Aşere-i Mübeşşere

Aşere-i Mübeşşere hakkında ciddî bir malumatımız yok. Bu zevat-ı kiramın daha dünyada iken Cennet'le müjdelenmeleri ne ile izah edilebilir? Dinimize hizmet anlayışları diğer sahabilerden daha mı fazladır ki hayatta iken Cennet'le müjdelenmişlerdir?

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından Cen­net'e girecekleri daha hayatta iken kendilerine müjdelenen on sahabiye "Aşere-i Mübeşşere" denilmektedir. Bu on sahabi; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha b. Ubeydullah, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Hz. Said b. Zeyd'dir (radıyallâhu anhüm ecmain).

Şimdi sorunun cevabına geçelim. Evvelâ, ashab efendilerimizin Cennet'le müjdelenmeyenleri hakkında dahi Cen­net'e gitmeyecek şeklinde bir düşüncenin kafa ve kalbimizde bulunması, Allah'ın mümtaz ve müstesna olarak yarattığı, mümtaz ve müstesna Nebi'sine ittiba ile serfiraz o zevat hakkında bir suiedeptir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, "Allah, ümmetimden yetmiş bin insanı sorgusuz sualsiz Cennet'e koyacak." buyurmaktadır. Herhâlde hadiste sorgusuz sualsiz Cennet'e gidecek olan insanlar içinde evvelâ ashab-ı kiramı düşünmek gerekir. Bu hadisin devamında ise şöyle buyrulmaktadır: "Ben, Cenâb-ı Hak'tan artırmasını istedim. Her bire bedel, bir yetmiş bin, bir yetmiş bin oldu."

Bu ifade neticesinde karşımıza büyük rakamlar çıkmaktadır. Böyle olunca biz, –kanaat-i âcizanemce– en başta bu pâye ve mazhariyeti ashab-ı kirama verme mecburiyetindeyiz. Çünkü her şeyden evvel Allah'a ve Nebi'sine en yakın olarak başta onlar gelmektedir. Zaten Allah Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde, onlardan razı ve hoşnut olduğunu da anlatmaktadır.[1]

Allah Resûlü, bu on sahabenin Cennetlik olduklarını değişik vesilelerle bizzat kendisi ifade buyurmuşlardır: Başka bir rivayette bir Yahudi âlimi olan Abdullah İbn Selâm'ın da Cennetlik olduğu zikredilmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Size gelen bu hakikate İsrailoğullarından şehadette bulunan bir şahit var."[2] ifadeleriyle bu sahabi tebcil edilmektedir.

Abdullah İbn Selâm, Müslümanlığa girdiği günden itibaren hep hakkaniyet içinde olmuş ve hayatının sonuna kadar da İslâm için gayret ve mücadeleden geri durmamıştır. O, Hz. Osman devrinde, Hz. Osman'ı da alıp götüren korkunç fitnede kollarını gerip fitneye karşı duranların başında gelenlerdendir. Fakat buna rağmen o günkü gözü dönmüş insanlar, –hangi ruh hâletiyle belli değil– ‘Yahudi çocuğu' diyerek onu da tartaklamışlardır.

Abdullah İbn Selâm'ın Cennetlik olduğu rivayetiyle beraber, on rakamı on bire çıkmış olur ki, bu mübarek rakam, Hz. İsa'nın etrafındaki on bir havariye de denk gelir. Aslında her peygamberin etrafında böyle bir havari kitlesi oluşmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), etrafında oluşan bu havari kitlesine أَنْصَارِي "Yardımcılarım."[3] demiştir ki, bunu "Medine'deki sahabe" mânâsına almamak gerekir. Buradaki أَنْصَار kelimesi "Havariler" anlamına gelmektedir.

Yine Hz. Musa'nın yanında Yuşa İbn Nun ile Hz. Harun'un olduğunu görüyoruz. Hz. Musa'nın bunun dışında da havarileri olma ihtimali vardır ve belki de sayıları on birdir. Gerçi Kur'ân esbâtı on iki olarak gösterir; o da üzerinde durulmaya değer. Bu konuda net bir bilgi olmasa da, ihtimal kıyamete kadar gelecek olan mücedditlerin de etrafında aynı sayıya denk havarileri olmuştur/olacaktır.

Nitekim yerle gök, makro âlem ile normo âlem arasında ciddî bir tenasüp söz konusudur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Gökte iki vezirim var; bunlar Cebrail ve Mikâil'dir. Yerde de iki vezirim var; bunlar ise Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'dir." buyurarak iki âlem arasındaki münasebete işaret etmektedir. Nasıl ki gökyüzünde devâsâ yıldız ve gezegenler var, yeryüzünde de o değer ve kıymete sahip büyük insanlar vardır.

Bu durum, günümüz için de geçerlidir ve belki günümüzde de aynı sayıda insan vardır. Bunları, bir sayı bid'atı olmadığını arz etmek için söyledim. Sayı bid'atı, dinî bir bid'at değildir. Bu, ilk defa Efendimiz'le başlamış bir âdet de değildir.

Şimdi de neden özellikle bu on sahabenin Cennet'le müjdelendikleri sorusunun cevabına geçelim. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Sahabe-i kiram arasında sadece bu on sahabeye "Cennetliksin." denmesi, ne yaparlarsa yapsınlar, hep istikameti takip ettiklerini vurgulamak içindir. Bu, önemli bir husustur. Esasen bütün mü'minler, Cennet'e gireceklerdir ama, yukarıda bahsini ettiğimiz on sahabeye, "Cennetliksin." denmesi, onlara özel bir iltifat ve değer ifade etmektedir. Bu durum, diğer sahabiler için, hususî mahiyette değil de mutlak olarak zikredilmiştir.

Bu on sahabenin altı tanesi şehittir: Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah (radıyallâhu anhüm). Hz. Ebû Bekir'in de zehirlendiği söylenir. Eğer bu iddia doğru ise o da şehittir. Bu itibarla, işbu zevat, evvelâ herkesin Allah Resûlü'ne sırt çevirdiği bir zamanda O'nun yanında yerlerini almak, sonra hicret faziletini ihraz etmek, daha sonra da şehit olmakla büyük bir mevki kazanmışlardır.

İsterseniz biraz daha açalım:

Evvelâ herkes, Efendimiz'e sırtını döndüğü günlerde onlar, Allah Resûlü'ne ve Kur'ân'a sahip çıkmışlardır. Gökte, yalancı bir şimşeğin dahi çakmadığı, ümit verebilecek hiçbir sebep ve faktörün ortada bulunmadığı, inen âyetlerin sayısı beş veya altıya varmadığı bir zorlu dönemde bu büyük hakikate sahip çıkmak yüksek bir pâyedir.

İlk Müslümanlardan Hz. Ebû Bekir'in gayretleriyle Hz. Osman, Hz. Said İbn Zeyd ve arkasından Sa'd İbn Ebî Vakkas İslâm dairesine girmişlerdir. Hz. Ali, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Sa'd İbn Ebî Vakkas da Allah Resûlü'nün yanında yer alan ilklerdendir. Öyle ki, Hz. Sa'd İbn Ebî Vakkas, daha on sekiz yaşlarındayken henüz gözüne günah girmeden annesinin bütün ısrarlarına rağmen, hatta "Ölsen bile anne, ben, gönül verdiğim o hakikatten dönmeyeceğim!" diyecek kadar civanmert bir zattır. Hz. Ebû Bekir, o dönemin zorluğunu şu ifadelerle anlatmaktadır: "Ölümü göze almadan dışarıya çıkmaya cesaret edemezdik! Ve bir yere girmeye de…"

İkinci olarak, insanın bir hakikati kabul etmesi, bir sisteme tâbi olup ona hizmeti hayatının gayesi hâline getirmesi bir mârifettir ve o kimsenin kadrini yükseltir. Bununla birlikte insanın hayatının sonuna kadar bunu aynı seviyede devam ettirmesi, kadrine kadir ve kıymet katar. Nasıl ki, bir mûsıkîşinası değerlendirirken, başta hangi perdede başlamış ve başladığı perdede noktalayabilmişse, biz o mûsıkîşinasın hançeresini, sesini ve nefesini sena ederiz.

Aynen bunun gibi bu sahabiler, hangi perdeden işin içine girmişlerse, bitirirken de aynı seviyede bitirmişlerdir. Yani duygu ve düşüncelerinde zerre kadar sapma göstermemiş ve olabildiğine civanmert bir şekilde hep Allah Resûlü'nün yanında kalabilmişlerdir. Bu meselenin ayrıca psikoloji açısından da tahlil edilmesi gerekir…

Ufukların olabildiğine karanlık olduğu, kurtuluş adına hiçbir ümit emaresinin bulunmadığı bir dönemde onlar, asla ümitsizliğe düşmemişlerdir. Gün olmuştur ki, vatanlarından, çoluk çocuklarından ayrılıp hicret etmeleri istenmiş, onlar tereddüt etmeden bu emri de yerine getirmişlerdir. Yine onlar Medine'ye geldiklerinde, "Biz önce Müslüman olduk. Medineli kardeşlerimize karşı bir üstünlüğümüz vardır." iddiasına kalkışmamışlar ve mahviyetle derinliklerine derinlik katmışlardır. Öyle ki, Hz. Ömer, bu duygu ve düşünceyi destekler mahiyette şunları söyler: "Biz bu kardeşlerimizin hakkını yedik. Onlar, dini kucakladılar. Efendimiz'e kucak açtılar. Biz ise hep halifeleri kendimizden teklif ettik ve onların önüne geçtik."

Evet, Aşere-i Mübeşşere'nin o devirde de kıymetlerini ve kadirşinaslıklarını koruduklarını görüyoruz. Sahabeden dünya karşısında belki eğilenler olmuştur ama Aşere-i Mübeşşere, hayatlarının sonuna kadar tuttukları zirveyi hep korumuş ve dünya metaı karşısında hiç mi hiç eğilmemişlerdir. Ticareti çok iyi bilen bu insanlar, gün gelmiş ticaret sayesinde Medine'nin en zenginleri hâline gelmişlerdir; ancak dünya karşısında asla serfüru etmemiş ve onlar her zaman safvet ve sadeliklerini korumuşlardır. Yerinde Hz. Osman beş yüz deveyi yükü ile beraber hibe etmesini bilmiş, Hz. Abdurrahman b. Avf ise, varlığı ne kadarsa, hepsini Allah yolunda infak etmesini bilmiş ve hep birer örnek teşkil etmişlerdir.

Ayrıca Aşere-i Mübeşşere efendilerimizin her birisi, devletleri idare edebilecek dehaya sahip insanlardır. Nitekim Allah Resûlü'nden sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife olarak İslâm devletini en başarılı şekilde idare etmişlerdir. Aşere-i Mübeşşere'den diğerleri de birer siyasî ve askerî dâhi idiler.

İnsanın, akıl ve dehasıyla bir hakikate teslim olması nispetinde kadir ve kıymeti artar. Safdil ve bir şey bilmeyen insanlar, birinin parlak bir şey göstermesi karşısında bir teslimiyet gösterebilir ve bir hususa yönelebilirler; ancak aklı kendisine yeten, ufuklar arkasını gören deha çapındaki insanların, Efendimiz'in etrafında ciddî bir teslimiyet içinde toplanmaları, o insanların kendi nefis ve hissiyatları adına çok büyük bir fedakârlıkta bulunduklarını göstermektedir. İşte Aşere-i Mübeşşere efendilerimiz, ortaya koydukları hayatlarıyla bu büyük işi yapmışlardır.

Bir diğer mesele de, bu sahabilerin her biri çok soylu ailelerden gelmektedirler. Onların böyle soylu ailelerden gelmeleri ve dünya adına her şeyi arkada bırakmaları, daha doğrusu dünya ve mâfîhâ adına hiçbir şeye temenna durmamaları, onların ayrı bir derinliklerine işaret etmektedir.

Allah Resûlü'nün "min indi nefsihî" iltifatı olmaz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), çok kadirşinastır ve kendisine iyilik yapan birinin iyiliğini hayatının sonuna kadar asla unutmamıştır. Meselâ Hz. Âişe Validemiz, Efendimiz'in ilk eşleri Hz. Hatice Validemiz'e olan kadirşinaslığını şöyle dile getirmektedir: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), evde bir şey olunca, "Şunu Hatice'nin şu akrabasına, şunu da Hatice'nin şu akrabasına gönder." derlerdi.

Allah Resûlü'nün çok kritik bir dönemde kendisine yardım eli uzatan bu sahabilerini de unutması mümkün değildir. Meselâ Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in, "Bana ümmet olacak biri yok mu?" sözü karşısında, "Ben varım yâ Resûlallah!" diyerek elini göğsüne vurmasını bilen o zatı unutmaz. Hz. Ömer'in "Lâ ilâhe illallah" dedikten sonra arkasına ashabı alarak Kâbe'ye gidip açıktan namaz kılmasını ve sahabenin hayırla yâd edilmesine vesile olacak onun böyle civanmerdâne davranışını asla unutmaz. Aslında kimse unutmaz ki, Efendimiz de unutmuş olsun.

Hz. Zübeyr b. Avvam da Efendimiz'in unutamadığı tali'lilerdendir. Allah Resûlü Mekke'nin bir sokağında dolaşırken birdenbire kılıcı yerde sürünen Zübeyr b. Avvam'ı görür ve sorar: "Nereye böyle ey Zübeyr?" Bunun üzerine Hz. Zübeyr şu cevabı verir: "Yâ Resûlallah! Senin yakalanıp şehit edildiğini duymuştum. Bu kılıçla onlara hadlerini bildirmeye gidiyordum."

Yine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), birkaç defa kendi kavim ve kabilesini toplayıp da, "Benim tebliğ ettiğim bu dini kabul edecek yok mu?" dediğinde her defasında "Ben varım yâ Resûlallah!" diyen o günlerde on-on iki yaşlarında bulunan Hz. Ali'yi unutamaz. Hendek Savaşı'nda Amr İbn Abdi Vüdd, hendeği atlayıp geçtiği zaman, Allah Resûlü'nün "Buna karşı çıkacak kimse yok mu?" diye ashabına seslendiğinde, o günlerde yirmi iki-yirmi üç yaşlarında bir genç olan Hz. Ali'nin her defasında "Ben!" demesini elbette ki unutamaz.

Medine'de nifak hıyaneti kol gezmektedir. Bu durum karşısında Allah Resûlü'nün günlerce uykusuz kaldığı olmuştur ve bir insan olarak o da istirahat etmek istemektedir. Ne var ki, dışarıdan gelecek olan tehlikeler karşısında evinin kapısında kilit bile yoktur.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o günleri şöyle anlatmaktadır: "Bir gün çok sıkılmıştım ve gönlümden: ‘Asha­bım­dan bir kimse gelip beklese de ben de biraz istirahat etsem.' diye geçirdim. İşte tam bu esnada kapının önünde bir kılıç şakırtısı duydum. ‘Kim o?' deyince, Sa'd İbn Ebi Vakkas'ın sesini işittim. ‘Ne arıyorsun kapının önünde?' diye sorunca Sa'd şunları söyledi: ‘Evde yatıyordum yâ Resûlallah! Sana bir zarar verirler düşüncesiyle kapının önünde perdedâr olayım diye geldim.'

Evet, elbette ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Sa'd'ın bu hareketini de unutmayacaktır. Zaten böyle bir kadirşinaslığa Cenâb-ı Hak da müheymin ve nigehbândır. Allah bir ilham hâlinde Nebi'sinin gönlüne bu zatlar hakkındaki düşüncesini ilham etmiş ve Allah Resûlü de onları Cennet'le tebşir etmiştir. Çünkü onların hepsi tebşire lâyıktırlar...

Burada şunu da ifade etmekte fayda var: Her hizmette ilk defa bayrağı çeken ve doğrulup ruhunun ilhamlarını her tarafa haykıran insanlar, hiçbir zaman unutulmamalıdır ve zaten unutulmamıştır da. Bu husus, günümüz için de aynıyla geçerlidir. İman ve Kur'ân davasına hizmet eden ve bu işin bayraktarlığını yapan insanlar ciddî sıkıntılar yaşamışlar ve işin bugünlere gelmesine vesile olmuşlardır. Bu insanlar sayesinde her şeyin düzlüğe çıktığını duyuyor ve biz biraz daha rahat ediyoruz. İnşâallah bizden sonra gelecekler, daha da rahat edecek ve belki de bizi hayırla anacaklardır.

Evet, arkadan gelenler, önlerinde onlara çığır açan ve onlar için bu şehrâhı hazırlayan insanları daima hayırla yâd edeceklerdir ki, bu aynı zamanda Kur'ân'ın öğrettiği bir edeptir. Nitekim "Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek mü'minler): ‘Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki mü'min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü'minlere karşı hiçbir kin bırakma! Duamızı kabul buyur yâ Rabbenâ, çünkü Sen Raufsun, Rahîmsin! (şefkat ve ihsanın son derece fazladır).' "[4] âyet-i kerimesi bu hakikati dile getirmektedir.

Biz burada, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ha­ya­tıyla alâkalı, Kur'ân'ın yardımıyla tavzih edilip aydınlığa kavuşturulan bir mevzu üzerinde durmaya çalıştık. Her iman ve Kur'ân'a hizmet hareketinde mutlak bir öncü grup olmuştur. Bunlar, o muallâ ve mukadder mevkilerini daima zi­hin­lerimizde ve gönüllerimizde korumalıdırlar. Daha doğrusu bizler, gönlümüzde onlar için hazırladığımız yeri daima koru­malıyız; korumalıyız ve onlar, bizim nazarımızda daima mual­lâ olmalıdırlar.

Bu dava uğrunda hapse girenleri, çile çekenleri, köy köy, kasaba kasaba sürgüne yollananları, mahbeslerde kendilerine yer hazırlananları –Allah nisyandan münezzehtir– Allah unutmamıştır ve bizim de onları unutmamamızı istemektedir. Onları daima, kadirşinaslık içinde hayırla anmak bizim için bir vecibedir. Rabbimiz'den niyaz edelim, bize iyi eserler bıraktırsın ve bizden sonrakiler de bizi hayırla yâd etsinler…

Aşere-i Mübeşşere'yi böyle kısa bir sohbetin dar kalıpları içinde anlatacak durum ve iç dolgunluğundan mahrumum. Onları en iyi, kendilerinden sonra gelen tâbiîn anlamıştır. Tâbiîni de tebe-i tâbiîn anlamıştır. Zaten buraya kadar anlattığım sözlerin çoğu da onlardan mülhem fikir ve düşüncelerdi. Rabbim bizleri onların şefaatlerinden mahrum bırakmasın.

[1] Bkz.: Mâide sûresi, 5/119; Tevbe sûresi, 9/100; Fetih sûresi, 48/18; Mücâdile sûresi, 58/22; Beyyine sûresi, 98/8.
[2] Bkz.: Ahkâf sûresi, 46/10.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/52; Saf sûresi, 61/14.
[4] Haşir sûresi, 59/10.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.