Hep benim yüzümden...

Hep benim yüzümden...

Fethullah Gülen Hocaefendi, "Ey nefis, sebebi sensin, kusurlar senin!.." sohbetinde, müminlerin kendi başlarına gelen bütün olumsuzluklar ve kötülüklerde veya kendileriyle ilgili her dairedeki işlerinde ortaya çıkan olumsuzluklar ve kusurlarda başka bir sebep aramaya girişmeden hemen kendinde hata ve kusur araması ve telafi yoluna gayret etmesi gerektiğini anlattı.

Mükemmele ulaşamadım, benim kusurum

Hocaefendi, insanın her şeyi en mükemmel şekilde yapma gayreti içinde olması gerektiğini, mükemmele ulaşamadığında ise bunu kendi kusuru olarak görmesi gerektiğini ve böylece kusurunu bilmesinin telafiye vesile olacağını ifade etti:

"İnsan her şeyi en mükemmel şekilde götürme peşinde olmalıdır. Götüremiyorsa onu kendi adına bir kusur bilmelidir. Kusurunu bilince bir insan zımni istiğfar eder, tevbede bulunur, iç ızdırapları yaşar. 'Ben bu meseleyi istikamette götüremedim' der. Yani bir taraftan ekmeliyete, en mükemmele, etemmiyete, tastamam olana talip olma. Rıza ufkuna açık olan yol bu yoldur. Ama 'bunu realize etmek için acaba ben bana düşen her şeyi yapabildim mi? Acaba benim burada ettiğim bir kusur vardı da onun için mi Everest'in tepesine çıkamadım, zirveyi ihraz edemedim, bir yerde takıldım kaldım, bana ait bir şey mi vardı?' demeli insan. Kendini Kur'an'a hizmete adamış, i'lâ-yı kelimetullah'a adamış insanlar hizmet daireleri içinde bir eksik, bir gedik olduğu zaman, 'burada yapılacak bazı şeyler vardı -ihtimal- ben onda kusur ettiğimden dolayı böyle bir falsoya maruz kaldım. Ekmeliyeti yakalayamama, etemmiyeti yakalayamama bana ait bir kusurdan kaynaklanıyordu, başına geçtiğim bu işi, bu ünitedeki hizmeti, bu birimdeki hizmeti sonuna kadar sürekli semere ala ala götüremedim. İhtimal bu mesele bana ait bir kusura, bir kusur gediğine takıldı, bir kusur çukuruna düştü, bir kusur vadisine yuvarlandı.' demelidir. Zannediyorum bu zımni tevbe, öyle bir şeyi telafi etmeye vesile olur, Cenabı Hak telafi eder. Ama sürekli 'yaptığım şey hep mükemmel yani kusur yok benim yaptıklarımda, kusur varsa esas beni dinlemeyenlerde, beni anlamayanlarda, düşüncelerini benim düşüncemle test etmeyenlerde. Ben çevremin yaptığı kusurların riskini yaşıyorum. Yoksa ben öyle biri değilim. Filanlarımla baytekin gibi ben gökleri bile fethedebilirim.' demek, hafizanallah bunun 'ene rabbukümü'l-a'lâ' demeden farkı yoktur, 'Sizin en büyük rabbiniz benim, ben âlîyim, benden başka rabbiniz mi var?' demeden farkı yoktur bunun."

Problemler insandaki boşluklardan

Hocaefendi, ortaya çıkan problemlerin insandaki duygu, düşünce ve amel boşluklarından, yani Allah'la münasebetlerdeki kusurlardan kaynaklandığını, dolayısıyla nefis muhasebesine yönelip bunları telafiye çalışılması gerektiğini, aksi takdirde dağınıklıktan başka bir neticeye ulaşılamayacağını ifade etti:

"Hususiyle sizin mesleğiniz itibarıyla i'lâ-yı kelimetullah'a kendini adamış, belki günümüzde daha makul, daha yumuşak, daha mülayim ve içinde diyalog mülahazasını da ihtiva eden bir üslupla, bir söylem şekliyle ifade edilmesi gerekirse şayet, herhalde bize ait bir şey varsa onları ifade etmede eğer başkalarını ifade edemedikse bize ait bir kusura takıldı, bir kusur çukuruna yuvarlandı bu, bize ait bir kusur. 'Ya esasta hata ettik. Ya üslupta hata ettik. Dolayısıyla celp etme düşünürken belki kaçırdık, uzaklaştırdık o insanları.' Böyle demek lazım. Böyle deme, zımni bir tevbe, kalbin enginliğine göre bir inabe, kalbin enginliğine göre bir evbe sayılır. Ve Cenabı Hak böyle ızdıraplı bir kalbe cevap verir. O boşluğu doldurur, telafi eder. Sizin fevt ettiğinizi telafi eder. 'Eğer bir eksik, bir gedik varsa, bir sürçme, bir tökezleme varsa bana ait kusurdandır.' demeli. Hatta insan bir yönüyle belki bu türlü kusurlar ve bu türlü sürçmelerde nefis muhasebelerini biraz da başında bulunduğu işle mepsuten mütenasip ele almalı, öyle düşünmeli. Bir problem varsa, onun başındaki insan kimse şayet, o insan ordaki o arızayı, o problemi kendinden bilmelidir. Daire büyüdükçe o daireye hükmeden insanlar da bir yönüyle daireleri hesabına yaşattıkları, yaşadıkları o falsoları, o fiyaskoları biraz kendi düşüncelerindeki boşluklardan, Allah'la münasebetlerindeki boşluklarından, İslamiyet'i iyi duyup sindirememedeki boşluklarından, Hazreti Ruh-ı Seyyidü'l-enâm'ın düsturlarını çok iyi yorumlayamama boşluklarından, zamanı doğru okuyamama boşluklarından, karşı tarafı, hasım cepheyi doğru okuyamama boşluklarından kaynaklanıyor. Ve dolayısıyla iç içe bir yönüyle falsolar yaşanıyor, fiyaskolar yaşanıyor. Herkes kendinden bilmeli biraz. Belki herkese 'sen kendinden bil' diyemeyiz. Ama Kur'an-ı Kerim'in o açık düsturuyla 've mâ esâbeküm min musibetin fe-bimâ kesebet eydîküm' (Şura, 42/30) Size bir musibet isabet ettiyse şayet, o sizin ellerinizin kesbettiği şeydendir. Gözünüzün bakmasından, kulağınızın duymasından, zihninizin değerlendirmesinden, ağzınızın konuşmasından, döktürdüğünüz kelimelerden, elinizin uzanmasından, ayağınızın adım atmasından, hislerinizi ortaya koymanızdan. 've ya'fû an kesîr / Çoğunu da Allah affediyor.' İç inhirafından, düşüncede istikamete erememeden, O'nunla münasebeti sağlam sağlayamamadan, kendi dinî düşüncene çok iyi konsantre olamamadan. Buna vermediğin takdirde, değişik esbaba meseleyi vermek suretiyle sürekli bir dağınıklık yaşayacaksın ve asla dağınıklıktan da kurtulamayacaksın."

Kusurunu bilirsen telafi edersin

Hocaefendi, insanın kusurunu görmesinin telafi adına en önemli aşama olduğunu, ayrıca kusurları telafi için alternatif düşünceler geliştirmenin, hatta en başta farklı alternatif planlara sahip olmanın önemini ifade etti:

"Ortaya konan kusuru, bir eksiği, bir gediği insan kendinden bilmez, kendini sorgulamazsa ömür boyu başkalarını sorgular, suizanda bulunmadan, başkalarını suçlamadan bir türlü kurtulamaz. 'Benim pozitif tavır ve davranışlarımı negatif hale getiren esas beni riske eden, işlerimi riske eden insanlar çevremde negatif davranan insanlardır' hep dersin, hep suizanda bulunursun onlar hakkında. Ve dolayısıyla da kendi kusurunu göremediğinden dolayı onu telafi etmeyi de düşünemezsin. Zımni tevbe ile onu Allah telafi eder. Kusurunu kendin görürsen şayet, 'Bu yanlıştı' dersin, onu sen de telafi etmeye çalışırsın. Raşid halifeler bile 'keşke şu işi şöyle değil de böyle yapsaydım' diyor. 'Demek ben orda yanılmışım.' İşte Hazreti Ebu Bekir'in üç defa 'keşke'si var. 'Keşke bunu şöyle değil de şöyle yapsaydım. Şunu da şöyle yapsaydım. Şunu da şöyle sorsaydım.' demek suretiyle hem çevresine çok ciddi bir güven ve emniyet telkin ediyor; 'yahu ne güvenilir adam bu! Nasıl kendisini doğru okuyor! Ve okuduğu şeyleri nasıl topluma deşifre ediyor: Bakın ben de kusur yapan bir insanım.' Ve böyle deyince siz çevrenize emniyet ve güven telkin etmiş olursunuz. Hatalarınızı gördüğünüz takdirde onları telafi etme yolu açılır. Oturur düşünürsünüz. Alternatif düşünceler ortaya korsunuz. Acaba ben bir daha hata yapmamak için ne yapmalıyım? Bir tane değil, iki tane değil, üç tane, ta baştan planlarımız, projelerimiz içinde bizim alternatiflerimiz olmalı. Hele hususiyle bir şeyi tam beceremediğimiz, halk ifadesiyle yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız, o işin kıymetine dokunduğumuz durumlarda acaba bir daha aynı vartayı işlememek için ne yapmalıyız, oturup orada farklı alternatifler oluşturmalıyız."

İstişare etmek, kusurları azaltır

Hocaefendi, meseleleri istişare etmenin insanları daha çok yanılgılardan kurtaracağını; yapılan işlerde ortaya çıkan kusurlarda başkalarını suçlamak yerine hatayı üzerine alıp telafi yoluna çalışmak gerektiğini, yoksa boş yere gönülleri harap etmekten başka bir şey elde edilemeyeceğini ifade etti:

"Hususiyle daha az yanılabileceğimiz ayrı bir husus var; ortak akla müracaat etmek. Meseleyi en muğlak problemleri çözebilecek meşverete götürmek. Söz Sultanı 'mâ hâbe men isteşâre' diyor, 'istişare eden haybet, kayıp yaşamaz, riske maruz kalmaz.' İnsanlığın İftihar Tablosu vahiy ile müeyyed. Oturduğu yerde duruyor, gökler ötesi âlemlerle irtibata geçiyor. Diyeceği, edeceği, yapacağı her şeyi ordan aldığı disiplinlere göre planlıyor ve yapıyor. Fakat buna rağmen bize ders olsun diye, temsilin gereği olarak, halin gereği olarak meseleleri istişare ediyor çevresiyle. Kimle? Dini kendilerine öğrettiği insanlarla, meşveretin ne demek olduğunu öğrettiği insanlarla, doğrunun ne demek olduğunu öğrettiği insanlarla meşveret ediyor. Kendi faik. Mutlak faik. Fakat faikiyeti nazar-ı itibara alarak, her şeyi o faikiyete bağlayarak değil, sanki onlardan bir insanmış gibi... Ekmeliyete her şeyi bağlamış, etemmiyete bağlamış ve rızaya talip olan insanlara düşen şey, her şeyi kusursuz yapmaya çalışma, ama bu arada kusurları oluyorsa onları da kendilerinden bilerek telafi etmeye çalışma, Allah'ın izni, inayetiyle. Yoksa öbür türlü yıkmadık gönül, harap etmedik çevre bırakmazsınız. 'Suç sizde, kabahat sizde, benim planlarımı, projelerimi siz altüst ediyorsunuz' dersiniz, bir de çevrenizi küstürürsünüz. Herkesi kendinizden kaçırırsınız. Kendinize olan güveni sarsarsınız. Kimseye baki değil mülk-i devlet! Dar dairede, orta ölçekteki dairede, geniş dairede. Ve kimseye baki değil sim u zer! Sim gümüş demek, zer de altın demek. Bir harap olmuş gönül tamir etmektir hüner. Bir harap olmuş gönül tamir etmektir hüner. Bir gönül yıkılmışsa esasen, hüner onu tamir etmektedir. Yanlış anlamayın! Biz gönül yıkmaya değil, diyor Yunus, gönül yapmaya geldik. Gönül tamir etmeye geldik burada. Kalpleri tamir etmeye geldik. Şimdi kendin hata et, üst üste hatalar işle, dolayısıyla kendi dairen içinde üst üste falsolar yaşat millete, ondan sonra da 'siz beni bir yönüyle böyle yanlış işlerinizle riske ediyorsunuz. Sizin yüzünüzden ben hep böyle başarısız oluyorum' de, böylece başkalarını suçla ve aynı zamanda gönülleri yık orada. O değildir esas, yıkma değildir yapmadır. 'Arkadaşlar, bir şey oldu burada ama fakat benim yüzümden oldu. Ya bu mevzudaki tedbir, temkin, teyakkuz kusurumdan kaynaklandı. Tam gerektiği gibi tedbir alamadım, tam temkinde bulunamadım, Allah'ın lutfettiği mükneyi tam kullanamadım burada ve gözleri açık olarak bu meseleyi götüremedim, hadis ifadesiyle 'uyûn-ı sâhire' olarak götüremedim bu meseleyi. Bundan dolayı bu falsoyu size yaşattım ben.' deme gibi bir civanmertlik var burada... Bizim yanlışlarımıza takılmış bir şey, bozulmuşsa o çark, bir şeye takılmışsa, çomağı biz sokmuşsak tekerlek niye durdu diye başkalarını suçlamaya hakkımız yoktur. Çomağı biz sokmuşuz vesselam. Küçük dairede, büyük dairede, etemmiyete, ekmeliyete talip olan insanlar, onu kusursuz yapmaya çalışmanın yanı başında, bir arıza, bir kusur olduğu zaman, o mevzuda başta alternatifleri olmalı, kalpleri Allah'la sağlam bir irtibat içinde bulunmalı, mümince düşünmeliler. Ve kusurlarını itiraf edecek kadar da faziletli ve civanmert olmalıdırlar."

İlk adım insanın kendisini sorgulamasıdır

Fethullah Gülen Hocaefendi, meydana gelen kusurlar ve problemler karşısında insanın fikir ve his âlemini hangi ölçülere göre ayarlaması ve çözüm adına nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair eserlerinde şu açıklamaları yapıyor:

"Tekvînî emirlerde olduğu gibi, ferdî ya da içtimaî hayatta da, arzu edilen bazı şeylerin gerçekleşmemesi veya istenmeyen bir kısım hâdiselerin vuku bulması haddizatında insanların ruh dünyaları ile yakından alâkalıdır. Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Dolayısıyla, musibetin gerçek sebebi insandır ve bu anlaşılacağı âna kadar sebep-sonuç açısından doğru yorumlar ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. 'Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah'la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!..' diyerek musibeti iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü'mince bir tavırdır. Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır." ["Benim Yüzümden!..", Kalb İbresi / Kırık Testi - 9]

"Tenkidini tevcih edeceği mecrayı bulamayan tali'sizler ise başlarına gelen musibetlerden dolayı ya başkalarını suçlar ya da sünnetullah dediğimiz ve herkes için geçerli olan ilâhî kanunlara karşı açık yahut gizli itirazda bulunarak kaderi tenkit etme gibi tehlikeli bir vadiye sürüklenmiş olurlar. Evet, insan böyle bir mülâhazayı, bir kelam-ı nefsî, bir iç konuşmayla dahi kalbinden geçirmiş olsa yine tehlikeli bir vadiye doğru adım atmış sayılır. Çünkü asla unutulmaması gerekir ki, insanlar zulmetseler de kader mutlaka adalet eder. O sebeple kaderi tenkit etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Üstad Hazretleri de, 'İnsanların ayn-ı zulümleri içerisinde kader-i ilâhî tecellî eder.' (Emirdağ Lâhikası-2) diyerek bu konuya işaret etmiştir. Meselenin ayrı bir veçhesi de şudur: İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de, 'Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.' (Nisâ sûresi, 4/79), 'Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.' (Şûrâ sûresi, 42/30) gibi âyetlerle bu hususa işaret etmiştir. Bu ve benzeri âyet-i kerimelere bakıldığında ve kâinatta cereyan edip duran hâdiseler süzülüp satır satır incelendiğinde görülecektir ki, o hâdiselerin hiçbirini rastlantıya vermenin, onların başıboş olduğunu düşünmenin imkânı yoktur. Yoktur çünkü bütün o hâdiselerin arkasında onlara hükmeden bir Hâkim ve onları en ince hikmetlerle varlık sahasına çıkaran bir Hakîm vardır." ["Musibetler Karşısında Nefis Muhasebesi", Kalb İbresi / Kırık Testi - 9]

"Her türlü olumsuzluğu, ister sebepler açısından, isterse de Allah ile münasebetlerimiz zaviyesinden kendi hatalarımıza bağlamamız ve kendi kusurlarımıza vermemiz lazımdır. Zira, bu mülahaza, kadere taş atmamıza mani olur; üslup itibarıyla, -hâşâ ve kella- Allah'a suç isnat etmemizin ve dışta suçlu aramamızın da önüne geçer. Her musibet karşısında bu duygu ve düşünceyi esas almamız bizi birer tedbir ve dikkat insanı haline getirir. Aksi halde, -hafizanallah- 'Falan şunu yaptı, filan şöyle davrandı!..' diyerek sürekli atf-ı cürümlerde bulunmaktan ve etrafta mücrim aramaktan kurtulamayız. Ya da 'Biz ne yaptık da bunlar başımıza geldi?' demek suretiyle ilahî icraatı ve kaderi tenkit etme küstahlığına düşmekten âzâde kalamayız. Aslında, 'Bizim suçumuz ne, biz ne yaptık ki?' demek en büyük bir suçtur. İçinde yaşadığımız zaman ve şartlarda hemen her insan tepeden tırnağa bir kusur âbidesi olmuş gibidir. Herkes başına taşların yağması için mevcudiyetinin dahi yeterli olduğunu düşünmelidir. Evet, Hak karşısındaki konumunun farkında olan bir insan, başına gökten bir meteor gelip çarpsa ve kendisini yerin dibine batırsa, o zaman bile 'Öyle günahkârım ki, bilmem bu taş hangi birine keffaret oldu; hem hamdolsun ki, Cenâb-ı Hak daha dünyadayken başıma taş yağdırdı da o günahımın vebalini Cehennem'e bırakmadı!..' demelidir." ["Kadere Taş Atma!..", Kalb İbresi / Kırık Testi - 9]

"Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir." (Nisâ sûresi, 4/79) fermanına inanan bir insan, karşısına çıkan her bela ve musibeti öncelikle kendi işlediği hata ve günahlara vermelidir. Mesela, yürürken elindeki bardak veya tabak yere düşse, bunu kendinden bilmeli, o andaki tahayyül, tasavvur veya taakkul dünyasındaki bir inhirafa vermeli ve şöyle demelidir: 'Acaba ben huzur-u kibriyaya yakışmayan ne gibi bir halt karıştırdım ki böyle bir sıkıntıya maruz kaldım?' Çünkü kâinattaki hiçbir hadisede rastlantı yoktur. Dikkatli bir nazarla hayat süzüldüğünde görülecektir ki, esasında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah'a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah'ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Mesela, kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte, 'Müslüman'ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın.' (Buhari, Merdâ 1; Müslim, Birr 49) buyrulmaktadır. Vakıa biz, meydana gelen hadiselerin arkasındaki sebepleri her zaman açık ve net bir şekilde göremeyiz. Fakat inanan bir gönül, kapalı bir kutu halinde ansızın önüne çıkan hadiselerde bile, öncelikle kendi hata ve kusurlarını araştırmalıdır. Zira suçu kendinde arayan bir insan, hakiki suçluyu bulma adına çok önemli bir adım atmış olur. Yoksa suçluyu hep dışta arayanlar, ömür boyu bu aramalarını sürdürseler dahi yine de hakiki suçluyu bulamaz, başkalarını tecrim etmekle ömürlerini tüketirler." ["Muhasebe ve istiğfar", Kırık Testi]

"Kendisi ile yüzleşmeyen, kendisini sorgulamayan; meydana gelen kusurları, işin başlangıcında veya realize edilme sürecinde kendi yaptığı hatalara bağlamayan bir insan sürekli dışta kusurlu arar durur ancak bir türlü ne suçluyu bulabilir, ne de o kusurlardan kurtulabilir. Fakat dönüp kendisine bakan, 'Ben nasıl bir hata ettim ki, her şey yolunda giderken böyle bir problemle karşılaştık?' deyip kendini sorgulayan insan ise, Allah'ın izni ve inayetiyle, önündeki engelleri aşar ve yaptığı işlerde muvaffak olur." ["Aradığımız Huzur ve Kendimizi Sorgulama", Yaşatma İdeali / Kırık Testi - 11]

"Maalesef, insanlarda hâlâ kusur arıyor ve onları kusurlarından dolayı sorguluyoruz. Aslında sorgulanması gereken bizim kendi kusurlarımızdır. Biri gırtlağına kadar çamura batsa; fakat çamur senin sadece topuğuna bulaşsa, karşındakine 'Bu kadar çamur da ne?' demeye hakkın yoktur; 'Neden ben topuğumu kirlettim?' deyip kendini sorgulaman esastır. Başkasının gırtlağına kadar çamura gömülmesi seni alâkadar etmez. Sadece su-i zanna girmeden ve gıybet edip çekiştirmeden Allah'ın onu halas eylemesi için dua edebilirsin. Eğer biz, bütün beklentilerden sıyrılıp muradımızı Hakk'ın muradı haline getirememişsek, daha yapacak çok işimiz var demektir. Öyleyse, kendimizin onca eksiği varken nasıl başkalarının kusuruyla uğraşıp onları sorgulayabiliriz." ["Başkalarını değil, kendimizi sorgulama", Kırık Testi - 1]

Kendini hatasız görmek, en büyük hatadır

Hocaefendi, insanın kendisini hatasız görmesi hakkında şu tahlili yapıyor:

"Efendimiz, 'Küllü benîâdem hattâun - Her insan hata eder.' buyururlar. Arkasından da; 'Ve hayru'l-hattâîne ettevvâbûn - Hata edenlerin en hayırlısı da, yaptıkları hataları bir iç nedametle ve kendilerini hataya iten sebepleri ve faktörleri izale etmekle o hatayı giderenlerdir.' buyurmaktadır. Bu tespite göre eğer bir insan hata etmeyeceğine inanıyorsa, daha baştan o, hataların en büyüğünü işlemiş demektir. Evet, insan hep sevap çizgisinde yürüse bile, kendisinde hata bulunmadığı vehmini taşıması, onda az dahi olsa bir firavunluğun bulunduğuna delâlet eder ki, böyle bir firavunluğu ruhunda taşıyan insan, bugün olmasa yarın mutlaka hata eder. Çünkü kişinin kendisini hatasız görmesi, çok hata yapmasının önemli bir işaretidir. Bu hâl ise, o insan için bir fasit dairenin teşekkülüne sebep olur ki, böyle biri sürekli hata eder, ama hatalarını hep sevap görür ve 'ben hata yapmıyorum' der. Bu açıdan da insan, sevap zannıyla yaptığı bazı şeylere bile, hata olabilir nazarıyla bakmalıdır ki bu bir temkin yoludur. Yine bu çerçevede insan, bazen başkalarının ona karşı terslikleri için de, 'İhtimal bu terslikler, benim bu mevzudaki bir hatamdan dolayı oldu.' diyebilmelidir." ["Hataları Aza İndirme" Kendi İklimimiz]

Benim yüzümden ümmet-i Muhammed'i mahvetme!

Hocaefendi, Hazreti Ömer'i örnek göstererek bugün de meselelerin hallolması için "benim yüzümden oldu" diyecek yüreklere ihtiyaç olduğunu ifade ediyor:

"Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz'ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) 'Medine'nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalı!.' diyor; insanların ekseriyetinin zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapıyor. Aslında, her zaman sade yaşayan Büyük Halife, o umumi nizamnameye uyma mevzuunda daha da hassas davranıyor. Kıtlık devam ettiği sürece et ve balık gibi lezzetli bir yemeği asla ağzına koymadığı gibi, umumî musibeti de kendinden biliyor ve 'Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed'i açlıkla helâk etme!..' diye dua ediyor. Hazreti Ömer'in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü'minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti!.. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münâcâtta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; 'Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed'i mahvetme!' diyerek âdeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi.

İşte bu hal, bir basiret ifadesidir; Allah'tan kopmamış olmanın emaresidir. Kopuklardır ki, onlar olup biten olumsuz hâdiselerde hep atf-ı cürme sarılır, suçu başka sebeplerde arar ve başkalarını suçlarlar. Hiçbir zaman, 'Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı!..' demez ve hâdiselere bu perspektiften bakmazlar. Dolayısıyla da, istiğfar etme ihtiyacı duymaz, hatalarını telafi etme heyecanı yaşamaz ve Allah'a tazarruda bulunmazlar. Meseleyi kendilerine bağlamadıkları için asıl suçluyu asla bulamaz, başkalarında günah arama vebalinden de hiç kurtulamazlar.

Bugün kaç insan vardır ki, tekvînî emirlerdeki değişikliklerden dolayı bile kendisini sorumlu tutsun; seccadesine koşup, 'Ne olur Allahım, benim yüzümden ümmet-i Muhammed'i mahvetme!' diye inlesin?!. Kaç insan vardır ki, inayet-i Rabbaniyenin ve rahmet-i ilâhiyenin kesilmesine sebebiyet verenlerden olduğuna inanıp istiğfar gözyaşları döksün?!. Evet, memleketin başına gelen belaları kendi günahlarından bilen ve İslâm'ın devasa meselelerinin çözülemeyişinde kendi hissesini düşünüp müteessir olan kaç tane insan mevcut ise, işte o kadar hakiki mü'min var demektir şu yeryüzünde!..

Her mü'min, ümmet-i Muhammed'in bir uzvu olması yönüyle, kendisini her musibetten belli ölçüde mesul tutmalıdır. Bununla beraber mesuliyet noktasında her zaman şu ölçüye bağlı kalmalıdır: Eğer Din-i mübin-i İslam ile alâkalı çeşitli dairelerde bir dahlim bulunsaydı ve söz sahibi olsaydım, çok rahatlıkla 'Bugün İslam coğrafyasında görülen olumsuzluklar ve ümmet-i Muhammed'le ilgili bütün terslikler benim yüzümden cereyan ediyor.' diyebilirdim. Fakat, ben o dairelerin hepsinde hâkim bir unsur değilim; dolayısıyla, ben öncelikle şöyle-böyle alâkadâr bulunduğum daireyle ilgili bir kısım olumsuzluklardan sorumluyum; kendi dairemde meydana gelen her menfi hadiseye 'Benim yüzümden' diye bakmalıyım; umumî musibetlere ise, 'Benim de payım var!' düşüncesiyle yaklaşmalıyım." ["Benim Yüzümden!..", Kalb İbresi / Kırık Testi - 9]

"Benim yüzümden oldu' diyecek yürekli insanlar istiyor. Kaf dağının arkasında Ankâ kuşuna bir şey olmuş; 'benim yüzümden oldu' diyecek. Oysa ki ne Kaf dağı var, ne de Ankâ. Bu, müslümanların yitirdiği yürektir." ["Yitirilen Yürek", Gurbet Ufukları / Kırık Testi - 3]

Risale-i Nur'dan bir demet ışık

Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde bu meseleye ışık tutacak şu açıklamaları yapıyor:

"Şeytanın mühim bir desîsesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insâniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdetâ taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. 'Rıza gözüyle bakan hiçbir kusur göremez.' sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez; şeytana maskara olur. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) gibi bir Peygamber-i Âlîşan, 'Doğrusu ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder.' (Yûsuf sûresi, 12/53) dediği hâlde, nasıl nefse itimâd edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur." [On Üçüncü Lem'a]

"Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etmiş: 'Allah (celle celâluh) bir kuluna hayır murat ettiğinde onu üç güzel vasıfla donatır: Dinde derin bilgi sahibi yapar, dünyanın geçici ve faydasız yönlerine karşı uzak tutar ve ona, kendi kusurlarını görebilme fazileti nasip eder.' (ed-Deylemî, el-Müsned; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef; İbnü'l-Mübârek, ez-Zühd) Kur'ân-ı Hakîm'de Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) demiş: 'Doğrusu ben nefsimi temize çıkarmam. Nefis dâima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder.' (Yûsuf sûresi, 12/53) Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimat eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır." [Yirmi Altıncı Mektup]

"Nefis dâimâ kötü şeylere sevk eder.' âyetinin, hem de 'Senin en zararlı düşmanın nefsindir.' hadîsinin bir nüktesidir. Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Dâimâ kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdetâ takdis eder ve derecesine göre "(Baksana) şu kendi heva ve heveslerini tanrı edinen kimseye!" (Furkan sûresi, 25/43; Câsiye sûresi, 45/23) âyetinin bir tokadını yer." [Yirmi Sekizinci Lem'a]

"Mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendini mehâsin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat'iyen bil ki senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemâlâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hânen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehâsinin hep mevhûbedir; seyyiâtın meksûbedir. Binaenaleyh '(Varlıklar üzerinde) mutlak mülkiyet ve hakimiyet O'nundur, bütün hamd de O'na mahsustur.' 'Hareket ve güç, ancak Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi ile olur.' de." [Mesnevi-i Nuriye]

"Bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i nimet kazandığı hâlde, bazı ârızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimâliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman ne yaptım böyle başıma geldi?' diye rubûbiyet-i ilâhiyeyi tenkid etmek gibi bir hâlet; maddî hastalıktan daha musîbetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış el ile dövüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyâdeleştirir. Âkıl odur ki: 'Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde, 'Biz Allaha aidiz ve vakti geldiğinde elbette O'na döneceğiz' derler.' (Bakara sûresi, 2/156) sırrıyla teslim olup sabretsin; tâ o hastalık, vazifesini bitirsin gitsin." [Yirmi Beşinci Lem'a]

"Mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun." [Yirmi İkinci Mektup]

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.