Ölçüsüz güç; dengesiz, haksız, adaletsiz olur
Kuvvetin genetiğinde adaletsizlik, dengesizlik gibi bir şey vardır. Kuvveti temsil ediyorsanız Benim “Yavuz (cennetmekan) Hazretlerinin Çaldıran’a gidişinde bile acaba başka alternatifler yok muydu, değerlendiremez miydi?” dediğimi hepiniz hatırlarsınız. Kuvvet, insanı bir ölçüde dengesizliğe götürür. O dengesizlik sonra dengesizlik yapanları da götürür mü götürmez mi? Allah imhal eder de ihmal etmez. Efendimiz buyuruyor: Allah zalime mehil üstüne mehil verir. İnsanlara işkence yapanlara, onları öldürenlere, tecrit edenlere, tahdit edenlere ve tehcir edenlere mehil üstüne mehil verir. Akıllarını başlarına toplasınlar. Bir kere de derdest etti mi artık iflah etmez.
Aslında genetiğinde bir yönüyle böyle gelme, tepeye binme, ezme, intikam alma, hıncını kaba kuvvetle çıkarma gibi bir şey olan, kimde varsa o, hep aynı yanlışı yapabilir, her zaman aynı yanlışı yapabilir. Bunu bilmek lazım. Ve genetikte bu olduğu sürece de bu devam eder. Yani bir gün gelir 12 Mart, bir gün gelir 12 Eylül, bir gün gelir 27 Mayıs olur, bir gün gelir bilmem Ekim kaç olur, bir gün gelir Eylül bilmem kaç olur Mesele hafife alınmamalı. Genlerde bozukluğun ifadesidir. Kim meseleyi nasıl müdafaa ederse etsin, bir gen bozukluğu meselesidir. Ama bu gen bizim fizyolojik âlemde bildiğimiz gen türü bir şey değildir. Gen, bu Batılıların cin hakkında kullandığı kelimeye yakın yani. Cinleri, şeytanları, ifritleri onları böyle dengesizliğe sevk etmektedir. Fakat ordaki önemli faktör, şu felsefedir; “ben tepelerine birer balyoz gibi inmekle problemi çözeceksem şayet, kendimi dinlettireceksem, kabul ettireceksem, bence diplomasiye, yalvarıp yakarmaya, farklı yollara, alternatif yollara tevessül etmeye lüzum yok.” Kestirme bir şey bu. Kestirmeden bineceksin bunların tepelerine ve dediğini yaptırtacaksın, herkes sağdan hizaya gelecek ve senin dediğin olacak. Felsefe budur yani. Bu açıdan da hiçbir şeyi yadırgamamak lazım. Bundan sonra da olacakları yadırgamamak lazım. Her zaman böyle olur bu mesele. Ama bu sadece bir kesime, bir birime inhisar ettirilerek mesele öyle ele alınmaması lazım. Bunu siyasi iktidarı güçlendiği zaman artık kimseyi kale almama şeklinde de görebilirsiniz. Yani onlar da “dediğim dedik” diyebilirler. Bir şirzime-i kalil (küçük grup) tarafından, her birinin çevresinde bir mabeyn-i hümayun gibi bir şey oluşur ve sonra halkın sesi soluğu hiç ulaşmaz onlara. Ulaşan şey yankılardır, aksisedalardır. Ve doğru hiçbir zaman duyulmaz orada.
Burada istidradi bir şey arz edeyim. Ertuğrul Düzdağ Bey der ki: Esas Abdulhamid’in (cennetmekan) başına gelen o gailelerin arkasında mabeyn-i hümayun vardı. Çünkü o dönemde Abdulhamid’e (cennetmekan) alerji duymayan, rahatsız olmayan bir elit yoktu. Herkes rahatsızdı ondan. Mesela tefsir âleminden Allame Hamdi Yazır’ı alın, o hal fetvasını imzalayan adam. Bu kadar müstakim, bu kadar doğru, bu kadar doğru düşünen bir insan, “padişah hal edilmeyi, alaşağı edilmeyi hak etmiş” diyor. Mehmet Akif gibi bir insan diyor ki, hal edildikten sonra, “Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!” Siz zannediyorum sıradan bir insan için bile kullanmazsınız bu tabiri. “Yıkıldın gittin ey mülevves devr-i istibdad” şiirinde açıktan açığa “Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!” diyor. Neydi bunu söylettiren şey? O mabeyn-i hümayun dediğimiz, kalem-i mahsus (özel kalem) müdürleri, danışmanlar, mütebasbıs insanlar çevreyi sarınca, hiçbir hakikat doğrudan doğruya merciine ulaşmıyordu. Düşünün ki yüz sene sonra ancak aklı başına gelmiş milletimiz, güneydoğuda, doğuda üniversite yapma meselesini hatırlayabildiler. Ama doğunun problemi cehaletti, ilimle giderilecekti; ihtilaftı, iftiraktı, ittifakla giderilecekti; fakirlikti, millete kazanma yolları gösterilmekle giderilecekti. Bediüzzaman bu reçeteyle geliyor, mabeyn-i hümayuna müracaat ediyor. Sesi oraya öyle aksediyor ki şöyle çarpık gidiyor oraya: Bir deli gelmiş, böyle bir şeyden bahsediyor; Van, Medresetü’z-Zehra, üniversite; dili Arapça, Türkçe vacip, Kürtçe caiz Bakın bugün bunlar ahval-i adiyeden, bunların hepsi yapılıyor. Bunlar yüz sene evvel olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Ama deli deniyor adam tımarhaneye konuyor. Bu, mabeyn-i hümayunun, o çevrenin, o danışmanların, o kalem-i mahsus müdürlerinin gazabına uğrama, kahrına uğrama demektir.
Bu, siyasi inisiyatiflerde, iktidarlarda da olabilir böyle. Kazanıncaya kadar gırtlağa kadar tabasbus olabilir, herkesin ayağına gitme olabilir, sokaklarda dolaşma olabilir. Herkes için demiyorum, fakat olabilir. Yani o kuvvetin genlerinde olan bir şeyden bahsediyorum. Fakat sonra kimseyi gözleri görmez, bildikleri gibi yaparlar ve her şeyin kendilerine mal edilmesini isterler. Mal edilmeyince de başkalarının yaptığı güzel şeylerden rahatsızlık duyarlar. Bunlar, bir yönüyle kuvvetin dalaleti, kuvvetin tuğyanı, kuvvetin taşkınlığı, kuvvetin kıstas bilmezliği, kuvvetin ifratıdır.
Bu klip; Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, 2 Ağustos 2010 tarihinde yapmış olduğu "Kuvvetin çılgınlığı ve referandum fırsatı" başlıklı Bamteli sohbetinden istifade edilerek hazırlanmıştır. Sohbetin tamamına http://fgulen.com/tr/abd-sohbetleri/bamteli/18546-fethullah-gulen-kuvvetin-cilginligi-ve-referandum-firsati adresinden ulaşabilirsiniz.
- tarihinde hazırlandı.