Cenazesinde Yalan Yere Şehadet Edilenler

30 Nisan Pazar günü sabaha karşı vefat eden ve 1 Mayıs Pazartesi günü Fatih Camii'nde cenaze namazı kılınan Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin ardından bazı insanların yaptığı "Allah bize de böyle bir kalabalık cemaatle uğurlanmayı nasip etsin" manasında değerlendirmeler üzerine Fethullah Gülen Hocaefendi bir yandan Yaşar Tunagür Hocaefendinin hatırasını yâd ederken bir yandan da kalabalık cenaze namazlarının ne anlama geldiği üzerinde bazı noktalara dikkat çekiyor.

Nefsin Hoşuna Giden Şeyler ve Nefs-i Emmare

Nefs-i emmarenin hemen her alanda oynayacağı oyunlar vardır. Nefs-i emmare şiddetle fenalığa yönelik bir şeydir. İnsan hayatında iradi olan şeyler var, gayri iradi olan şeyler de var. Bunların yerlerini değiştirdiği zaman insan samimiyetsizliğini ortaya koymuş olur. Mesela iradi olarak insanın inanması lazım. Ama inancını iradi ve derin olarak göstermek istediğinde bu karıştırma olur. Mesela insan iradi olarak namaz kılması lazım. Onun farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine, müstehaplarına, adabına riayet ederek iradi bir şekilde yerine getirmemiz lazım. Buna mükellefiz. Fakat onda başkalarının bakışını mülahazalarını itibara aldığımız zaman o namazı berbat etmiş oluruz. Normalde dört dakikada kıldığımız namazı, başkalarının yanında onu beş dakika yapıyorsak o dört dakikalık namazın içine bir dakikalık da riya (gösteriş) sokmuş oluruz. Allahım bu da senin şerikin der gibi namazı karıştırmış oluruz. İbadet ü taatımızın içinde iradi olarak of-puf çektiğimiz zaman, şirke girmiş oluruz. Bunlar iradeyi aşkın olarak, insanın farkına varmadan, doğrudan doğruya insan hareketlerinin insanın ötesinde bir gücün yönlendirmesiyle meydana geliyorsa mahzursuz olur.

Başını sallayabilir, elini sallıyabilir, hatta hiç farkına varmadan, Kur'anda bir ayet gelince ellerini açıp dua edebilir. Bunu orada iradi olarak âlem duysun diye, "ben Kur'an'ın ayetleri karşısında ne kadar duyarlıyım" derse namazı fesada girer. Fakat farkına varmadan bu işi yaparsa, farkına varmadan "sübhane mâ a'zeme şe'ni=ben şanımı tesbih ederim, takdis ederim, ben münezzeh bir varlığım" diyenler mazur görülmüş. Demişler ki böyle diyorsun "uktulûnî ya sikât=güvendiğim insanlar çekin kılıçlarınızı da beni öldürün" demiş. O esnada eğer samimi değilse o kılıçlar keser onu. Vurmuşlar ve kılıç kesmemiş . Çünkü o kendinde olmayarak söylemiş o meseleyi.

Benim Cenazem de Kalabalık Olsun... Ama Ya Ötesi?

Bazı şeyler vardır ki, onlarda âleme duyurma isteği vardır. Âleme gösterme hastalığı vardır ve nitekim "benim cenazem de böyle kalabalık olsun" lafı âleme bir gösteriştir.

Meşhur büyüklerden riyakarlıkta da profesyonel sayılan birisi "acaba falana nasip olan o kalabalık cemaat, ben öldüğümde bana da nasip olur mu?" demiş. Sen ölüm ötesine ve ölümle beraber gelen şeylere, ölümle varacağın yere inanmamışsan, oraya değil bir cemaat, birkaç milyon insan toplansa ne yazar?

Millet Sevdiklerini Musalla Taşında da Yalnız Bırakmıyor

Ben zannediyorum o zat (Yaşar Tunagür) Türkiye çapında, ülkeyi içine alacak dairede bir hizmet yaptı. O cemaatin O'na olan bir vazifesiydi. Üzerinde bir vecibeydi. Çünkü o zatın hepimiz üzerinde hakkı vardı. Bir de bu arada o toplumla bazılarına mesaj verme meselesi vardı. Millet sevdiklerini musalla taşında da yalnız bırakmıyor. Yüreklerinden geldiği şekilde samimi olarak şehadetlerini ilan ediyorlar. Musallada, Allah'ın huzurunda şehadetlerini ilan ediyorlar. Öyle bir yanı var. Fakat herşeyden önce o zatın itikadı önemlidir.

Metruk Cenaze Merasimleri ve Hicranlı Yıllar

Ben onunla (Yaşar Tunagür) aramda geçen bir konuşmayla size bir şey arzedeyim. Mehmet Akif'in cenazesine iştirak etmeme meselesini üniversite gençliği kırmış. Bayrakları çekmiş orada camiye yürümüş ve kalabalık bir topluluk meydana getirmişlerdir. Musallada metruk[1] olan insanlardandır Mehmet Akif.

Mehmet Akif'in cenazesi gençlerin ellerinde taşınırken

Mareşal Fevzi Çakmak[2] milletin bir kesimi tarafından sevilen, dinine bağlı bir insandır. Vefat ettiği zaman onda da aynı şey olmuştur, metruk bir cenaze merasimi yaşanmıştır. Fakat milletin bir kısmı, bir kesimi kırmış o zinciri ve o cenazeye iştirak etmiş. Ve onu bir yere kadar teşyi etmiştir.

Ahmet Naim[3] merhumun cenazesinde de öyle olmuş. Onun cenazesine katılmak için zinciri kıracak da olmamış. Benim esas aktarmak istediğim konu vefat eden, dün (1 Mayıs 2006) cenaze namazı kılınan müteveffa (aleyhi rahmetullah) zatla aramda geçen konuşmayı aktarmak istiyorum. Ahmet Naim'in cenaze namazı bahis mevzu edildiğinde ben "Ahmet Naim gibi bir insan son çağın yetiştirdiği nadide dimağlardan biri. İlim ufku, zekası ve kültürümüze katkıları itibarıyla. Hiç bir şey olmasa da Tecrid-i Sarih'e yazdığı o üç cilt onun için çok önemlidir. Bir müctehid gibi orada hükümleri vardır o zatın. Böyle bir insanın cenaze namazını beş on insan ancak kılmış" dedim ve teessüflerimi ifade ettim.

1911 yılında Darülfünun Edebiyat Şubesinden mezun olanlar oturanlarda sağdan sola 4. sırada Mehmet Akif, 5. sırada Ahmet Naim

Dünkü müteveffa (Yaşar Tunagür) bana "Allah bu günahkâr millete nasip eder mi ki Ahmet Naim'in namazını kılsınlar" dedi. Yani meselenin bir de bu yanı var. Cemaat olmuş ne olacak? Zorla suniliklerle birilerini putlaştırarak, birilerini mit haline getirerek şişirirsiniz. Biraz da dayatırsınız, orada bir sürü insan toparlanır. Fakat o insanların kıymeti harbiyesi yoksa, o musalla taşında upuzun yatan insanın onlardan gelecek şeyleri alabilecek bir ahizesi yoksa şayet, alamıyorsa onları, kendine göre onları çevirebilecek reseptörleri yoksa, onun için hiçbirşey ifade etmez. O insan musallaya gideceği ana kadar musallî[4] olmamışsa, bir insan alnı secde görmemişse, beli Allah karşısında bükülmemişse, siz orada bir milyon Fatiha okusanız da ona Fatiha'nın "elhamdülillah"ı dahi ulaşmaz. "Biz ona şahidiz" demenin hiçbiri ulaşmaz. Hiçbiri bir şeye yaramaz. Kimbilir belki de orada yalancıya şehadet etmeden dolayı, yalancı şehadette bulunan insanlar ötede yalancı şehadet ettiklerinden dolayı sorgulanabilir ve Allah'a hesap bile verebilirler.

Zahire Göre Hüküm

"Nahnü nahküm bizzahir" (biz zahire göre hükmederiz). Ben ona "katiyen cennete gitti" diyemem, hüsn-ü zan ederim. Osman bin Maz'un[5] vefat ettiği zaman, orada birisi diyor ki "ne mutlu sana cennete gittin" diyor. Efendimiz birden tavır değiştiriyor kaşlarını çatıyor. "Nereden biliyorsun, ben peygamberim bilmiyorum" diyor. Ama ben onun hakkında hüsn-ü zan ediyorum. Burada Osman bin Maz'un için Efendimizin şu tavrını ifade etmede yarar var. Hiç kimseye onun kadar ağladığını hatırlamıyorum ben. Çocuk gibi üzerine abandı ve ağladı. Ama, bir kadın orada "ne mutlu sana cennete gidiyorsun" deyince, "ne biliyorsun, ben peygamberim bilmiyorum" dedi. Kimse kimsenin nereye gideceğini bilemez. Bu açıdan biz hüsn-ü şehadette bulunuruz. Yeryüzünde Allah'ın şahitleriyiz. Mü'min olarak hüsn-ü zan ederiz. Meseleyi o insanın iyiliklerine bina ederiz. Varsa bir kısım sakat ve sakim tarafları, düşük tarafları onları görmezlikten geliriz. Bunlar mü'mince tavır ve davranışlardır. Dolayısıyla onca insanın onun hakkında, hususiyle öyle bir zatı seven insanların, pek çoğu itibarıyla hizmetin ne demek olduğunu bilen insanların, onun yaptığı o makul hizmetlere dilbeste olan, onlara takdir eden insanların ki -günümüzde makbulîn (Allah katında makbullerden) diyebileceğimiz bir zümre bunlar- orada onların hüsn-ü zanları, hüsn-ü zanlarının sesi soluğu olan şehadetleri onun hakkında iyi şeye emaredir.

Mesele Allah Nezdinde Kazanmaktır

Ama dün başka türlü, bugün başka türlü, "dün başka bugün başka" deyip sürekli bukalemun gibi ortama göre, vaziyete göre tavır değiştiren insanlara gelince,inanın bana namazları Kabe'de de kılınsa,iki milyon insan cenaze namazlarını kılsa, ellerini kaldırsa "vallahi billahi tallahi bu insan hakkında hüsn-ü şehadette bulunuyoruz" deseler dahi bu şehadetleri birer kaya gibi onların kafalarına döner dolaşır çarpılır. Ve mele-i âla, kapılarını kapatır onlara. Birşey ifade etmez. Mesele Allah nezdinde kazanmaktır. Akif gibi olmaktır Ahmet Naim gibi olmaktır. Yaşar Hoca gibi olmaktır. Biz hüsn-ü zan ederiz.

Siz bazılarına hüsn-ü zan edebilirsiniz. Fakat hiçbir zaman kendinizi "ahkemü'l-Hâkimîn, A'delü'l-adilîn, Esdaku's-sâdıkîn" yerine koyarak onun hakkında hüküm kesip biçmeye hakkınız selahiyetiniz yoktur.

Bir Bit Yeniği Var mıdır?

Bir insan cenaze namazında o kadar kalabalık insanın olmasını arzu etmesi acaba onda bir bit yeniği var mı sorusunu akla getirir. Bence o meseleyi Allah'a havale etmek lazım. Amir ibni Şerahil (Ameş) arkadaşına diyor ki "ben vefat ettiğim zaman, çok arzu ediyorum, benim cenazeme kimse gelmesin, eğer bir mahzuru olmadığını bilsem beni bir beze sarıp da çukura atmanızı isterim" diyor. Elli sahabi ile görüşmüş, hadisin devâsa imamlarından, Ebu Hanife'yle karşılıklı münazara yapmış büyük bir insan. Fakat işte o insan "ben çukura atılacak bir insanım" diyor ve geliyor birgün mezara giriyor yatıyor, üzerine toz toprak saçıyor, sonra çıkarken tozu toprağı silerken şöyle diyor: "Ne dar bir mesken burası" diyor. Orayı öyle görüyor. Darlığıyla görüyor, kendi istihkakı gibi öyle görüyor o meseleyi.

Ben Vefat Ettiğimde Cenazeme Kimse Gelmesin

Onlar kendilerine böyle bakıyorlardı. İbnü Ömer (ra ) diyor ki "ben vefat ettiğim zaman, cenazeme kimse gelmesin" Burada istidradi (dolaylı olarak) birşey söyleyeyim size. "Benim cenazeme de kimse gelmesin, hatta mümkünse gece, bir yere götürüp, bir çukura atsınlar, üzerinden de bir dozer geçirsinler, bilinmeyen bir mezar olsun. Allah katında ben bir şey değilsem şayet, el âlemin bana birşey zannederek yahşi çekmeleri, öbür tarafta Allah, "sahi öyle misin?" derse bana ben ne derim sonra. Benden çok büyük, daha büyük, daha büyük insanlar var. "Benim mezarımı bir iki talebemden başka kimse bilmemeli" demiş. O öyle demiş. Demiş ama vefat ettiği zaman yer yerinden oynamış. Dünyanın dört bir yanından şedd-i rihaller yapılmış. Urfa'da cenazesine gidilmiş. Neredeyse Urfa'da yer delinecek hale gelmiş. Bir yönüyle binlerce insan cenazesine gelmiş, iştirak etmiş, onun şefaatına mazhar olmuş ve dualarıyla ona karşı vazifelerini, haklarını eda etmişler. O öyle olmuş, fakat diğer taraftan da onun samimane istediği o şey neyse o da olmuş. Mezarı bilinmez hale gelmiş. Mezarı bilinmeyen bir imam haline gelmiş. Farkı yok Amr ibni Şerahil'den. Bakarsanız İbni Ömer'den farkı yok. "Herkes cenazemize gelsin, duyurun, aman kalabalık olsun falan..." Biz onu talep etmemeliyiz. Onda gizli bir riyakarlık vardır. Siz Allah yolunda olmuş iseniz, nam-ı Celili, Aleyhiselatü Vesselamı Muhammediye'yi duyurmuş iseniz, insanlar sizi hayırla yâd ederler. Hem yâd etmeseler bile, bıraktığınız izler birer sadaka-i cariye olarak Niyagara çağlayanı gibi sevap halinde şakır şakır sizin kabrinize akar. Sizi iğna (doyurmak) eder.

Yaşar Hocaefendi Çok Güzel Şeyler Yaptı

Allah'ın izniyle o mevzuda sizin talebinize gerek yok. O türlü şeyler iradaye bağlanmamalı, iradi olarak istenmemeli. Olacaksa gayri iradi bu zatın cenazesine iştirak edildiği gibi olur. Ben onun cenazesine, insanların iştirak edeceği beklentisi içerisinde olduğu kanaatinde değildim. Ama demek ki millet seviyormuş, milletin sevmesi hüsn-ü şehadettir, hüsn-ü zandır. İnşallah Allah huzurunda hora geçer. Ama onun, yaptığı hizmetlerin muhit hattında büyük bir açı haline gelmesi durumu bizim değerlendirmelerimize bırakılacak olursa çok güzel şeyler yaptı. Merkezde küçük bir açı gibi görünür fakat muhit hattında çok büyük olur o. Dolayısıyla bugün olup biten şeylerle alakalı onun hissesinin çok büyük olduğuna inanıyorum. Meseleyi analitik mülahazalarla ele alacak olursanız, o sebep olmuştur. O mevzuda fail olmuş bir insandır, gayet samimidir. "Es sebebü kel fail" (Sebep olan, yapan gibidir) sırrınca onun defter-i hasenatına geçer yapılanlar bütünüyle. Bu açıdan Allah nezdinde çok büyük olabilir.

Cemaat Yaşar Tunagür'ü Fatih Camii'nden uğurlarken

Hüsn-ü Niyetin Önemi

Efendimiz'in sağlığında bir zatın cenazesi geçerken insanlar hüsn-ü şehadette bulunuyorlar. Peygamberimiz Aleyhisselatu Vesselam "vecibet" (vacip oldu) diyor. Bir başka cenaze daha geçiyor. Efendimiz yine "vecibet" fakat onun hakkında çok iyi düşünmediklerini ifade ediyorlar. Aynı hadise Hz.Ömer döneminde de cereyen ediyor.

Sonra bu iki "vecibet" cevabının tefsirini sorunca -Hz.Ömer'e de soruyorlar- önce geçen cenaze hakkında siz hüsn-ü şehadette bulundunuz, bunca insanın onun hakkında hüsn-ü şehadette bulununca "siz yeryüzünde şahitlersiniz, Allah celle celalühü onu cennetine kor, madem hüsn-ü şehadette bulundunuz" diyor.

Öbürü hakkında da siz hüsn-ü şehadette bulunmadınız, - su-i şehadet demek caizse şayet - su-i şehadette (kötü şehadet) bulundunuz. Onun hakkında da cehennem vacip oldu diyor. Birer kelimeyle ifade ediyor sahabi. Bunların hepsi adildir, hepsi sadıktır, bu açıdan onlar ehli basirettir, iyi görürler, firasetleri derindir, katiyen insanlar hakkında tecessüs, tahassüs, tefahhüsleri yoktur, fenalıklarını araştırma gibi bir yanları yoktur. İyilikleri görürler hep ve iyilikleri olduğu gibi görürler. Dolayısıyla onların şehadetleri hakikaten görmüş-etmiş gibi bir şehadettir. Zamana vabeste bir şeydir o, zamanla alakalı, konjonktürel bir şeydir onların yaptıkları şey.

İmansız Gittikten Sonra Şehadetler Bir Şey İfade Etmez

Günümüzde de meseleyi ele alacak olursak, hakikaten camiye gelen, namaz kılan insanlar yalan söylemiyorlarsa bazen idare-i maslahat kabilinden herkese de söylüyorlar. Adam ömür boyu dine diyanete küfretmiş öyle yaşamış, dindara gerici-mürteci demiş öyle yaşamış. Ve sonra vefat edince götürüp onu maşatlığa gömecek değilsiniz ya sizin mezarlara gömüyorlar onları. Getirip musallaya uzatmışlar. Hatta çok defa kendileri de bir kenarda durmuşlar, namaza iştirak etmemişlerdir. O da Allah'ın bir işi ya "öylesinin namazı kılınmaz" diye ilahi ikazın gereğini belki müslümanlardan daha ziyade o hususta yapılması gerekeni onlar kendileri riayet ediyorlar. Gayr-i iradi olarak, tavır ve duruşlarıyla adeta "bunun namazı kılınmaz" diyerek kenarda bekliyorlar.

Ama masum cami cemaati saf saf olup "aman ihtilaf olmasın, iftirak olmasın, ayrımcılık yapmayalım, dindar-dinsiz ayrımcılığı yapmayalım, inkarcı-mü'min ayrımcılığı yapmayalım, komünist-milliyetçi ayrımcılığı yapmayalım" mülahazasıyla demek ki cami cemaati bizim entellektüelimizden, siyasetçimizden daha basiretli, milli bütünlüğü koruma mevzuunda daha duyarlı, daha hassas. Onun için musallaya kimi uzatırlarsa uzatsınlar "getirin peşi peşine hepsinin cenaze namazını kılar ve hüsn-ü şehadette[6] bulunuruz" diyor. Bulunuyorlar öyle. Ama onlar biraz evvel arzettiğim gibi havada şeyler, sağlam bir mesnede[7] dayanması lazım. İmansız gittikten sonra bir insan, dinin karşısında gittikten sonra, miyonlarca, milyarlarca insanın şehadeti hiçbir şey ifade etmez. Ama insanlar veya cemaat o tür kimselere hüsn-ü şehadette bulunuyorlar, bir mü'mine de hüsn-ü şehadette bulunuyorlar. Allahu a'lem onun günahlarına kefaret olur. İnsan, Kur'an'ı Kerim'in hususiyle "lemem" dediği şeyleri yaşamıştır. Madem bunlar bu kadar hüsn-ü şehadette bulunuyorlar, Allah buyurur ki "o hüsn-ü şehadette bulunan kullarımı yalancı çıkarmamak için seni affediyorum" der.

Allah Kulunu Yalancı Çıkarmak İstemez

Önümüzde misali var bunun. Efendimiz (sav) sahih hadislerinde geçiyor. Mahşerde Cenabı Hakk kulunu hesaba çeker, terazide günah kefesi ağır basmış, sevabı da hiç yoktur. Derdest edin, tutun götürün bunu müstahak olduğu yere denir. Derdest edilip götürülürken döner, ciddi bir tahassür[8] hissiyle geriye bakar. Cenabı Hakk "sorun ona, niye bakıyor geriye" der. Sorarlar.

Efendimiz buyuruyor. Geleceği gören gayb-bin gözüyle görüyor ve buyuruyor. Diyor ki o insan "Ya Rabbi benim senin hakkındaki zannım böyle değildi, ben sana nasıl gelirsem geleyim, beni affedeceğin ümidini taşıyordum ben" diyor. Bu ifadeler üzerine Cenabı Hakk "döndürün onu başka tarafa, cennete gönderin" diyor.

Bunun gibi onca insan hüsn-ü şehadette bulununca onun da bir hayli lemem'i[9]vardır. Sürekli sürçmüş, düşmüş, yatmış kalkmış, yuvarlanmış, elli defa kapaklanmış bir insandır. Zellelerini zelleler[10] takip etmiştir. Fakat Allah hakkında hüsn-ü zannını kaybetmemiştir. "Ene, inde zanni abdi bi[11]" (kulum beni nasıl sanıyorsa ben öyleyim) diyor ve kulunu yalancı çıkarmıyor Cenabı Hakk.

Buhari'de geçen sahih bir hadiste de şöyle bir hadise var: Saçı sakalı bembeyaz olmuş, ak sakallı, ak saçlı yaşını başını almış bir adam. Mahşerde Cenabı Hakk ona "dünyada iken sen şunu yaptın, bunu yaptın, şuraya gittin, şöyle dedin" diyor. Adam bu denilen şeyleri yemin ederek, kasemle "ben bunları yapmadım" diyor. "E pekala yapmadınsa yapmadın, götürün cennete koyun" diyor Cenabı Hak. Bunun üzerine melekler "Ya Rabbi bu denilen şeyleri bu adam yapmıştı aslında" diyorlar. Allah da "o ak saçıyla, sakalıyla öyle deyince onu yalancı çıkarmak istemedim ben" diyor.

Yalan Yere Şehadet Edilenler

Bütün bu esasları hepsini birden nazar-ı itibara alarak mevzua öyle bakmak lazım. Ama Allah'la hiç alakası yok, Peygamberle hiç alakası yok, dinle diyanetle alakası yok, yatıp kalkıp dindar düşmanlığı yapmış, dindarlaşmayı irtica saymış, dine sahip çıkmayı "dinci" laflarıyla karalamaya çalışmış kimseler hakkında birşey söylememiz mümkün değil, hüsn-ü şehadette bulunmamız da mümkün değil, onlara "iyi" dememiz de mümkün değildir. Bu halleriyle musalla taşının başında onlar hakkında iyi şeyler söylememiz yalan yere şehadettir. Allah'a karşı saygısızlıktır, dine ve peygambere karşı saygısızlıktır. Fakat sadece ve sadece iftirak ve ihtilaf olmasın diye camideki o basiretli cemaat "namazı kılınmayacak öyle insanların" namazını kılma durumunda kalıyorlar.

Allah'ın Milletimize İhsan Ettiği Basiret

Böyle bir insan[12] devr-i Risalet Penahi'de devrilmişti. Efendimiz (sav) onun cenazesine gitmeye hazırlanırken Allah (cc) "Vela tusalli alâ ehadin minhüm mâte ebeden, velâ tekum alâ kabrihi[13].." (Ebedi bir ölümle devrilmiş, ölmüş o insanın cenazesine gitme, namazını kılma" diyor. Şimdi bütün ömrü böyle Allah ve peygamber aleyhtarlığıyla geçmiş bir insan vefat edince getirilip musalla taşına konmuş. Sırf ihtilaf olmasın, ayrımcılık olmasın diye camideki insanlar tarafından, çok ileri seviyede maarif yuvalarında, belki entellektüeller, elitler arasında hatta bir kısmı itibariyle siyasiler arasında gözetilmeyen o hassasiyet, o titizlik gözetiliyor. Yani o ona "gerici-mürteci" diyebiliyor. O da ona "dinsiz" diyebiliyor. Fakat o camideki cemaat var ya, halkın yüzde seksen beşi müslüman, beş vakit namazını kılıyor. Karşısına gelen her cenazenin -ama devrilmiş, ama Allah'a yürümüş- "olsun, kılalım boşver" diyor. Toplum içinde ihtilaf ve iftirak çıkarmayalım. Bu da Allah'ın milletimize ihsan ettiği bir basirettir. Dini açıdan meselenin hükmünü ifade etmiyorum.

En Çok Endişe Duyduğum Şey

Dini açıdan meselenin hükmü ifade edilecek olursa biraz önce arzettim. Hüküm "Vela tusalli alâ ehadin minhüm mâte ebeden, vela tekum alâ kabrihi" ayetinde ifade edilen hükümdür. "Mezarına da gitme onun" diyor. Fakat milli birliğimizi ve milli bütünlüğümüzü koruma hassasiyeti açısından "hayır biz o mevzuda risk alıyoruz, vebale giriyoruz belki. Olsun, ayrım yapmayın. Sonrasını ve gaybı Allah bilir. Ama burada birşey ilave edeyim. Bu ölçüde nerede müslümanlıkla oynamışlarsa Allah onların cezasını vermiştir. Birer birer devrilmişlerdir, çok defa millet de onlarla beraber o cezayı çekme durumunda kalmıştır. İşte öyle bir şeyden endişe duyarım ben. Yaşayanlar, yaşadıklarını doğru yaşamıyor, dayatanlar dayatmada ısrar ediyorlarsa şayet Allah topyekün o milleti cezalandırır. Başlarına öyle gaile (bela-musibet) salar ki Cihan harplerini unutturur onları. İşte buna sebebiyet vermesinler. Zalimler, gaddarlar, hattarlar... Kendileriyle beraber, mazlum, mağdur, masum insanların kanına girmesinler. Kıymasınlar millete. Saldırmasınlar, salmasınlar gavurları milletlerin üzerlerine. Gazaba getirmesinler arzı (yeryüzü), hiddetlendirmesinler semayı ve sema ehlini....

Allah inayet ve yardımını üzerimizden eksik etmesin.


[1] Metruk: Yalnız başına terk edilmiş. Mehmet Akif, 27 Aralık 1936 yılında İstanbul'da vefat etti.

[2] 10 Nisan 1950'de Mareşal Fevzi Çakmak vefat etti. Tek Parti zihniyeti, devrin en önemli yayın organı olan radyoda neşeli şarkılar ve oyun havaları ile sevincini dile getirmektedir. Halk, idareye öfkeli ama tepkisizdir. Ancak milletin değerlerine bağlı gençliğin tepkisiz kalması düşünülemez. İşte böyle bir günde milliyetçi gençliğin önünde 28 yaşında bir genç yürüyor, heyecanlı nutuklar veriyor, radyoyu ve yönetimi protesto ediyor. Harbiye'de Ordu Komutanlığı'na giderek, oradaki bayrağı yarıya indiriyordu. Beyazıt Camii'nde Mareşal'in tabutunu resmi makamlara teslim etmeyerek, omuzlarda Eyüp Sultan'a kadar yürüten gençlerin öncülerinden biri yine Fethi Gemuhluoğlu'dur. O gençler arasında Turgut Özal da vardır.

Mareşal Çakmak, 1876 yılında İstanbul'da doğdu. 1895 yılında Teğmen rütbesi ile Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, aynı yıl girdiği Harp Akademisi'ni 1898 yılında bitirerek Kurmay oldu. Bu tarihten itibaren ordunun çeşitli kademelerinde karargah ve birlik komutanlığı görevlerinde bulundu. 1914 yılında Tümgeneralliğe yükseldi. Çeşitli birliklerde Kolordu Komutanlığı, Anafartalar Grup Komutanlığı ve Ordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. 6 Ocak 1918 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atandı.

[3] Ahmed Naim, Babanzâde Mustafa Zihni Paşa'nın oğlu olarak 1872 yılında Bağdat'ta doğdu. Risale-i Nurda, Bediüzzaman'ın sohbet arkadaşları arasında ismi zikredilmektedir (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 541). Babanzâde Ahmed Naim, 13 Ağustos 1934'te öğle namazını kıldığı esnada ikinci rekatta ve secdede iken vefat etti.

[4] Namazla niyazla bir hayat geçirmemişse

[5] Medine'de vefat eden ilk muhacir sahabi olan Osman ibni Maz'un (radiyallahu anh) Bakî kabristanlığına defnedilmiştir. Âbid zattır. Habeşistan'a hicret eden ilk grubun başkanıydı. Hak yolunda yılmadan çalışan, hayırlı işlerde devamlı fedâkârlıklar gösteren Osman ibni Maz'un (r.a.) hicretten otuz ay sonra ebedî aleme göçtü. O sırada müslümanların henüz bir kabristanı yoktu. Efendimiz Medine etrafına çıktı ve Bakî ile emrolundum buyurdular. Böylece Osman ibni Maz'un (r.a.) Medine'de ilk vefat eden sahabî ve Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir oldu.

[6] İyi niyetli olarak şahitlik etmek
[7] İsnad edilen, dayanak noktası, çıkış noktası
[8] Hüsrana uğramışlık, kaybetmişlik duygusu
[9] Lemem: Ufak kusur ve günah. Necm Suresi 32. ayette geçiyor
[10] Zelle: Hata, kusur ve kayma anlamında
[11] Sahih-i Buhari: Tevhid, 15/35; Kudsi hadis: (Kulum beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim)
[12] Abdullah ibni Übey ibni Selül. Hayatı boyunca Peygamber Efendimiz (sav)'in kendisine ve ailesine iftira atmaktan çekinmeyen bir münafık. Müslümanları Uhud Savaşında yarı yolda bırakıp savaş öncesinde psikolojik olarak zarar vermiş, Medine'ye hicret sonrası yahudilerle Medine vesikası imzalandıktan sonra, Mekkedeki müşrikleri tahrik edip: "Muhammed (sav) kendine taraftar topluyor, uyuyorsunuz" diyerek yine müslümanlar aleyhinde bulunmasına rağmen, İbn-i Selül öldüğünde oğlunun isteği ve ricası üzerine Peygamber Efendimiz O'na önce kendi gömleğini kefen olarak veriyor. Sonra cenaze namazını kılma ve bağışlanması konusunda Tevbe 80 ayeti gereği, Efendimiz (sav) muhayyer (serbest) bırakılıyor ve Efendimiz (sav), Hazreti Ömer'in (ra) engellemelerine rağmen, 70'den fazla istiğfar ederim diyerek yine hoşgörü gösteriyor ve cenaze namazını kılmak istiyor. Fakat Allah (cc) 84. ayeti kerimede O'nun namazını kılmasını menediyor.
[13] Tevbe suresi, 84. ayet: Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah'a ve elçisine (karşı) inkara saptılar ve fasık kimseler olarak öldüler. (Tevbe-9/84)

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.