'Society is suffering and faith is the cure, |
Muzdarip bütün toplum, ilacı bunun iman |
Any other cure for souls starving for faith is nothing but more pain.' |
İmana aç ruhlara başka bir derman azap." |
(The Broken Plectrum) |
(Kırıp Mızrap) |
'Know the illness, then attempt to cure it |
"Bil illeti, sonra kıl müdavâta tasaddî |
Do you think every ointment will be a cure for every wound? |
Her merhemi, her yaraya derman mı sanursun? |
The most unexpected person can discover your deepest secrets; |
En ummadığın, keşfeder esrâr-ı derûnun |
Do you think that everybody is blind, all others are drunk?' |
Sen, herkesi kör, âlemi sersem mi sanursun?" |
(Ziya Pasha) |
(Ziya Paşa) |
We have been left poor and needy for a long time. |
Çok yoksulluğa, fakirliğe maruz bırakılmışız; çok. |
If only we were left hungry for one or two months to realise what we were truly missing. |
Keşke bir ay, iki ay aç kalsaydık da aç kaldığımız bu şeylere o kadar muhtaç duruma düşmeseydik. |
We lost a lot of things that we are not even aware of. |
Neleri yitirdik, neleri kaybettik, nelerin yoksunu olarak yaşıyoruz ama farkında değiliz. |
And there are those political figures who have corrupted our notions so much that we now think, 'Whatever these people say the opposite must be true'. |
Bir de kendisini tamamen siyasî mülahazalar ile şeytan senaryosunun figürleri haline getirmiş kimseler var ki, sanki insanın içine "Bunların dediklerinin aksi doğru" demek geliyor. |
The truth is the opposite of what they say. |
Ne diyorlarsa, doğru onun tersidir herhalde; |
If they say, 'One', you might think, 'Perhaps they meant two or three'. |
"bir" diyorlarsa, "İki demek istedi, üç demek istedi" diyeceksiniz. |
The acting they display in this evil scenario is greater than the skills of Hollywood actors |
Çünkü oynanan rol, şeytanın senaryosuna göre ve öyle oynatıyor ki, Hollywood artistleri halt etmiştir onların yanında. |
When they say, 'Follow me like a herd' people follow them without any hesitation or question. |
"Sürü olun, arkamda sürüklenin" denince, hiç tereddüt etmeden, "Lam-cim" etmeden hemen sürükleniyorlar. |
I have told you the story of Satan and the Pharaoh: |
Firavun'un şeytan ile olan hikâyesini arz etmiştim: |
One day, Satan wonders and asks the Pharaoh why he is so arrogant and the state of his people. |
Şeytan bir gün Firavun'a tekebbürünün sebebini ve halkın halini sormuş. |
The Pharaoh replies to him: 'go now and come back tomorrow.' |
Firavun "Şimdi git, yarın gel" cevabını vermiş. |
The Pharaoh immediately sends his messengers to each neighbourhood declaring 'Tomorrow, you will bleat like sheep. |
Hemen münadilerini salarak her bir mahalleye "Yarın siz koyun gibi meleyeceksiniz. |
(To others) You will bleat like goats. |
Siz keçi gibi beğireceksiniz. |
You will moo like cows. |
Siz öküz gibi böğüreceksiniz. |
You will bark like dogs.' |
Siz köpek gibi havlayacaksınız" demiş. |
When Satan returned the next day, he saw people bleating, mooing, and barking. |
Sabah şeytan Firavun'a giderken bir de bakmış ki, her tarafta meleyenler, beğirenler, böğürenler, havlayanlar. |
On another street, there were people acting like cows, and in others, goats, jackals, rabbits and cats. |
Bir sokağa sığırlar, bir sokağa koyunlar, bir sokağa keçiler, bir sokağa tilkiler, bir sokağa tavşanlar, bir sokağa kediler. |
Satan asked: 'What is this? |
Şeytan, "Yahu bu ne hal! |
People are acting like animals?' The Pharaoh replied: |
İnsanlar, o hayvanların seslerini çıkarıyorlar, hiç durmadan?" diye sorunca, Firavun demiş ki: |
'I made these people like this, I hypnotised them; I can make them do anything and yet, I haven't been able to convince Moses and his brother Aaron, I have been trying for years.' |
"İşte bu insanları bu hâle getirdim, hipnozladım; bunlara her hükmümü geçiriyorum ama bak, senelerden beri uğraşıyorum Musa ve kardeşi Harun'a iki kelime anlatamadım, onlara hiçbir dediğimi yaptıramadım." |
Those who are sane do not listen to them (the human-like and jinn-like devils and their accomplices) and don't believe what they say is true. |
Aklı başında olanlar, onları (insî-cinnî şeytanları ve avenesini) dinlemiyorlar ve dediklerinin de doğru olmadığına inanıyorlar. |
Even if we are not on the perfect path -God willing, you may be on the perfect path, I'm talking for myself- refraining from being on their (Satan and his accomplices) path is a true blessing. |
Biz tam çizgimizi bulmasak/bulamasak bile -Siz bulmuşsunuzdur inşallah, ben kendi açımdan konuşuyorum.- onların (şeytan ve avenesinin) çizgisinde bulunmamak da büyük bir bahtiyarlıktır. |
Indeed, in this age, we are living in a vicious circle of troubles and problems. |
Evet, bir dertler/problemler fâsid dairesinin yaşandığı dönemde bulunuyoruz. |
A vicious circle of problems... |
Problemler fâsid dairesi. |
Thinking they are solving existing ones, they cause new problems. |
"Çözelim" derken kendi hesaplarına bile yeni problemlere sebebiyet veriyorlar. |
The Islamic world, on the whole, primarily longs for a Mehmed the Conqueror, a Selim the Brave, a Nur ad-Din, a Saladin; I ask forgiveness from God, it longs for an Abu Bakr, an Umar, an Uthman, an Ali. |
İslam dünyası, topyekûn, başta aşağıya bir Fatih istiyor, bir Yavuz istiyor, bir Nureddin-i Zengî istiyor, bir Selahaddin-i Eyyûbî istiyor; hâşâ/estağfirullah, bir Ebu Bekir istiyor, Ömer istiyor, Osman istiyor, Ali istiyor. |
May God be pleased with all of them! |
(Radıyallahu anhüm ecmaîn.) |
Yes, we long for them, but 'As you are, so will your leaders be.' Thus, don't be resentful, don't be troubled. |
İstiyor ama "Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz" dolayısıyla da hiç gönül koymayın, rahatsızlığa girmeyin. |
Basically, the ones that flourish in our body, the parasites, they take that shape by feeding off us, on our carbon dioxide. |
Bizim bünyemizde -esasen- çimlenenler, tamamen bizim kuvve-i inbâtiyemizden, bizim karbondioksitlerimizden beslenerek o hale geliyorlar. |
God's Messenger states: |
Allah Rasûlü buyuruyor: |
'As you are, so will your leaders be.' |
"Nasıl iseniz, öyle idare edilirsiniz." |
Whatever is on the bottom is reflected at the top. |
Tabanda ne var ise, tavana akseden, odur. |
As expressed by the respected Osman Tarı, narrated by Tahir Effendi, one of the first MPs of the newly formed Turkish Parliament, 'The cream of the milk is from the milk itself. |
Osman Tarı beyin -ilk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi'den naklen- ifadesiyle, "Sütün kaymağı, süt olur. |
The cream of the yoghurt is from the yoghurt.' |
Yoğurdun kaymağı, yoğurt kaymağı olur." |
If it had any, the cream of the honey is in the honey; the cream of the sherbet is in the sherbet; if venom has a cream, it is from the venom, as well. |
Varsa balın kaymağı, bal kaymağı olur; şerbetin kaymağı, şerbet kaymağı olur; zehrin kaymağı oluyorsa, o da zehir olur. |
Whatever exists on the bottom is reflected at the top. |
Evet, tabanda ne var ise, tavana akseden, odur. |
That the ones at the top suddenly correct themselves at the moment that a society earns integrity is only peculiar to the great Messengers. |
Bir toplum, kesb-i istikâmet edeceği âna kadar baştakilerin birden bire düzelmeleri ancak Enbiyâ-ı ızâma mahsus bir şey olmuştur. |
With the plan provided by Almighty God and with the message He sent regarding those plans and projects, the Prophets brought into line the people who had gone off the rails, who were lost and without any connection to the truth. |
Tamamen şirazeden çıkmış, darmadağınık, hiçbir hakikat ile irtibatı kalmamış insanları, onlar, Cenâb-ı Hakk'ın önlerine serdiği proje/planlar ile, sonra o plan ve projeye göre gönderdiği mesajlar ile yeniden hizaya getirmişlerdir. |
By God's favour and leave, they formed a community from the wildest and most monstrous people, a community that humanity is proud of. |
Allah'ın izni-inayeti ile, en vahşî, en canavar insanlardan, bir yönüyle, insanlığın iftihar edebileceği bir topluluk oluşturmuşlardır. |
Essentially, the gentry class reflects the morality of grassroots. |
Onların dışında -esasen- taban ne ise, tavanın olacağı da odur. |
At one time in history, for example the degeneration of the public during the Umayyads. |
Bir dönemde, mesela Emevî döneminde tabanda bozulma, şirazeden çıkma oldu. |
God sent Abdulmalik as punishment, Walid and Sulayman ibn Abdulmalik as a curse. |
Allah, onlara Abdülmelik'i musallat etti, Velid'i musallat etti, Süleyman İbn Abdülmelik'i musallat etti. |
At another time, the Abbasids tried to protect their steadfastness for some time but when there was degeneration, God inflicted Saffah upon them. |
Bir dönemde Abbasîler -belki- istikameti korudular ama bozuldukları zaman, başta Seffâh vardı. |
And many more after him; and just like Hajjaj and Yazid, during the Umayyad Caliphate, they became heroes of cruelty and oppression and that is how they were always remembered. |
Daha sonra da niceleri geldi; onlar da Emevîler dönemindeki Haccâc ve Yezîd gibi oralarda birer gadrin, zulmün, kahrın kahramanı (!) oldular, onun ile yâd edildiler hep. |
Yes, a remembrance befitting devils... |
Evet, şeytanlara yakışır şekilde bir yâd edilme. |
They have made the tyrants of the past look good. |
Lanet ile anılan küstah cebâbireye rahmet okuttular. |
And maybe, partially the same degeneration took place at our roots, I am not saying completely, I do not want to be in conflict with Ibn Arabi's book on the Ottomans, as it would mean being in conflict with him. |
Belki bizim kökümüzde de "kısmen" aynı şeyler yaşandı, "tam" diyemeyeceğim; Şecere-i Numâniye ile çatışmak istemiyorum; onun ile çatışmak, Muhyiddin İbn Arabî ile çatışmak demektir. |
About them, he says, 'The most steadfast management system after the rightly-Guided Caliphs.' |
O, onlar için "Râşid halifelerden sonra en istikamette olan idare sistemi" filan diyor. |
They lived very careful lives. |
Kılı kırk yararcasına yaşadılar. |
The Sultan, quite comfortably, came to his knees in front of Hadji Bayram and said, 'What does our master command from me?' |
Hükümdar, çok rahatlıkla Hacı Bayram'ın önünde diz çöktü; "Efendimiz ne buyururlar?" dedi. |
The Great Fatih came to his knees in front of Aq Shams al-Din and said, 'What does our master command from me?' |
Koca Fatih, Akşemseddin karşısında diz çöktü; "Efendimiz acaba ne buyururlar?" dedi. |
In eight years, Yavuz the Great brought two major empires and three states into line, almost as if no blood was shed. |
Koca Yavuz, sekiz sene içinde kocaman iki tane devleti, üç tane devleti hizaya getirdi, âdetâ kan dökmeden, tamamen "Pes" dediler. |
But he turned around and asked, 'What will our noble Prophet say?' |
Döndü geldi ama "Efendimiz ne buyururlar?" dedi. |
And when his robe was dirtied by mud from his teacher's horse, he requested that it be placed on his coffin. |
Ve hocasının atının ayağından sıçrayan çamurlu cübbeyi de vasiyet etti, "Tabutumun üzerine koyun" dedi. |
For when he goes to the Hereafter he will be asked, 'What deeds do you have?' he will reply 'My Lord, I swear. |
İhtimal öbür tarafa gittiğinde, "Senin ne amelin var?" denilince, "Vallahi, Allah'ım. |
I have no good deeds'. |
Benim bir amelim yok." |
But if you look at his deeds closely, they would suffice for thousands of people. |
Ama ameline bakınca, aslında binlerce insana yeter. |
Our noble Prophet says similar things about Maiz and Ghamidiyah: |
Efendimiz'in Mâiz için ve Gâmidiye kadın için söylediği aynı şey: |
'If they were to hand their good deeds out to thousands of people, they would still have enough for themselves.' |
"Ameli, binlerce insana dağıtılsaydı, yine yeterdi ona." |
But says, 'I have placed the robe dirtied by my teacher on my coffin, for the sake of that please keep me out of Hellfire. |
Fakat "Ben, hocamın cübbesini üzerime aldım, onun hatırına beni Cehennem'e koyma." |
This is how it was. |
Böyle idi; o zaman, böyle idi. |
These were people who lived so meticulously. |
Kılı kırk yararcasına yaşayan insanlar vardı. |
Both the public and its leaders were like this. |
Taban öyle idi, tavan da ona göre oluşuyordu. |
When the foundation is blocked and broken, it doesn't matter what you construct the walls of the building with, because the foundations are corrupt, a small earthquake will destroy that building. |
Taban bozulunca, blokaj bozulunca, siz, o binanın duvarlarını demir ile yapsanız, bakır ile yapsanız, bilmem ne ile perçinleseniz bile -bir yönüyle blokaj/taban bozuk olduğundan dolayı, zemin bozuk olduğundan dolayı- Richter ölçeğine göre üç şiddetindeki bir zelzele ile yerle bir olur. |
We are left in such a situation. |
Böyle bir duruma kaldık. |
But there is a sense of determination, a sense of effort. |
Ama bir gayret bir çırpınış var. |
It can be said that some progress has been made. |
Bir yerine kadar mesafe alındığı söylenebilir. |
Like, 'Some of the journey, as in one third, one forth, one fifth, has been travelled.' |
"Yolun bir kısmı -üçte biri mi, dörtte biri mi, beşte biri mi- kat' edildi" diyebilirsiniz. |
'Then do not worry; the season is not autumn, |
"Öyle ise tasalanma; mevsim, hazan değil |
Say "This is destiny" and bow down as much as you can |
'Kader.' de, eğilebildiğin kadar eğil. |
These troubles will depart one after the other |
Gidecektir bu son gâileler de art arda |
Who knows what kind of blessing is next?' |
Kim bilir, nasıl bir lütuf var sırada?" |
Just like this, spring has always followed winter and bright days followed the dark nights. |
Hep böyle kışları baharlar takip etmiş, kapkaranlık geceleri de gündüzler takip etmiştir. |
God, may He be glorified and exalted, brightened that Age of Ignorance darkness with the Sun, the Noble Spirit of the Master of Humankind. |
O korkunç Cahiliye karanlığını Allah (celle celâluhu), Hazreti "Şems" diyebileceğim, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-enâm ile aydınlatmıştır. |
But instead of 'the Sun' they called him 'Moon'; this way, the source of the Moon's light can be registered. |
Ama "Şems" dememişler O'na, "Kamer" demişler; çünkü "Şems" deyince, "Kamer"in ziyâ aldığı Zât anlaşılmış. |
Therefore they call him 'the Luminous Moon'; one who illuminates his surroundings, creating a halo, through his Companions. |
Onun için O'na "Kamer-i Münîr", etrafı aydınlatan, çevresinde sahabe gibi hâle oluşturan "Kamer-i Münîr" demişler. |
The Luminous Moon, peace and blessings be upon him. |
Kamerî Münîr (sallallâhu aleyhi ve sellem). |
By God's leave, it can be said that they were able to make progress on that path. |
Evet, o istikamette belli ölçüde bir mesafe alındığı söylenebilir, Allah'ın izni ve inayeti ile. |
In this respect, God will take them to final destination so that the journey has not gone to waste and the people are not left stranded. |
Bu açıdan da Cenâb-ı Hak, alınan bu mesafeyi boşa çıkarmamak için, bir yere kadar o yolda yürüyenleri yolda sahipsiz/garip bırakmamak için, yolun sonuna kadar götürecektir onları. |
'Whatever was destined will certainly happen, |
"Zuhura gelir, her ne ise hükm-ü kader |
Commit your affairs to God; neither be grieved nor suffer any pain.' |
Hakk'a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder." |
The same poet also says, 'It has always been this way': |
Yine, "Hep böyle gelmiş böyle gider" diyor aynı şâir: |
'Talent in this world is to transform struggles into pleasure, |
"Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner |
The happiness and sadness of destiny comes and goes.' |
Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider." |
The Prophet was able to halt and transform the Age of Ignorance into an era that utopias can only dream of; he established such a system that with the grace of God, its centrifugal force spread and continued until today. |
Koskocaman Cahiliye Dönemi'ni Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) elinin tersiyle itti ve onun yerinde, yanında ütopyaların halt etmiş olduğu öyle bir sistem kurdu ki, Allah'ın izniyle, bugüne kadar "anilmerkez" açılımı devam etti. |
Are we experiencing its alpha, beta or gamma form? Its influence continues today. |
Biz, bir yönüyle, onun Alfa'sını mı, Beta'sını mı, Gama'sını mı yaşıyoruz; onun açılımı makas açılımı gibi bugünlere kadar geldi. |
If there are any amongst you who desire to spread the majestic name of Muhammad, then this is something that emanates from him. |
Şayet varsa, içinizde bir "nâm-ı celîl-i Muhammedî'yi duyurma aşk u iştiyakı, o -esasen- ondan gelen tayfların neticesidir. |
It was a difficult time, his time, a time when houses of vice had banners raised above them. |
Ama o dönem öyle kirli bir dönem idi ki, kirli evlerin kapılarına bayraklar asılıyordu. |
The flags were to notify those who wished to visit without having to ask anybody. |
O evlerde bayraklar sallanıyordu/dalgalanıyordu ki bu, "Herkes hiç sormadan bu eve girebilir" demekti. |
I refuse to continue mentioning this out of my respect for you. |
Ben, daha netini konuşmuyorum, onu da yine huzurunuza karşı saygısızlık saydığımdan dolayı. |
Murders and killings, female children being killed, women's rights abused. |
Katiller/cinayetler birbirini takip ediyordu; evlatlar öldürülüyordu, kız çocukları öldürülüyordu, kadınlara hakk-ı hayat tanınmıyordu. |
Just as the Pharaoh once treated the children of Israel. |
Bir dönemde Firavunların İsrailoğulları'na yaptıkları gibi. |
As expressed in a few places in the Qur'an, when they heard that a female child was born, their faces will go red with anger and disappointment. |
Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde ifade buyurulduğu üzere, kız çocuklarının doğduğunu duyunca öfke ve üzüntülerinden yüzleri mosmor kesilir ve yutkunur dururlardı. |
They would ponder, 'How can I appear in public with the shame of having a daughter?' |
Erkek evladı olmuyor diye, kız çocuğu olunca, "Şimdi bir kız evladım oldu; halkın içine nasıl çıkarım ben, kız evladım oldu" diyorlardı. |
One of them expresses these feelings to the Messenger of God after becoming a Muslim. |
Birisi, o derdini, Müslüman olduktan sonra Allah Rasûlü'ne anlatıyor: |
'I prepared a deep hole. |
"Derin bir kuyu kazmıştım. |
I took my daughter by the hand and said, "I am taking you to a special place". |
Kızımın elinden tuttum, 'Seni iyi bir yere götürüyorum.' dedim. |
She responded, 'My father!", and came with me. |
O da 'Canım babacığım.' dedi; benim ile beraber geldi oraya kadar. |
When she came to the edge of the hole, I pushed her in, she screamed "Father, father" as she fell in. |
Kuyunun kenarına gelince, ben, arkadan ittirdim; kızım 'Baba, baba.' diye bağırarak kuyunun dibine düştü. |
I left her and returned.' |
Ve döndüm geldim." |
The Messenger of God, even with his strong self-discipline could not hold back his tears, not like a child, but with the purity of the archangel Gabriel. |
Allah Rasûlü, o güçlü irade sahibi, gözyaşlarını tutamadı; evet "çocuk gibi" diyemeyeceğim, Cebrail saffetiyle şakır şakır gözyaşları döktü ve ağladı. |
So it was that such a population was transformed, by the grace of God, they began to change. |
İşte öyle bir toplum, bir gün öyle bir hal aldı ki, Allah'ın izni-inayetiyle, insanlar, ona göre sağdan hizaya gelmeye başladılar. |
They spread to Anatolia, to the far east, to the great Wall of China, those exemplary people, strived to raise banners everywhere to spread the spirit of Muhammad, peace and blessings be upon him. |
Anadolulara kadar, Uzak Doğulara kadar, Çin Seddi'ne kadar, o örnek insanlar, ruh-i revân-ı Muhammedî'nin şehbal açması adına her yerde direkler dikti; nam-ı celîl-i Muhammedî'yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir bayrak gibi dalgalandırdılar. |
This grew out of the Period of Ignorance. |
Cahiliyenin bağrında doğdu bu. |
Why could it not happen again? |
Şimdi niye doğmasın ki? |
Thus, this is why I said: |
Evet, onun için dedim: |
'Then do not worry; the season is not autumn.' |
"Öyle ise gamlanma; mevsim, hazan değil." |
It is definitely not winter. |
Hele kış, hiç değil. |
'Say "this is destiny" and bow down as far as you can' |
"Kader, de, eğilebildiğin kadar eğil." |
Show contentment with God's decree. |
Allah'ın takdirine rıza göster. |
'These last few troubles will all leave, one after the other' |
"Gidecektir bu son gâileler de art arda." |
These last few troubles and wrongdoings against you, these satanic injustices, will all recede one after the other |
Sana yapılan bu son gaileler de, bu zulümler de, bu şeytanî i'tisaflar da geçecektir art arda. |
By saying, 'I wonder what blessings this will bring about?' and 'it is my turn now', they will leave the difficult moments behind, and they will return, and make new halos, new rings of light. |
"Kim bilir nasıl lütuflar var şimdi sırada?" "Sıra bana geldi" diye o bulunduğu yerden çıkacak, gelecek, dünyanızın ufkunu saracak; yeni hâleler oluşacak, Hâle'ye hayran, gözleri Hâle'de. |
As it was mentioned in the sermon today, Zayn al-Abidin. |
Bugün hutbede okunduğu gibi Zeynülâbidîn hazretleri. |
This respected person was not of the Companions of the Prophet but was one of their children, the son of the Honourable Husayn. |
O Hazret, Peygamber ashabı değildi ama bir sahabînin oğlu idi; Hazreti Hüseyin'in oğlu idi. |
But his eyes were set on the Halo. |
Fakat gözleri Hâle'de idi. |
When he was prepared himself, he did so according to the Noble Prophet, Abu Bakr, Umar, Uthman, his grandfather Ali, his father Husayn. |
O, kendini ayarlarken, kurarken âdetâ Hazreti Rasûlullah'a göre kuruyordu, Ebu Bekir'e göre kuruyordu, Ömer'e göre kuruyordu, Osman'a göre kuruyordu, dedesi Ali'ye göre kuruyordu, babası Hüseyin'e göre kuruyordu. |
He did this, and he shed tears for sins he would never commit. |
Kuruyordu ve hiç olmayacak günahları karşısında dahi gözyaşları döküyordu. |
He would place his head at the door of Divine Mercy and sometimes at the door of Divine Beneficence. He would sometimes say, 'O the All-Compassionate' and sometimes 'O the Most Kind'. |
Başını bazen rahmet eşiğine, bazen re'fet eşiğine koyuyordu; bazen "Ya Rahîm" diyordu, bazen "Ya Raûf" diyordu, bazen "Ya Atûf" diyordu, içini döküyordu. |
He lived his life in ultimate uprightness, upright within his home, his wife was upright, his children were upright. |
Hep istikamet içinde yaşıyordu; evinde istikamet solukluyordu; eşi, istikamet solukluyordu; çocukları, istikamet solukluyordu. |
But if you were to ask him. |
Ama bir de ona sorun. |
When he remembered God, he would prostrate on the ground, he would collapse, and he would experience palpitations. |
Allah'ı hatırladığı zaman yerlere kapanıyordu, bayılıp kendinden geçiyordu, hafakanlar içine giriyordu. |
Yes such a generation was raised with the luminous life of the Prophet, with his luminous efforts and message. |
Evet, öyle bir nesil, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o nurlu hayatı, nurlu irşadı sayesinde yetişmişti, olmuştu. |
Yes, such a Luminous Moon is not present in our time, however, the rays still emanate, with the permission of God, a new awakening will again materialise. |
Ha, şimdi öyle biri yok, öyle bir "Kamer-i Münîr" yok; fakat O'ndan gelen o ışık tayfları sayesinde Allah'ın izni-inayetiyle (diriliş erleri ve ihya) yine olacaktır. |
On the other hand, there will be Yazid and Hajjaj; Amenophis and Ramses-like tyrants within the Islamic world, not to mention Lenin, Stalin and other oppressors. |
Diğer taraftan, Yezîd'ler de olacaktır; Haccâc'lar olacaktır, Amnofis'ler olacaktır, Ramses'ler olacaktır İslam dünyasında; Lenin'ler olacaktır, Stalin'ler olacaktır. |
They will get others to applaud their tyranny and oppression. |
Yaptıkları zulümleri başkalarına alkışlatacaktır bunlar. |
They will tell many lies, and the liars will cover for them. |
Türlü türlü yalanlar söyleyeceklerdir ve yalancılar da bunları yamayacaklardır hemen. |
While bribery money and other illicit items flood their homes, they say 'Why do you judge, these are just gifts. |
Haramlar, rüşvetler şakır şakır yağıyorken evlerin içine, "Efendim, niye yadırgıyorsunuz, bunlar birer hediyedir, armağandır; |
Do not worry; do not confuse your minds'. |
aklınızı bozmayın, kafanızı karıştırmayın. |
They will say be extra meticulous in relation to obedience. They will say you are sinning by complaining, you are in the wrong. |
İtaat mevzuunda fevkalade hassas davranın; harama giriyorsunuz, haram irtikâp ediyorsunuz" diyeceklerdir. |
Someone tallied up the number of lies one of them told. I think he counted about two or three hundred. |
Birinin, şimdiye kadar söylediği yalanları birisi merak etmiş, saymış da zannediyorum iki yüz, üç yüz tane. |
Even one lie is sign of hypocrisy. |
Yalanın bir tanesi bile münafıklık alameti. |
A hypocrite has three (sometimes four) signs. |
Münafığın alameti üçtür veya (bazı rivayetlerde) dörttür: |
'When he speaks, he lies' |
"Konuşunca yalan konuşur." |
If one lie is sign of hypocrisy, I wonder if you can find a title for someone who commits a hundred of them. |
E bir tanesi yalan alameti ise, bilmiyorum yüz tanesini işleyene bir isim bulabilir misiniz? |
Even if you check the encyclopaedias, and even the broadest dictionaries, you will not find a name for that. |
Ansiklopedilere de baksanız, lügatlere de baksanız, en geniş sözlüklere de baksanız, ona bir isim bulamazsınız. |
A person who tells a single lie has taken a step towards hypocrisy; if he tells two lies he takes more steps, three lies more steps; imagine if he tells one hundred. |
Bir tane yalan söyleyen, münafıklığa doğru bir adım atmıştır; iki tane söylerse kaç adım, üç tane söylerse kaç adım; yüz tane söylerse. |
There aren't any steps left after that. |
Yok canım, ötesinde adım yok zaten, basamak yok. |
I don't know what is after that, Satan should be asked. |
Artık ötesindekini bilmiyorum, şeytana sormak lazım. |
These types have always been a burden on people; like moths, they have eaten away at spiritual life. |
Şimdi bunlar her zaman musallat olagelmişlerdir insanlara; birer güve gibi, manevî hayatı kemirmişlerdir. |
Just as a moth eats away at the wool; they have started to eat away at communities' spirituality. |
Güvenin yüne musallat olması gibi, musallat olmuş; toplumun maneviyatını kemirmeye başlamışlardır, güvenin yünü kemirdiği gibi. |
They called someone a 'leech'. |
Birileri için öyle "Sülük" dediler. |
They said, 'A leech sucks away at a person's dirty blood; these people are sucking our clean blood'. |
"Sülük, insanın pis kanını emiyor; bunlar, temiz kanımızı emiyor" dediler. |
How do you view others to be? |
Âlemi nasıl bilirsin? |
Like yourself... |
Kendin gibi. |
What a wonderful portrayal of one's character! |
Bu ne güzel karakter ortaya koyma? |
Beautiful... |
Şâhâne. |
These have occurred in different forms on many occasions and been a burden on people. |
Evet, bunların hepsi şimdiye kadar müzâaf şekliyle kaç defa gelmiş, kaç defa musallat olmuş insanlığa. |
But by the Will of God, if they have turned their hearts to Almighty God, if they have given their God-given faculties their due, if they have complied with the rules of being a human, if they have aimed to reach the best of stature, then God will transform that toxic situation into a Heavenly one, and make those people like the people of Heaven, like the people who travel with joy in the gardens of Paradise, by His Will and Mercy. |
Ama Allah'ın inayet ve riâyeti ile, mü'minler, kalblerini Cenâb-ı Hakk'a tevcih etmişler ise, Latife-i Rabbâniyenin hakkını vermişler ise, insan olmanın hukukuna riayette bulunmuşlar ise, ahsen-i takvîme mazhariyetlerinin hakkını edâ edip yerine getirmişler ise, Cenâb-ı Hak, o zehir-zemberek durumu yeniden âdetâ Cennet'lere çevirmiş, o insanları da Cennet'teki cennetlikler gibi, Hurîler gibi, Gılmanlar gibi, onun bağ ve bahçesi içinde reftâre gezen insanlar haline getirmiştir, izn-i İlâhîsiyle, inâyet-i Rabbâniyesiyle, meşîet-i Sübhâniyesiyle, rahmet-i vâsiasıyla. |
Then, do not fear at all. |
Şu halde, endişe etmeyin. |
Do not fall into affliction. |
Bozukluğa bakıp ye'se düşmeyin. |
Do not despair. |
Ümitsizliğe düşmeyin. |
Continue to walk on your path. |
Yürüdüğünüz yolda yürüyün. |
You walked up till a certain point; He was the one who enabled you to reach that point, not us. |
Bir yere kadar yürüdünüz; oraya kadar yürüten O idi, biz değildik. |
He was the One Who let you walk there. |
Yürüten O idi. |
The key was in His hand. |
Anahtar O'nun elindeydi. |
He was steering you. |
Dümen O'nun elindeydi. |
He commanded our neurons. |
Nöronlarımıza hükmeden O idi. |
He was the One Who allowed those thoughts to enter our mind. |
O şeyleri aklımıza getiren O idi. |
He was the One Who employed us in those roles. |
Bizi o işlerde istihdam eden O idi. |
Thousands of praise and glorification be to Him. |
O'na binlerce hamd u senâ olsun. |
Just as in these instances we say, 'Thousands of praise and glorification be to Him', in this moment we should also praise and thank Him as we are being given an opportunity to purify ourselves due to the actions of our oppressors. |
O mevzuda "O'na binlerce hamd u senâ olsun" dediğimiz gibi, şu anda da bazı hatalarımızdan arınmamız için zalimleri bize musallat ettiğinden dolayı yine O'na hamd u senâ olsun, yine O'na şükürler olsun. |
By purifying ourselves, He wants us to be in His presence. |
Bizi, arındırarak huzuruna almak istiyor; |
He is the All-Merciful, the All-Compassionate, the All-Healing, the All-Just, and the All-Munificent. |
O, ne Erhamü'r-Râhimîn, ne Eşfaku'l-müşfikîn, ne Eşfe'ü'ş-şâfiîn", ne A'delu'l-âdilîn, ne Ekremü'l-Ekremîn. |
Yes, He has many Divine Attributes. |
Evet, O, öyle, öyle bir Zat. |
The matter should be approached with this mindset. |
Meseleye öyle bakın. |
Feel assured in the road you walk on. |
Yürüdüğünüz yolun emniyetine öyle güven duyun. |
Speed up the steps you have taken, double your self-sacrifices. |
Bugüne kadar attığınız adımları hızlandırın, fedakarlığınızı katlayın. |
Do not be afflicted with the troubles you face. |
Başınıza gelen şeylere de müteessir olmayın. |
We are human. |
İnsanız. |
Due to our troubles we can be shaken from our path but God willing, the believer may stumble but will not stray from the righteous path. |
Yediğimiz tekmeden dolayı sarsılırız, ama Allah'ın izni-inayeti ile, mü'min, sarsılsa da doğrulmamak üzere yere yıkılmaz. |
The believer may fall down to their knees, or even bow down, but with God's permission and grace, they will stand straight and continue steadfast on their path towards their goal. |
Dize gelir belki, belki rükûa gider, ama kalkar yine aynı yolda -Allah'ın izni-inayeti ile- yürür hedefine doğru. |
If He, may He be glorified and exalted, is the goal... |
Hedef, O (celle celâluhu) ise. |
If He is the goal... |
Hedef, O ise. |
If this is the case, the most important thing is that He is the goal. |
Öyle ise, önemli olan şey, hedefin O olmasıdır. |
It depends on walking behind the Guide, I mean our noble Prophet, the Shining Light, the Luminous Moon, and the Light of Spiritual Support, with increasing speed. |
O da Rehber'in arkasından, Hazreti Pîr-i Mugân'ın -Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kastettim.- arkasından, Şem'-i Tâbân'ın arkasından, Ziyâ-i Himmet'in arkasından, Kamer-i Münîr'in arkasından, hıza hız katarak yürümeye vâbestedir. |
May God Almighty keep us steadfast on that path. |
Cenâb-ı Hak, o yolda sabitkadem eylesin. |
'Our hearts had always beat with mercy |
"Her zaman şefkatle çarpmıştı sinelerimiz |
Soil-trees, flowers-insects and us |
Toprak-ağaç, çiçek-böcek ve biz |
We were closely embraced and interwoven with one another |
Sarmaş-dolaş ve iç içeydik hemen hepimiz |
Our happiness and joy would be heard from all corners.' |
Duyulurdu her yanda neşemiz, sevincimiz." |
Did these take place in a certain period of time? |
Belli bir dönemde olmuş muydu bunlar? |
Yes, those that happened are the most persuasive reference for those that will happen; why will it not happen again? |
Evet, olanlar, olacakların en inandırıcı referansıdır; bir kere daha niye olmasın ki? |
According to what He did, He is saying: |
Yaptığına göre, diyor ki: |
'I am doing it in this way; so know that I can do it again.' |
"Bakın Ben böyle yapıyorum; ha, yine yaparım Ben." |
For that reason, always protect your steadfastness. |
Onun için, istikametinizi koruyun. |
Let the oppressor oppress; let the betrayer live with his betrayal; let the transgressor live with his sins. |
Zalim, zulmünü yapsın; hâin, hıyaneti ile otursun kalksın; fâsık, fıskını mırıldansın dursun. |
What must befall you is to think of good things, to see good things, to speak of good things, to always gather and depart for goodness, to dream of goodness and in one way to live with the excitement of attaining those good targets. |
Size düşen şey, güzel düşünmek, güzel görmek, güzel konuşmak, hep güzellikler ile oturup kalkmak, güzel rüyalar görmek, güzel şeyin hülyaları ile yaşamak ve güzel hedeflerin -bir yönüyle- mest ediciliği ile sermest yaşamaktır. |
May God Almighty allow us to live in that manner. |
Cenâb-ı Hak, öyle yaşamaya muvaffak kılsın. |
'It was due to You that fate had paved the way for us |
"Sayende yolumuza su serpmiş idi kader |
Souls are longing for the Age of the Rose at every daybreak |
Ruhlar, o Gül Devri'ni yâd ediyor, her seher |
And they await news from the skies |
Ve bekliyorlar sürpriz matla'ından bir haber |
With hearts full of excitement, and sweat running down their forehead.' |
Gönüller heyecan içinde, alınlarda ter." |
May Lord never deprive us of His grace. |
Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin. |