The Potion of Truthfulness and the Poison of Stagnation |
Sadâkat İksiri ve Durağanlık Zehri |
For everything that happens to us, we must look at our inner selves and search for the purity of our hearts. |
Başımıza gelen her şeyde, kendi içimize dönüp kalb saffetini arama mecburiyetindeyiz. |
A purity of the heart that is crystal clear... |
Dupduru olabilecek şekilde bir kalb saffeti. |
Allowing the edge of our imagination—not the middle, but the edge—to be contaminated with a despising look, an ugly statement, giving attention to shameful voices, being in the midst of backbiting and listening to it, and saying ‘It may be, there is a chance’. |
Hayalimizin ucuna -ortasına değil, hepsine değil, ucuna- bulaşan bir hor bakış, bir çirkin söz, bir çirkin mesmûâta kulak verme, bir gıybet sahnesinde olup onu dinleme, bir iftiraya baş sallama “Olabilir, ihtimal” deme. |
These will lead to serious dirtying of the spirit, feelings and thoughts; this dirtying is an invitation and a call for calamity and misfortune; thousands of those calamities will respond to that call. |
Bunlar, ciddî ruh kirlenmesine, duygu-düşünce kirlenmesine sebebiyet verir; bu kirlenme de bela ve musibete çağrıdır, davetiyedir; böyle bir çağrıya bini birden iştirak eder bela ve musibetlerin. |
From this perspective, for everything that happens to us, we should say, ‘O God, |
Bu açıdan, başa gelen her şeyde, “Allah’ım. |
Do not leave us for torment with our sins. |
Bizi günahlarımızla azaba maruz bırakma. |
Pardon us, O All-Forgiver. |
Yarlığa bizi yâ Gaffâr. |
Cover our wrongdoings, O All-Veiling. |
Ört ayıplarımızı yâ Settâr. |
Forgive us, O All-Pardoning’. |
Affet bizi yâ Afüvv (celle celâluhu)” demelidir. |
These words and considerations should fall upon those evil thoughts like hammers and hit them with such force that they never rise again. |
Bu istiğfar beyanlarını ve mülahazalarını, onların tepesine balyoz gibi indirmeli ve bir daha hortlamalarına meydan vermeme cehdiyle vurmalıdır. |
We should not forget; they have such an ability to rise from the grave even if you hit them with a hammer fifty times, and knock them out fifty times, they will die and rise again; they will rise once again; die and rise again and again. |
Unutmamak lazım; elli defa onlar balyoz yeseler, elli defa nakavt etseniz ve onları yere serseniz de öyle bir hortlama istidadı vardır ki onlarda, ölürler, yine dirilirler; ölürler, yine dirilirler; ölürler, yine dirilirler. |
That is why the noble Master of Humankind would ask for forgiveness from God seventy times, sometimes one hundred times, everyday; he was building greenhouses for the ‘impossible things’ to sprout, and building walls in protection. |
Onun için Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm, günde yetmiş -bazen yüz defa- “Estağfirullah” diyordu; “hiç olmaz”lara seralar oluşturuyor, surlar çekiyordu. |
A lesson for those who understand... |
Anlayanlara ders. |
For those who don’t understand, it is not possible to explain anything. |
Anlamayanlara, bir şey anlatmak mümkün değil. |
God’s Messenger with his posture and stance, is saying: |
Allah Rasûlü bu hal ve beyanıyla âdeta şöyle buyuruyordu: |
‘When I do something, you must think hard on how you should implement it, and actually do it.’ |
“Ben böyle yapınca, sizin nasıl yapmanız gerekli, onu oturup bir kere daha derin derin düşünün ve yapın.” |
We should understand this lesson and stay far away from any negativity. |
O dersi almak ve olumsuzluklara karşı sürekli mesafeli durmak lazım. |
Does he not say this? |
Buyurmuyor mu? |
‘O God, keep me away from my mistakes as you keep the West and East apart’. |
“Allah’ım, mağrip ile maşrığı (batı ile doğuyu) birbirinden uzaklaştırdığın gibi beni de hatalarımdan uzak tut.” |
Mistakes are things like the insignificant sins and stumbling that one comes across while on the right path. |
Hata; bir insanın, doğru yolda yürürken sürçmesi gibi, zellesi gibi şeyler. |
However in the Qur’an, in the last two verses of the Chapter al-Baqara, it teaches the prayer of, ‘Do not hold against us those mistakes as we forgot and stumbled’. |
Fakat Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûre-i celîlesinin son iki ayetinde, “Unuttuk, bir halt karıştırdık, hata ettik, bir halt karıştırdık ise, Sen, onlardan dolayı bizi muaheze etme” duasını öğretiyor. |
And the Pride of Humanity never slept without reciting these two verses. |
Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu iki ayeti okumadan da yatmıyordu. |
We always recite those two verses following the glorifications after the Night Prayer. |
Biz de yatsı namazının sünnet tesbîhinden sonra mutlaka o iki ayeti okuyoruz. |
It isn’t obligatory, but we should intend to recite it as if it was, because he never went to bed without reciting it. |
Farz değil fakat farz niyetiyle, bizim için çok lüzumlu mülahazasıyla okumak lazım, madem O (sallallâhu aleyhi ve sellem) okumadan yatağa girmemiş. |
Yes, the thought of ‘Our Lord, overlook our faults and forgive us’. |
Evet, “Allah’ım, hatalarımızdan dolayı bizi muaheze etme” mülahazası. |
This is how mistakes should be considered. |
Hata konusunda böyle. |
God forbid, what of the sins committed by the hands and feet, eyes and ears, tongues and lips? |
Hafizanallah, ya el-ayak, göz-kulak, dil-dudak ile işlenen günahlar var ise şayet? |
Those sins will form such curtains between one’s heart and God, if the connection of one’s heart with God is severed; a person may no longer know whether the connection still exists. |
Onlar, kalb ile Allah arasında öyle sütreler oluşturur ki, kalbin Allah ile münasebeti kesilir; “Var mı, yok mu?” bilemez insan. |
Even while worshiping Him, this person goes through the motions, no emotion or excitement... |
Ona ibadet yaparken bile şeklen, yatar-kalkar; ne his, ne heyecan. |
In the words of Akif, ‘No feeling, no action, is that a carcass before me?’ |
Akif’in sözüyle; “His yok, hareket yok, leş mi kesildin?” diyor. |
He says, ‘carcass’ to the one with no emotion and action. |
“Leş” diyor; hissize, hareketsize “leş” diyor. |
‘No emotion, no action, no suffering. |
“His yok, hareket yok, acı yok. |
Is that a carcass before me? |
Leş mi kesildin? |
You bewilder me, |
Hayret veriyorsun bana. |
This is not how you used to be. |
Sen böyle değildin. |
Why is your determination to be free so momentary? |
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? |
Is it you, or your hope that is spineless?’ |
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?” |
Yes, it is a poetic expression. |
Evet, şâirâne ifade. |
Let us return: |
Geriye dönelim: |
We should know that all good is from God, but wrongdoing is from ourselves. |
İyiliği, Allah’tan; kötülüğü, kendimizden bilelim. |
‘Whatever good happens to you, it is from God; |
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. |
and whatever evil befalls you, it is from yourself’(An-Nisa, 4:79). |
Başına gelen her fenalık ise nefsindendir” (Nisâ, 4:79). |
‘The oppressor is the sword of God, |
“Zâlim, Allah’ın bir kılıcıdır. |
God uses the oppressor for revenge, to punish and slap with Divine Compassion; and then He takes revenge on the oppressor.’ |
Allah, onunla intikam alır, tedip eder, kulak çeker, şefkat tokadı vurur; fakat sonra döner, zâlimden de intikam alır.” |
Yes, the oppressors bothering you, are the swords God is using to mark you. |
Evet, size musallat olan zâlimler, Allah’ın sizin başınızda kavis çizdirdiği kılıçtır. |
God made the oppressors haunt you, they take revenge for nothing. |
Allah, zâlimleri musallat etti size; hiç yoktan intikam alıyorlar. |
But we shouldn’t consider the matter as ‘for nothing’. |
Ama meseleye “hiç yoktan” zaviyesinden bakmamak lazım. |
Rather than saying ‘Why are they bothering us?’, we should face ourselves and say, ‘I wonder what we have done to experience this?’ |
“Neden onlar gelip bize musallat oluyorlar?” demekten daha çok “Acaba ne ettik ki bunlar başımıza geliyor?” diyerek kendimizle yüzleşmeliyiz. |
As humans we may also ask: |
İnsan olarak onu da düşünürüz: |
‘Why are they baring their teeth when they could behave like humans? |
“Neden insanlık varken, diş gösteriyorlar? |
Why are they biting when they could behave like humans? |
Neden insan olma varken, ısırıyorlar? |
Why are they dripping saliva when they could behave like humans? |
Neden seviyeli insan olma varken, salya atıyorlar?” |
These thoughts can cross one’s mind. |
Bunlar insanın aklından geçebilir. |
For the security of their hearts and thoughts, we should pray to God that He will grant them true guidance. |
Onların da kalb selameti adına, düşünce selameti adına Allah’tan hidayet talep etmek lazım. |
More so, we have to look at ourselves. |
Ama daha çok kendimize bakmamız lazım: |
‘I wonder what we possibly did that God tested us with such oppressors, transgressors and treacherous traitors.’ |
“Acaba ne ettik ki Allah, bu zâlimleri, fâsıkları, hainleri bize musallat etti?” |
The only solution is to renew one’s pledge and turn to God Almighty. |
Onun çâre-i yegânesi de bir kere daha tecdîd-i biatte bulunarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmekten geçer. |
‘O Our Lord! It is in You that we have put our trust, and it is to You that we turn in utmost sincerity and devotion. |
“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. |
and to You is the homecoming’ (Al-Mumtahina, 60:4). |
Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız” (Mümtehine, 60:4). |
To continue: |
Devam edin: |
‘God is sufficient for us, |
“Allah bize yeter. |
how excellent a Guardian He is!’ (Al Imran, 3:173). |
O, ne güzel vekildir” (Âl-i Imrân, 3:173) Devam edin: |
‘How excellent a Guardian and an Owner He is; how excellent a Helper!’ (Al-Anfal, 8:40). |
“O ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı’dır” (Enfâl, 8:40). |
This isn’t in the Qur’an but it’s in our supplications: |
Kur’an’da yok fakat virdlerde var: |
Say, ‘How excellent a Lord You are!’ |
“Sen ne güzel Rab’sın” deyin. |
Despite all these errors we have made, when we look at the context of our trials, the nature of these warnings intend to be like a slap on the back of your neck that reminds you to ‘come to your senses’. |
Bunca karıştırdığımız hatalara rağmen, gelen şeylere bakılırsa, bunlar bir kulak çekme, enseye bir tokat vurma ve “Aklınızı başınıza alın” deme mahiyetinde. |
Indeed, say: ‘How excellent a Lord You are; how excellent a friend You are; how excellent a helper You are; how excellent the All-Hearing One You are, hearing and answering all our prayers; how excellent the All-Veiling and All-Forgiving One You are, Who forgives and veils all our fault and sins’. |
Evet, “Ne güzel Rab’sın Sen Allah’ım, ne güzel dostsun Sen, ne güzel yardımcısın Sen, her duamızı işitip icabet buyuran ne güzel Semi’sin Sen, bütün kusur ve günahlarımızı örtüp bağışlayan ne güzel Settâr ve ne güzel Gaffâr’sın Sen” deyin. |
Say this and seek sincerity and truthfulness before God, settle only for truthfulness. |
Deyin ve bir “mak’ad-ı sıdk” (sıdk oturağı ve otağı) arayışı peşinde bulunun. |
Bound to the truth, such believers will be ranked and commemorated with those that sought truthfulness before God |
Hayatını doğruluğa bağlamış müminlerin ahiretteki makamları da sıdk sıfatıyla yâd edilmektedir: |
‘And the God-revering, pious ones will be in Gardens and by rivers; In the assembly of honor composed of the loyal and truthful in the Presence of the One All-Omnipotent Sovereign’ (Al-Qamar, 54:54–55). |
“Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında)dırlar” (Kamer, 54:54-55). |
‘O Lord, allow us to be on the straight path, to be truthful in character, to receive good in every outcome and be a good representative, to have a truthful covenant and a desirable fate’. |
“Allah’ım bizi dosdoğru hale, özde doğruluk ve neticede hayra, doğru temsile, doğru söze ve hayırlı akıbete mazhar eyle.” |
Yes, a Prophet said this, the Prophet Abraham. |
Evet, Peygamber, demiş/buyurmuş bunu, Hazreti İbrahim (aleyhisselam). |
Since our way is to form the sincerest, deepest form of friendships, the head of this way is the Prophet Abraham, who said, ‘And grant me a most true and virtuous renown among posterity’ (Ash-Shu’ara 26:84). |
Madem mesleğimiz “hıllet, hullet, hallet” -her ne ise- dostluktur, o işin serkârı, en başı, seyyidinâ Hazreti İbrahim (aleyhisselam), “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle” (Şuarâ, 26:84) demiş. |
If people protect their truthfulness in attitude and behaviour, future generations will deem this to be the right path, and as they remember, they will say, ‘May God forever be pleased with you’. |
İnsan, tavır ve davranışlarında hep “sadâkat” çizgisini korursa, gelecek nesiller tarafından da öyle doğru olarak yâd edilir; akla geldiğinde “Allah senden ebeden razı olsun” denir. |
When you think of Abu Bakr, Umar, Uthman or Ali (may God be pleased with them), you cannot help but remember them with gratitude. |
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhüm) insanın aklına gelince, sizin aklınıza gelince, hanginiz en azından duyguları itibarıyla onları hayır ile yâd etmeden geçiyorsunuz? |
Their life was such that they set up like marquees in others’ hearts. |
Öyle bir hayat yaşamışlar ki, gönüllere otağ kurmuşlar. |
Hearing their names is enough for them to be remembered with gratitude. |
Hatırlanışları, onları hayır ile yâd etmeye yetiyor. |
We already keep their memory in high esteem in the many sayings of the noble Prophet and in the stages of the Prayer. We say ‘family’. |
Zaten hadis-i şeriflerde ve namazımızın içindeki çok rükünlerde, onları da hayırla yâd ediyoruz; “Âl” diyoruz. |
The ‘primary family’ is the noble Prophet’s children, grandchildren and family; the noble Companions are his ‘secondary family’, and if we are steadfast on the straight path, we are his ‘remote family’. |
“Âl-i ûlâ” O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlâdı, ahfâdı, ailesi; “âl-i vustâ”, sahabesi; “âl-i ednâ” ise, o yolda, o çizgide olursak, sizler ve bizler. |
The remote family. |
Âl-i ednâ. |
We must at least work hard in order to make the most of that title. |
En azından “ednâ” olmanın hakkını vermek lazım. |
Indeed, ‘family’ was interpreted in this way by the verifying scholars; and they have left a small gap for people like us. |
Evet, “âl”i öyle değerlendirmiş ehl-i hakikat, ehl-i tahkik; size/bize de kapıyı aralık bırakmışlar: |
‘Endeavour for this. |
“Bakın ve alın. |
Try to be one of the remote family members at least.’ |
En dûnunda olmaya çalışın, en azından.” |
Because there no ‘remoteness’ when it comes to truthfulness, when one enters that realm, they will surely extend a hand to you. |
Çünkü o meselenin dûnu mûnu yok; o çerçeve içine girince, öbürleri mutlaka size el uzatırlar. |
And that Glorious Prophet will extend his hand to you. He will not leave you in solitude, bewilderment or frustration. |
Ve her şeyin Sâhib-i Zîşânı sayılan o Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), size el uzatır; bırakmaz sizi yolda, hayret içinde, haybet içinde, hüsran içinde. |
He says, ‘I will not leave my brothers alone on this forlorn and lonely road. I will not leave them alone on this brutal journey’. |
“Bırakmam ben kardeşlerimi böyle garip, yalnız; yolda, vahşi yollarda bırakmam” der. |
However, one must make the most of this opportunity. Their hearts must long for him, their excitement must bubble and bubble for him, emotions must be felt in this regard and one must be constantly busy with these sublime feelings. |
Fakat hakkını vermek lazım onun; kalbler, O’nun için çarpmalı; heyecanlar, köpük köpük O’nun için köpürüp durmalı; duygular, hep onlar ile oturup kalkmalı; insan, onları vird-i zebân etmeli. |
Truthfulness... |
Sıdk. |
‘Truthfulness in every matter, in every word, in every representation’. Being truthful all the time... |
“Her halde doğruluk, her sözde doğruluk, her temsilde doğruluk” doğruluk, doğruluk, doğruluk. |
Truthfulness is the greatest status after Prophethood. |
Sadâkat, Peygamberlikten sonra en büyük makamdır. |
Truthfulness and sincerity before God is one of the qualities of Prophets, however, after Prophethood the notion of truthfulness is specifically distinguished as a quality which Abu Bakr reached in elevated heights. |
Peygamberlerde sıdk, sıfatlardan bir tanesi; fakat Peygamberlikten sonra sıddîkıyet mevzuu, Hazreti Ebu Bekir gibi yüksek pâyelere, hususî olarak, Allah tarafından bahşedilmiş mümtaz bir vasıf: |
They were called Abu Bakr the Truthful and Aisha the Truthful. |
“Ebu Bekir es-Sıddîk”, “Âişe-i Sıddîkâ” denmiş. |
Truthfulness, truthfulness and truthfulness. |
Sadâkat, sadâkat, sadâkat. |
Just as lies are the words of a disbeliever, truthfulness is the word and being truthful is the quality of a believer. |
Nasıl yalan bir lafz-ı kâfirdir; öyle de sadâkat, aynı zamanda bir vasf-ı mü’mindir; sıdk, bir lafz-ı mü’mindir. |
A believer must incorporate it into their daily life, chant it constantly in order to keep the heart—often predisposed to grow dull, lose colour and drift away in pieces—vigorous and blooming with truthfulness. |
Mü’min onun ile oturup kalkmalı, onu vird-i zebân etmeli ve kalbini -daima solmaya, renk atmaya, hazan vurduğu zaman savrulup gitmeye müheyya bulunan kalbini- o “sadâkat” ile dipdiri tutmaya çalışmalıdır. |
God, bestow such a mercy on us that we will not expect to be pitied by anybody else but You! |
“Allah’ım, bizi başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bize rahmet eyle. |
God, bestow such a truthfulness and loyalty on us that it could free us from any inner gossip, O All-Merciful One, The One of Majesty and Grace. |
Allah’ım, bize öyle bir sadâkat lütfeyle ki gönüllerimizi her türlü gıll u gıştan âzâde ve müstağnî kılacak şekilde olsun; ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkram Sahibi.” |
At many places, right after the verse ‘O you who believe!’, the Qur’an draws attention to ‘those who believe and do good, righteous deeds’. |
Kur’an-ı Kerim, çok yerde “iman edenler” dedikten hemen sonra “imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar” vasfını nazara veriyor. |
Faith and righteous deed... |
İman ve sâlih amel. |
We say ‘deed’ using our terminology but Necip Fazıl Kısakürek referred to it as ‘Faith and Action’ in one of his conferences. |
Biz, kendi dilimiz ile “amel” diyoruz fakat Üstad Necip Fazıl, konferansında “İman ve Aksiyon” demişti. |
Does the word ‘action’ correspond to the word ‘deed’, or is it equivalent to the act of performing? |
Aksiyon kelimesi ameli tam karşılar mı; yoksa fiilin karşılığı mı? |
Actions and deeds are two different things, actions are simply doing something, while a deed refers to execution of a responsibility with the consciousness of its purpose. |
Fiil ile amel birbirinden farklı şeylerdir; fiil, bir iş yapma demektir; amel ise, meselenin şuurunda olarak bir mükellefiyeti yerine getirmektir. |
Now, after having belief in God, the assurance of keeping this faith depends on one’s behaviours/actions. |
Şimdi, Allah’a iman ettikten sonra, insanın, imanını teminat altına alması onun hareketine/aksiyonuna bağlıdır. |
In the absence of action, faith will fade and one will be lead to imitation, and in a sense, it will be merely shapes and forms. |
Aksiyon olmadığı takdirde, iman zamanla solar; bir yönüyle taklit yollarına gidilir, bir yönüyle şekle gidilir, bir yönüyle surete gidilir. |
Thus, today many people—not like you but like me—every act they do is stuck in the valleys of shape, form and imitation. |
Nitekim günümüzde “sizin” demeyelim de “benim” gibi çoklarında mesele tamamen şekil, suret ve taklit vadilerinde bocalayıp durmaktan ibaret bir hal almıştır. |
A person can only stay alive with deeds, sincere deeds, deeds that seek God’s pleasure, deeds of ardent longing, and the ultimate purpose which is ardent longing for reunion with God. |
Ancak amel ile, hâlis amel ile, ihlasa iktiran eden amel ile, rıza hedefli amel ile, aşk u iştiyak -en son gaye, aşk u iştiyâk-ı likâullah- hedefli amel ile insan canlı kalabilir. |
For this reason, whenever a person experiences stagnation towards faith or Islam, it will be inevitable for this person to blow away like dry leaves by the winds of fall due to this stagnation. |
Onun için insanda ister iman adına, isterse de İslam adına bir durağanlık olduğu zaman, bu durağanlık sebebiyle o insanın hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmesi kaçınılmaz olur. |
While there is the option of swaying on treetops, feeling dew drops in one’s heart and smiling at nightingales, the stagnant ones will scatter in the soil and become like fertiliser, like dry leaves that are blown apart. |
Ağacın başında salınıp durma, şebnemlere bağrını açma, aynı zamanda bülbüllere karşı tebessüm etme var iken -savrulup giden yapraklar gibi- insan da toprağın bağrına savrulur, gübre olur. |
Just as there is a relationship between deeds, feelings, reflection and faith... |
İnançta, duyguda, düşüncede amel ile imanın böyle bir münasebeti olduğu gibi. |
Just as inertia and stagnation are not acceptable here... |
Onda meselenin durağanlığa tahammülü olmadığı gibi. |
Just as when one becomes stagnant it will lead to imitation... |
İş, durağanlığa gittiği zaman, gidip taklide incirâr ettiği gibi. |
At the same time, stagnation in the service of faith and the Qur’an is a catastrophe. |
Aynı zamanda hizmet-i imaniye ve Kur’aniye adına da durağanlık bir felakettir. |
Sometimes this stagnation is caused by going through the motions that comes with over-exposure and excessive familiarity. |
Bu durağanlık, bazen ülfetten, ünsiyetten dolayı olur. |
Bediüzzaman refers to this too when he says: |
Hazreti Pîr, ona da temas ediyor: |
Customariness that comes with exposure and familiarity sometimes makes people blind and this habit makes them think certain things are acceptable. |
Ülfet ve ünsiyet bazen insanı köreltir; o alışkanlık, bazen “Böyle de oluyor” dedirtir. |
Whereas one must always resemble a brimming and overflowing glass—in the words of Akif—constantly being filled, and constantly overflowing. |
Oysaki insan, sürekli taşan bir bardak gibi -Akif ifadesiyle- sürekli bir lebrîz içinde olmalı; sürekli bir şey dolmalı oraya ve sürekli o taşmalı. |
And with what overflows from this glass, others must be able to benefit continuously. |
Ve taşanlardan da başkaları istifade etmeli, sürekli. |
We must be a constantly brimming and overflowing glass and our enthusiasm and passion should suffice for everyone around us. |
Sürekli taşıp duran bir insan olmalı; his ve heyecanı, herkese yetecek kadar taşıp durmalı sürekli. |
This should also be the case in the service of faith and Qur’an. |
Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede de öyle. |
Yes, one stagnates in their service due to over-familiarity and seeming customariness which overcomes them. |
Bir, böyle olur; ülfetten ve ünsiyetten dolayı insan, farkına varmadan durağanlığa girer; ülfet ve ünsiyete yenik düşer. |
The heart grows dull, and the fine spiritual faculties which sense God directly begin to lose their functions. |
Kalb, bunlar ile renk atar; latife-i Rabbâniye artık fonksiyonunu edâ edemez hâle gelir. |
You may see that their tears also dry up. |
Bakarsınız bunların gözyaşları da kupkurudur. |
In relation to this, the Prophet prayed to God, ‘O God, I seek Your refuge from eyes that do not shed tears’. |
O konuda “Allah’ım, yaşarmayan gözden Sana sığınırım” buyurmuş İnsanlığın İftihar Tablosu. |
In fact, Imam al-Ghazali said, ‘The one who cries and the one who does not may both lose’. |
Vakıa İmam Gazzâli, “Ağlayan da bazen kaybeder, ağlamayan da” demiş. |
But in my opinion that ones who cry and lose refer to those who cry so others can see, thereby mixing hypocrisy in their actions. |
Ama bence ağlayıp kaybedenler, işin içine riya katanlar, gözyaşlarını “Âlem görsün” diye dökenlerdir. |
But there are also those who cry with ardent longing, or in fear in regards to their ultimate end, or fear of Hell, or scared they might end up stranded from God, or those who cry because they are worried they may not always sense God with their full heart and hear the Name of God, ‘Allah, Allah, Allah’ in the thudding of their heart. |
Fakat aşk u iştiyaktan dolayı ağlayanlar, âkıbetinden endişe edip ağlayanlar, Cehennemden endişe edip ağlayanlar, “Allah’tan uzak düşeceğim” diye korkup ağlayanlar, her an onu yürekten hissetmeme, kalbinin ritimlerinde hep “Allah, Allah, Allah” sesi duymama endişesinden korkup ağlayanlar da vardır. |
These people will succeed, and the others will fail. |
Bunlar kazanır; öbürleri kaybeder. |
There is both success and failure there. |
Kazanma da var, kaybetme de var orada. |
Even in this regard, stagnation is a lethal poison, an overwhelming ruinous poison. |
O mevzuda bile durağanlık öldürücü bir zehirdir esasen, kahreden bir zehirdir. |
The carnal soul uses this, ushers in Satan, who through the doors left open by the carnal desires permeates the subtle spiritual faculties of a human being and establishes his domination there. |
Nefis, bunları kullanır; bir yönüyle şeytanı istikbal eder ve şeytan da onun araladığı kapılardan senin latife-i Rabbâniyene -senin değil, yani insanın latife-i Rabbâniyesine- nüfuz eder, hâkimiyet kurar orada. |
Whereas, in fact, that is the site of Divine Self-Disclosures. |
Orası -esasen- Cenâb-ı Hakk’ın tecelligâh-ı Sübhâniyesidir: |
‘The heart is the Divine Abode, purify it of all else.’ |
“Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan |
‘For, The All-Merciful may honour His abode at night’, says a friend of God. |
Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde” diyor Hak dostu. |
Yes, just as over-familiarity and seeming customariness causes stagnation in serving faith, one’s reactions in the face of troubles is another cause of stagnation. |
Evet, ülfet ve ünsiyet durağanlığa sebebiyet verdiği gibi, Hizmet’te durağanlığın bir başka sebebi de musibetler karşısındaki tavırdır. |
Namely: |
Şöyle ki: |
When calamity strikes you, you say ‘So what can we do?’ and not act at all. |
Belâlar/musibetler sağanak sağanak başınızdan aşağıya geldiği zaman, “Ee ne yapalım” diye kalır seyretmeye durursunuz. |
However, that is not how you should react. |
Öyle değil esasen. |
You should endure the awesome calamities that you face with patience. |
Belki gelen, tepenize balyozlar gibi inen şeyler karşısında dişinizi sıkıp sabretmeniz lazım. |
You should practice what we call ‘active patience’. |
Şu kadar var ki, terminolojimizde çok iyi bildiğiniz gibi, “aktif sabır”da bulunmak lazım. |
In other words, we were thrown into a well like Joseph, upon him be peace, or swallowed by a fish like Jonah, upon him be peace. |
Yani, şimdi kuyunun dibine atıldık, Yusuf aleyhisselam gibi; balık tarafından yutulduk, Yunus İbn Mettâ gibi. |
‘What would you do then, tickle the fish so it spits you out?’ |
“Burada ne yapılır acaba” balığın karnını mı gıdıklarsın, “Beni dışarıya atsın” diye? |
‘Or make steps in the well so you can climb out like the noble Joseph?’ |
Parmaklarınızla çıkabileceğiniz basamaklar mı yaparsınız, Hazreti Yusuf gibi? |
If you utilise everything in your reach then your efforts will result in the self-disclosure of the secret of Divine Uniqueness in the pure light of unity. |
Siz, kendi elinizdeki bütün himmeti kullanırsanız, bu -bir yönüyle- nûr-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyetin tecelli etmesine bir davetiyedir, bir çağrıdır. |
‘All reasons and causes have ceased; there is no way for me to exit this well. I am stuck here. |
“Sebepler bütün bütün sukût etti; ben, bu kuyudan/sarnıçtan dışarıya çıkamam, attılar beni buraya. |
But I have to do something. |
Fakat bir şey yapmam lazım. |
Even if they shackle me down like Prometheus, I have to do something. |
Beni burada Promete (Prometheus) gibi kayalara bağlasalar da bir şey yapmam lazım. |
At the very least, I have to shake my head to show my disapproval of my condition.’ |
En azından kafamı, böyle yapmam (sallamam) lazım; maruz kaldığım durumu kabul etmediğimi ortaya koymam lazım.” |
There is such a case of stagnation. |
Bir de öyle bir durağanlık var. |
If you were to enter into that phase, you would unknowingly be hurting yourself. |
Böyle bir durağanlığa girerseniz, hiç farkına varmadan kendi kendinize kastetmiş olursunuz. |
We should never stop. |
Durmamak lazım. |
We should always be in a form of striving, even in the worst cases; like Prophet Jonah in the stomach of the fish, Prophet Job with his illnesses. |
Sürekli bir cehd ortaya koymak lazım, en kötü durumlarda bile; Hazreti Yusuf gibi kuyu dibinde, Hazreti Yunus gibi balığın karnında, Hazreti Eyyûb gibi tepeden tırnağa yara-bere olduğunuz hallerde dahi. |
Not stopping even when, as Bediüzzaman says, the condition of your illness starts to affect your ability to talk. |
Kalbinizin, o yaraların sarmalı içinde bulunduğu, yaraların -Üstad’ın ifadesiyle- dilinize bile sirayet ettiği anda dahi durmama. |
‘My spiritual faculty which senses God directly has been scarred; I can’t remember You, in the way You should be remembered. |
“Duygu-düşünce dünyam, Latife-i Rabbâniyem yaralandı; Seni Sana layık anamıyorum. |
I express my weakness as follows: ‘We could not act in servanthood adequately. We couldn’t remember You in a way that befits Your grandeur. We couldn’t show our gratitude as we should have’. |
‘Sana gerektiği gibi kullukta bulunamadık, Seni azametine yakışır şekilde zikredemedik, Sana hakkıyla şükredemedik’ ölçüleri ile aczimi ifade ediyorum. |
I have not been able absorb servanthood in a proper manner. |
Kulluğumu tam, Sana göre soluklayamayacağım. |
Because proper servanthood depends on the heart and the tongue but they have both been damaged. |
Çünkü o işin kaynağı kalb idi, tercümanı da dil idi; ikisi de yaralandı” deyip arz-ı halde bulunma. |
Bediüzzaman analyses the story of Prophet Job from this perspective. |
Hazreti Üstad, Hazreti Eyyûb’un menkıbesine bağlı olarak meseleyi bu şekilde ele alıyor. |
Yes, no matter what happens, one must carry on; even if a person were to find themselves enveloped in a thousand types of afflictions, they must exert themselves to maintain a state of activity. |
Evet, ne olursa olsun durmamalı; insan, bin türlü bela sarmalı içinde olduğu zaman bile, mutlaka bir şey yapma cehd ve gayreti içinde bulunmalı. |
If you earnestly strive and demonstrate action for even the smallest of things, God, with His Divine Power, will respond in such a way accordingly. |
Siz çok küçük şeyler ile cehd ve gayretinizi gösterirseniz, bir aksiyon sergilerseniz; Cenâb-ı Hak, kudretiyle öyle bir mukabelede bulunur ki onlara. |
Indeed, the willpower that a person puts forth to achieve something is but an ordinary condition. |
Zaten insanın yapması gerekli olan şeylerde ortaya koyduğu irade şart-ı âdîdir. |
There is certainly no principle of causality there. |
Kat’iyyen orada tenâsüb-i illiyet prensibine göre bir münasebet yoktur. |
How could mere willpower earn a person Paradise? |
İrade ne ki, insana Cenneti kazandırsın? |
How could mere willpower elevate a person to the status of living as a true human being? |
İrade ne ki, insanı, insanca yaşama ufkuna ulaştırsın? |
How could mere willpower make a person saintly, righteous and near to God? |
İrade ne ki, insanı evliyâ yapsın, asfiyâ yapsın, ebrâr yapsın, mukarrabîn yapsın? |
Willpower is but a drop; if you employ it suitably, and say, ‘That is all I can produce, O Lord. |
İrade, bir damladır; fakat siz o damlayı yerinde kullanırsanız, “İşte benden bu kadar yâ Rabbi. |
My weakness does not allow me go any further’, the infinitely Powerful One, the One with Infinite Will and All-Encompassing Knowledge, will respond in a befitting way. |
Gücüm, bu kadarına yetiyor” derseniz, Kudret-i Nâmütenâhî, İrâde-i Nâmütenâhî Sahibi, Meşîet-i Nâmütenâhiye Sahibi, İlm-i Muhît Sahibi o Zât (celle celaluhu) da Kendine göre, büyüklüğüne göre tecellide bulunur. |
You will all of a sudden see that enormous ‘oceans’ are granted for your ‘drop’ of willpower; that large celestial objects are granted in return for your atom-like willpower. |
Birden bire bakarsınız ki “damla” olan o iradenize koskocaman “okyanuslar” bahşedilmiş; zerre gibi iradenize mukabil güneşler sizin bağrınıza gelmiş. |
In this respect, stagnation is full of danger; it is like a fatal disease. |
Bu açıdan, durağanlık çok tehlikelidir; ölümcül bir hastalık gibidir. |
No matter what happens, even if we are surrounded from all four sides, even if we are entangled in a web of calamities, what we need to do is be in a state of action. |
Ne olursa olsun, dört bir yandan sarılsak, musibetler/belalar sarmalı içinde kalsak da yapmamız gerekli olan şey harekettir. |
In this regard, one must definitely consult those with sound judgement. |
Bu cümleden olarak mutlaka meşverete, akl-ı selime müracaat etmek lazımdır. |
You would sit with rational people who have a wealth of experience on the matter, and discuss, ‘This is the overall situation; how could we possibly evade this predicament?’ |
Aklı başında olan, o işin tecrübesini edinmiş ve bir yönüyle işleye işleye onu geliştirmiş bulunan insanlarla oturup, “Genel durum şudur, tablo şudur; acaba bundan sıyrılmanın yolu ne ola?” diyerek konuşursunuz. |
You would sit observing respect for the opinion of others, not ‘It has to be my way’. |
Başkalarının düşüncesine saygı mülahazasıyla oturursunuz, “Dediğim dedik” değil. |
The thought of, ‘If what I say isn’t accepted, I won’t enter such discussions’, is a characteristic of Satan. |
“Benim dediğim olmazsa, ben öyle meclislere iştirak etmem” düşüncesi, şeytanî mülahazadır. |
Instead of him, submit to the approach of the Prophet. |
Ona değil, Peygamber mülahazasına tâbi olmak lazımdır. |
When God’s Messenger went out to Uhud, did he not say, ‘Let us remain inside, let us conduct defensive warfare?’ |
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a çıkarken, “İçeride kalalım biz, tabiye harbi yapalım, müdafaa harbi yapalım” dedi mi, demedi mi? |
However, numerous Companions who were not present at Badr, said, ‘O Messenger of God, let us go out; let us demonstrate the kind of heroics shown by our brothers at Badr and, with God’s consent and grace, reach their elevated ranks’. |
Ama Bedir’de bulunmayan bir hayli sahabî, “Yâ Rasûlallah, çıkalım; biz de Bedir’deki ağabeylerimiz gibi orada -Allah’ın izni ve inayetiyle- onların pâyesine ulaşmak için sergilenmesi gerekli olan kahramanlığı sergileyelim” dediler. |
The Prophet was present at that deliberation. He was ‘strengthened by revelation’. He had ‘the greatest perspicacity. He was a perfect person who knew when and how to approach something with the greatest care and detail. |
O istişareye Efendimiz iştirak buyurdu; O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ki, “vahiy ile müeyyed”, “fetânet-i a’zâm” sahibi; neyin, ne zaman, nasıl yapılacağını milimi-milimine bilen insan-ı kâmil. |
As they say, ‘For the geniuses, choice is not a point of discussion.’ |
Hani derler ki, “Dâhiler için intihap söz konusu değildir.” |
When they wish something, they quickly find a solution. |
Onlar bir şey diledikleri zaman, şıp-şak hemen yerine oturturlar. |
What value does genius have when put up against Prophetic perspicacity? |
Dehanın ne kıymeti olur Peygamber fetâneti yanında? |
Despite his great perspicacity, extensive vision and being supported with revelation, during the consultation process he would listen to the words of those much younger than him and take action. |
O fetânete rağmen, o engin görüşe rağmen, o vahiy ile müeyyed olmaya rağmen, orada meşverette kendisinden çok küçük gençlerin sözüne uyuyor, çıkıyor. |
I have mentioned that great interpreter’s words before; I will repeat them again: ‘Even if he knew that those who stepped out with him would be martyred, for the importance he gave to consultation, he would still have followed them.’ |
O büyük müfessirin sözünü de daha evvel tekrar etmişimdir; bir kere daha tekrar ediyorum; “O meşveretin hatırına, bilseydi ki, kendi ile beraber çıkanların hepsi orada şehit olacaktı, yine çıkardı.” |
Because consultation is a rule of faith; if not today, those who follow this rule will not be wronged in the future. |
Çünkü meşveret, dinî bir kuraldır; bugün olmazsa yarın o kuralı kullananlar aldanmayacaktır. |
‘What I say’ is not the primary concern here. |
“Benim dediğim” değil esas burada. |
I am right; I see myself as one hundred percent right and I am proving it through the Qur’an and Sunnah. |
Ben haklıyım; yüz de yüz kendimi haklı görüyorum ve haklılığımı Kitap ve Sünnet ile de test ediyorum. |
But when together sharing our opinions with four friends and three of them say, ‘otherwise’. |
Fakat baktım ki dört arkadaşla iştirak ettiğimiz zaman, üç tanesi “şöyle” diyor. |
I look at their faces, into the iris of their eyes; they have believed in the matter with every facet. |
Ama bakıyorum yüzlerine, gözlerinin irislerine bakıyorum; o meseleye inanmışlık dökülüyor her hallerinden. |
Then my responsibility is to say, ‘I forego my thoughts and accept your thoughts on the matter’. One needs to be able to be a person of such character. |
Bana düşen şey, “Ben, düşüncelerimden vazgeçiyorum, sizin dediğiniz doğru” demesini bilecek kadar insan olmaktır. |
Forgive me when I say these words, I didn’t use it here, the contrary would be to act like an animal. |
Bağışlayın, burada onu kullanmadım, aksi, hayvanlıktır. |
However the Pride of Humanity engaged in consultation and the manner he displayed in doing so, that is how it should be done. |
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), nasıl meşveret etti ve nasıl bir tavır sergilediyse, öyle yapmak lazımdır. |
Now, to escape this convoluted situation; firstly: |
Şimdi, bu sarmaldan sıyrılmanın yolu; birincisi: |
A person with sound judgement should engage in consultation with people who have truthfully given himself to this cause. |
Akl-ı selim sahibi, gerçekten bu davaya gönül vermiş insanlarla istişare etmektir. |
By the grace of God, the Hizmet, in a sense for a century, in another sense for almost 50 years, has been changing shapes, colours and patterns to come to what it is today. |
Allah’ın (celle celâluhu) lütfuyla bu Hizmet, bir yönüyle bir asırdan beri, bir yönüyle de kırk elli seneden beri, renk değiştire değiştire, şekil değiştire değiştire, desen değiştire değiştire bu güne kadar geldi. |
At some point 5 or 10 people would gather in one place and sit and read books. |
Belli bir dönemde beş-on tane insan ile bir yerde, bir evde oturup kitapları okuyordunuz. |
It reached a point where the number of houses increased. |
Belli bir dönem geldi, ev sayıları arttı. |
Then a point came of great development; with a greater number of people—as though you were working like a wholesaler—you were providing for them boarding houses. |
Belli bir dönem geldi, bir sıçrama oldu; daha kalabalık insanları -işin toptancılığını yapıyor gibi- yurtlarda barındırmaya başladınız. |
When conditions allowed, you started to open schools. |
Şartlar elverdi, okullar açmaya başladınız. |
When conditions allowed, you trained staff, educated them, raised them and started to open universities. |
Şartlar elverdi, eleman yetiştirdiniz -yetişildi, yetiştirildi- üniversiteler açmaya başladınız. |
When we went abroad with these staff, you said, ‘We will establish organisations and live there by God’s leave, like we used to live in our own country.’ |
O elemanlar ile dışarıya gittiğimiz zaman, “Belli çatılar oluşturur, kendi ülkemizde yaşadığımız şeyleri, Allah’ın izniyle oralarda da yaşarız” dediniz. |
When conditions allowed, such expansions occurred. |
Şartlar elverdiği ölçüde öyle açılmalar oldu. |
Perhaps, inactivity might have occurred in this matter; perhaps, the possibilities that Almighty God bestowed on us could not be fully utilised. |
Belki durağanlık da olmuştur bu mevzuda; belki Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkânlar tam değerlendirilememiş de olabilir. |
But again, God has turned the drop into an ocean and a particle into the sun; we ought to remember Him. |
Ama yine damlayı derya yapmıştır Allah, zerreyi de güneş yapmıştır; onu, O’na (celle celâluhu) vermek lazım. |
In this regard, the way of getting rid of the wrath of the oppressors and the atmosphere of calamities that we are in is ‘consultation’. |
Bu itibarla, şu anda içinde bulunduğumuz bu bela/musibet atmosferinden, zâlimlerin tasallutu sarmalından sıyrılmanın yolu, birinci derecede “meşveret”tir; |
By saying ‘How will we get out from here? How will we get rid of this?’, and constantly consulting with the people of common sense, having noble ideals. |
“Buradan nasıl çıkarız? Nasıl sıyrılırız bu işin içinden?” diyerek akl-ı selim sahibi mefkûre insanlarıyla sürekli istişare etmektir. |
Secondly: |
İkincisi: |
I suppose we have been seen worthy of this trial, we deserved it that God is testing us with such a calamity. |
Herhalde bu imtihana istihkak kesp ettik, müstahak olduk ki, Allah (celle celâluhu), böyle bir bela ile bizi imtihan ediyor. |
Possibly, we did not utilise some opportunities to their fullest. |
İhtimal, bazı imkânları tam değerlendiremedik. |
Not utilising an opportunity means an opportunity gone to waste. |
İmkânı değerlendirememe, imkânı israf etme demektir. |
I wonder why we did not work fifteen hours a day back then. |
Acaba niye biz o zamanlar on beş saat mesai yapmadık? |
Why did we not forget the path to our homes occasionally? |
Neden bazen evimizin yolunu unutmadık? |
Why didn’t we forget the name of our spouse occasionally? |
Neden bazen eşimizin adını unutmadık? |
Why did we not say to our friends, ‘For God’s sake, who were you?’ Why have we not been in the state of a person with Alzheimer’s? |
Neden en yakınlarımıza karşı “Yahu sen kimdin, Allah’ı seversen?” demedik, bir Alzheimer’li insan durumuna düşmedik? |
This matter could have lead all way to that. |
Meselenin buraya kadar yolu vardı. |
Consequently, due to not exhibiting a certain degree of consistency, God warned us; |
Demek ki biz, bu mevzuda o işin istediği ölçüde bir kıvam sergilemediğimizden/sergileyemediğimizden dolayı Cenâb-ı Hak ikazda bulundu: |
‘Pull yourself together; I have given you so many opportunities; what right do you have to waste the opportunities I have given you? |
“Aklınızı başınıza alın; Ben size bu kadar imkân bahşettim; ne hakla Benim verdiğim imkânları israf ediyorsunuz? |
I have granted you a period of twenty-four hours. |
Size Ben yirmi dört saatlik bir zaman bahşettim. |
I have granted you life. |
Size hayat bahşettim. |
I have bestowed the places where you were raised and at the same time, I have favoured you mentors that shed light and were on the path of the Prophets. |
Sizin yetiştiğiniz yerleri size lütfettim ve aynı zamanda size ışık tutan, enbiyâ-ı ızâmın izinde, Peygamberler yolunda gelenleri rehber olarak ihsân ettim. |
I sent an important guide to you as a mentor at the beginning of the 20th century. |
Çağın başında önemli bir simayı, size rehber olarak gönderdim. |
Why did you waste these opportunities and not effectively utilise them?’ |
Neden siz, bu imkanları israf ettiniz, rantabl olarak değerlendirmediniz?” |
This is a scolding. |
Kulak çekme, bu. |
Then, if we were negligent in the past or opportunities where we could have transformed one into thousands, we should strive to not make the same mistakes again. |
O zaman, meselelere böyle bakarak, geçmişte eğer ihmallerimiz olmuşsa, biri bin etme imkânı varken ihmal etmişsek, meseleyi katlama imkânı varken onu ihmal etmişsek, bundan sonra aynı hatayı yapmamak için gayret etmeliyiz. |
‘Since we have been given such a warning, we need to take the road toward God’s will by overcoming stagnation and changing the gears; 4th to 8th, 8th to 16th, 16th to 32nd, faster and faster. |
“Madem böyle bir ikazda bulunulduk, durağanlığı terk ederek, vitesi değiştirerek, dördü sekiz yaparak, sekizi on altı yaparak, on altıyı otuz iki yaparak, daha hızlı, uçak hızı öncesi bir hız ile, Cenâb-ı Hakk’ın murad buyurduğu şeye doğru azm-i râh etmeliyiz. |
Our elders had a saying, ‘To set off on a journey’ |
Azm-i râh, eskilerin ifadesiyle; “yola revân olmalıyız” tabiri de kullanılır. |
We should set off on the road. |
Yola revân olmalıyız; “yol” bizim dilimize ait, “revân” da Farsçaya ait. |
Yes, since we have been given such blessings and opportunities, we need to be moving on that path. |
Evet, yola revân olmalıyız, madem bize bu lütuflarda bulunmuş, bu imkanları bahşetmiş. |
Another matter: |
Diğer bir husus: |
Now, in some of the places you go to you are faced with obstacles resulting from confusion of minds. |
Şimdi, gittiğiniz bazı yerlerde kafa karışıklığından dolayı bir kısım engellerle karşılaşıyorsunuz. |
But believe me, there are people there that have been raised in those places that share thoughts and feelings similar to yours. |
Ama inanın, bu güne kadar oralarda yetişen, sizin duygu ve düşünce dünyanıza bağlı yetişmiş olan bir hayli insan var. |
In some places, they have only shut down buildings. |
Sadece binaları kapadılar, bazı yerlerde. |
And that misfortune happened in the Islamic world; not in other places. |
O talihsizlik/bahtsızlık da İslam dünyasında oldu; başka yerlerde olmadı. |
And they were deceived in a certain matter: |
Onlar da bir şeye aldandılar: |
They thought the representatives of anarchy and corruption, the representatives of tyranny, were ‘true Muslims’. They thought the transgressor, the tyrant, the ‘hypocrite’ was a true Muslim. |
Fitne ve fesadın temsilcisini/temsilcilerini, zulmün temsilcilerini “hakiki Müslüman” zannettiler; fâsıkı, zâlimi, “münafık”ı, Müslüman zannettiler. |
In one regard, they got hooked on the illusion that ‘Maybe this is the person that will be bring the Islamic world together under one roof’. |
Bir yönüyle, “Belki Âlem-i İslam’ı derleyecek/toparlayacak, bir çatı altında bir araya getirecek biri” vehmine kapıldılar. |
And as a result, they closed the doors of those institutions. |
Ve dolayısıyla oralarda, o müesseselerin kapılarına kilit vurdular, sedd-i ebvâb ettiler. |
However, there are people who have been raised there. |
Ama oralarda yetişen insanlar var. |
If not today, then tomorrow, even the ones whose minds were confused will say: |
Bugün olmazsa yarın, kafası karışanlar bile diyecekler ki: |
‘For God’s sake, these people came; for thirty years we listened to their heart beat like a doctor, never did we come across an arrhythmia; their hearts always beat with “steadfastness” and “truthfulness”. |
“Yahu Allah aşkına, bu insanlar geldiler; otuz sene biz bunların nabzını bir hekim gibi tuttuk, kalblerini bir hekim gibi dinledik, hiçbir aritmiye rastlamadık; hep ‘istikamet’ diye atıyordu kalbleri, ‘sadâkat’ diye atıyordu kalbleri. |
They integrated to such an extent that we thought they were one of us. |
Bulundukları yerlerde öyle bir entegrasyon sergilemişlerdi ki, kendimizden zannediyorduk onları. |
They even learnt our language, they were using our language. |
Hatta dilimizi bile öğrenmişlerdi, bizim dilimizi kullanıyorlardı. |
We never witnessed them being rude to anyone’. ‘Loyalty’ will make them say this one day. |
Ve -bizim şarkta kullanılır- kimsenin tavuğuna ‘Kış.’ dediklerine şahit olmamıştık” diyecekler bunu; “vefa”, söyletecek onu onlara bir gün. |
Then the seeds you have planted may continue; the destruction they have caused, will take the form of a temporary destruction. |
O zaman işte sizin ektiğiniz o tohumlar, belki yine devam edecek; yaptıkları tahribat, muvakkat bir tahribat halini alacak. |
And when this resurrection occurs, the grievance of the others will result in a cerebral hemorrhage for them. |
Sonra yeniden oralarda o ba’s u ba’de’l-mevt kendisini gösterdiğinde, berikilerin içindeki ukdeler de onlarda beyin kanamasına sebebiyet verecek: |
‘We have exerted all of this satanic energy and these people are making Satan crazy with anger. What a shame, isn’t he God’s creation too! |
“Biz bunca şeytanî gayrette bulunduk, bunlar şeytanı çatlatıyorlar; yazık değil mi, o da Allah’ın mahlûku. |
Why are you making Satan so enraged?!’ they will say. |
Ne diye çatlatıyorsunuz?” diyecekler. |
We will continue to exasperate them. |
Çatlatacağız ama. |
‘My Lord, I seek refuge in You from the evil of the accursed and banished Satan.’ ‘My Lord, I seek refuge in You, especially when I am carrying out my responsibilities, in my interactions with those rejecting Your religion, from the spurs and incitements of the human and jinn Satans, and from their rousing some of my emotions. |
“Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden.” “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. |
My Lord, I also seek your refuge from them being close to me (and taking me under their influence)’ (Al-Mu’minun, 23:97-98). |
Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım” (Mü’minûn, 23:97-98). |
‘My Lord, conceal our faults and assure us of our fears. |
“Allah’ım, ayıplarımızı setret ve bizi korktuklarımızdan emin eyle. |
My Lord, protect us from the dangers that may approach us from our front, our back, our right, our left and above us; we seek refuge in Your Grandeur from being seized by dangers under our feet. |
Allah’ım, önümüzden ve arkamızdan, sağımızdan, solumuzdan ve üstümüzden (gelecek tehlikelerden) bizi koru; ayaklarımızın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırız. |
O All-Merciful One.’ |
Ey Erhamerrâhimîn.” |
Yes, those planted seeds and harvested seedlings, with God’s permission and grace, will shoot forth and emerge when this bleak season passes. |
Evet, o ekilen tohumlar, biçilen fideler, Allah’ın izni ve inayetiyle, o hazan mevsimi geçince yeşerip boy atacak. |
Those have been ‘sown for use in autumn’; it is now winter. |
“Güzlük” onlar; şimdi kış. |
Maybe they aren’t everywhere; the seeds are sown in autumn and they fall asleep. |
Her yerde yoktur belki; sonbaharda tohum atarlar, o tohumlar, uykuya dalar. |
Then when the spring breezes appear, they return. |
Sonra ilkbaharın meltemleri esince, onlar zuhur ederler. |
In autumn, the seeds that are sown before the snow and winter arrive are called ‘seeds of autumn’; whereas those sown in spring are called ‘seeds of spring’. |
O sonbaharda, kardan-kıştan önce ekilen tohumlara “güzlük” denir; baharda ekilenlere de “baharlık” denir. |
Seeds of autumn... |
Güzlük. |
You should see those seeds as seeds sown in autumn. |
Siz, o tohumları birer güzlük, o fideleri birer güzlük gibi görün. |
The place they were planted was overrun by snow and winter, something happened. |
Dikildikleri yerlerde kar-kış bastırdı, bir şey oldu. |
They couldn’t have known; they couldn’t have known... |
Bilemezlerdi; elektronik levhadaki bir resimde de anlatıldığı gibi, bilemezlerdi. |
But they still don’t know that from snow and winter that a new spring will come forth. |
Ama yine bilemiyorlar; kardan-kıştan bir nevbaharın geleceğini bilemiyorlar. |
Essentially, in a way they don’t know that the new spring is being developed in midst of the snow and winter. |
Esas karın-kışın -bir yönüyle- bağrında nevbaharı geliştirdiğini de bilemiyorlar. |
They do not know that the snow will turn into water, dripping in to the midst of the soil and becoming a source of strength for them in the future. |
Karın, su olup toprağın bağrına ineceğini ve gelecekte onlara kuvvet kaynağı olacağını bilemiyorlar. |
It is something like this. |
Böyle bir şey. |
Now if we consider these matters in a context of a new framework, with God’s permission and grace, leaving aside our stagnation, we will put in motion the desire to continue; we will increase our speed to 32 or 64 or whatever speed we reach; will we reach rocket speeds or jet speeds, with God’s permission and grace, we will continue to walk. |
Şimdi bu mülahazaları, bu çerçevede yenilersek, Allah’ın izni ve inayetiyle, o yolda -durağanlığı terk ederek- devam etme azmini harekete geçirmiş oluruz; hızımızı işte otuz ikiye mi, yoksa altmış dörde mi ulaştırırız, neye ulaştırırsak ulaştırırız; füzeler hızına mı, uçaklar hızına mı ulaştırır, Allah’ın izni ve inayetiyle, yürürüz. |
Otherwise, we will say about our stagnation today that ‘so there was something fishy in this movement’; bringing forth an idea that will lead to stagnation in the growth of the seeds and seedlings you have sown. |
Aksi halde, bugünkü durağanlığımız, “Demek ki bir bit yeniği varmış bu işin içinde” düşüncesini hâsıl eder ki, bu husus sizin ektiğiniz o tohumlarda da durağanlığa sebebiyet verir. |
And they will say to each other, ‘Those who caused destruction must have been right, these people have not believed fully in this issue, and now they have come to a stop here. |
Onlar da “Efendim, tahrip edenler demek haklıymış; baksana, bu insanlar meseleye doğrudan doğruya inanmamışlar ki, şimdi durdular burada. |
They have accepted defeat.’ |
Yenik kabul ettiler kendilerini” derler birbirlerine. |
However, ‘Despair is an obstacle to any kind of perfection’ (The noble Bediüzzaman). |
Hâlbuki “Ye’is, mâni-i her kemâldir.” (Hazreti Bediüzzaman) |
‘Hopelessness is like quicksand; if you fall in it, you will drown. |
“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. |
Embrace hope with all your strength; see what will happen. |
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun. |
Those who live on live through their hope and determination. |
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; |
But despair cripples a person in spirit and conscience.’ (M. Akif Ersoy) |
Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.” (M. Akif Ersoy) |
Always action, always action... |
Hep hareket, hep hareket. |
If faith is not fed with action, it will lose its colour, it will disperse like leaves; something more beautiful than all the flowers in the world, will be obliged to become manure. |
İman, aksiyon ile beslenmediği takdirde, renk atar, yapraklar gibi savrulur; gülün/çiçeğin, karşısında raksa durduğu şeyler, toprağın bağrında gübre olmaya mahkûm olur. |
The way to counter this is by taking action through our faith. |
Gübre olmamanın yolu, imandan sonra aksiyondur. |
We must fight against the dangers of stagnation through faith and action, action only through complete sincerity, and sincerity only towards God, and a longing to reach Him. We must constantly walk, constantly walk, and constantly walk. |
Durağanlığın sisi-dumanını ve tehlikelerini, iman ve aksiyon ile, aksiyonda da ihlas ile, ihlasta da Hakk’ın rızasını hedefleme ile, rızada da aşk u iştiyâk-ı likâullah mülahazasıyla aşarak sürekli yürüme, sürekli yürüme, sürekli yürüme. |
If we don’t constantly walk, we will be forced to constantly crawl. |
Sürekli yürüme olmazsa, insan, sürekli sürünmeye mahkûm olur. |
We must keep walking so that we don’t become obliged to constantly crawl. |
Sürekli yürümek lazım ki, sürekli sürünme mahkûmiyetine duçar kalmayalım. |