In an era where many people from different parts of the world longed with homesickness, they made their journey to the Hereafter. |
Bir değil bir hayli insan, dünyanın değişik yerlerinde dâussıla duygusuyla yaşadığı bir dönemde ahirete yürüdü. |
The sicknesses they were exposed to, caused by their deep sorrow for Islam, a ‘sacred palpitation’, became incurable. |
Mübtelâ oldukları bir kısım hastalıkların -“kutsal hafakan” dediğimiz mukaddes hüzünlerin de sebebiyet vermesiyle- onulmaz hale gelmesi söz konusuydu. |
For example, think of this person or that person. |
Hani bir falanı, falanı, falanı düşünün. |
On the one hand they were suffering from homesickness, while on the other hand they were walking towards the eternal Hereafter; they were moving from the Transient Realm to the Eternal Realm. |
Bir taraftan burunlarının kemiği dâussıla duygusuyla sızlarken, beri taraftan ruhlarının ufkuna, öbür dünyaya, ebedî âleme yürüyorlar; “dâr-ı fenâ”ya veda ediyor, “dâr-ı bekâ”ya teveccüh ediyorlar. |
This is not easy. |
Çok kolay değil. |
Leaving this world; travelling to a mysterious realm. |
Bir taraftan dünyadan ayrılma; bir taraftan bilemedikleri bir âleme gitme. |
How do we cross the bridge of the grave? |
Kabir köprüsünü nasıl geçeriz? |
How do we pass the time in the Intermediate Realm in illumination? |
Berzah hayatını nasıl aydınlık içinde yaşarız? |
What will be our situation on the Scales? |
Mizan’da durumumuz nasıl olur? |
What will God decide? This way or that? |
Cenâb-ı Hak ne ferman eder; şu tarafa mı, bu tarafa mı? |
How will the different sides of the Scales measure our deeds? |
Terazinin kefeleri neyi, nasıl tartar? |
If they truly believe, these questions are always on their minds; these things always occupy the notebooks of their minds. |
İnanıyorlar ise, bunlar, onların her zaman hesaplarında vardır; defterlerinin, düşünce defterlerinin başköşesini işgal eder inanan insanların. |
On the one hand, there are these questions and emotions. |
Bir taraftan bu duygular. |
On the other hand, there are things we are used to. |
Bir taraftan da alışageldiğimiz şeyler var. |
For example, I believe, even if it was a Prophet, at the time of his migration to the other realm, he would feel the sorrow of his temporary separation from his close friends, relatives and people who he spent so much time with. |
Mesela, zannediyorum, nebî bile olsa, öbür âleme göçeceği an, alıştığı, arkadaşlık tesis ettiği, beraber yatıp-kalktığı, beraber yürüdüğü arkadaşlardan muvakkaten ayrılmanın hicranını ruhunda duyar. |
The Noble, Most Truthful and Confirmed One, whose relationship with God Almighty is the strongest, felt this as well; he felt the sorrow of leaving his close friends and relatives. |
Bunu, Cenâb-ı Hak ile irtibatı en kavî olan Hazreti Sâdık u Masdûk (alâ nebiyyinâ elfu elfi salâtin) bile hissetmiştir; arkadaşlarından ayrılma hüznünü hissetmiştir. |
On the one hand, these feelings sting one’s bones. |
Bir taraftan burnunun kemiklerini sızlatan, bu. |
On the other hand, as I mentioned, there is homesickness: |
Bir taraftan -bahsettiğim gibi- bunlar için, dâussıla: |
The places they are used to. |
Alışageldiği yerler. |
Home, a place they are used to. |
Evi, alışageldiği yer. |
Their street, a place they are used to. |
Sokağı, alışageldiği yer. |
Relatives and neighbors they sat and talked with. |
Oturup-kalktığı, düşe-kalktığı komşuları, akrabaları. |
Parents, relatives, children. |
Varsa annesi-babası, yakını, evladı. |
Forced apart, forced to be away. |
Cüdâ düşmüş, ayrılığa maruz kalmışlar. |
Travelling to the Hereafter while thinking of all of this is hard. |
Bütün bunları düşünerek öbür âleme gitmek, çok kolay değil, zor bir şeydir. |
If they are enduring such difficulties without complaining, and they are still thinking about the provisions of the Hereafter, they will be like martyrs of Badr or Uhud. It seems to me, with my good assumption and opinion; they will go without interrogation and be honoured with compliments in the presence of God, if God wills. |
Bunca zor şeye şikâyet etmeden katlanılıyorsa, öbür tarafa giderken bile zihinler hala öbür taraf azığı ile meşgul ise, bunlar, Bedir’de şehit olmuş gibi, Uhud’da şehit olmuş gibi -zannediyorum, hüsnüzannım, kanaatim- sorgusuz-sualsiz gider, nezd-i Ulûhiyette hususî iltifata mazhar olurlar, inşaallah. |
(We received his death notice today). He will also be honoured with special compliments just like his other friends. |
O (bugün vefat haberini aldığımız) da inşaallah diğer arkadaşları gibi hususî iltifata mazhar olsun. |
I had friends that when I think of them, my eyes water. |
Hatırladığım zaman, benim gözlerimi yaşartan, candan arkadaşlarım vardı. |
They too took a journey to their horizon of the spirit, estranged from their homeland. |
Onlar da -öyle- gurbette, ruhlarının ufkuna yürüdüler. |
They weren’t given the right to turn back to their country. |
Ülkelerine dönme imkânı verilmedi kendilerine. |
While fighting a metastasized cancer, saying, ‘If only I could turn back to my homeland and die there’, they were told, ‘No, if you come back, we’ll imprison you and torture you. |
Metastaz yapmış bir kanser ile inlerken, “Dönsem, kendi yurdumda ölsem” diyene bile, “Hayır, gelince içeriye atarız, işkence ederiz. |
If you don’t agree to say what we tell you to, we’ll teach you a lesson’. |
Dediğimizi demezsen, sana haddini bildiririz” falan dediler. |
We should not belittle these feelings, feeling all this deep longing while walking to the afterlife is not easy. |
Bütün bunların hasretini derinlemesine, çok buudlarıyla içinde duyarak, çok derinlikleriyle içinde duyarak öbür tarafa yürümek, çok hafife alınacak şey değil. |
Think about the Companions who migrated from Mecca. |
Mekke’den hicret eden Ashâb-ı Kirâm’ı düşünün. |
As soon as they arrived in Medina, on the one hand, they had homesickness and also in a short time they faced the battle of Badr. |
Daha gider gitmez, Medine-i Münevvere’de, bir yandan dâussıla ve diğer yandan daha ikinci senede Bedir savaşı. |
Homesickness and war. |
Dâussıla sevdası ve savaş. |
They were just getting used to life in Medina and they were thrust into war with the enemy. |
Medine’ye henüz ısınıyor ve düşmanla öyle bir savaşa da yeni giriyor olmuşlar. |
And the Pride of Humanity established a place for himself and rays of hope began sparkling in his eyes. |
Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını sağlam yere basar hale gelmiş; gözlerinde ümit ışınları tüllenmeye başlamış. |
Saying farewell to the world in such a period must have been so painful for one. |
Böyle bir dönemde hayata veda etmeleri, insan olarak ağır gelir. |
As Molla Izzet says: |
İzzet Molla’nın ifadesiyle: |
‘I will not tire of torment and will perceive it as the apple of my eye, |
“Ben usanmam -gözümün nuru- cefadan, amma |
But we all at one point get tired of suffering, as the body is human!’ |
Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu.” |
I don’t think they felt a tiredness, however as human beings, it is not possible to not be shaken as if getting kicked, anybody would. |
Bir usanma hissettiklerini zannetmiyorum onların; fakat bir insan olarak, tekme yemiş gibi sarsılmamaları mümkün değil, sarsılır herkes. |
This has its own merits, with God’s permission and grace. |
Bunun da kendine göre kazanımları vardır, Allah’ın izni ve inayetiyle. |
Therefore, a great saintly person said: |
Onun için büyük bir Hak dostu, |
‘Is there a cure greater than suffering? |
“Dertten büyük dermân mı var |
Is there a greater reason for forgiveness? |
Bir sebeb-i gufrân mı var |
Is anything as valuable as suffering? |
Dert gibi bir kıymet mi var |
The All-Merciful loves those who suffer.’ |
Dertlileri, sever Rahman” diyor. |
The many troubles you have, the new ones that appear as you dig inside, however many troubles that shall hurt you and cause you stress, all of these will be of help to purify you of things you should get rid of. |
İçinizde ne kadar, küme küme dertler var ise, deşeledikçe alttan yeni yeni ne kadar dert çıkıyor ise, sizi sıkacak, streslere/anguazlara sevk edecek ne kadar problem var ise, bunların hepsi, sizde dökülmesi gerekli olan bazı şeylerin dökülmesine vesile olur. |
These challenges, are the basins which purify humans, they get purified as if they were under the rain, snow and hail falling down from the sky. |
Bunlar, insanı, arındıran kurnaların altında arınıyor, semadan inen yağmur, kar, dolu altında arınıyor gibi yapar. |
I want to point out our noble Prophet’s blessed prayer with these last words: |
Bu son sözler ile Efendimiz’in mübarek duasına işarette bulunmak istedim: |
He said, ‘O My Lord! Wash away my sins with the water of snow and hail, and cleanse my heart from all the sins as a white garment is cleansed from dirt.’ |
“Allah’ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle; beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır” buyuruyor. |
If those misfortunes cause purification, we need to bear this willingly. |
İşte, musibetler öyle bir arınmaya vesile oluyorsa, bunu da severek karşılamak lazım. |
We are all human; all of us have flaws and make mistakes. |
Hepimiz, insanız; hepimizin şöyle-böyle kusurları olmuştur. |
We may have polluted our minds. |
Bazen bir zihin kirliliğine sebebiyet vermişizdir. |
Or we may have allowed ‘dirt’ to flow inside of us from our eyes. |
Bazen gözlerimizden içeriye akan kirler olmuştur. |
You understand this. |
Anlıyorsunuz ne demek olduğunu. |
There may have been dirt that flows within us from our ears. |
Bazen kulaklarımızdan içeriye akan kirler olmuştur. |
Sometimes, the rhythm of our hearts beats to this dirt. |
Bazen kalbimizi kendi ritmine uyduran kirler olmuştur. |
Sometimes, there is the type of dirt that consumes our all subtle human faculties, while we are completely oblivious to it. |
Bazen bütün letâif-i insaniyemizi tesir altına alan kirler olmuştur, istemesek bile. |
For the believer, it is fundamental that they protect themselves from these things even in thoughts and dreams. |
Gerçek mü’mince yaşamada, rüyalarını bile bunlardan sıyânet etme esası vardır; hayallerini bile bunlardan koruma esası vardır. |
If they pass onto the next realm with such things within they will be asked, ‘Why have you let yourself go?’ |
Bütün bunlar ile öbür âleme gidilirse, “Niye kendini saldın? |
Why did you allow for such thoughts and ideas to dwell? |
Neden bu düşüncelere yol verdin? |
Why did you allow your faculties that sense and perceive God to be exposed to Satan and his ways?’ |
Neden kalbin/Latife-i Rabbâniyen için, şeytana açık olan kapıları ardına kadar açtın?” diye sorulabilir. |
However, if one reflects on such things before travelling to the next realm; they will pass in a pure state. |
Fakat bu türlü kurnalardan geçince öbür tarafa -Türkçemizde ifade edilen şekliyle diyelim- “pîr u pâk” olarak gider insan. |
I think that when the Interrogating Angels come to observe one’s face; they will look objectively, in the manner that Abdullah Ibn Salam perceived the noble Prophet’s face. |
Zannediyorum, kabirde Münker-Nekir hazretleri gelince, bu adamın çehresine bakacaklar; Abdullah İbn Selâm’ın Rasûl-i Ekrem’in mübarek çehresine bakışı ile bakacaklar, önyargısız bakacaklar. |
They will say: |
Diyecekler ki: |
‘By God, we have nothing to ask this person. |
“Vallahi, buna soracak bir şey yok. |
This person’s composition is illustrious from head to toe.’ |
Adam, tepeden tırnağa nurefşân bir mahiyet arz ediyor.” |
Bediüzzaman expresses: |
Hani Hazreti Pîr şöyle ifade ediyor: |
This is an anecdote. |
Bu, bir menkıbe. |
I always say, the meaning is important in an anecdote, so not in its literary context but the moral lesson learnt is important. |
Menkıbelerin aslına değil -diyorum hep- faslına bakılır, ifade ettiği mana önemlidir. |
So, they put a student of Islam into a grave. |
Mollayı koyuyorlar kabre. |
During his education, he studied Prophetic Tradition and Qur’anic Exegesis, learning from the biography of the Prophet, in terms of thoughts and emotions he followed every step of the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him. |
Ders tedris esnasında, Hadis, Tefsir okuyor, Siyer vadilerinde dolaşıyor, duygu ve düşünce açısından İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) adım adım takip ediyor. |
He, with utmost sensitivity, is focused on the lives of Abu Bakr, Umar, Uthman and Ali, may God be pleased with them; saying, ‘what could I possibly do to so that I may reach their level and place my head at their feet’. |
Bû-Bekr u Ömer u Osman u Ali (radıyallâhu anhüm) nasıl yaşamışsa, kemâl-i hassasiyet ile onlara takılmış; “Acaba ne etsem ki ben onlara ulaşsam ve bir kaldırım taşı gibi başımı onların ayakları altına koysam” diyor. |
This is the state in which he leaves this world; the state that he enters the grave. |
İşte böyle bir iklim içinden ayrılıyor; kabre koyuyorlar. |
The Interrogating Angels, Munkar and Nakir, come and ask: |
Münker-Nekir gelip soru soruyor: |
‘Man Rabbuka?’ (Who is your Lord?) |
“Senin Rabbin kimdir?” |
He smiles, and answers using his knowledge of linguistics: ‘Man’ is subject, and ‘Rabbuka’ is predicate. He thinks that he is at school. ‘Please, ask me more complex questions than this’ he says. |
Tebessüm ediyor ilim talebesi; “مَنْ mübtedadır, رَبُّكَ onun haberidir” diyor; Nahiv ilmince cevab veriyor, kendini medresede zannediyor. -Aksi de olabilir; mukaddem haber, muahhar mübteda; öyle de olabilir, ikisi de caiz Nahiv açısından.- “Men, mübteda; Rabbuke, onun haberidir; siz bana doğru soru sorun, bunlar basit şeyler” diyor. |
The Interrogating Angels say, ‘We swear, there is nothing to say to him’ and leave. |
“Vallahi buna diyecek bir şey yok” deyip gidiyor Münker-Nekir. |
I think those who continuously pass through these processes of cleansing approach the other realm in this way. |
Zannediyorum, böyle defaatla arınma kurnalarından geçmiş insanlar, öbür tarafa bu şekilde geçiyorlar. |
In this regard, it can be seen that there has always been two forms of migration. |
Bu cümleden olarak, dünden bugüne iki türlü hicret yaşanıyor. |
One is ‘voluntary migration’. |
Birisi, “ihtiyarî hicret”. |
Migration by choice is a form of migration whereby the individual voluntarily travels to the four corners of the world in order to spread the majestic name of Muhammad and to provide an environment for the flying spirit of Muhammad to take wing. |
İhtiyârî hicret, nâm-ı Celîl-i Muhammedi’yi cihanın dört bir yanında duyurma ve rûh-i Revân-ı Muhammedî’nin şehbal açmasını sağlama mülahazası ile dünyanın dört bir yanına gönüllü gitmektir. |
There are people who put everything they own into a single bag and leave. |
Her şeylerini bir çantanın içine koymuş, gitmiş insanlar var. |
That day, maybe they were waylaid by some things, however, their purity, cleanliness, enlightened hearts and their lofty ideals made them leave behind worldly aims. |
O gün, belki bazı şeylere takılmışlar ama saffetleri, temizlikleri, gönül aydınlıkları, yüksek gaye-i hayalleri, dünyevî bir talep peşinde olmamaları. |
Those who saw them opened their doors wide like palace gates and said, ‘You can place a chair and be seated in our hearts’. |
Bunları gören insanlar, onlara bağırlarını açmışlar sonuna kadar, kale kapıları gibi; “Sinemize sandalyenizi atıp oturabilirsiniz” demişler. |
For 20 or 30 years, they strived to wave raise their flag wherever they visited. |
Ve yirmi küsur sene, otuz seneye yakın süre zarfında, onlar, gittikleri yerlerde o bayrağı dalgalandırmaya çalışmışlar. |
They traveled to the most remote places on earth yet their ideals did not end. |
Dünyanın en uzak yerlerine kadar gitmişler ama bitmemiş o mesele. |
They had to go all the way to the South Pole to explain things to the penguins. |
Tâ Güney Kutbuna kadar gitme vardı, penguenlere anlatmak için. |
They had to visit the North Pole to, excuse my language, to speak with the polar bears. |
Kuzey Kutbuna gitmek vardı, oradaki -bağışlayın- boz ayılara anlatmak için. |
They needed to tell those creatures, ‘Indeed you are a creation, however, there is the most virtuous, the noblest one: the Spirit of the Master of Humankind. |
Onlara da “Mahlûksunuz fakat efdal-i mahlûk, eşref-i mahlûk Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm var. |
He is the master of us all, and even to you he holds an important meaning, we have come to explain this’. |
O hepimizin Efendisi’nin sizin için bile ifade ettiği bir mana vardır, bunu duyurmaya geldik size” demeye kadar. |
Maybe there are some who left with a bag and this mindset and intention. They had in their objectives a goal, a horizon to catch, a noble ideal to chase. |
Belki kimisi de bu mülahaza ile çantasını eline almış, bu niyet ile yola çıkmış; hedefinde bu ufuk var, bu ufku yakalama var, bu gâye-i hayal var. |
But on this path, maybe one third of the way through, one’s life came to an end. |
Ama yolun bir yerine kadar ömrü vefa etmiş; dörtte birine, üçte birine kadar. |
God, however, makes an assessment according to intentions and will treat one as though their very ideal has been lived up to. |
Fakat Allah, niyetlere göre muamele yapar; tamamen onun o ufka varmış olması mülahazası ile ona muamelede bulunur. |
The phrase ‘The intention of the believer is better than his deeds’ belongs to the Master of Mankind. |
“Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” beyanı Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait. |
This first hadith of Bukhari, which is narrated by the noble Umar. |
Buhari’nin ilk hadisi; seyyidinâ Hazreti Ömer rivayet ediyor. |
‘Deeds are according to intentions, God will give what one intends’. |
“Ameller, niyetlere göredir; kim, neyi niyet ediyorsa, Allah, onu verir.” |
Sometimes you may not do anything, you just pick up a bag get into a car and in a traffic accident you walk to the horizons of your soul. Almighty God will judge you in accordance to your goals. |
Bazen hiçbir şey yapmayabilirsiniz, çantanızı elinize aldınız, arabaya bindiniz, bir trafik kazasında ruhunuzun ufkuna yürüdünüz; Cenâb-ı Hak, sizin hedefinize göre size muamele yapar. |
At one stage, there were many voluntary migrations. |
İşte belli bir dönemde böyle “ihtiyârî hicretler” oldu. |
They went with their own will; they went to places that were geographically unknown to them. |
Gönül rızası ile gittiler; coğrafyada yerlerini bilmedikleri yerlere gittiler. |
They went and said, ‘We will teach, we will guide, and we will open schools’. |
Gittiler, orada “Öğretmenlik yapacağız, rehberlik yapacağız, okul açacağız” dediler. |
But how can one open a school in run-down buildings? |
Fakat hırpânî binalar içinde okul nasıl açılır? |
This is a fact. |
Vakıa. |
I am talking about facts: each one of them worked there like a labourer. |
Vakıadan bahsediyorum; orada birer ırgat gibi çalıştılar. |
I would like to mention a memory that belongs to one of them: |
Birisinin bir hatırasını -antrparantez- arz edeyim: |
He hears that one of his close friends went to a place like this. |
Sevdiği insanlardan birisinin böyle bir yere gittiğini duyuyor. |
I also got to know this person and had the honour of meeting him. |
Ben de o zatı tanımıştım, tanıma şerefine ermiştim. |
He was the chairman of an executive board, a rich person. |
Bir yönetim kurulu başkanı, zenginlerden birisi idi. |
One of his friends migrated somewhere. |
Onun tanıdıklarından bir tanesi de bir yere gitmiş. |
And he became the principal of a school. |
Gittiği yerde de müdür olmuş. |
One day, he says, ‘I would like to visit my friend at his duties’. |
“Ben onu gittiği yerde, vazife başında bir göreyim” diyor. |
He enters the building and asks, ‘Where is so and so?’ |
Giriyor o binanın içine, soruyor “Falan nerede?” diye. |
They respond to him and say, ‘He is at such place.’ |
Diyorlar ki “İşte falan yerde.” |
The person he is looking for is the principal of the school, but he finds him wearing a hat made of paper with a brush in his hands, painting the walls. |
Sorduğu kişi o müessesenin müdürü, başına da kâğıttan bir şey koymuş, elinde fırça, duvarları boyuyor. |
This scene is enough to conquer his heart. |
Onun gönlünü fethetmeye yetiyor bu, onu öyle görünce. |
Those who went considered all of these hardships and migrated. |
Bütün bunlar, göze alınarak gidildi. |
This was ‘voluntary migration’. |
Bu “ihtiyarî bir hicret” idi. |
In the aspect of the inferior surpassing the superior, this was, in a sense, an ‘inferior’. |
Mercûhun, râcihe tereccüh etmesi cihetiyle, hani bu bir yönüyle “râcih” bir mesele idi. |
Sometimes, these friends performed the duty that was honoured to them by God. |
Gün geldi, bu arkadaşlar, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeyi yaptılar. |
No one, including me, should attribute one tenth of these bounties to themselves and try to own them. |
Hiç kimse -ne de Kıtmîr- bu olup biten şeylerin onda birini kendine mal etmesin. |
God was the One Who opened the schools; He was the One Who opened the doors of peoples’ hearts towards loving you. |
Okulları açan, O (celle celâluhu) idi; gönüllerde size sevgi kapılarını açan, O idi. |
‘Assuredly, those who believe and do good, righteous deeds, the All-Merciful will assign for them love (in the hearts of the inhabitants of the heavens and many on the earth, so that they will receive welcome throughout creation, no matter if they are weak and small in number now)’ (Maryam, 19:96). |
“Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir)” (Meryem, 19:96). |
Love will be placed throughout the universe for those who believe and do righteous deeds. |
İman edip sâlih amel yapanlara, yerde-gökte sevgi vaz’ edilir. |
Wherever they go, these people will be welcomed with beauty. |
Onlar, gittikleri her yerde hüsnükabul ile karşılanırlar. |
He was the One Who did it, He was the One Who placed love in hearts, He was the One Who allowed you to obtain those buildings. |
Yapan, O (celle celâluhu) idi; sevdiren, O idi; o binaları size verdiren, O idi. |
Whoever knows this and sees it this way, I believe, would not and should not feel like the owner of these educational institutions that were bestowed as bounties from the Divine favours. |
Bunu böyle bilen, böyle gören hiç kimse -zannediyorum- Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesinin tezahürü olarak bize lütfettiği o eğitim müesseselerine sahip çıkmaz, hiç kimse de sahip çıkmasın. |
How do I have the right to seem like I have a share in these institutions that were granted by God? |
Allah’ın lütfettiği müesseselerde benim de bir hissem varmış gibi görünmeye ne hakkım var? |
And I believe, with the leave of Allah, none of my friends ever entertained any goals or thoughts outside of this. |
Ve zannediyorum hiçbir arkadaşım, bu mülahazanın ötesinde-berisinde bir düşünceye sapmamıştır, Allah’ın izniyle. |
If they had, God would not have granted such opportunities across such a wide geography. |
Sapsalardı, o geniş coğrafyada Cenâb-ı Hak, o imkânları vermezdi onlara. |
For those individuals who have crowned their travel with ‘voluntary migration’, they have the honour, in addition to the honour of beginning many services and institutions, of remaining steadfast on their path and continuing their important work despite demonic enemies crossing their paths and striving to destroy their work. |
Böyle “ihtiyarî hicret” ile bu “göç”ü taçlandıran insanların, çok önemli hizmetlere vesile olmalarının yanı sıra, bir de karşılarına ifritten düşmanların çıkmasına ve onların yaptıkları şeyleri tahrip etmesine rağmen, hâlâ yerlerinde sâbit-kadem olmaları ve bu işi devam ettirmeleri, onlar için öyle yüksek bir pâyedir ki. |
I believe none of them owned a standing structure or notable asset anywhere they went. |
Zannediyorum, gittikleri yerde hiçbirinin dikili bir taşı olmamıştır. |
I say this with my faith in them. |
Kendilerine güvenerek söylüyorum bunu. |
And I believe, if I asked the crowd here to put their hands up if they do indeed own such things, there is no probability of there being even one hand raised. |
Ve zannediyorum “Vardır diyen insan, parmak kaldırsın” desem, burada parmak kaldıracak bir insanın bulunacağına ihtimal vermiyorum. |
Because when they left, they left ‘for God’, ‘for the sake of God’, and ‘in the Name of God’, and to earn His good pleasure. |
Çünkü giderken “lillâh, li-eclillah, li-vechillah” Hak rızası için gitmişlerdi. |
They left saying: ‘My God, I ask of you to keep me sincere in all my actions, to earn Your Divine Pleasure, and to turn to You in pure and wholehearted ardour and longing’. |
“Allah’ım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum” deyip gitmişlerdi. |
In response to their small steps, big steps for them but small steps in terms of cause-and-effect, God granted such bewildering Divine favours and blessings. |
Onların bu küçük adımlarına -kendilerine göre büyük adım ama sebepler açısından bu küçük adımlarına- Cenâb-ı Hak da başları döndüren eltâf-ı Sübhâniyede bulunmuştu; hem öyle bulunmuştu ki. |
Today a group of people is keen to destroy this. |
Bugün bir kısım kimseler, onu tahrip için koşuyorlar. |
Destruction is easy. A child can destroy a building such as the one we are in. |
Tahrip çok kolaydır; böyle bir binayı bir tane çocuk, yerle bir edebilir. |
But to construct such a building? |
Ama böyle bir binanın yapılması. |
This building was constructed in five or six years with the earnings from a project of one of your generous brothers, who worked as a contractor. |
Şu bina, beş-altı senede, işte o fedakâr kardeşlerinizden birinin, bir yerde kazancıyla -müteahhitlik yapıyordu, onun kazancıyla- yapıldı. |
He sent funds intermittently and the construction took 5 or 6 years. Most of you know this brother. |
Parça parça gönderdi, beş-altı senede bitti; bildiğiniz, çoğunuzun bildiği bir kardeşiniz sizin. |
He had similarly migrated previously, and now he has again migrated to another place, to reap the benefit of another migration. |
O da öyle hicret etmişti; şimdi bu defa da başka bir yere hicret etti; o hicreti değerlendirmeye. |
Back then he had embarked on a ‘voluntary migration’ but on this occasion it was a ‘forced migration’. |
Bir zaman “ihtiyarî bir hicret” yapmıştı; şimdi de “ızdırârî/cebrî bir hicret”. |
Sometimes, Allah grants some individuals the reward of two migrations at once. |
Allah, bazılarına böyle iki hicretin sevabını birden lütfediyor. |
Restoration is difficult. Destruction is easy. |
Tamir çok zordur, tahrip çok kolaydır. |
They are making every effort in order to destroy, but their cracked voices have been successful in no more than 10 locales. |
Tahribe çalışıyorlar ama o çatlak seslerin müessir olduğu yerleri saymaya kalksanız, on tane yer ya vardır ya da yoktur. |
But I might mention here with utmost disappointment that some of the Islamic world failed this test. |
Fakat burada kemâl-i teessüf ile ifade edeyim ki, bazı İslam dünyası imtihanı kaybetti. |
Some countries in the Islamic world failed this test by relying on the faith of the people of Cappadocia. |
İslam dünyasından bazı ülkeler, Kapadokya’daki insanların imanına inanarak kaybettiler; bu imtihanda kaybettiler. |
One day, they will realise their wrong doings and feel ashamed of their actions, and God will hold them accountable for the damage they caused and ask them: ‘Why did you follow Satan and his accomplices? |
Bir gün, olup-biten şeylerin yanlış olduğunu anlayıp, nedâmet duyacak, “Keşke, keşke” diyecekler; fakat şu anda yaptıkları tahribatın hesabını Allah soracak; “Niye şeytan ve şeytanın avenesine inandınız? |
Why didn’t you follow these sincere people?’ |
Neden bu samimi arkadaşların samimiyetine güvenmediniz, onlara bel bağlamadınız?” diye soracaktır. |
They were there to help. |
Evet, onlar, tamir için gitmişlerdi. |
A friend who was forced to exit his country of residence came here. |
Geçen gün bir arkadaş, bir yerden “cebrî bir çıkış” ile çıkmıştı, geldi buraya. |
He told me what he went through which made me cry. |
Orada başından geçenleri anlattı, beni de ağlattı: |
‘I was kidnapped’ he told me. |
“Beni ayırıyorlardı” dedi. |
They have control over those regions. |
Almışlar kontrol altına. |
Just as it happened in a few countries, they kidnap these people, force them on a plane and imprison them in Turkey. |
Birkaç yerde olduğu gibi, uçağa gizli bindiriyor, Türkiye’ye gönderiyor, içeriye aldırıyor ve tazyike maruz bırakıyorlar. |
Kidnapping. |
İnsan kaçırma. |
This is what bandits do. |
“Haramîlik” denir buna. |
The forty thieves of Ali Baba did not do such things. |
Ali Baba’nın eşkıyası, bunu yapmamıştır. |
They kidnapped him but with the help of a prominent person of that country the situation is averted and the plane lands in another city. |
O arkadaşı da kaçırıyorlar, fakat o ülkenin insanlarından, önde gelenlerinden birinin hanımı devreye giriyor, kontrol altına alıyor, sonra başka bir yere uçağa bindirip gönderiyor. |
I don’t see any harm in disclosing the name of that city. |
Orayı demede bir beis görmüyorum: |
His plane lands in Dubai. |
Dubai’ye gönderiliyor. |
And he came here from Dubai. |
Dubai’den de buraya geliyor: |
‘The person who saved me from my kidnappers told me: |
“Kurtulmama vesile olan şahıs bana dedi ki ayrılırken: |
“Leave this country. |
‘Ayrılın buradan. |
Or else they will kidnap you again.” |
Yoksa sizi yine kaçırırlar.’ |
I cried and told them not to separate me from my place of service and I told them I always wanted to stay here. |
Çok ağladım, ‘Ne olur, hizmet ettiğim bu yerden beni ayırmayın.’ diye, ‘Burada hep kalmak istiyorum.’ dedim. |
But they told me that I can’t be protected, these people will kidnap you again just as they do in Indonesia. Pakistan, Morocco, Tunisia, and Algeria. |
Ama dediler ki, ‘Güven veremiyoruz size; bu adamlar, yine aynı kötülüğü yapar.’ -Endonezya’da olduğu gibi, Pakistan’da olduğu gibi, Fas’ta, Tunus’ta, Cezayir’de olduğu gibi.- ‘Tutar, eşkıyaya teslim ederler sizi. |
They said, “You never know what bandits might do”.’ |
Eşkıyanın da ne yapacağı belli değil.’ dediler.” |
Because the number of people that have died in prison is unknown. |
Çünkü zindanlarda ölen insanların sayısı belli değil. |
The number of people who lost their minds because of torture is unknown. |
İşkenceden aklını kaybedenlerin sayısı belli değil. |
The number of people who were drugged and lost their minds in prison is unknown. |
“Konuşturalım” diye uyuşturucu verildiğinden, aklını kaybeden insanların sayısı belli değil. |
The number of people who are taken to the mountains to be tortured and then abandoned in forests afterwards is unknown. |
Kaçırılıp dağlarda işkenceye tabi tutulup sonra ormanın içine atılan insanların sayısı belli değil. |
This happens to people who return to their home country because of homesickness. |
Kendi ülkesine dâussıla duygusu ile burnunun kemikleri sızlaya sızlaya giden insanların başına bunlar geliyorsa. |
With sincere emotions and feelings they say: |
Samimi duygular, samimi hisler, diyorlar ki: |
‘We cannot protect you here, |
“Vallahi ne kadar dikkat etsek, sizi burada koruyamayız. |
You should leave this country’ |
En iyisi siz de ayrılın gidin.” |
Our friend started to cry next to me after he said, ‘I told them not to separate me from my place of service’. |
Arkadaşımız, “Beni hizmet yerimden ayırmamaları için hıçkıra hıçkıra ağladım” derken, yine benim yanımda da ağladı burada. |
When we hear similar stories every day, |
Tabii her gün böyle bir şey gelince. |
This simple man is very sensitive. |
Kıtmîr de çok hassas. |
You know the kind of flowers that shrivel up due to the surrounding negative energy. |
Hani yanında toptan-tüfekten bahsedilince büzüşen çiçekler var ya. |
My heart’s rhythm suddenly changes in a similar way. |
İşte onlar gibi, kalbimin birden bire ritmi değişiyor. |
It happened again yesterday. I closed myself to my room and said to myself, ‘You need seclusion’. |
Dün de öyle ritmi değişti, kendimi odama kapadım, “Sana inziva gerek” dedim. |
It is now the time of ‘forced migration’. |
Şimdi de “cebrî hicret” zamanı. |
There was a time when our friends migrated to unvisited lands. |
Belli bir dönemde gidilmeyen yerlere, arkadaşlarımız hicret ettiler. |
With the language of representation and the state of being victimised and oppressed. |
Mazlumiyet, mağduriyet, hal ve temsil dili ile. |
It is such a language that the whole world heard it; they now know most of you by name, face or condition. |
Öyle bir lisan ki, bütün dünya duydu; çoğunuzu ismiyle, resmiyle, konumuyla ezberledi. |
And in a state of profound trust, they asked a deluge of questions and asked such things as, ‘Tell us, for the love of God, what has happened to you?’ |
Ve ciddî bir güven duygusu ile, istintak zeminlerine aldı, “Yahu konuşun Allah aşkına; başınıza gelen nedir?” falan dediler. |
‘What can we do for you?’ |
“Size ne yapabiliriz?” |
When they saw the deprivation and suffering, they took their house keys out of their pockets and handed them over. |
O mahrumiyeti, mağduriyeti görünce, ceplerinden çıkardı, evlerinin anahtarlarını verdiler. |
If there were no keys to give, they would say, ‘Rent a place somewhere, we will pay the rent.’ |
Verecekleri anahtar yok ise, “Siz bir yerde bir ev tutun, kirasını biz veririz” dediler. |
Germany moved to offer support in this way, as did Canada, partly France, the United States and various other places. |
Bunu Almanya da yaptı, Kanada da yaptı, kısmen Fransa da yaptı, Amerika da yaptı, yaptı; değişik yerler yaptılar. |
As for the Islamic world, in the majority, they just slept. |
İslam dünyası ise yattı, büyük çoğunluğu itibarıyla, bu mevzuda. |
How shameful it is to ‘sleep’ next to the one who ‘acts’. |
“Yapan”ın yanında “yatmak” ne kadar ayıptır. |
One moves to offer support. |
Biri yapıyor. |
There may not be the things that are required in your set of beliefs, but there are the ‘attributes of a believer’. |
O birinde sizin inandığınız çerçevede inanılması gerekli olan şeylere inanma yok; fakat “mü’min sıfatı” var. |
God does not look at your appearance or your identity, whether you say: |
Allah, sizin şekillerinize, kimliğinize - |
‘I am Turkish’. |
“Türk”üm. |
‘I am Kurdish’. |
“Kürd”üm. |
‘I am Albanian’’. |
“Arnavut”um. |
‘I am Bosnian’. |
“Boşnak”ım. |
‘I am of the Laz people’. |
“Laz”ım. |
‘I am Georgian’. |
“Gürcü”yüm. |
Or any other ethnicity. He looks at your heart, the sense of humanity and belief that reside therein. |
Bilmem neyim demenize- değil, kalbinize bakar, oradaki insanlığınıza bakar, inancınıza bakar. |
Bediüzzaman says: |
Hazreti Pîr diyor ki: |
‘Just as every attribute of a believer is not necessarily that of a believer, every attribute of an unbeliever is not necessarily that of an unbeliever.’ |
“Her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi, her falanın da her sıfatı kâfir değildir.” |
The attributes of a believer. |
Mü’min sıfatı. |
It is difficult to state the kind of treatment a person who lived in a period of chaos will receive in the afterlife, a period when there was a scarcity of people who believed properly. In fact, it would be nothing less than speculation. |
Ve bir fetret dönemi olması itibarıyla, Müslümanlığı hakkıyla temsil eden, hal dili ile anlatan insanların olmadığı, kâmil mü’min kahtının (kıtlığının) yaşandığı bir dönemde, öbür âlemde Allah’ın onlara nasıl muamele yapacağını, bugün söylemek, zordur; bağışlayın, atmasyon olur, belli değil. |
Abu Talib never said, ‘There is no deity but God, and Muhammad is His Messenger’. |
Ebu Tâlib, “La ilahe illallah, Muhammed’ur-Resulullah” dememişti. |
But he always protected the Pride of Humankind, acting like a human shield. |
Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep göğsünü germiş, O’nu korumuş, kalkan gibi olmuştu. |
According to Bediüzzaman, ‘Even if he were to enter Hell due to his lack of faith, he could be granted a particular kind of Paradise on account of his good deeds. |
Hazreti Pîr’in ifadesine göre, “Makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem’e gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. |
Just like God creates the spring in some locations in the winter, and through the medium of sleep, turns a prison to a palace for some people, so too can he transform a kind of Hell to a kind of Paradise. He would be placed at the location where those who failed to make the declaration of faith would be placed, except that he would be made to live a Paradise-like life. |
Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem’i, hususî bir nevi Cennet’e çevirebilir.” “La ilahe illallah, Muhammed’ur-Resulullah” demediğinden, koyar bir yere, öyle demeyenlerin yerine koyar; fakat orada ona bir Cennet hayatı yaşatır. |
You know, I feel the same way as Abu Bakr: |
Hani Kıtmîr’in düşüncesi, Hazreti Ebu Bekir’in düşüncesidir: |
Following the conquest of Mecca, Abu Bakr brought his father, Abu Quhafa, to our noble Prophet, weeping. |
Mekke fethini müteakip babası Ebu Kuhâfe’nin elinden tutup Efendimiz’e getirdiğinde ağladı hıçkıra hıçkıra. |
The beloved Prophet asked, ‘Why are you weeping?’ |
“Niye ağlıyorsun?” sorusu karsısında dedi ki: |
‘I would have preferred Abu Talib to come to you in this manner rather than my father.’ |
“Babamın yerine, Ebu Tâlib’in getirilmesini ne kadar arzu ederdim?” |
My sultan! |
Sultanım. |
And I say the same. |
Bir o kadar da benden al. |
I would give my life for someone who removed a thorn from the path of my noble Prophet. |
Benim Efendim’e sahip çıkan, geçtiği yoldan bir dikeni kaldırıp atan kimseye bile canım feda olsun. |
Yes, some people are opening their bosoms, protecting you and saying, ‘Come over here!’ |
Evet, birileri böyle, bağırlarını açıyor, size sahip çıkıyor, “Aman gelin” diyor. |
They are even saying: |
Hatta şimdilerde diyorlar ki: |
‘Given your current situation, you could work here. |
“Konumunuz itibarıyla, şurada çalışabilirsiniz. |
Have you studied Law? |
Hukuk eğitimi mi gördünüz? |
After going through this process, you may be given a position and work in your own field. |
Şu süreçten geçtikten sonra, burada siz, uzmanı olduğunuz o alanda vazifenizi yapabilirsiniz. |
We can also introduce you to people whom you could work with.’ |
İş mi yapıyorsunuz, biri ile şurada başbaşa verince, şu işi yapabilirsiniz.” |
They are offering such things. |
Böyle demek suretiyle. |
In exchange for what the believers lost in Mecca, the Muslims in Medina opened their bosoms, shared their fields and orchards. Since everywhere is a ‘place of migration’, the emigrants of our time are welcomed by ‘the Helpers.’ |
Mekke’de, mü’minlerin kaybettiklerine mukabil, Medine’deki Müslümanların, sinelerini açıp, bağ ve bahçelerine onları ortak yapmaları gibi, her yer, bir “muhâcer” yeri oldu ve giden muhacirler, orada âdeta bir Ensar muamelesi gördü. |
They opened their bosoms. |
Bağırlarını açtılar. |
Everyone except those who are confused opened their bosoms and welcomed you. |
Kafaları karıştırılanların dışında herkes, bağrını açtı, onlara “Hoş geldiniz, safâ geldiniz” dedi, hoş-âmedîde bulundu. |
These are not going to go to waste. |
Bunlar, boşa gitmez. |
Regardless of what others claim, let them say, ‘Muslimness’, attend the mosque with or without ablution at times, and use the values associated with being a ‘Muslim’ as an argument for their worldly and political reign. |
Başkaları ne iddiada bulunursa bulunsun; “Müslümanlık” desin, ara sıra abdestli-abdestsiz camiye gitsin, Müslümanlığa ait değerleri -esas- dünyevî ve siyasî saltanatı için birer “argüman” olarak kullansın. |
These people in their valleys of lies will wash away, but those who act like humans will definitely reap their rewards in the Hereafter. |
Bunlar, yalancılık vadilerinde akan kirli mâîler gibi akıp gidecek; fakat insanca davranan kimseler, insanlıklarının mükâfatını mutlaka öbür âlemde göreceklerdir. |
The whole world got to know you because of this ‘forced migration’. |
“Cebrî hicret”in karşılığında da madem dünya sizi duydu, tanıdı. |
For instance, being associated with me, a simple man. |
Mesela, bir Kıtmîr ile tanışıklık. |
Just think about it. |
Hesap edin. |
I am actually really embarrassed when I say this and I’m not saying it for my carnal soul. |
Ha, bunu söylemeden hicap duyuyorum, nefsim adına da söylemiyorum. |
Do you know what my only virtue is? |
Bütün meziyetim ne, biliyor musunuz? |
Being among an illustrious congregation like yourselves. |
Sizin gibi nurefşân bir cemaatin içinde bulunmak. |
You know those who attend to a Sultan’s ceremony are given special rewards. |
Ulûfe-i şahaneleri oluyor ya hani padişahların, burada. |
I feel as though I am behind you in the lines at the Great Gathering in the Hereafter. |
Mahşerde kendimi sizin saflarınızın arkasında hissediyorum. |
As Almighty God is saying: |
Size Cenâb-ı Hak diyor ki: |
‘You have passed the bridge, you may all enter.’ |
“Haydi, hepiniz girebilirsiniz, köprüyü geçtiniz.” |
I follow, and as I pass the bridge, I get slapped on the face and I’m told, ‘You naughty one, hurry along, you may also enter.’ |
Ben de geliyorum; geçerken orada, bana bir de tokat aşk ediliyor, “Yaramaz, sen de geç” deniyor. |
I have always looked at myself like this. |
Kendime hep öyle baktım. |
And now, some people are labeling you as ‘terrorists’. |
Şimdi birileri sizi “terörist” (!) ilan ediyor. |
I swear, never in my life have I purposefully stepped on an ant. I swear. |
Ben, hayatımda bilerek -yemin ederim- bir karıncaya basmadım, yemin ederim. |
My close friends would know that I have cried half an hour over the death of a bee. |
Bir arının ölümü karşısında yarım saat ağladığımı yakın arkadaşlarım bilirler. |
It died; I placed it on a honey comb, it did not eat; I poured water, it still didn’t eat. |
Öldü; bal peteği üzerine koydum, yemiyor; su döktüm, baktım yine yemiyor. |
I sat and cried. |
Oturdum bir kenarda, hıçkıra hıçkıra ağladım. |
Something alive; a part of nature; it is crucial for the ecosystem. |
Bir canlı; tabiatın bir parçası; ekosistem adına çok önemlidir. |
I cried sobbingly. |
Hıçkıra hıçkıra ağladım. |
That is my nature. |
Ruhum, bu. |
I cannot see any of you contradicting this thought and feeling. |
Hiç birinizi bu duygunun, bu düşüncenin dışında göremem. |
Perhaps you may say to me, ’Those things that you do are such trivial things, with God’s consent, we implement this matter more superbly.’ |
Belki bana dersiniz ki, “Sizin yaptığınız o şeyler çok küçük şeyler; biz daha âlâsını yapıyoruz bu meselenin, Allah’ın izniyle.” |
But they call people who bear such nature, understanding, and perspectives as ‘terrorists’. |
Ama bu ruhu, bu anlayışı, bu düşünceyi taşıyan insanlara “terörist” (!) diyorlar. |
But people who take refuge in Germany, America and Canada, come and stand next to me for photographs. |
Fakat Almanya’ya giden, Amerika’ya ilticaya eden, Kanada’ya giden insanlar, gelip Kıtmîr’in yanında duruyorlar, fotoğraf çektiriyorlar. |
They say, ‘It is a reference’; ‘So, you are a part of this movement, this community as well’ and so forth. |
“Referans” diyorlar; “Demek ki sen de bu cemaat, bu hareket içindeymişsin” falan. |
Maybe they are tested in some places: |
Belki bazı yerlerde imtihan ediyorlar: |
‘What did he talk about in his last talk?’ |
“Son sohbetlerinde Kıtmîr ne konuşmuştu, ne demişti?” |
To those who repeat what I said, they say, ‘You pass; your job is done.’ |
O konuşmayı söyleyene “Sen geç, bitti senin işin” diyorlar. |
While some are degraded, others are praised. |
Birileri, yerin dibine batırırken, başka birileri, başlarına taç yapıyor. |
These are not going to go to waste. |
Bunlar, boşa gitmeyecektir. |
Now there is such recognition, respect and a very serious curiosity. |
Şimdi böyle bir tanıma var, bir saygı duyma var ve çok ciddî bir merak var. |
And confusion at the same time. |
Ve aynı zamanda bir kafa karışıklığı da var. |
There is a fair amount of paranoia in everyone. |
Her insanda şöyle-böyle bir paranoya duygusu vardır. |
At the same time this is exposure that could never occur with marketing campaigns. |
Ama şimdi reklam ile yapılması imkânsız olan böyle bir duyurma da söz konusu. |
You would not have been able to market yourself to this extent if you had given trillions. |
Trilyon verseydiniz, reklam ile kendinizi bu ölçüde duyuramazdınız. |
Everyone as far as the penguins must have heard this; everyone until, forgive me, the brown bears must have heard. |
Penguenlere kadar herkes duymuştur bunu; bağışlayın, boz ayılara kadar hepsi duymuştur bunu. |
Now that they turn to you with curiosity, what is left to you is portraying your values with your tongue of disposition and representation. |
Şimdi onlar merak ile sizin üzerinize eğildiğine göre, size, sizin değerlerinizi hâl ve temsil diliyle anlatmak kalıyor. |
It is an opportunity. |
Böyle bir fırsat. |
It is such an opportunity, the opportunity of God. |
Öyle bir fırsat ki, Allah’ın fırsatı. |
‘To be the cause of a person’s guidance to the true path, to guide him to a step towards belief, is more auspicious than owning herds of sheep.’ |
“Bir insanın hidayetine vesile olma,” imana doğru ona bir “adım” attırma, “yığın yığın koyunlardan, koyun sürülerinden daha hayırlıdır.” |
‘More auspicious than anything the sun rises and sets upon’, this is related in a tradition with a weak chain of transmission. |
Bu, sıhhatli hadis; zayıf hadiste, “Üzerine güneşin doğup-battığı her şeyden hayırlıdır.” |
To help someone take a righteous step towards Islam. |
İslam’a doğru bir adım attırmak. |
To help someone become outstanding, just like you. |
Biri, dörtte dörtlük olur, tam sizin gibi. |
There are many. |
Çok, sayıları. |
You are not missionaries; when you reveal your stance and representation, they say, ‘Oh what a beautiful thing is this, why have we not heard it until now? |
Misyonerlik yapmıyorsunuz; hâlinizi, temsilinizi ortaya koyunca, “Yahu ne güzel şeymiş, niye biz şimdiye kadar bunu duymadık? |
Why did we remain uninterested in this?’ |
Neden buna karşı alakasız kaldık?” falan diyorlar. |
And some of them say, ‘We should accept this alongside our own.’ |
Bazıları da diyorlar ki -mesela- “Yahu bunu da bizimkinin yanında kabul edelim.” |
Christian and simultaneously Muslim. |
İsevî ve aynı zamanda Müslüman. |
I have come across many people that think this way in this matter. |
Böyle diyen, çok; Fakir de değişik kimselere -bu mevzuda- rastladım. |
Bediüzzaman also points to this. |
Hazreti Pîr de buna işaret ediyor. |
This is a second step, a step in the second degree. |
Bu da ikinci bir adım, ikinci derecede bir adım oluyor. |
And some are looking at your beautiful disposition and representation and saying: |
Birileri de sizin o güzel hal ve temsillerinize bakarak diyorlar ki: |
‘If there is going to be world peace and reconciliation, such a big project will happen by working shoulder to shoulder with these people.’ |
“Dünya sulhu-salâhı adına bir şey olacaksa, bu insanlar ile omuz omuza vermek suretiyle bu büyük proje gerçekleştirilebilir.” |
This is a gain. |
Bu da bir kazanım. |
And some people in the fourth degree, maybe the ones furthest away, are saying: |
Birileri ise diyorlar ki, dördüncü derecede, belki en uzak olanlar: |
‘I swear if you hit these people with a hammer, they don’t seem like they’ll be a problem. |
“Vallahi, tepelerine balyoz ile vursanız, problem olacağa benzemiyorlar bunlar. |
Therefore, there is a need for these people for world peace and reconciliation.’ |
Dolayısıyla cihanın sulhu-salâhı adına, bunlara ihtiyaç var.” |
And all of these, have value in the sight of God, and are very important factors in reaching God. |
Ve bütün bunlar, nezd-i Ulûhiyette kıymet ifade eden, Allah’a doğru yaklaşma adına çok önemli faktörlerdir. |
Now, it is very important to evaluate ‘forced migration’ in this direction, with God’s permission and grace. |
Şimdi, “cebrî hicret”i bu istikamette değerlendirme çok önemlidir, Allah’ın izni ve inayetiyle. |
God announced you; announced you as a ‘movement’; announced you as a ‘community’. |
Allah, sizi duyurdu; “hareket” diye duyurdu, “cemaat” diye duyurdu. |
And you didn’t have any claims in regards to this. |
Sizin o mevzuda da bir iddianız yoktu. |
When I explained this concept, I explained it with the noble Muhasibi’s expression. |
Kıtmîr, bu meseleyi ifade ederken, Hazreti Muhâsibî’nin ifadesiyle anlattım. |
He is a monument hero of the horizon of ‘annihilation in God, permanence with God, living by God with God, and journeying from God’. |
Hazret, Allah ile irtibatı açısından “fenâ-fillah, bekâ-billah, maallah, anillah” ufkunun âbide kahramanlarındandır. |
In relation to his evaluations on self-criticism, some contemporary theologians say, ‘Do not teach him. |
Muhasebe mevzuundaki değerlendirmeleri hakkında günümüzdeki teologlar, “Okutulmasın. |
He undermines a person’s hope in terms of religiosity.’ |
İnsanın Müslümanlık adına ümidini baltalıyor” diyorlar. |
He is so deep that he even considers thoughts that occur to his mind to be a sin. |
Öyle derindir; aklından geçen şeyleri bile günah sayıyor. |
He put forward the term ‘Qur’anic reasonableness’. |
O, “Kur’ânî makuliyet” tabirini koyuyor ortaya. |
Qur’anic reasonableness. |
Kur’ânî makuliyet. |
The movement is nobody’s personal possession. |
Hareket, hiç kimsenin babasının malı değil. |
I cannot say something like, ‘This happened as a result of three people, as a result of what I said’. |
Ben “Bu işte, üç tane insan, benim dediğim ile oldu” falan diyemem. |
However it is the Hizmet philosophy that God has put forward, the idea of service to mankind, the reasonableness of the matter, the reasonableness in relation to the Qur’an, the reasonableness in relation to Islam; it is the people that came together around these ideas. |
Fakat Allah’ın lütfedip ortaya attığı bu Hizmet felsefesi, Hizmet düşüncesi, meselenin makuliyeti, Kur’ânî makuliyet, İslamî makuliyet; işte onun etrafında bir araya gelen insanlar. |
This is the movement; this is the community. |
Hareket, bu; cemaat de bu. |
No one was trying to make a point of being a community. |
Hiç kimse bir cemaat olma iddiasında değildi. |
‘I am a member of this movement.’ |
“Bu hareketin adamlarıyız.” |
And no one was in such a consideration in relation to belonging. |
Böyle bir aidiyet mülahazasına da girmemişlerdi. |
Because they know that having such a consideration in relation to belonging is a factor that ignites and develops the ego. |
Çünkü onlar biliyorlar ki, aidiyet mülahazası içine girmek, enâniyet-i şahsiyeyi tetikleyen, büyüten, abartan bir faktördür. |
And one way to avoid egotism is to not rely on a certain place, power, or strength. |
Benlikten uzak durmanın yollarından bir tanesi de, bir yere, bir güce, bir kuvvete dayanmamadır. |
Essentially, we have only relied on God. |
Esasen, biz, sadece Allah’a dayanmışızdır. |
‘There is a strength, power, and force coming from Paradise: |
“Cennet malzemelerinden, silahlarından, gücünden, kuvvetinden bir güç, bir kuvvettir: |
“There is neither might nor power except in God”.’ |
Lâ havle ve-lâ kuvvete illâ billah.” |
‘My Lord. |
“Allah’ım. |
O All-Compassionate One, O My Lord, the Owner of Dignity and Majesty. |
Ey Erhamürrâhimîn, ey İzzet ve Celâl Sahibi Rabbim. |
Aid us with Your strength and assistance.’ |
Bizi havl ve kuvvetinle destekleyip te’yîd buyur.” |
People have come together around such feelings by virtue of the reasonableness of the matter. |
Böyle bir duygu etrafında bir araya gelmiş insanlar, meselenin makuliyetine binaen. |
They didn't ask anyone, no one made something; they said ‘Let me build a school somewhere’; they went and built the school; they asked, ‘Do you have teachers? |
Hiç kimseye sormamışlar, hiç kimse ortaya bir şey koymamış; “Bir yerde de ben bir okul yapayım” demiş, gitmiş, okul yapmış; “Öğretmeniniz var mı? |
Send them here’. |
Verin buraya” demişler. |
But now, these people are being followed; they are being oppressed, arrested, and incarcerated. |
Fakat şimdi bunlar, bir yönüyle, birilerine muhalif bir cephe gibi adım adım takibe tabi tutulmuş; yakalandıkları yerlerde derdest ediliyor, çilehanelere atılıyorlar. |
In addition to this, in the face of the afflictions, trials and tribulations that Almighty God tests them with, it is as if they take lessons from trees. |
Bununla beraber, Cenâb-ı Hakk’ın âfât, mesâib ve belâları karşısında, ağaçlardan ders almış gibi davranıyorlar. |
A great person states: |
Büyük bir zatın ifadesi: |
‘If you fear the wrath of God Almighty, remain steadfast to His commands. |
“Eğer Allah’ın gazabından korkuyorsan, emirlerine sımsıkı sarıl. |
He says, ‘Trees push their roots to the depths of the earth to not be overthrown in the face of various storms.’ |
Ağaçlar, değişik fırtınalar karşısında devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru sürekli kök salar dururlar” diyor. |
If you fear the wrath, calamities and misfortunes that God Almighty may test you with, hold tight to the commandments of the religion and laws; have total reliance, submission, trust and confidence in God Almighty. |
Allah’ın azabından, belâ ve musibetinden korkuyorsan, şeriatın, dinin emirlerine sımsıkı sarıl; Allah’a tevekkül, teslim, tefviz ve sikada bulun. |
The tree, in the face of severe storms, pushes its roots to the depths of the earth. |
Ağaç, şiddetli fırtınalar karşısında, devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru kök salar. |
Such people have pushed their roots to the deepest levels of belief, with God’s permission and grace, they are sending the message, ‘May praise and glorification be to God Almighty: |
Onlar da imanın derinliklerine öyle kök salmışlar ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, “Allah’a binlerce hamd u senâ olsun” mesajını gönderiyorlar: |
They say, ‘We couldn’t observe the Night Prayer, now we do, all praise be to God! |
“Teheccüd namazını kılamıyorduk, kılıyoruz elhamdülillah. |
We are completing a recitation of the whole Qur’an once every five days. |
Beş günde bir hatim yapıyoruz. |
We are observing our Daily Prayers in congregation. |
Namazlarımızı hep cemaat ile kılıyoruz. |
We don’t have any defects in our recitations after the Daily Prayers. |
Tesbihât’ta kusur yapmıyoruz. |
If possible, we are trying to have group discussions’. |
Elimizden geldiğince bize ulaşıyorsa şayet, müzakereli şeyler yapıyoruz” diyorlar. |
They are standing upright with strong morale, with God’s permission and grace. |
Çok sağlam bir moral ile dimdik duruyorlar, Allah’ın izni ve inayetiyle. |
Let me also express this point, as a side note: |
Burada bunu da antrparantez ifade edeyim: |
If it were not for the extra bounties of God Almighty upon you and the gifts that ‘eyes have not seen, ears have not heard and minds have not comprehended’, they would not have been able to maintain their steadfast and constant stance. |
Cenâb-ı Hakk’ın size ve onlara o ekstradan lütfu olmasaydı, “Gözlerin görmediği kulakların duymadığı ve insan aklının almayacağı bir şekilde” ihsanları olmasaydı, böyle sabit-kadem durulamazdı. |
In honour of the things He has prepared for the other side, as mentioned in a Divine hadith; it can also be stated in the name of the Divine favours here too: |
Öbür tarafta hazırladığı şeyler adına, Kudsî Hadis ifade ediyor bunu; buradaki eltâf-ı Sübhâniye adına da denebilir: |
Things that the eyes have not seen, ears have not heard and nobody, even the likes of Jules Verne, whose imagination and conceptual ability was extensive, could not comprehend, God Almighty bestows upon you, in a way leaving you enamored in admiration of Him. |
Gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin, -Jules Verne gibi tasavvur ve tahayyülü çok geniş insanların bile- aklına gelmeyen şeyleri, Allah, lütfediyor, adeta hayranlıktan bayıltıyor sizi. |
God gives them such morale in there; they see it as the School of Joseph. |
Allah (celle celâluhu), onlara öyle bir moral veriyor ki orada; orayı Medrese-i Yûsufiye görüyorlar. |
To make the job of the tyrant easier is also tyranny. |
Zâlimin işini kolaylaştırmak, zulümdür. |
All that can be done to confuse them must be done. |
Elden geldiğince onların kafasını karıştıracak şeyler yapmak lazım. |
They must already be confused, constantly trembling over the thought of losing all that they have gained unlawfully. They must be seeing nightmares, and seeing the smallest problem as a catastrophe through their paranoia, as though they are experiencing the punishments of the grave. |
Zaten kafaları karışıktır, gayr-ı meşru yollar ile elde ettikleri şeyleri “kaybedeceğiz” diye o işin korkulu rüyalarını görüyor ve paranoyaları ile o meseleyi genişlettikçe genişletiyor, kabir azabını çekiyor gibi çekiyorlardır. |
I cannot know if they have belief in the grave and afterlife. |
Kabre inançları var mı, yok mu; onu bilemem. |
They might enter mosques without ablution; but believing in the grave and the life that comes after it is a separate matter. |
Abdestsiz, camiye gidebilirler; fakat kabre, kabrin ötesine inanma, ayrı bir meseledir. |
I have been told that the person you buried today said, ‘Look in my bag, if there is anything, use it for good in such and such a way,’ as he passed away. |
Bugün kabre koyduğunuz insan -bana öyle fısıldadılar- vefat ederken, “Çantama bakın, bir şey varsa, şurada kullanın” demiş. |
These are the breaths of all that your spiritual world. |
İşte bu, sizin ruh dünyanıza ait şeylerin soluklarıdır. |
I assume that if we could detect the sounds of your hearts, we would receive the same sounds, the same breath, and listed to the same things, with God’s permission and grace. |
Zannediyorum, hanginizin gönlüne -bir yönüyle- bir dedektör ile girilse, aynı ses, aynı soluk alınacaktır, aynı şeyler dinlenecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle. |
Yes, I have rambled; forgive me. |
Evet, işi uzattım ve kendime göre bazı şeyler mırıldandım; kusura bakmayın, beni affedin. |
May God bless you with a lengthy life. |
Allah, sizi burada uzun ömür ile serfirâz kılsın. |
May He make you steadfast on the service of faith and the Qur’an. |
Hizmet-i İmaniye ve Kur’âniyede dâim kılsın. |
May He employ you on the noble cause of raising the majestic name of Muhammad in the four corners of the world. |
Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde istihdam etsin, inşaallah. |
And may He allow you to reach the afterlife in faith. |
Ve iman ile öbür tarafa göçmeye muvaffak eylesin. |
May He honor us there, while waiting for His special blessings in cheerfulness, with glad tidings, under the Banner of Praise of the Noble Spirit of the Master of Mankind. |
Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın Livâu’l-hamd’i altında, beşâşet içinde, bişâret içinde orada Cenâb-ı Hakk’ın çok farklı eltâfını bekleme şerefiyle şereflendirsin. |
This will suffice you. |
Vesselam. |