We have not been able to love God to the utmost degree, we have loved, but not in an overwhelming manner. |
Allah'ı delice sevemedik; sevdik ama delice sevemedik. |
We did not declare: 'We can do without everything but You'. |
"Her şeysiz olabilir ama Sensiz olamaz." yürekten diyemedik. |
We have not loved the one who He loved; His beloved Messenger, wholeheartedly. |
O'nun sevdiğini gönülden sevemedik; Habîbini (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden, delice. |
We did not fall asleep every night with the hope of seeing him in our dreams. |
Her gece uykularımıza girmesi sevdası ile yatıp-kalkamadık. |
We did not blame ourselves when we woke up without seeing him in our dreams every morning. |
O'nu görmeden hayata (güne) gözlerimizi açtığımız zaman, kendimizi suçlayamadık. |
In actual fact, he should be sought in every moment of life, whilst asleep or wide awake. |
Oysa O, her şey idi, her şey; gecemizde, gündüzümüzde, gözlerimiz açık iken, uyanık iken, uyurken. |
When a person asked a friend of God, 'Why don't I see the Messenger of God in my dreams', he said 'Eat a handful salt every night and you will see him'. |
"Niye Rasûlullah'ı göremiyorum rüyamda?" diyen birisine -menkıbe- Hak dostlarından birisi demiş ki, "Gece yatmadan evvel birkaç avuç tuz yutuver, o gece görürsün." |
And that person swallowed a handful of salt. |
O da bir avuç tuz yutuvermiş. |
The whole night he was thirsty, so his inner conscious was occupied with this the whole time. |
Susuzluk, bütün gece canına tak edince, şuuraltı müktesebat susuzluk adına hortlayıvermiş. |
In his dreams he was running from tap to tap, to waterfalls and fountains over and over again. A vicious (or perhaps a virtuous) cycle of chasing water... |
O çeşmeden o çeşmeye koşuyor, o çeşmeden o çeşmeye koşuyor; rüya faslından rüya faslına geçiyor, geçiyor, geçiyor; bir rüya fasılları -"Fâsid dairesi" mi, yoksa "doğurgan döngüsü" mü?- arkasından koşturup duruyor. |
In the morning, he approaches the person who advised him on eating salt before bed and he says: |
Sabah, kendisini bu işe irşad eden insanın huzuruna dikiliyor ve diyor: |
'You said to me: |
"Sen bana dedin: |
If I ate salt I would see the Prophet in my dreams.' |
Bir avuç tuz yutunca, Peygamber'i görürsün rüyanda." |
The friend of God asked him: 'So, what did you see?' |
"Ee ne gördün?" diyor o. |
After describing the water, the friend of God tells him, 'If you had burned with desire to see the Messenger of God as much as you desired a drink, you would have seen him'. |
"Şunu gördüm" deyince, "İşte o tuzu içmiş gibi yansaydın, bu defa O'nu da görürdün" cevabını veriyor. |
I have not seen this in any of the books or the Prophetic Tradition but in the past people would say: |
Eskiden derlerdi ki: -Ben, kitapta görmedim, Sünnet-i Sahîha'da da rastlamadım. |
Just because I have not come across it, it does not mean that it is not true. |
Rastlamadığım şey "Yok" demek değildir; |
I do not claim to know everything. |
çünkü her şeyi bilme iddiasında değilim. |
They would say: 'If on a Thursday night you pray a hundred cycles of prayer and recite the Chapter Al-Quraysh a thousand times, that night you will definitely see the Prophet in your dream'. |
"Bir Perşembe günü yüz rekât namaz kılarsanız ve aynı zamanda bin defa "Li-îlâfi" (Kureyş Sûresi) okursanız, o gece Rasûlullah'ı mutlaka rüyanızda görürsünüz." |
I wonder how many people have tried doing this. |
Bilmem ki hayatında böyle bir şey deneyen kaç tane insan var? |
He is a mirror of God and he reflects God properly like a mirror. |
O "Mir'ât-ı Mevlâ" olan, Cenâb-ı Hakk'ı bir ayna gibi tam aksettiren Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı. |
He is the person whose light God used to create all beings. |
Varlığın O'nun nurundan halk edildiği insanı. |
A guide in this world and an intercessor in the Hereafter. |
Dünyada Rehber'i, öbür tarafta Şefaatkânî'i. |
The possessor of the 'Banner of Praise'. |
"Livâu'l-Hamd" Sâhibi'ni. |
A desire to see the one who welcomes people into Paradise. |
Cennet'e "Buyur" Eden'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görme arzusu ve iştiyakı. |
A thousand praises and thanks for at least being on that path. |
Ama o yolda olmaya bile binlerce hamd u senâ olsun. |
Because even a small inclination is an important act and if we have intended to do so, even if we do fail to achieve this goal, God will still bless us from His bounties. |
Çünkü işin mebdeinde bulunmak bile çok önemlidir; nihayetine niyet edilmiş ise şayet, Cenâb-ı Hak, nihayete ulaşılamasa da lütfedeceği şeyleri lütfeder. |
If one is burdened with engaging or facing some negativity for the sake of beginning to do good things, to complete those good actions wholeheartedly, |
Olumlu şeylerin mebdeinde, o olumlu şeyler için lüzumlu olan olumsuz bazı icraatta bulunursunuz ama o olumlu şeyleri -esas- gönülden edâ etmek için. |
For instance, let me be more clear: |
Mesela daha açık konuşayım: |
Forgive me, but to visit the bathroom in order to be at ease during the Prayer. |
Namazda huzurlu olabilmek için ıtrahâtta bulunma, bağışlayın. |
Wahbah al-Zuhayli says: |
Vehbe Zuhaylî diyor ki: |
'Intending to make ablution on the way for this act (to go to toilet) basically transforms these actions into worship.' |
"Bu işe (hâcet gidermeye) giderken abdeste niyet etmek esasen ondan sonraki işleri de, daha sonraki istibrayı da, ondan sonraki abdesti de birer ibadet haline getirir" |
Therefore, so long as a deed is performed mindful of its result, a step at the beginning brings the reward of steps that would be taken at the end of that deed; God Whose mercy precedes His wrath grants that reward at once. |
demek ki, bir iş müntehâsı hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o işin mebdeinde bir adım atma o mevzuda müntehâda atılacak adımların sevabını kazandırıyor; rahmeti gazabına sebkat etmiş Allah (celle celâluhu) hemen o sevabı lütfediyor. |
Someone comes to the presence of the noble Prophet; sits right next to him. |
Birisi geliyor huzur-i Risâletpenâhi'ye; postnişin oluyor, O'nunla diz dize dokunuyor. |
He says 'I have believed that you are a Prophet: |
"Ben de Senin peygamber olduğuna inandım: |
There is no deity but God, Muhammad is the Messenger of God.' |
Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah" diyor. |
His intention there is to be with him on every occasion; to be with him in life and death, to be around Him so long as he is alive, to circle him like the butterflies that circle a light. |
Ve oradaki niyeti, her hususta O'nunla beraber olmak; ölümde beraber olmak, kalımda beraber olmak, yaşadığı sürece hep sağında-solunda pervane gibi dönmek, ışığa koşan kelebekler gibi hep O'na doğru koşmak. |
That's his intention; yet he won't have the chance to do any of these. |
Niyeti bu; fakat bunların hiç biri nasip olmuyor. |
He immediately takes part in a war; without even performing any Prayer, he becomes a martyr and walks into the Hereafter with the reward of a martyr. |
Hemen bir savaşa katılıyor; bir tek namaz bile kılmadan, orada şehit oluyor ve bir şehit sevabı ile ahirete yürüyor. |
What did he intend to do? |
Neye niyet etmişti? |
What great deed did he intended for? |
Ne büyük şeye niyet etmişti? |
That great deed is completely granted to him, from the greatness of God's mercy. |
İşte, o büyük şey, bütünüyle Allah'ın rahmetinin vüs'ati olarak ona veriliyor. |
For this reason, we are, in a way, at the beginning, learning the first letters of the alphabet, but if our effort is to perfect it, be able to read the opening chapter of the Qur'an, or to read the chapter that starts as 'About what are they asking one another? About the great news that over which they are in disagreement?', or hope to read: |
Bu itibarla, bir yönüyle, işin "elif-be"sinde olabiliriz; fakat derdimiz, Ebced'e çıkmak ise, Fatiha'ya ulaşmak ise, "Onlar birbirine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilafa düştükleri o mühim haberi mi?" ile başlayan Nebe' Sûresi/Amme cüzü okuma niyetimiz var ise, |
'Ya-Sin. By the wise Qur'an,' if we always have in mind, 'Alif. Lam. Mim, |
"Ya Sin. Hikmetli Kur'an'ın hakkı için" heceleniyorsa, "Elif, Lâm, Mîm. |
This is the (most honoured, matchless) Book: |
İşte Kitap. |
There is no doubt about it |
Şüphe yoktur onda. |
a guidance for the God-revering'; eventually, you are going to find what you have intended, what you have set out for. |
Rehberdir müttakîlere" mülahazası ile oturulup kalkılıyorsa şayet; işte en sonunda neyi niyet etmiş iseniz, neyi hedeflemiş iseniz, onu, orada bulursunuz. |
In a way, there is an inherence (two things which necessitate one another) between these two things: |
Bir yönüyle şu iki şey arasında da bir telâzüm (iki şeyin karşılıklı olarak birbirini gerektirmesi) vardır: |
Look, this is something that has not come to my mind, but some of you may have thought of it. |
Bakın, bu belki çok defa Kıtmîr'in de aklına gelmeyen şeylerdendir; belki sizin engin aklınıza gelmiş olabilir. |
If you make an intention to reach a profound goal, God will make it easier for you to walk on that path. |
Böyle büyük şeylerde işin sonuna, tam hedefte yakalanması gerekli olan şeye niyet ettiğiniz zaman, Cenâb-ı Hak, o mevzuda, o koşuşta koşmanızı da kolaylaştırır. |
He will help you overcome any obstacle you may face on that path, climb over mountains that seem unsurpassable. |
Önünüzdeki engelleri/mâniaları Kendi lütfuyla aştırır, kandan-irinden deryaları geçtirir, aşılmaz görülen tepeleri aştırır Allah, lütfuyla. |
There is a link between these two things; one necessitates the other and vice-versa. |
Bu iki şey arasında bir birini destekleyici bir telâzüm vardır; o, onu gerektirir, o da onu gerektirir. |
If you make an intention to achieve great things, God will make that path easier for you and you will reach your target. |
Siz, çok büyük şeylere niyet eder durursanız, Allah (celle celâluhu) o mevzuda yolunuza su serper sizin; çok kolaylıkla o hedefinize ulaşırsınız. |
Doing everything for Him. |
Onun için oturup kalkma. |
You turn on your car's ignition and you begin a journey. |
Arabanın kontak anahtarına dokundunuz, bir yola çıkıyorsunuz. |
To not waste your time you think, 'What can I do for my religion when travelling?' |
"Boş gitmeyeyim" diye orada "Yahu dinim adına, diyanetim adına daha ne yapabilirim?" diye düşünüyorsunuz. |
Maybe from the noise coming from the car, the way it accelerates, the spinning wheels and its speed you delve into different thoughts. |
Belki arabanın gürültüsünden, arabanın harekete geçmesinden, tekerleklerin dönmesinden, hızdan, değişik çağrışımlar ile, tedâîler ile bazı mülahazalara dalıyorsunuz. |
'Man! It's possible to go faster. |
"Yahu, demek, daha hızlı gitmek de varmış. |
So, if I press on the accelerator, the car will speed up. |
Demek ki gaza basmakla, araba, biraz daha hızlı gidiyormuş. |
Therefore, we must also press on the accelerator, and increase our gears; from three to four, four to five, five to six, six to seven, seven to eight, eight to nine, nine to ten, ten to twenty, twenty to thirty.' |
Öyle ise bizim de gaza basmamız lazım, vitesi değiştirmemiz lazım; üçü, dört; dördü, beş; beşi, altı; altıyı, yedi; yediyi, sekiz; sekizi, dokuz; dokuzu, on; onu, yirmi; yirmiyi, otuz yapmamız lazım." |
Even these will evoke different ideas and you will align your intentions with greater and boundless things. |
Bunlardan bile değişik çağrışımlar ile manalar çıkararak, orada niyetinizi çok engin şeylere bağlayacaksınız. |
You will constantly be thinking of the same things and therefore protect Divine Company. |
Oturup kalkıp hep aynı şeyleri düşüneceksiniz; dolayısıyla maiyyet-i İlahiyeyi korumuş olacaksınız. |
Also, do not be like me: |
Bu arada, benim gibi olmayacaksınız: |
I repeat it at least ten times every day: |
Ben her gün diyorum onu, belki on defa; özür dilerim ama en az on defa diyorum: |
'Oh God, we beg that You favour us with affection and mercy. |
"Allah'ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı. |
Bless our hearts with Divine breezes from Your realm. |
İlâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı. |
Free us from solitude with Your Friendship and closeness. |
Dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı. |
Look after us as You are our Guardian. |
Vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı. |
Encompass us with Your Protection. |
Hıfz u sıyanetinle korumanı. |
Place us inside Your impenetrable spiritual sanctuary. |
Aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı. |
Aid us with Your support in the face of our enemies. |
Bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. |
My Lord. |
Allah'ım. |
Above everything, we desire to have an intimate connection with You and the desire to reunite with You.' |
Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka ve Sana kavuşma iştiyakı talep ediyoruz." |
I say this but mine is merely in word; but you will be walking through what would otherwise be a sink-hole by creating a safe path for yourself with your attitudes and behaviours exhibiting these sublime ideals. |
Bunu diyorum ama benimki lafta; siz, tavır ve davranışlarınızla bu ulvî mülahazaları sergilemek suretiyle, âdetâ o blokaj üzerinde yürüyor gibi batmadan yürüyeceksiniz. |
God will help you to sail safely on rough waters, and He will be your wings to fly over mountains. |
O, sularda sizi yüzdürecek, dağlarda-taşlarda size kanat olacak. |
You will stretch your wings like a turtledove and cross impassable abysses, by God's permission and grace. |
Üveyik gibi kanat açacak ve Allah'ın izni inayetiyle, aşılmaz gibi görülen uçurumları aşacaksınız. |
And you will find yourself in His presence someday, in a way that you could have never realised. |
Ve hiç farkına varmadık şekilde, bir gün kendinizi, O'nun huzurunda bulacaksınız. |
You will be amazed: |
Hayret edeceksiniz: |
'Oh! We were lazy, we were walking so slowly. |
"Yahu biz çok âhesterevlik ediyorduk, yavaş yavaş yürüyorduk. |
Who are we to be in the presence of the noble Prophet?' |
Böyle huzur-i Risâletpenâhi'ye varmak nerede, biz nerede? |
Moreover, who are we to be blessed with witnessing the Beauty and Perfection of God? |
Sonra Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek nerede, biz nerede? |
Who are we to receive God's pleasure? |
Rıdvan nerede, biz nerede? |
How did we get here?" |
Nasıl oldu da buraya geldik?" |
Indeed, you got there with the scope of your intentions. |
Evet, siz, niyetlerinizdeki enginlikle. |
You are constantly being hit by sledgehammers, and persecuted to the likes of which Yazid, Hajjaj, Hitler or Amenophis didn't commit. |
Başınıza balyozlar inip-kalkıyor ve size Yezîd'in yapmadığı zulümler yapılıyor, Haccâc'ın yapmadığı şeyler yapılıyor, Hitler'in yapmadığı şeyler, Amnofis'in yapmadığı şeyler yapılıyor. |
And yet, you are steadfast despite all these difficulties that would normally shake a man. |
Fakat sarsıntıya sebebiyet verecek bu şeyler karşısında sarsılmadan yerinizde sabit duruyorsunuz. |
Perhaps we are shaken to some degree like a man who has been hit. It is human nature, we are shaken backwards and forwards. |
Belki hafif ihtizazlar yaşıyoruz; tekme yemiş bir insan gibi, tabiatımızın muktezası, bir ileri-bir geri. |
Perhaps we fall on our knees; but our gazes are fixed ahead, on the One Who will raise us. |
Belki dize geliyoruz; fakat gözlerimiz hep ileride, bizi ayağa kaldıracak Zât'ta. |
He never let down anyone who walked towards Him on that path; He will hold our hands and lift us up. |
O, Kendisine doğru gelenleri hiçbir zaman o yolda yüz üstü bırakmamıştır; hemen elimizden tutuyor, yine kaldırıyor. |
Indeed, you are determined to hold your ground. |
Evet, siz, durduğunuz yerde devamlı durma kararlılığı içinde bulunuyorsunuz. |
He then judges you according to your good intentions, and grants you success in being steadfast. |
O da sizin bu güzel niyetinize göre, durduğunuz yerde sizi kararlı durmaya muvaffak kılıyor. |
It is very crucial to stand at the right place, it is a means to attain God's favour; it is a means for the noble Prophet to hold your hand. |
Doğru yerde durmak, çok önemlidir; Cenâb-ı Hakk'ın teveccühüne vesiledir; Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-enâm'ın elinizden tutmasına vesiledir. |
But the condition here is something else; it is a means to be embraced; |
Fakat oradaki temâdî daha başka türlü bir şeydir; belki kucaklanmaya vesiledir: |
'Welcome my brothers'. |
"Hoş geldiniz benim kardeşlerim." |
The Prophet referred to you as 'his brothers and sisters'. |
Size "Kardeşim" diyor. |
Essentially, this is a bonus. |
Bu bir avanstır esasen. |
We should accept this as a bonus and strive to be eligible for it. We need to be eligible to be 'his brothers and sisters'. |
Bence onu bir avans kabul ederek, ona liyakat peşinde koşmak lazım; gerçekten "kardeş" olmaya bakmak lazım. |
He referred to the people around him as 'his Companions on his journey'. |
Kendi dönemindeki insanlara "Ashâbım, yol arkadaşlarım" diyor. |
Fourteen centuries later, at a time when disorder and corruption soared, everything has been ruined, |
On dört asır sonra, fitne ve fesadın kanatlandığı, her şeyin tarumar olduğu bir zamanda, |
The poet Mehmet Akif is asked: 'You travelled East; what did you see?' |
"'Ne gördün, Şark'ı çok gezdin?' diyorlar. |
'I saw: |
Gördüğüm: |
In some places, |
Yer yer |
Cities in ruin, leaderless communities and homes; |
Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler. |
Abandoned houses, empty villages, collapsed roofs; |
Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar |
Days deprived of effort, nights blind to ideas of the future. |
Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar |
As I passed, I cried; as I stood, I cried; |
Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum |
Nobody heard nor replied; I saw thousands of wretched places.' Supporting a movement that promotes the Word of God at such times will be a means of being embraced by Him. |
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum" tablosunun yaşandığı bir dönemde bu meseleye (İ'lâ-i kelimetullah hizmetine) omuz vermeniz, sizin O'nun tarafından kucaklanmanıza vesile olur. |
Those who experience such oppression may have seen the Prophet five hundred or one thousand times so far. |
Nitekim o mağduriyeti, o mazlumiyeti bilfiil yaşayan insanlar, belki şimdiye kadar beş yüz defa -belki bin de olabilir, beş yüz defa- Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-enâm'ı gördüler. |
Sometimes he appears in dreams or sometimes appeared before them saying, 'Grit your teeth, be patient; there is not much left.' |
O, bazen rüyalara girdi, bazen de temessül etti; "Dişinizi sıkın, sabredin; çok fazla kalmadı, az kaldı, az kaldı" dedi. |
But 'It is almost over.' |
Ama "Az kaldı." |
According to what? |
Neye göre? |
If it is according to him, he tolerated it for eighteen years; he brushed it off with 'It is almost over', he endured in until the Battle of the Trench, always saying 'It is almost over'. |
Kendisine göre ise, kendisi on sekiz sene çekti; fakat "Az kaldı" ile savdı onu, "Az kaldı" Hendek'e kadar çekti ama hep "Az kaldı" mülahazaları ile savdı onları. |
He did not see the calamities that came before him, he never complained. |
Görmedi önüne gelen musibetleri; halinden hiç şikâyet etmedi. |
Not of the intestines placed on his back, not of the unimaginable traps set up to kill him. |
Ne sırtına konan işkembe, ne boynunun sıkılması, ne ölüm için akla-hayale gelmedik tuzakların kurulması. |
'And (recall, O Messenger) how those who disbelieve schemed against you to take you captive, or kill you, or drive you away (from Mecca). |
"Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. |
Thus were they scheming, but God put His will into effect (and brought their scheme to nothing). |
Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. |
God wills what is the best (for His believing servants) and makes His will prevail' (Al-Anfal, 8:30). |
Zaten Allah'tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan" (Enfâl, 8:30). |
They are making plots and deceits, |
Onlar, hile-komplo peşinde; |
'Should we kill him? |
"Öldürsek mi? |
Should we arrest him? |
Derdest mi etsek? |
Should we keep him in chains? |
Zincire mi vursak?" |
They deliberated on these devilish ideas. |
Oturup kalkıyor, hep böyle şeytanca şeyler düşünüyorlardı. |
They contemplated devilish things just like accomplices of Satan of this century, who claim to be 'Muslim'. |
Çağın "Müslüman" geçinen şeytan avenesi gibi, hep şeytanca düşünüyorlardı. |
God states: |
Allah da (celle celâluhu) buyuruyor ki: |
'I have a reply to those with deceitful plots.' |
"Onların keydlerine, mekirlerine, komplolarına, hilelerine Benden de mukabele var." |
We interpret the word 'makr' in the verse as a 'reply'. |
"Mekr"i Kendisine nisbet etmesini, biz "mukabele" manasında anlıyoruz. |
God is pure and beyond making schemes and secret plots. |
Allah, hile yapmaktan münezzeh ve müberrâdır, "keyd"den münezzeh ve müberrâdır. |
But to express this eloquently using language: |
Fakat dilin hususiyeti açısından mesele öyle ifade ediliyor: |
'They (who reject it) are busy making schemes; And I am "making a scheme"' (At-Tariq, 15-16). |
"Onlar keyd yapıyorlar, Ben de yapıyorum." (Târık, 86:15-16). |
'They are preoccupied with planning, with setting traps; And I shall respond to their schemes, (I shall thwart their schemes)' |
"Onlar, planlar yapıp tuzaklar kurmakla meşguller ama elbette Ben onların tuzaklarına mukabele eder, hilelerini başlarına dolarım." |
In the sense of, 'They hatch plans and I respond to them'. |
"Onlar, bir komplo peşinde koşuyorlar; Ben de komploya mukabelede bulunuyorum" manasına. |
'I express this with apologies to you all and seeking forgiveness from God.' |
"Sizden özür, Allah'tan da af dileyerek bunları ifade etmiş oldum." |
You have chosen the right path to walk on. |
Yürüdüğünüz yolu iyi seçmişsiniz. |
But I will say one more thing: |
Ama ben bir şey daha diyeyim: |
Thousands of praises and glorification to the One Who made you choose that path. |
O yolu size seçtirene binlerce hamd ü senâ olsun. |
You have been exposed to different things. |
Değişik şeylere maruz kalmışsınız. |
From God. |
Allah'tan. |
'Whether it is suffering that comes from Your Majesty |
"Gelse Celâlinden cefâ |
Or fidelity from Divine Beauty. |
Yahut Cemâlinden vefâ |
Both are pleasures to my soul. |
İkisi de câna safâ |
Pleasant are both Your blessings and wrath.' |
Lütfun da hoş, kahrın da hoş." |
The phrase 'praise be to' may be defined as the compliance and contentment towards whatever God sends one's way. |
Esasen "hamd" kelimesi, Allah'tan gelen her şeye karşı rıza ve hoşnutluk ile mukabelede bulunma manasına gelir; |
'Gratitude' however involves being bent double in gratification and indebtedness before the favour and beneficence of God. |
şükür ise, O'nun lütuf ve ihsanları karşısında memnuniyet ve minnettarlıkla iki büklüm olma demektir. |
The explanations are as so, but Imam al-Ghazali also mentions gratitude in times of affliction. |
Tariflerde böyle ama Hazreti Gazzâlî musibetler karşısında da şükürden bahsediyor. |
In my opinion, we can take the matter mentioned by his excellency as a basis and say, 'All thanks be to God.' |
Bence Hazret'in o mülahazasını esas alarak, "Eş-şükrü lillah" denebilir. |
Ghazali makes a commentary on this matter through: |
Nitekim Hazret, o mülahazaya izah getirerek, haşiye düşerek diyor ki: |
'There is much worse.' |
"Ee daha kötüsü var." |
There is the crucifixion of the early Christians. |
Hani, ilk Hristiyanların çarmıha gerilmesi gibi bir şey var. |
There is the nailing of their palms. |
Ellerinden çivilenmeleri gibi bir şey var. |
There is leaving them out in the sun, famished and parched. |
Güneşin altında aç-susuz bırakılmaları gibi şeyler var. |
There is the laying of Bilal al-Habashi on the sand and placing stones heavier than his bodyweight onto him |
Bilal-i Habeşî'yi kuma yatırmalar var, üstüne vücudunun ağırlığından çok daha fazla taşlar koyma var. |
There is the chaining of Yasir and Sumayya. And since that was not enough for vindication, there is their murder and the threat of the murder of their son Ammar. |
Yâsir'i zincire vurma var, Sümeyye'yi zincire vurma var; yetmedi hınçlarını almak adına onları öldürme var ve oğulları Ammâr'ı da öldürme tehdidinde bulunma var. |
And the list continues. |
Daha niceleri ve daha niceleri. |
Yes, the people of Decius did the same. In the times of the People of the Cave, they would chain and crucify believers. |
Evet, Dakyanus'lar da aynı şeyi yapıyorlar; Ashâb-ı Kehf döneminde de inananları zincirlere vuruyorlar, çarmıhlara geriyorlar. |
The leader of their group, Yamlikha, is in fact from the palace. |
Saraydandır esasen, saraydan bir insandır onların başındaki Yemliha. |
The Iranians named him something else in the film they produced but we call him Yemlikha. And when we count the seven names; Yamlikha, Maximian, Malchus, Martinian, Denis, Serapion, Constantine and their dog Qitmir. |
İranlılar çevirdikleri filmde farklı isimler koymuşlardı ama biz "Yemliha" diyoruz ona; yedi tane sayarken de Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş ve bir de köpekleri Kıtmîr. |
Yes, he (Qitmir) will also enter Paradise with them. |
Evet, o (Kıtmîr) da onlarla beraber Cennet'e girecek. |
In the words of Bediüzzaman, the one who's creation has been knead with the love of God, the Great Mawlana Jami says: |
Üstad'ın ifadesiyle, sermest-i câm-ı aşk olan (yaratılışı adeta aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen) koca Mevlâna Câmi diyor ya: |
'Is it acceptable O Messenger of God? |
"Revâ mı yâ Rasûlallah. |
The dog of the People of the Cave enters Paradise with them due to his companionship. |
Ashâb-ı Kehf'in köpeği, onlara refakatten dolayı onlar ile beraber Cennet'e giriyor. |
I however, am the dog of your Companions. |
Ben ise, Senin ashâbının köpeğiyim. |
How is it that, that dog may enter Paradise and I am left outside?' |
Nasıl olur o köpek Cennet'e girer de ben (Senin ashâbının köpeğiyim, ben) dışarıda kalırım?" |
Indeed, those who suffer endure their suffering. |
Evet, çekenler çekiyor; çektiklerine katlanıyorlar. |
As they endure affliction, God multiplies their reward and connection to Him. |
Onlar, ona katlandıkça, Allah da sevaplarını, Kendine yakınlıklarını katlıyor: |
'Take this multiplied nearness. |
"Alın size bir muzaaf yakınlık. |
Take this threefold nearness. |
Alın size bir mük'ab yakınlık. |
Take this nearness of threefold times threefold'. |
Alın size bir mük'ab der mük'ab yakınlık." |
Am I making an exaggeration? |
Mübalağa mı yapıyorum? |
'When My servant comes closer to Me, I take a step closer to him' is an extension of this discourse. |
"Kulum, bana bir karış gelince, Ben, bir adım yaklaşırım" beyanı bu yaklaşmayı anlatıyor. |
'Indeed if he takes one step towards Me, I will come strolling to him. |
"O, bana bir adım atarsa şayet, Ben, gezerek gelirim. |
If he comes strolling towards me.' |
O, gezerek Bana doğru geliyorsa." |
There are allegorical words used in this tradition: 'coming', 'strolling', 'striding'. |
Bu kudsî hadiste geçen "karış", "zirâ/kulaç", "gezinerek gelme", "koşarak gitme" gibi ibareler, ona doğru gitme keyfiyetini ifade etme adına "müteşâbih" kelimeler, te'vîle muhtaç kelimeler. |
If he comes strolling towards Me, I will come running to him'. |
"O, Bana gezerek geliyorsa, Ben, koşarak gelirim." |
And so let me add something here. |
Ee ben bir şey ilave edeyim buraya: |
If they are running to Me, indeed I will cherish them in My heart'. |
Onlar koşarak geliyorlar ise şayet, Ben onları bağrıma basarım. |
Imagine God Almighty saying, 'Welcome O cherished souls', would you not want to be welcomed by God in this way? |
İstemez misiniz, Cenâb-ı Hak tarafından "Hoş geldiniz, Benim bendegânlarım, Benim samimi kullarım" buyurularak karşılanmayı? |
Now, who is in loss and who is in gain? |
Şimdi kim kazanıyor, kim kaybediyor? |
One person takes vengeance by committing evil, and thinks he is in some gain. |
Biri, her gün bir zulüm ile intikam alıyor, bir şey kazandığını zannediyor. |
You on the other hand, are faced with certain things; is it start or at the end, that is unclear. |
Siz ise bazı şeylere maruz kalıyorsunuz ama yolun başında mı, ortasında mı, sonuna doğru mu, bir yerde bulunuyorsunuz. |
These are all my conjecture; at the start or at the end? |
Bunların hepsi -bir yönüyle- benim zanlarıma göre bina edilmiş şeyler; başında mı, ortasında mı, sonuna doğru bir yerde mi? |
I hope it is towards the end. |
İnşaallah sonuna doğru bir yerdedir. |
Just as one sees in their dreams, |
O'nun o rüyalarda dediği gibi |
'This is over'. |
"Bitti artık bu." |
And the world heard you, heard you properly. |
Ve dünya da sizi duydu artık, bütünüyle duydu. |
Their memories recorded that there is such a Movement in Turkey. |
Bütün nöronlara Türkiye'de böyle bir cemaat, böyle bir hareket olduğu işlendi. |
What is left to you is to make good use of this, as scattered seeds. |
Size düşen şey, dünyanın sağına-soluna saçılmışsınız, bu duyuşu iyi değerlendirmektir. |
This is an unofficial advertisement. |
Bu gayr-ı iradî bir reklam. |
If you paid billions of dollars, you would not have been able to make your Movement, your service, your community heard. |
Trilyonlar verseydiniz, böyle duyuramazdınız kendinizi; böyle bir hareket, böyle bir hizmet, böyle bir cemaat olduğunu duyuramazdınız. |
Thank them! |
Sağ olsunlar (!) |
If they did this with a good intent, they would have entered Paradise. |
Hüsn-i niyet ile yapsalardı, onlar da Cennet'e girerdi. |
If the oppressors had embraced you and sent you across the globe, they would have entered Paradise directly. |
Zalimler, hüsn-i niyet ile sizi tutup savursalardı, onlar da "Cup" diye Cennet'e girerlerdi. |
But people are rewarded based on their intentions; and that certainly was not their intent. |
Ama insanlar, niyetlerine göre mükâfat görürler; onların niyeti o değildi. |
Their intention was evil, but the result is goodness. |
Niyetleri kötü ama olan şeyler güzel. |
God transformed this global cause, and prevented it being captive in Turkey. As if He said, 'Let all of the world hear'; |
Allah (celle celâluhu) evrensel bir davayı, Türkiye darlığı içinde mahkûm etmemek için, "Bütün dünya duysun" dedi; |
when the world heard this, He sent you everywhere as if by saying, 'Go'. |
âlem duyduktan sonra da sizi savurdu, "Gidin" dedi. |
And now everyone heard your voice: |
Şimdi herkes sizi duydu: |
The oppressed ones, those downtrodden, deprived, and suffering... |
Mağdurlar, mazlumlar, mehcûrlar, mescûnlar, mahkûmlar, mahrumlar, ma'zûllar. |
I always expressed them with the objective pronoun; these are the things that they faced. |
Hep "ism-i mef'ûl" kipi ile ifade ettim; bunlar, maruz kalınan şenaatler, denaetler, maruz kalınan şeyler. |
People in a way, opened their hearts to this and began to listen to you. |
İnsanlar -bir yönüyle- kalblerini açtılar buna ve sizi dinlemeye kulak kesildiler. |
So just when everything is like this, it is the perfect opportunity to explain ourselves. |
Ee hazır böyle bir pozisyon oluşmuşken, kendinizi anlatma çok önemli bir şeydir. |
Hence, you will make loud to the world the universal cause of God's Messenger, peace and blessings be upon him. |
Dolayısıyla bütün dünyaya Allah Rasûlü'nün o evrensel davasını (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyuracaksınız. |
Without you realising, God scattered you, to ever corner, to every space. |
Siz hiç farkına varmadan, Allah, sizi sağa da savurdu, sola da savurdu, şimale de savurdu, cenuba da savurdu, savurdu, savurdu. |
At the same time, he prepared those lands by letting them know of you, so you may sprout from seeds and blossom as plants. |
Aynı zamanda sizi bir duyulmuş olmanın, bir bilinmiş olmanın üzerine sağa-sola savurdu tâ birer tohum gibi başağa yürüyesiniz, tâ birer fide gibi söğüt olasınız. |
Just as the metamorphosis that occurred in Söğüt transformed into a butterfly, with the permission and grace of God. |
Bir gün Söğüt'teki metamorfoz ile tırtılların kelebeğe dönüşüp dünyanın kaderine hâkim olduğu gibi, Allah'ın izni ve inayeti ile. |
With Divine beneficence, with the diamond principles of the Qur'an and your noble ideals, compassion, clemency, that is hurtful against their rancour, hatred and vehemence. |
Mefkûreniz ile, sevgi mefkureniz ile, şefkat mefkureniz ile, Kur'an'ın elmas düsturları ile, hınçlara karşı, kinlere karşı, nefretlere karşı onları kırıcı "re'fet", "şefkat", "inayet", "kerem" malzemeniz ile, materyalleriniz ile. |
Strictly, I do not use the word 'weapon'; there are no weapons in our armoury, no weapons. |
Kat'iyyen "silah" tabirini kullanmıyorum ben; silah yok bizim cephanemizde, silah yok. |
There is affection, Divine beneficence, compassion and harmony in our armoury; we are handless to the perpetrator and tongueless to the one who swears and we hold no grudges. |
Bizim cephanemizde şefkat var, re'fet var, merhamet var, mülayemet var; dövene elsiz, sövene dilsiz olma var, gönülsüz olma var, kırılmasız olma var. |
God Almighty has given us this opportunity. |
Cenâb-ı Hak, bu fırsatı verdi. |
Despite where we are on the road, we have intended to take this mission to the very end, to give our last breath in its pursuit hence, what God gives to others at journey's end has already been counted as given to us. |
Yolun neresinde olursak olalım, madem meseleyi sonuna kadar götürmeye, son soluklarımızı orada soluklamaya niyet etmişiz, Allah, o son noktada, insanlara lütfedeceği şeyleri, daha şimdiden size/bize lütfetmiş sayılabilir. |
You can be sure. |
Emin olabilirsiniz. |
My Lord! |
Allah'ım. |
Do not embarrass me with my friends, and me embarrass them. |
Beni, arkadaşlarımla, onları da benimle mahcup etme. |
Keep us close to the faith circle of this mission, and steadfast in the faith of the Qur'an. |
Bizi bu Hizmet-i İmaniye ve Kur'aniye'de sâbit-kadem eyle. |
Bediüzzaman says: |
Hazreti Bediüzzaman diyor ki: |
'The greatest guidance is, is the removal of the veil to show the truth as truth, and falsehood as falsehood. |
"En büyük hidayet, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir." |
You may say, 'to see' as well. |
"Görmektir" de diyebilirsiniz. |
Pursuant to our humanly nature, there is a veil over our eyes. |
İnsanın tabiatının icabı, insanın gözünde bir perde vardır. |
The eye's ability to see... There is a curtain on this sight. |
Gözün görmesi, "basar"; basarda perde vardır. |
'To look' is different; 'to see' is different. |
Esas "bakma" başkadır, "görme" başkadır. |
When seeing, foresight and wisdom take over and one sees like this. |
Görmede "basiret" harekete geçer ve insan, onun ile görür. |
In other words, there is no consideration in looking; fundamentally, there is consideration in seeing. |
Tabir-i diğerle, bakmada, değerlendirme meselesi yoktur; esasen görmede, değerlendirme meselesi vardır. |
'What is what?' |
"Ne nedir?" |
That is, to see, 'What does this scene tell me? |
Yani, "Bu resim, bana ne anlatıyor?" onu görmede. |
For this reason, there are important factors for the removal of that veil. |
Bunun için de "hicâbın kaldırması" adına önemli şeyler vardır. |
Some have mentioned three things. |
Bazıları üç tane şeyden bahsetmişler. |
One of these is 'pride'. |
Bunlardan bir tanesi "kibir"dir. |
As mentioned in the noble saying of the Prophet, 'Anyone who has a drop of pride in their heart cannot enter Paradise'. |
Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi, aynı zamanda, "Kalbinde zerre kadar büyüklenme olan, Cennet'e giremez." |
The reason why Abu Jahl, Utbah and Shaybah failed against the Prophet is because they saw him as the orphan of Abu Talib and saw themselves as the greatest of men. |
Ebu Cehil'e Peygamber karşısında -esasen- kaybettiren, Utbe'ye kaybettiren, Şeybe'ye kaybettiren, karşılarındaki bütün insanlığın medâr-ı iftiharı olan bir Peygamberi "Ebu Tâlib'in yetimi" ve kendilerini de çok büyük insan görmeleridir. |
They would say, 'If this religion was to be revealed it would be revealed to either Urwah ibn Mas'ud ath-Thaqifi in Taif or Walid ibn Mughira in Mecca, |
"Urve İbn Mes'ûd es-Sekafî veya Velid İbn Muğîre; bu din inecek idi ise şayet, biri Tâif'te, birisi de Mekke'de olan bu iki zâttan birine inmeliydi. |
Because these people were the famous, wealthy and greatest individual', and connect this matter to greatness and pride. |
Çünkü bunlar, namlı, nişanlı, adlı, unvanlı insanlardı" diyerek meseleyi büyüklüğe bağlayan, kibre bağlayan insanlar. |
If a human has even the slightest amount of pride in themselves, that is an obstacle to entering Islam, may God protect us from it. |
Hafizanallah, insanın kalbinde zerre kadar kibir var ise, o, İslamiyet'e girmesine mânidir. |
This is a veil, a barrier. |
Bir hicap, budur. |
The reason behind feeling superior as a result of having fifty, sixty, seventy cars is due to pride and the need for applause and praise. |
Bu büyüklenmelerin, böyle elli araba, altmış araba, yetmiş araba, zırhlı arabalarla fahir yapmaların arkasındaki şey de, bu kibirdir, bu alkış ve takdir bekleme hissidir. |
It's the desire for, 'The universe to stand and applaud when they see me'. |
"Âlem, beni gördüğü zaman ayağa kalksın, herkes beni alkışlasın" arzusudur. |
Applause is discouraged in Islam. |
"Tasfîk" (alkış), İslam'da mekruhtur; (elleri çırpılıyor) bu, mekruhtur. |
The messenger of God calls it 'applause'. |
Allah Rasûlü tarafından "tasfîk" deniyor. |
However for them 'It does not matter if it is discouraged or forbidden in religion as long as I am being gratified and applauded.' |
Ama "Mekruh olursa olsun, haram bile olsa, âlem beni alkışlıyor, göklere çıkarıyor ya, o, yeter." |
These are such veils that even if the Prophet was to warn them, they would take his warnings lightly thinking, 'Is this even the Prophet himself?' Trust me they would. |
Bunlar öyle hicap, öyle perdelerdir ki, apaçık Allah Rasûlü karşılarına çıksa, "Acaba -O bile- bir başkası tarafından bir temessül mü?" diye belki O'nu bile hafife alırlar; inanın, hafife alırlar. |
The second matter is 'blind imitation'; and not being able to progress onto actual verification. |
Bir ikinci mesele "taklit"tir; esas "tahkik"e geçememe mevzuudur. |
An important factor in removing this veil is to contemplate, discuss and meditate on matters, to analyse them by taking into consideration their background in order to come to the realisation of the actual truth. |
Meseleleri "tefekkür" ederek, "tezekkür" ederek, "tedebbür" ederek, arka planı ile ele alarak, analizlerde bulunarak çok doğru sentezlere ulaşmak suretiyle hakikate "Hakikat" demek, o hicâbın, o perdenin yırtılması mevzuunda önemli faktörlerden bir tanesidir. |
If imitation clouds your vision, you will not be able to see the truth in its full value. |
Taklit, gözünüzde perde olduğu sürece, hakikati, kâmet-i kıymetine uygun göremezsiniz. |
And this is another cause. |
Bu da ayrı bir davadır. |
For this reason, we should strive to move from imitation to verification. |
Onun için taklitten tahkike geçmek lazım. |
Imitation is a step, but a baby step. |
Taklit, bir adımdır, fakat çocuk adımı. |
A child imitates whatever culture he or she is brought up in, whatever language their parents speak, and their accents. If the child is brought up in Erzurum, they will speak in the Erzurum accent, if raised in Rize, in that accent. |
Çocuk, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla annesi-babası hangi dili konuşuyorsa, o dili konuşur; hangi aksanda konuşuyorsa, o aksanı konuşur; Erzurum'da yetişmiş ise "Gelirem, gelir, gelirik, gelirsiz" derler; Trabzon'da yetişmiş ise, Rize'de yetişmiş ise, "Calayum, calaysun, calayuz" derler; daha başka yerde de öyle derler. |
Whatever a child picks up from his or her surroundings and culture, he or she will imitate. |
Çocuk, kültür ortamında ne aldı ise, onu taklit eder. |
Scholars of Islamic theology have ruled imitation to be valid and acceptable. |
Usûlüddin ulemâsı, "taklid"i makbul görmüşler. |
It is inevitable for anyone who is raised in such a culture to initially imitate and copy the surrounding culture. |
Ee öyle bir kültür ortamında yetişen insanların mebde'de öyle bir taklit yaşamaları muhakkaktır, kaçınılmazdır. |
However this initial imitation can only be valid if it subsequently leads to genuine action. If it remains as imitation, that is unacceptable and may God protect us from it, it is an opportunity for Satan to trick us. |
Fakat o taklit, tahkikin bir basamağı olması itibarıyla makbuldür; yoksa sürekli orada kalma itibarıyla merduttur, hafizanallah ve şeytanın kaydırması için de şeytana bir fırsat verme demektir. |
A person should never be content to remain at any one step of that climb, that staircase or in Qur'an's words 'stairs' or 'places to climb' or 'levels to rise to' that one is obligated to climb upward through. |
İnsan, hiçbir zaman tırmanma mecburiyetinde kaldığı o helezonun basamaklarında, o asansörün basamaklarında, o me'âricin -Meâric de Kur'an-ı Kerim'e ait bir tabir; merdivenler, çıkılan yerler, yükselme dereceleri anlamına gelen me'âricin- basamaklarının hiç birinde kalmaya kanaat etmemeli. |
As the reflecting traveller referred to in 'The Supreme Sign' one must always say, 'Is there no more?' |
"Ayetü'l-Kübrâ"da (nazara verilen mütefekkir yolcu gibi) hep "Hel min mezîd" demeli. |
That traveller first turns inward and consults his own soul, listens to it, and is exhilarated with it. |
O evvelâ kendi ufku itibarıyla, kendi ufkuna müracaat ediyor ve bir şeyler dinliyor oradan ve bir heyecan duyuyor. |
And then consults an excellent-guide who teaches him some things. |
Sonra bir mürşîd-i kâmile müracaat ediyor, mür-şîd-i kâ-mi-le; o da ona bir şey diyor. |
And refers him to our noble Prophet. |
Sonra o mürşîd-i kâmil, O'nu işaret ediyor, Efendimiz'i işaretliyor. |
He becomes close with the prophets in these gatherings, becomes familiar and intimate with them, and sits beside them. |
Peygamberler meclisinde Peygamberler ile hemhâl oluyor, peygamberler ile postnişin oluyor, diz dize geliyor, oturuyor. |
It is almost as though he is hearing directly from them. He says to himself: |
Onlardan dinliyor gibi oluyor ve yine diyor ki kendi kendine: |
'My God, is there anything more than this?' |
"Yâ Rabbi, daha ötesi var mı onun?" |
Why does he say this? |
Neden böyle diyor? |
Because in the direction of the Infinite, Endless One, the road is infinite and endless. |
Çünkü "Nâmütenâhî istikametinde yol bitmez bir türlü." |
Who are you that you think you could comprehend God? |
Sen kim oluyorsun ki, Allah'ı ihata edesin? |
'Eyes comprehend Him not, but He comprehends all eyes. |
"Gözler O'nu idrak edemez, O'na ulaşıp O'nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. |
'He is the All-Subtle (penetrating everything no matter how small), the All-Aware' (Al-An'am 6:103). |
O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır" (En'âm, 6:103). |
He is the Being that sight cannot comprehend. |
O, basarların, basiretlerin ihata edemeyeceği, kuşatamayacağı Zat'tır. |
'The All-Encompassing One, cannot be encompassed while He is the Encompassing One. |
"Muhît, muhit olduğu aynı zamanda muhât olamaz." |
If He (may He be glorified and exalted) has encompassed everything, He (may He be glorified and exalted) cannot be encompassed. |
O (celle celâluhu) her şeyi kuşatmış ise şayet, O (celle celâluhu) kuşatılamaz artık. |
As a result, even at the highest point, the highest station, even at the point that the Prophet reached which is said to be '(so near that there was left only the distance between) the strings of two bows (put adjacent to each other), or even nearer (than that)', the point which differentiates the finite and the Infinite one should say 'O Lord. |
Dolayısıyla o mülahaza ile, en yüksek merdivende, en yüksek basamakta, insanın yükselebileceği her yerde, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu'nun ulaştığı yerde, "Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az" (Necm, 53:9) buyurulan, fâniyi Bâkî'den ayıran noktada, "imkân"ı, "vücûb"dan ayıran o ufukta da "Yâ Rabbi. |
Is there any more?' One's aim should always be higher and higher. |
Dahası var mı?" falan, diyecek kadar o mevzuda gözün hep yukarılarda olması. |
In this way one will rid oneself from blind imitation and be open to 'verification', and one day will remove the veil in front of his eyes, and see the reality that is meant to be seen in the way that it is meant to be seen. |
Böylece insanın taklitten sıyrılarak "tahkik"e açık yaşaması, bir gün gözündeki perdeyi sıyıracak, görülmesi gerekli olan şeyleri "mahiyet-i nefsü'l-emriyeleri"ne -bu da eskilerin tabirlerinden, mahiyet-i nefsü'l-emriyelerine- uygun olarak görecek. |
What's that? |
Ne, nedir? |
One will see it as it is meant to be seen, and not go astray in that regard. |
Onu olduğu gibi görecek, o mevzuda yanlış hükümlere saplanmayacak. |
This is one of the veils in front of the eyes; this needs to be removed. |
Gözdeki perdelerden bir tanesi de bu; bunu da yıkmak lazım. |
If a person has this veil. |
Bir insanda bu perde var ise. |
Abu Jahl had this as well. |
Ebu Cehil'de o da vardı. |
He had everything; just as the Pharaohs of our day have; just as they have arrogance, they have this veil. |
Maşallahı var, her şey var onda; günümüzün Firavunlarında, Yezîdlerinde, Haccaclarında olduğu gibi; kibir olduğu gibi, böyle bir perde de var. |
They continuously advance in the steps of imitation; they continuously take steps however it is always on the same spot. |
Taklit basamaklarında emekleyip duruyorlar; sürekli adım atıyorlar fakat aynı basamakta adım atıyorlar. |
Another related matter is habits or traditions; in fact it is getting stuck on things that are seen from forefathers. |
Diğer bir hicap da bu mevzuda alışkanlıklardır; esasen atalardan gördüğü şeylere takılıp kalmaktır. |
'Enough for us (are the ways) that we found our forefathers on' (Al-Maedah, 5:104) |
"Biz, atalarımızı neye inanıp neyi uygular halde bulmuşsak, o bize yeter." (Mâide, 5:104). |
'No, but we follow that (the traditions, customs, beliefs, and practices) which we found our forefathers in' (Al-Baqarah, 2:170). |
"Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz" (Bakara, 2:170). |
All the unbelievers have said similar words in the face of the prophets. |
Bütün kâfirlerin, peygamberlerin nûr-efşân mesajı karşısında, diyalektik adına söyledikleri sözler, hep bunlardır. |
'Your message to one side, we will follow the path that we find our forefathers on.' |
"Sizin mesajınız bir yana, biz atalarımızı hangi yolda buldu isek, o yolda" falan. |
'Whichever path we find our grandfathers on, we will follow that path', without realising these statements have been repeated forever. |
"Dedelerimizi hangi yolda buldu isek, o yolda" dünden bugüne bu tekerrürler devr-i dâimi içinde hep böyle devam edegelmiştir hiç farkına varmadan. |
If eyes are veiled by such an understanding, then the truth can never be seen, this is a veil to the truth. |
Ve böyle bir anlayış, gözde hicap ise şayet, bir yönüyle hakikat görülemez, hakikate bunlar nikaptır, perdedir, hicaptır. |
For this reason, we must pray for the following every time we establish prayer in the morning and night: |
için bizler, sürekli, sabah-akşam, gece-gündüz, namaza yürüdüğümüzde, namazı kılıp ellerimizi kaldırdığımızda şöyle dua etmeliyiz: |
'My Lord! |
"Allah'ım. |
Show us the truth for what it really is, and bless us with steadfastness in it.' |
Bize hakkı, mahiyet-i nefsü'l-emriyesine uygun, hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır." |
Amen. |
Âmin. |
'And make clear for us what is false and keep us far, far away from it.' |
"Batılı da, bâtıl ne ise, o şekilde bâtıl olarak göster." "Göstermekle de kalma, aynı zamanda ondan fersah fersah uzaklaşmakla bizleri serfirâz kıl, şereflendir." |
We also ask for this in the opening chapter of the Qur'an after glorifying Almighty God. |
Fatiha sûre-i celîlesinde de biz, Cenâb-ı Hakk'ı tazim u tekrimde bulunduktan sonra, bu hidayeti talep ediyoruz. |
Also, as He has honoured us with the permission to refer to Him as 'You', we say 'only to You' in our prayers. |
Bir de Kendisinin bize "Sen" deme izni vermesi, Kendisine öyle hitap etmemizi işaret buyurması lütfuyla bizleri şereflendirdiğinin ifadesi olarak "Ancak Sana" diyoruz. |
As if God says: |
Hani adeta diyor ki: |
You may refer to me as personally (in the second person singular). |
Bana tek başıma (müfret muhatap - ikinci tekil şahıs- sigası ile) hitap ediyor gibi hitap edebilirsiniz. |
In other words you say: 'All praise and gratitude (whoever gives them to whomever for whatever reason and in whatever way from the first day of creation until eternity) are for God, the Lord of the worlds,' |
Yani, "Bütün hamd, Âlemlerin Rabbi Allah içindir" dediniz, Beni andınız. |
You have said, 'The All-Merciful, The All-Compassionate' in remembrance of Me. |
"Rahmân ve Rahîm" dediniz, Beni andınız. |
In reference of the afterlife, you have said 'the Owner of the Judgment day' remembering Me. |
Öbür âleme geçtiniz; "Din (Hesap ve Hüküm) Günü'nün Mâliki" dediniz, Beni andınız. |
Then, from His words we understand that we have permission to refer to God as 'You': |
Sonra Ben de size izin veriyorum, "Sen" diyebilirsiniz: |
'You alone do we worship.' |
"Ancak Sana kulluk yapıyoruz." |
But this is actually something so difficult; it is such a heavy burden to fulfil our servanthood to Him. |
Ama bu öyle zor bir şey ki; altından kalkamayız Sana kulluğun. |
'We could not worship you to Your stature, O the One worth worshipping.' |
"Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma'bûd. |
O the One known by all of creation, we could not comprehend You appropriately. |
Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık. |
O the One Who is invoked upon by all of creation by their own means, we could not invoke You as You deserve. |
Ey topyekun varlık tarafından, kendilerine has dillerle, yâd ve zikredilen Mezkûr, Seni hakkıyla zikredemedik. |
O the One Who is mentioned in gratitude by all tongues, we could not thank You as need be. |
Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik. |
O the One Who is always mentioned with praise and gratitude, we have not been able to show You the gratitude You deserve and bow in Your presence. |
Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Ma'bûd-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik. |
O the One Whose Name is remembered by every being on earth and in the sky, we failed to make remembrance of You as befitting Your glory!" |
Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık." |
This is who You are. |
Sen, böyle bir Zâtsın. |
It is neither possible to thank You enough. |
Sana, ne hakkıyla hamd etmek. |
Nor is it possible to serve You fittingly. |
Sana, ne hakkıyla kullukta bulunmak. |
Nor is it possible to remember and understand You as need be. |
Seni, ne tesbih u takdiste bulunmak ne de idrak u ihâtada bulunmak. |
'Eyes comprehend Him not, but He comprehends all eyes. |
"Gözler O'nu idrak edemez, O'na ulaşıp O'nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. |
'He is the All-Subtle (penetrating everything no matter how small), the All-Aware' (Al-An'am 6:103). |
O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır" (En'âm, 6:103). |
You are The Absolute, Eternal Authority. |
Sen, bu Sultansın. |
'My Lord! |
"Allah'ım. |
You alone do we worship.' |
Yalnız Sana kulluk yapıyoruz." |
We also refer to God in the first person plural. |
Bir de "mütekellim maa'l-gayr" (birinci çoğul şahıs kipi) ile hitap ediyoruz. |
We see our own worship as something minute and with the allusion of the respected sage Bediüzzaman we think like: |
Kendi ibadetimizi az görüyor, Hazreti Pîr'in işareti içinde adeta şöyle düşünüyoruz: |
Like congregation in circles around the Ka'ba, these are the circles of those who pray from all the different parts of the globe. |
Şu Kâbe'nin etrafında halkalar var ya, onlardan başlayarak, dünyanın değişik yerlerinde namaz kılanların halkalarının hepsi. |
Look, you living in America are a part of these circles of worship. |
Bakın, Amerika'da siz, o halkanın içinde bulunuyorsunuz. |
England also belongs in these circles. |
İngiltere de o halkanın içinde bulunuyor. |
Thailand too, Taiwan as well. |
Tayland da, Tayvan da o halkanın içinde bulunuyor. |
Even in the world of the penguins, however many human beings there are, they all belong in these circles. |
Penguenler dünyasına kadar, ne kadar insan var ise, hep o halka içinde bulunuyor. |
When you imagine it, these circles are always being followed by other circles; circles, circles, circles, circles, circles of congregation. |
Böyle hayalen baktığınız zaman, sürekli halkaları halkalar takip ediyor; halkalar, halkalar, halkalar, halkalar, halkalar. |
All of them are girded ready for worship; all standing in a state of deep respect. |
Hepsi kemerbeste-i ubudiyet içinde; el-pençe divan durmuş hepsi. |
I see myself as being a part of them and say: |
Kendimi onlardan bir parça görerek hepsi adına diyorum: |
Because my servitude will not be enough for You My Lord; I present to You the worship of these people too. |
Çünkü benim kulluğum yetmez Sana karşı Allah'ım; bunların kulluğunu da Sana takdim ediyorum. |
I present my worship alongside the worship of these people to You, My Lord. |
Kulluğumu, bunların kulluğu kadar Sana takdim ediyorum. |
This is the explanation of Bediüzzaman. |
Hazreti Pîr'in izahı, bu. |
But this is such an arduous thing to say, for who am I to make such a statement? |
Ama bu, öyle çetin bir şey ki, ben kim, bunu demek kim? |
Who am I to digest and bear this? |
Ben kim, bunu hazmetmişlik kim? |
In the face of a matter such as this, this all of us that we're talking about; all of us are seeking Your help in this regard. |
Böyle bir mesele karşısında, şu hepimiz var ya, yine hepimiz bu mevzuda yardımı da Senden istiyoruz, istiânede bulunuyoruz. |
The 'sin' sound in the Arabic word for 'request' |
"İstif'âl" babında "sin" harfi, talep içindir. |
'My Master, the 'sin' will contain many a meaning. |
"Efendim sin-i istif'âl gelir bir nice manaya |
Leave a pleasant sight for that moment, so that you may reach an exalted state. |
Âna bir hoş nazar eyle, eresin bir yüce fehvaya |
Make a request, with conscience, with alternation, with faith and belief. |
Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman |
Agreed, it will be accepted at that moment, turn back to the Great Lord.' |
Tamam, teslim olur el-ân, rücu kıl Rabb-i A'lâ'ya." |
A question with a request, with conscience... |
Sual ile talep, vicdan. |
Both wanting and requesting... |
Hem isteme, hem de talep. |
Alternation, faith and belief... |
Tahavvül, itikad, iman. |
You could say alternation; so it comes to the meaning of 'I am withering away from my state of hollowness and at the same time I believe.' |
Tahavvül de diyebilirsiniz; yani, "Kendi kupkuru halimden sıyrılıyorum ve aynı zamanda onun öyle olduğuna da inanıyorum, itikad ediyorum" manasına. |
As you can see, it comes out to be the meaning of the letter 'sin'. |
Gördüğünüz gibi "Sin" harfinin bütün manalarını ifade ediyor. |
'We seek all help from You; I put my requests for help with those of these circles that exist, we all seek and request Your prodigious help for us all.' |
"Yardımı da Senden diliyoruz; şu halkalar var ya, yine onların yardım dileklerini, kendi yardım dileklerim içinde mütalaa ederek, Senden kocaman bir yardım dileğinde bulunuyoruz." |
But it is not enough, consider this: |
Ama yetmiyor, bakın: |
We say 'Guide us to the Straight Path.' |
"Bizi Dosdoğru Yol'a hidayet et" diyoruz. |
This is it. |
İşte bu, o; |
Once the problems are over we must still stand by what is right and fight against all that is wrong. This is the greatest request for Divine Guidance. |
yani, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl görme/gösterme şeklindeki en büyük hidayetin talebi. |
And even if we are blessed with guidance to the Straight Path, we have no guarantee that we will remain steadfast on it. |
Ama sırât-ı müstakîme hidayet edildik fakat -hafizanallah- teminatımız yok. |
'The fate of those that don't worry about their own fate warrants worrying over.' |
"Âkıbetinden endişe etmeyenin âkıbetinden endişe edilir." |
Everyone must tread with caution. |
Herkes, her adımını korku ile atması lazım. |
May God forbid! What if Satan waits even at the very top of these stairs that I am climbing? What if he wins over me with his trickery and sends me tumbling back down to where I came from? |
Hafizanallah, ya çıktığım merdivenlerde, en yukarısında bile, şeytan bir oyun oynayarak bir çelmeyle, bir el-ense ile, beni oradan tâ geldiğim yere iterse. |
We say 'Let us be with the Messengers, the sincere and truthful, the martyrs, those who perform good deeds without impurity, hypocrisy, ostentation, and self-pride, whom You favour.' |
"İn'am'da bulunduğun nebiler, sıddîklar, şehitler ve sulehâ -sâlihler; amelini katışıksız, riyâsız, süm'âsız, ucubsuz, fahirsiz yapan insanlar- zümresine bizi dâhil eyle, ilhak buyur" diyoruz. |
Okay. |
Tamam. |
Despite all this, we continue from the previous sentence with reference to and request of requital: |
Ama her şeye rağmen, önceki cümleden "atf-ı beyan" veya "bedel" olarak devam ediyoruz: |
My Lord, You have done such and such. |
Allah'ım, böyle yaptın. |
And I have asked for such and such. |
Ben de böyle bunları istedim. |
In fact we all asked for these things together. |
Hatta bunları istedik hepimiz beraber. |
We formed a choir of requests. |
İsteme korosu oluşturduk. |
Our unified voices reached as far as the voices of those circumambulating at the Lote-tree of the Utmost End. |
Toptan hepimizin sesi, tâ Sidretü'l-Müntehâ'da, o tavaf edenlerin seslerine ulaştı. |
It seems to me that the Archangel Gabriel joined voices for the same thing. |
Zannediyorum Cibrîl de aynı şeye ses kattı. |
And the Archangel Michael asked for the same thing. |
Mikail de aynı şeye ses kattı. |
But as human beings, we have a carnal soul, we have corporeal desires, and we have animalistic whims. |
Buraya kadar geldik ama muktezâ-i beşeriyet, nefsimiz var, cismâniyetimiz var, hayvaniyetimiz var. |
We must also say, |
Ne olur ne olmaz. |
'Protect us from falling on the path of those who have incurred Your wrath and strayed from the truth.' |
"Gazabına uğramışların ve sapıp gitmişlerin yoluna düşmekten bizi muhafaza buyur." |
This will suffice you. |
Vesselam. |