde; elde kılıç, belde pala, sırtta sadakla değil, aksine bir elde Kur'ân, diğerinde mantıkla insanların gönlüne girmekle olacağı bedîhîdir. İşte bu ışık komplekslerinde yetişen ruh ve mânâ erleri, ruhda, mânâda dünya fethine giden bu yolda Allah'ın, vâridât adına kendilerine vermiş olduğu ışıkları, bomboş dimağlara boşaltarak onları mamur edeceklerdir. Öyleyse bu evler; yolsuz-yöntemsiz, değişik câzibe merkezlerine göre kendini şekillendiren şabloncu nesillerin mamur edilip kendi ruh ve mânâ köklerine dönmelerini sağlayan birer tezgah veya birer mekteptirler.
Hususiyle tekye ve zaviyelerin kapatılıp kapılarına kilit vurulduğu bir dönemde, o evlerden beklenen de böyle bir misyonun eda edilmesiydi. Bu evler, içinde barındırdığı insanlara fünun-u medeniye ile beraber ulûm-u diniyeyi de öğreterek, tekye ve zaviye rolünün yanında medrese vazifesini de üstlenmiş olacaktı. Aslında âyet bunların hepsine işaret etmektedir: Bir de 'Büyutün' kelimesinin nekre olarak kullanılması, kelimenin mescid dışında başka bir mânâ için kullanıldığını göstermektedir. Yani bunlar minareleri olup ezan okunan herkesin bildiği mescidler, camiler değil; daha bir belirsiz yerlerdir. Bu evler zuhur zamanı itibarıyla de belli değildir. Zaten belirli olamaz çünki; oraya girip-çıkacak insanlar yakın takiptedirler.
Ama belli olan bir şey var ki, o da; yaşanılan talihsiz bir dönemde, ard arda açılan bu evler, o döneme, yeniden talih ve şeref kazandıracaklarıdır. Bunlar itimad edilmeyip, bakılıp geçilecek basitlikte mukassi görünümlü, muallâ işlere gebe ve minarelerde ezanın susturulup, mâbede giden yolların kapatıldığı bir zaman diliminde Allah'ın (cc), 'şimdilik benim adım bu evlerde yükselsin ve anılsın' izniyle serfirâz, içinde kitapların okunduğu, hakkın müzakere edildiği müstesna mekânlardır. Artık geçmişte camide yapılan dinin ruhunun müzakereleri bu evlerde bir araya gelinerek yapılacaktır. Bu itibarla da bu evler, 'hakâyık-ı âliye'nin mahall-i tercümanı' mübarek yerlerdir.
Bu evlerin durumunu, Hz. Ebu Bekir'in (ra) şu sözüyle irtibatlandırmak her zaman mümkündür: 'Evlerimizden içeriye girerken, dışarıya çıkacağımızdan emin değildik, dışarıya çıkarken de içeriye gireceğimizden..' evet içeride ders okurken, her zaman derdest edilip götürülmeniz muhtemeldir; dışarıya çıktığınız zaman da meçhul bir arabanın bu evin sakinlerini bir meçhuliyete götürmesi... İşte bundan dolayı da sabah-akşam yüreklerini çatlatırcasına 'Senin eşin, menendin, şerikin yoktur.. bütünüyle varlığın zimamı senin elindedir. Sen şer dokundurmazsan, şerler dokunamaz. Sen korursan, kimse kimseye ilişemez..' deyip O'na sığınılır ve bu evlerde her şey O'nun teminatına havale edilir. Bütün şeriklerin hapsedilip, Allah'a teslimiyet ve tevekkül edilmesi ve bir mânâda hep O'nunla oturup, O'nunla kalkılması, bu ev sahiplerinin tabiî halleridir.
Ayrıca bu âyet-i kerimede ilk dönem itibarıyla dâvâya çok az kadının gönül vermesi veya Arapçadaki tağlip mülahazasıyla, 'O evlerde oturan öyle erkek oğlu erkekler, öyle yiğitler vardır ki, ne alış-veriş, ne çarşı-pazar.. onları, yapmak istedikleri şeylerden alıkoyamaz' (Nur/37) denilerek sadece erkeklerin ismi zikredilmiştir. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz gibi, burada tağlib tarikiyle kadınlara da işaret edilmiştir. Öyleyse 'ricâlün' aynı zamanda 'erkek oğlu erkek kadınlar' demektir. Yani âlem, makam-mansıp deyip şöhrete kilitlendiği, tenperverliğe gömülüp bakışların bulandığı, çoluk-çocuk deyip evlere takılıp kaldığı ve bu duygu, bu düşünce ile şahlanmış, iradeli erkeklerinki kadar güçlü erkek oğlu erkek kadınlar da var denmektedir.
Evet ilk dönem itibarıyla, Sıddık Süleyman, Hulûsi Efendi, Hüsrev Efendi gibi kahraman erkeklerle beraber, az da olsa bizim bile tanıdığımız bazı kadınlar vardır ki, Bedir'de, Uhud'da.. kahramanca savaşa iştirak eden Nesibe Hatun ve Sümeyra Hanım'ın gölgeleri gibiydiler. Evet işte bunlar, kadınlıklarına rağmen, bu yüce dâvâya sahip çıkıp erkeklerden geri kalmamışlardı. Bugün de ışık evler yine bu kahramanlara dâyelik yapmaktadır.
Zannediyorum kuruluş gayesine matuf işletildiği müddetçe, bu evlerle, bir dönemde tekye ve zaviyelerle ulaşılamayan noktalara ulaşılacak ve buralarda aynı zamanda medrese insanını aratmayan insanlar yetiştirilecektir. Abdülkadir Geylanî'lerle beraber Gelenbevî'ler Ali Kuşçu'larla beraber Molla Hüsrev'ler, Molla Güranî'ler ve Ebussuud'larla beraber İbrahim Hakkı'lar yetişecektir. Aksi halde buraların -hafizanallah- bir miskinler yuvası haline dönüşmesi de melhûzdur. Zannediyorum benimle beraber aynı duygu ve düşünceyi paylaşanların pek çoğu, böyle bir hale şahit olmaktansa, ölmeyi tercih edeceklerdir.
Asr-ı Saâdet'te başlayıp çeşitli dönemlerde aynı gayeye matuf açılarak devam edegelen İbn-i Erkam evi mânâsındaki evlerin, bugün de hâlâ misyonu devam etmektedir. Bu evler, üçüncü dirilişe yelken açıldığı şu günlerde, diriliş erlerinin techiz ve donanım yerleri olacaktır inşâallah..
Bir dönemde çok önemli vâridât kaynakları sayılan tekye ve zaviyeler, başlarındaki ışık şahsiyetlerle Anadolu'yu ihya etmiş ve belli ölçüde fonksiyonlarını yerine getirerek bizim için bereket kaynağı olmuşlardı. Şimdilerde sadece Anadolu değil; bütün dünyanın ihyasına açılan bugünün ruh ve mânâ erlerinin de, aynı evleri, tıpkı bir medrese, tekye ve zaviye gibi değerlendirmeleri çok önemlidir. Bu evlerdeki ricalûllahın, fünun-u müsbetenin bütün kısımlarını; hadis, tefsir, fıkıh.. başta olmak üzere, İslâmî ilimlerin her dalını öğrenmekle beraber, İslâm'ın ruhî hayatını bütün enginliği ile yaşayarak, o eski, fakat eskimeyen ruh ve mânâyı temsil etmeleri elzemdir. Aksi halde eve de, ev sahibine de, evin arkasındaki Erkam'a da ve evin sahibine o mânâyı kazandıran Hz. Muhammed Mustafa'ya da ihanet edilmiş olacaktır.
Bu ruhu temsilin sırf bir derinliği olarak başımızı yere koyduğumuzda, 'Allahım keşke kaldırmayı müyesser kılmasan da, bu secdem sana kavuşmakla noktalansa!' diyecek kadar, engince namaz kılma.. gözünü başka şeylere kaydırmayacak ölçüde Allah'ın huzurunda samimiyetle durup mâlâyanî şeylere kapalı kalma ve âdeta cennette Cenâb-ı Hakk'ın cemalini müşahede ediyor gibi bir konsantrasyona girip ellerini dizlerine bitiştirerek, ene'den, nahnu'dan sıyrılarak Hüve'ye bakan bir göz olma.. evet bu ölçüde O'na yönelme..
Evet ya, 'Ezan okundu, birkaç defa yatıp-kalkmam gerekiyor, o halde şu namazı çabucak aradan çıkarayım' düşüncesiyle; veya Mirac'a yürümek için adetâ bir rampaya yürüyüp kendinden geçmek ve fenâ fillaha, bekâ billaha ulaşıp, kendini düşünemeyecek kadar maiyet atmosferini duyarak namaz kılma... Yani Zübeyr Gündüzalp'lerin, Hüsrev Efendi'lerin yürekleri çatlarcasına yöneldikleri gibi Rabbe yönelme.. ve evrad ü ezkâr, tesbih ü takdisle, Kur'ân'ın aydınlık vesayeti altında Allah'a ulaşmak için bu ışık evleri, alternatif kabul etmeyen birer rıhtım, birer liman haline getirme.. evet, böyle olunabildiği takdirde ufkî Allah'a ulaşılır; vilayet ve -maddî-manevî vâridata mazhar olma adına- devletler üstü devlet olmaya erilir.
Bugün, dünyanın yedi bucağına hak ve hakikati götürmeyi düşleyenler, feyz-i akdesin memeleri hükmünde olan bu evlerin füyuzatından beslenmek zorundadırlar. Onca zaman bu kudsî mekânlarda kalıp da Allah'a uyanamamış, O'nun aşkına, şevkine erememiş olanlar, bir ölçüde bedbaht ve talihsizlerdir. Bu halleriyle onlar, anne kucağında meme tutmayan bahtsız çocuklara benzerler. Esasında böylelerinin, ne kendilerine ne de insanlığa kazandıracakları birşey de yoktur.
Yeri gelmişken burada bir hissimi ifade etmek istiyorum. Namazda iken gözlerini sağa-sola gezdiren insanların -tabir caizse- sanki Rabbimin izzetine dokunmuş olduklarını hissediyor gibi oluyor ve 'keşke bana hakaretlerin en büyüğünü yapsalardı da böylesine münasebetsiz davranmasalardı' diyorum. O münasebetsiz yatıp-kalkmalar yanında bu söylediğim ağır sözün, hafif kalacağı kanaatindeyim. Evet, Rabbin huzurunda durmuş olmanın şuurundan mahrum insanların bu hareketini şahsen ben, O'na karşı yapılan bir hakaret kabul ediyorum. Hem öyle bir hakaret ki, eğer bu insanlar, o esnada bir hançer çıkarıp sîneme saplasalardı, belki katil olacaklardı ama ben, elimi açıp 'Allahım bu insanları affetmeden -elimde ise- senin huzuruna gelmek istemem' diye yalvaracaktım: Görüldüğü gibi, ben şahsen namazında herhangi bir insanın gösterdiği laubalilikten fevkalâde müteessir oluyorum.
Namazsız-niyazsız veya namazı ruhuyla eda etmeksizin gerçek mânâda mü'min olmak mümkün değildir. Allah (cc), 'Kurtulan mü'minler, yürekleri çatlarcasına namazı eda edenlerdir' (Mü'minun/1-2) buyurmaktadır. Bu kudsî evlerde kalanların da namazları, namazsız cihanları fethetmelerinden çok daha mühimdir. Zaten onların, namazlarını hayatlarının en önemli meselesi haline getirmedikçe muvaffak olmaları da düşünülemez.
Hasılı ben bu hususta hep dertliyim. Büyük bir tarihî ihmali telafi etmeye matuf açılan ışık evlerin, ne kadar bu gayeye uygun değerlendirildiğini bilemeyeceğim ama, 'arkadaşlarım bunun hakkını veriyorlardır' diyerek hüsn-ü zan etmek istiyorum. Unutmayın dünyanın enkazı altında kalan ve kalacak olan bütün milletler, umumî bir ihya adına bu evlerde yetişen irşad erlerini beklemektedir. Ve öyle anlaşılıyor ki bu ışık evlerin fonksiyonu hiçbir zaman bitmeyecektir.
O halde gelin -Allah aşkına- hakkıyla namaz kılalım.. oruç tutalım.. Hem öyle kılalım, öyle tutalım ki, yaratıldığı günden beri rükudan başını kaldırmayan melekler 'vay be böylesi de varmış' desinler. Öyle bir zikir ve fikirle bütünleşelim ki, bizi gören mele-i a'lanın sakinleri ancak bu insanlar dünyayı ihya edebilir' desinler. Talihli insanlar ya da birer Hak eri olarak binbir türlü feyizlerle muhat o evleri, o meme musluklarını çok iyi değerlendirelim. Ahmak insanların yaptığı gibi kahkahalarla, dünya-ukbâ adına hiçbir mânâsı olmayan laf ü güzaflarla vaktimizi heder etmeyelim. Ve ışık evleri bütün dünyayı ışıklandıracak birer ışık kaynağı haline getirelim. Rabbim yâr ve yardımcımız olsun!
- tarihinde hazırlandı.