(As the talk begins, a saying of the Most Noble Messenger of God appears on the screen): |
Sohbet başlarken elektronik levhaya yansıyan hadis-i şerifte, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyuruyor ki: |
'When a believer looks at or considers another believer in contempt, this is enough of an evil deed for anyone.' |
"Bir mü'min kardeşini hor hakir görmesi, onu küçük düşürmesi insana şer olarak yeter." |
Yes, looking at other believers with contempt is enough to bring that person down. |
Evet, bir insanın, Müslüman kardeşini hakir görmesi, onun bitmesi, tükenmesi, batması adına yeterlidir. |
Unfortunately, it is a widespread disease in this day and age. |
Günümüzde çok yaygın bir maraz: |
Sometimes it may be an individual not taking another individual seriously, sometimes it may be leaders disregarding other people and it can even be one group showing contempt towards another group. |
Bazen ferdin ferdi hafife alması, hakir görmesi; bazen bir mizaç, bir mezâk (zevk, tatma, lezzet, hoşa giden yol) erbabının bir başkasını hakir görmesi, onlara tepeden bakması; bazen bir hizbin, hizip saydığı başkasına öyle tepeden bakması. |
They can all be considered as part of the same problem. |
Bunların hepsi aynı kategoride mütalaa edilebilir. |
Disregarding and showing contempt towards other people is thinking that one is superior to others. |
İnsanları hor görme, hakir görme, küçük görme; bunlar, aynı zamanda kendini büyük görmenin ifadesidir. |
Sometimes this disease manifests itself in individual egotism and sometimes it develops furthermore into egocentrism. |
Bazen ferdî enâniyetler şeklinde kendini gösterir; daha ileriye götürülürse mesele, insan bir egoizm âbidesi, egosantrizm âbidesi hâline gelir. |
Sometimes it is complemented with a sense of belonging. |
Bazen de âidiyet mülahazasına takılır. |
A person might begin to think: 'My way, my method, my leader, my teacher, my guide, my group, my circle, my people are better.' This way of thinking feeds these ill-feelings of superiority, evil thoughts that come from Satan. |
"Benim yolum, benim yöntemim, benim pîrim, benim şeyhim, benim üstadım, benim mürşidim, benim cemaatim, benim câmiam, benim halkam" mülahazaları hep o olumsuz şeytanî duyguyu besleyen, o istikamette sinyaller halinde insanın dimağına gelip otağını kuran şeytânî düşüncelerdir. |
These are factors that bring people down. |
Ve bunlar, insanı batıran faktörlerdir. |
In reality, no person should belittle another. |
Aslında insan, hiçbir kimseyi küçük görmemeli. |
They should consider people with regards to their Islamic attributes. |
Bütün insanlara, İslamî vasıfları açısından bakmalı.. |
People should say 'So-and-so is superior to me in terms of some of their attributes' |
"Falan, bana, bu vasıfları itibariyle fâik geliyor" demeli. |
They may not believe in the same religion but they may show you compassion. They may feel your pain when they hear about your troubles. |
Belki aynı dinî değerlere inanmıyor ama fevkalade merhametli; bir yönüyle sizin dertlerinizi duyduğu zaman gözleri doluyor, kalbi tir tir titriyor. |
'So they have Muslim qualities, in this regard they are superior to me.' |
"Demek Müslüman sıfatları var onda; işte bu, bu noktada, münhasıran, benim önümde yürüyor." |
In addition, there are those who call themselves believers but don't consider other people on the same level as animals. |
Bir de, öyleleri var ki, mü'min geçiniyor ama insanı, hayvan seviyesinde bile görmüyor. |
They say, 'These people should disappear'; Saying things like, 'The destruction of these people, in a way, is an obligation, a responsibility.' |
"Bunlar yok olmalı" diyor; "Bunların yok edilmesi -bir yönüyle- bir vazifedir, bir sorumluluktur" falan diyor. |
I don't think you would treat fleas—I'm sorry for using the expression flea—that despicably. |
Bağışlayın, zannediyorum sizler, biti/pireyi -Özür dilerim, bit/pire tabirini kullandım.- o kadar hakir görmüyorsunuzdur. |
A little while ago while cleaning around the fountain, a couple of our friends reached in and pulled out a couple of flies and ants, with the thought of 'Oh, let's not drown them', and placed them aside. |
Biraz evvel şadırvanın etrafını temizlerken, bazı arkadaşlarımız, oradan, kaç tane sineği, sinek türü şeyleri, karıncayı, karınca türü şeyleri veya benzer haşereleri "Aman suda boğulmasın" diye ellerini uzatarak çıkardı, kenara koydular. |
This is the attribute of a believer. |
İşte bu, mü'min sıfatıdır. |
To not step on an ant, to not hurt even the smallest of creatures. |
Bir karıncaya basmama, en küçük bir canlıyı bile hafife almama. |
They are mirrors in nature, belonging to the various Divine Names and Attributes; that is why they have right to existence, of life. |
Onlar, tabiatın içinde Cenâb-ı Hakk'a ait değişik Esmâ ve Sıfât-ı Sübhâniye'nin aynaları, mecâlîsidir; dolayısıyla onların da var olma, yaşama hakları vardır. |
At the same time, they are necessary elements of the ecosystem; all is complete with their existence. |
Ve aynı zamanda -modern ifadesiyle- Ekosistem açısından da onlar lüzumlu birer unsurdur; onlar ile her şey tamam oluyor. |
We have no right to murder them. |
Onlara kıymaya hakkınız yok. |
From this perspective, we have no right to intentionally crush an ant. |
Bu açıdan da bilerek bir karıncaya basmaya hakkınız yok. |
What we do may be a mistake; we may have committed a mistake due to forgetfulness. |
Yaptığımız, bir hata olabilir; nisyâna (unutmaya) bağlı bir şey irtikâp etmiş olabiliriz. |
Thus, we should remember Him and say 'I ask God for forgiveness a million times' in the sense that 'We all belong to God and we will eventually return to Him' (Al-Baqarah, 2:156). |
Dolayısıyla onu hatırlayıp bir kere ona "Biz hepimiz Allah'a âidiz ve zaten O'na dönmekteyiz" (Bakara, 2:156) manasında "Elfu elfi estağfirullah" demek icap eder: |
'Yes, I have stepped on an ant; I have killed a fly without the right to do so. |
"Evet, ben, bir karıncaya bastım; hakkım olmadığı halde bir sineği öldürdüm. |
I am begging forgiveness a thousand, a million times, I seek salvation from God.' |
Elfü elfi estağfirullah, elfü elfi estağfirullah" (Binlerce, milyon kere istiğfar ediyor, Allah'tan bağışlanma diliyorum.) |
Divine Law may not count these actions as murder. |
Şeriat bunları cinayet saymayabilir. |
However, what Almighty God wants from the believer here is beneficence, compassion and what is expected from that beneficence and compassion, essentially, is this: |
Fakat burada Cenâb-ı Hakk'ın bir mü'minden istediği re'fet, şefkat ve o re'fetten, o şefkatten beklenen şey, budur esasen: |
To ask for forgiveness a million times even for this. |
Ona bile bir milyon defa estağfirullah çekmek. |
These are the things we have lost. |
Bizim yitirdiğimiz şeyler bunlar. |
They have been behind, a few centuries away. |
Birkaç asır ötede kaldı. |
Even those who say, 'I am a Muslim, I represent Islam; I will bring forth the true Islam' have been alienated from Islam for three centuries. |
"Ben Müslümanım, Müslümanlığı temsil ediyorum; onu getireceğim" diyen insanlar bile, ondan üç asır uzaktalar; üç asır. |
They must return three centuries into the past in order to be entitled to say these things. |
Üç asır yaşamaları lazım geriye doğru ki, o sözü söylemeye hak kazansınlar. |
They're lying. |
Yalan söylüyorlar. |
They knowingly make these false statements to God. |
Bile bile Allah'a karşı hilâf-ı vâki beyanda bulunuyorlar. |
They make the mistake of portraying themselves as innocent and protected as if the violations they committed were not enough. |
İşledikleri cinayetler yetmiyormuş gibi, bir de kendilerini mâsum ve masûn gösterme hatasını irtikâp ediyorlar. |
When you seek more love, you must love more. |
Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev. |
When you seek more compassion, you must be more compassionate. |
Daha fazla şefkat isteğinde, daha şefkatli ol. |
When you seek more respect, you must show more respect to people. |
Saygı istiyorsan, insanlara karşı çok saygılı davran. |
Because what you seek from society is what society seeks from you. |
Çünkü senin âlemden beklediğin şey, âlemin de senden beklediği aynı şeydir. |
In fact, we can generalise this and say that this applies to all of creation; we should have this this approach towards the entire creation. |
Hatta bunu tamim ederek, bütün mahlûkata karşı uygulamak, bu duyguyu, bütün mahlûkata karşı taşımak lazımdır. |
An animal... |
Bir hayvan. |
Please excuse me for having used the word 'animal'. I consider it to be disrespectful to use these kind of words in your presence. |
Özür dilerim, "hayvan" tabiri çıktı ağzımdan; huzurunuzda bu türlü şeyleri kullanmak, size karşı saygısızlık olur, kusura bakmayın. |
When you whip (an animal), you need to take this approach into consideration. |
Ona bir kamçı vururken, bence bunu hesaba katmak lazım. |
You are sitting on a saddle, you put a bridle on its mouth, and you are riding it for a good cause. |
Sırtına binmişsin, eyerin üzerine oturmuşsun, onun ağzına gem vurmuşsun, hayır kazanma istikametinde koşturuyorsun. |
If you whip it without being considerate towards it, with a grudge or anger, remember that you will be whipped in the Hereafter. |
Ona vururken bile, o istikamette davranmayıp, onun da "Vur, ben o kadarını hak ediyorum" diyeceğinin üstünde bir garaz, bir kin, bir nefret ve bir öfkeyi ifade eder şekilde bir kırbaç indirdiğiniz zaman, unutmayın, o kırbacı öbür tarafta siz de yersiniz. |
The noble Prophet said: 'A hornless sheep will claim its right from the ram in the Hereafter'. This means that a very serious, universal, all-inclusive resurrection will take place in order to serve absolute justice. |
Buyuruyor ki Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Boynuzsuz koyun, boynuzludan (koçtan) intikamını alacak orada" Demek ki intikam için çok ciddî, umumî, evrensel, kâinat çapında veya bütün mahlûkat çapında bir haşr ü neşr, bir ba's-u ba'de'l-mevt meselesi söz konusu. |
Everyone will get their due and then the events will unfold: |
Hakkını alacak, sonra ne olacaksa olacak: |
Maybe one creature, in a general sense, it will gather, maybe by the means of its genes it will get its due, receive the pleasures it was meant to experience. |
Belki bir canlıda -genleri itibariyle- toplanacak; belki o genler vasıtasıyla o hayvan hesabına görülmesi, sezilmesi, zevk edilmesi gerekli olan şeyler zevk edilecek. |
I don't know; the Noble Prophet, peace and blessings be upon him, prefers to summarise the issue and recommends caution; he says, 'Do not speak rashly'. |
Onu bilemem; Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), orada icmâl yolunu tercih ederek bize de "temkin" telkin ediyor, "Ulu-orta konuşmayın" diyor. |
Don't be sad. |
Evet, üzülmeyin. |
'One who is human will feel sorrow in the world. |
"Cihanda âdem olan bî-gam olmaz. |
Hence, the one who does not feel sorrow cannot be human.' |
Anınçün bî-gam olan âdem olmaz." |
If you are human, you will feel sorrow, if you do not feel sorrow, you should revisit your humanity. |
İnsan iseniz, gamınız olacaktır; gamsız iseniz, âdemliğinizi bir kere daha gözden geçirmeniz lazım. |
There are so many events that cause worry. |
Gama vesile olacak o kadar çok hadise var ki. |
In the chain of events, there is a vicious cycle of illegitimate events continuously occurring. |
Hâdiseler silsilesi, fâsid daire şeklinde cereyan ediyor; peşi peşine, nesebi gayr-ı sahih bir sürü hadise, bir sürü hadise doğuruyor. |
We are human; it is impossible to not feel sorrow. |
Gamlanmamak mümkün değil; insanız, insan olan gamlanır. |
But when a believer feels sorrow they will turn to God, the One Who will be able to eliminate all sorrows. |
Fakat mümin, gamlandığı zaman, onu giderebilecek Ulu Dergâh'a teveccüh eder; o kapının tokmağına dokunur: |
'O Lord! |
"Ey Rabb! |
Truly, affliction has visited me (so that I can no longer worship You as I must); and You are the All-Merciful' |
Bana, zarar isabet etti; Sen, Erhamürrâhimîn'sin" |
This is like saying: |
Bu, şöyle demek gibi bir şey: |
'So (the proper recourse for me is), a becoming patience (a patience that endures without complaint). |
"Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. |
God it is Whose help is sought against (the situation) that you have described' (Yusuf, 12:18). |
Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah'tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz." |
'I only disclose my anguish and sorrow to God...' (Yusuf, 12:86). |
"Tasamı, dağınıklığımı, Allah'ım, Sana arz ediyorum." |
'There is no reason to explain my troubles, You know them all.' (Al-Jilani). |
"Derdi şerh etmeye ne gerek; hâlimi Sen biliyorsun" demek gibi bir şey. |
Do you know what just appeared on the electronic photo frame? |
(Elektronik tabloda şimdi) ne çıktı, biliyor musunuz? |
'O God! |
"Allah'ım! |
Bless us with such resignation to our fate that we feel contented from all of creation that is mortal and in constant decay. |
Fâniyât u zâilâtın, fâni olan ve zevâle mahkûm bulunan varlıkların bütününden müstağni kılacak bir rıza ile bizleri serfirâz eyle! |
Furthermore, help us abstain from complaining.' |
Dahası bizi şikâyet edip durmaktan da müstağni kıl." |
When explaining this matter, Bediüzzaman draws attention to the following point: |
Hazreti Pîr de bu meseleyi izah ederken, bir hususa dikkat çekiyor: |
When worldly causes are completely ceased to operate, the mystery of Divine Uniqueness becomes manifest. |
"Esbâb, bil-külliye sukût edince, nûr-i tevhîd içinde, sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor." |
Partly or completely opening of that door depends on this awareness. |
O kapının aralanması veya ardına kadar açılması, o işin farkında olmaya bağlı. |
Now all the causes are walking off without waving goodbye or saying 'We have referred you to God'. |
Şimdi bütün sebepler, "Allah'a ısmarladık" demeden, bize el sallamadan çekip gittiler. |
Even children wave goodbye when they are departing; but causality walked off without doing so. |
Hani çocuklar bile giderken el sallıyorlar; fakat el sallamadan çekip gittiler, bütün sebepler. |
You have fallen into a well, just like Joseph, upon him be peace. |
Yûsuf (aleyhisselam) gibi kuyuya düştünüz. |
You have been swallowed by a fish, just like Jonah, upon him be peace. |
Yunus İbn Mettâ (aleyhisselam) gibi balık tarafından yutuldunuz. |
You will be afflicted, just like Job, upon him be peace; you will face suffering from your toes to the tip of your head. |
Eyyûb (aleyhisselam) gibi tepeden tırnağa dert sarmalı içinde kaldınız; tırnağınızdan saçınızın ucuna kadar dert işgaline uğradınız. |
Actually all the great Messengers have similarly been exposed to such misfortunes; the worldly causes have been completely ceased to operate. |
Aslında, bütün enbiyâ-ı ızâm, benzer şekilde, değişik musibetlere maruz kalmıştır; sebepler, bil-külliye sukût etmiştir. |
However, none of them complained! |
Fakat onlar içinde şikâyet eden insan, yoktur! |
The following is the example I mentioned earlier; Jacob, upon him be peace, says: |
İşte biraz evvel bahsettiğim misal; Yakub (aleyhisselam): |
'I only disclose my anguish and sorrow to God, and I know from God what you do not know' (Yusuf, 12:86). |
"Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah'a arz ediyor, O'na şikâyette bulunuyorum" (Yûsuf, 12:96) diyor. |
Prophet Job, peace be upon him, was covered with wounds from head-to-toe; and as Bediüzzaman says the wounds affected his heart and tongue. |
Eyyûb (aleyhisselam), tepeden tırnağa yara-bere içinde; hatta Hazreti Pîr'in menkıbelerden alma ifadesi ile, kalbine ve diline bile yaralar isabet ediyor. |
Since he is prevented from hearing Him with his heart and constantly reciting Him with his tongue, he sincerely supplicates, 'Truly, affliction has visited me (so that I can no longer worship You as I must); |
Kalbi ile O'nu duymasına, dili ile de O'nu vird-i zeban etmesine mâni olduğundan dolayı, işte o zaman, içten gele gele, "Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). |
and You are the All-Merciful' (Al-Anbiya, 21:83). |
Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin" (Enbiyâ, 21:83) diye niyaz ediyor. |
'Buildings collapsed on my animals, I could not care less. |
"Hayvanlarımın üzerlerine binalar çökmüştü, umurumda değil. |
My family died, I could not care less. |
Çoluk-çocuğum ölmüştü, umurumda değil. |
My building was demolished, I could not care less. |
Binam yıkılmıştı, umurumda değil. |
My body was covered in wounds from head-to-toe, I could not care less. |
Vücudum tepeden-tırnağa yara olmuştu, umurumda değil. |
But there is a wound that has struck my heart and tongue; and it prevents me from acknowledging You. |
Ama şu kalbime ve dilime isabet eden yara var ya; bu, beni Seni anmaktan alıkoyuyor. |
This is why: |
Bundan dolayı: |
'Truly, affliction has visited me (so that I can no longer worship You as I must); |
"Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). |
and You are the All-Merciful.' |
Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin" |
When all worldly causes are completely ceased to operate; when he turns to Almighty God wholeheartedly, the mystery of Divine Uniqueness is manifested within the light of Divine Unity. |
İşte esbâb bil-külliye sukût ediyor orada; Cenâb-ı Hakk'a gönülden teveccüh edince, nûr-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet'in zuhuru gerçekleşiyor. |
Yes, perhaps you can call it the 'manifestations of the mystery of Divine Unity,' although Bediüzzaman says, the 'manifestation of the mystery of Divine Uniqueness.' |
Evet, belki "sırr-ı Vâhidiyet'in zuhuru" da diyebilirsiniz ama Hazreti Pîr "sırr-ı Ehadiyyet'in zuhuru" diyor; olsun. |
It is then that a person completely appeals to Almighty God, 'You are unique; there is no one like You!' |
O zaman, insan, Cenâb-ı Hakk'a tam teveccüh ediyor; "Sen, teksin; ikincisi olmayan bir teksin Sen! |
At the same time, everything is in need of You, but You are in need of nothing! |
Aynı zamanda herkes Sana muhtaç ama Sen hiç kimseye muhtaç değilsin! |
You are here and there is no one like You.' |
İşte Sen, O'sun ve Senin gibisi yok artık." |
Here, a person turns to Him with these feelings; and God, may He be glorified and exalted, opens the door. |
Orada, bu duygu ile O'na yöneliyor; Allah da (celle celâluhu) kapı aralıyor. |
The complete termination of the apparent causes and means... |
Esbâbın bil-külliye sukût etmesi... |
Have they not been terminated today? |
Bugün etti mi etmedi mi? |
On another note: |
Şimdi antrparantez arz edeyim: |
It cannot be said that causes have been completely terminated in response to the events occurring currently. |
Şu anda başa gelen şeyler karşısında esbâbın bil-külliye sukût ettiği söylenemez. |
Neither in the boiling cauldrons of disorder and corruption which overflow and corrupt others—Do you understand?—are the causes terminated. |
Ne fitne ve fesat kazanlarının kaynadığı yerde ne de o kazanlardan taşan ziftin etrafa sıçradığı diğer yerlerde -"Hel fehimtüm? - Anladınız mı?- esbâb bi'l-külliye sukût etmemiştir. |
Despite this, if we were to measure the value of that termination with the spiritual immune systems of the people, we could say it is terminated to a degree. |
Fakat buna rağmen, eğer o sukûtu da -yine antrparantez arz ediyorum- insanların manevî immün sistemleri ile değerlendireceksek, bir ölçüde sukût etmiş kabul edilebilir. |
'Faith' of that level, 'Divine Unity' of that level, 'conviction' of that level, 'attaining' of that level, 'ardent longing,' of that level and so on... |
O ölçüde "iman", o ölçüde "tevhîd", o ölçüde "iz'an", o ölçüde "marifet", o ölçüde "aşk u iştiyak" filan. |
Because we are not like people of that level, things that happen might feel too heavy to handle. |
Biz o ölçüde insanlar olmadığımızdan dolayı, olup biten şeyler bize çok ağır gelebilir. |
Homes ruined, family members separated from each other, and people fragmented and divided. |
Yuvaların yıkılması.. ev fertlerinin birbirinden koparılması.. toplumun parçalanması, bölüştürülmesi, ayrıştırılması. |
All of this may appear to be like the situation of Prophet Joseph in the bottom of the well. |
Bütün bunlar bizim için kuyunun dibindeki Yûsuf'un durumu gibi olabilir. |
At that moment, the apparent causes and means are completely ceased to operate. |
O zaman esbâb bi'l-külliye sukût etmişti. |
However, because we cannot show the same level of endurance, our immunity is not strong, we may feel the same about any affliction that comes our way. |
Fakat biz o ölçüde mukavemet edemediğimizden, immün sistemimiz o kadar güçlü olmadığından, hâlihazırda maruz kaldığımız musibetlerden dolayı aynı şeyleri hissedebiliriz. |
However, one should not fall into despair or be engulfed in panic. |
Ne var ki, bu türlü şeylerden ye'se düşmemeli, paniğe kapılmamalı. |
Since God exists, everything exists. |
Madem Allah var, her şey var demektir. |
In that case, one should trust their matters to God and should say as follows: |
Öyleyse şöyle demeli ve Cenâb-ı Hakk'a "tefvîz-i umûr"da bulunmalı: |
'Matters will be as determined by the ultimate Truth and Ever-Constant |
"Hakk'ın olıcak işler |
It is useless to worry about and complicate a matter |
Boştur gam u teşvişler |
He does whatever He wills |
Ol, istediğini işler |
Let's see what the All-True Master and Protector does. |
Mevlâ görelim neyler |
Splendid is whatever He does!' |
Neylerse, güzel eyler." |
Reliance, surrender, commitment... |
"Tevekkül", Teslim", "Tefvîz". |
'Commitment' is a matter of those who are at the apex; |
Tefvîz, zirvedekilerin işi; |
When it comes to those who go beyond the apex, whose position I cannot comprehend, we see 'confidence'. |
zirveyi aşanların ve konumlarını benim kavrayamadığım insanların işine gelince, o da "Sika". |
Reliance, surrender, commitment and confidence... |
Tevekkül, teslim, tefvîz ve sika. |
Even if we lack competency, may the Almighty God crown us with such confidence and trust. |
"Liyâkatimiz olmasa bile, Cenâb-ı Hak, o pâye (sika) ile taçlandırsın" diyeyim. |
Confidence means the highest degree of reliance on God, seeing no one other than Him before His Will and unexpected favors. |
O, meşîet-i İlâhiye ve ekstra İlâhî sürprizler karşısında, sadece O'na bağlanıp gözün başka bir şey görmemesi demektir. |
'My eyes see You. |
"Gözüm, Seni görüyor ya. |
My heart beats for You. |
Kalbim, Senin için atıyor ya. |
Like Prometheus, they have chained me; I cannot move my head, yet do I care? |
Promete gibi, beni zincire vurmuşlar, bağlamışlar, başımı bile hareket ettiremiyorum; umurumda mı? |
Because my eyes see only You, my heart beats solely for You; and my pulse always beats by reciting 'He'. |
Çünkü gözüm, Seni görüyor; kalbim, Senin için atıyor; nabızlarımı tuttuğun zaman yine hepsi "Hû" diyor." |
This is the state of the people of confidence. |
Her halde ehl-i sikanın hali. |
Yes, one's vision must be absorbed and preoccupied with God, in a suitable degree however, which can be achieved through perfect reliance upon God, submission to God and a commitment to surrender to God's Will. |
Evet, göz, hep O'nda olmalı, derecesine göre ama bu, o tevekkülden, o teslimden, o tefvîzden geçerek ulaşılabilecek bir şeydir. |
May Lord present this exalting experience to us. |
Cenâb-ı Hak, o ufka i'lâ buyursun. |
Then, without falling into despair, through God's leave, mercy, grace, and munificence, we can continue on our path. |
O zaman, ümitten hiçbir şey kaybetmeden, bir kere en başta Allah'ın izni, inayeti, fazlı ve keremiyle yola devam edilir. |
Yes, saying 'with His grace and munificence' is appropriate, because our Noble Messenger specifically uses the word 'grace'. |
Evet, "fazlı ve keremi ile" demek daha uygun; çünkü Efendimiz "fazl" kelimesini kullanıyor: |
He says, 'No one can enter Paradise solely through their good deeds'. |
"Hiç kimse kendi ameli ile Cennet'e giremez" diyor; |
When it is asked 'Even you, O Messenger of God?', 'Without the grace of God, even me', he responds. |
"Sen de mi yâ Rasûlallah?" denince, "Allah'ın fazlı olmazsa, Ben de" buyuruyor. |
The term fadl (grace), means 'unexpected generosity'; as though, it is revealed that 'You can enter also', causing astonishment and amazement. |
"Fazl" kelimesi, "ekstra, sürpriz" demektir; sürpriz olarak "Sen de gir" falan denmesi gibi. |
If he, peace and blessings be upon him, thinks as such of himself... |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi için böyle düşününce. |
I think he states this as a form of lesson for those who follow him. |
Zannediyorum, arkasındaki insanlar için bu mülahazasını ders mahiyetinde ortaya koyuyor. |
Or else, the noble Prophet is absolutely innocent, he is absolutely protected. |
Yoksa O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mâsum-u mutlak, O masûn-u mutlak. |
With Almighty God's boundless generosity and bestowal, he fulfilled a very important mission. |
Cenâb-ı Hakk'ın engin keremi ile, lütfu ile, menni ile çok önemli bir misyon edâ etmiş. |
If only a minute of his deeds were distributed to the entire community of Muhammad, it would be sufficient. |
Tek dakikasının sevabı, ümmet-i Muhammed'e tevzi' edilse, yeter; tek dakikasının sevabı, bütün ümmet-i Muhammed'e yeter. |
However, he has taught his community a lesson: |
Fakat ümmetine bir ders sadedinde buyuruyor ki: |
'Without the grace of God, I would not enter Paradise.' |
"Ben bile, Allah'ın fazlı olmazsa, Cennet'e giremem" |
The grace of God... |
Fazl-ı İlâhî. |
In such a congested time, one should not fall into affliction, hopelessness or feel broken. |
Bu sıkışık zamanda, fazl-ı İlâhîsi ile ye'se düşmemeli, ümitsizliğe düşmemeli, inkisar yaşamamalı. |
When all the worldly causes disappear, even the hopeful world of many believers darkens completely. |
Esbâb bütünüyle sukût edince, çoğu mü'minlerin dahi ümid dünyaları tamamen kararıyor. |
If one is a true believer, they will not be stripped of hope. |
Hakiki mü'min ise, ümit dünyası kararmaz. |
One can be a child, and unable to comprehend such matters. |
Ya çocuktur, o meseleleri bilecek durumda değildir. |
One may not be able to grasp an understanding of such elements. |
Daha evvel o türlü şeylerle tam, belli bir donanım elde edememiştir. |
They may have taken his mother away, or his father. |
Annesini alıp içeriye atmışlardır, babasını içeriye atmışlardır. |
He may think he is close to them, but all of a sudden he will find himself bereft of wings. |
Kendini hep onların kucağında hissediyordur ama birdenbire kolu-kanadı kırılmıştır. |
Consequently, one will be paralysed by the shock of such happenings. |
Dolayısıyla, onlar, o meselenin şoku ile felç olmuş gibi olabilirler. |
Indeed, albeit in few numbers, there are people like this. |
Evet, az da olsa böyleleri de var şu anda. |
Or people who lack understanding of these matters might find themselves in shock. |
Ya da donanımı eksik bazı kimseler bu türlü şeyler karşısında şoke olabilirler; hususiyle bu mevzuda tam donanımlı olmayan insanlar şoke olabilirler. |
In the expression of Bediüzzaman, 'Belief consists of affirming Divine Unity, which requires submitting to God, which requires relying upon God, which yields happiness in both worlds'. |
Hazreti Üstad'ın ifadesiyle, "iman", "tevhîd"i; tevhîd, "teslim"i; teslim, "tevekkül"ü; tevekkül, "saadet-i dareyn"i iktiza eder. |
Hence, if they have been unable to pass such boundaries and transcend that horizon, they may find themselves taken aback by strange circumstances; they may experience a brain problem or their neurons may lapse, may God protect us from it. |
Eğer bu güzergâhtan geçmemiş ve bu ufka ulaşamamış iseler, bu türlü insanlar, değişik hadiselerin şokunda bazı karışıklıklar yaşayabilirler; beyin problemi yaşayabilirler, nöronlar yanlış çalışabilir, hafizanallah. |
Those who have grasped these concepts entirely may need to assist those who haven't, and save them. |
Fakat esas bu meseleleri tam kavramış insanların, bu mevzuda onları rehabilite etmeleri ve o durumdan onları kurtarmaları lazımdır. |
'Despair is an obstacle to any kind of perfection' says Bediüzzaman. |
"Ye's, mâni-i her kemaldir" diyor, Hazreti Pîr-i Mugân. |
And Mehmet Akif says: |
Akif de şöyle diyor: |
'Despair is such a swamp that if you fall in you will be drowned. |
"Ye's öyle bataktır ki düşersen boğulursun. |
Hold firm on to hope and watch what you will become! |
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun |
The ones who survive make it through with their determination and hope; |
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; |
Despair will lock ones soul and conscience |
Me'yus olan, ruhunu, vicdanını bağlar. |
O you the cadaver full of life, 'All for two hands and one head' |
Ey dipdiri meyyit, iki el, bir baş içindir, |
The hands are yours as well as the head! |
El de senin, baş da senindir, |
I don't know why your determination to freedom is so temporary? |
Kurtarmaya azmin ne için böyle süreksiz, |
Are you or is your hope heartless?' |
Sen mi, yoksa ümidin mi yüreksiz" |
Despair is like entering a snake's mouth. |
Bence ye's, yılan ağzına girmek gibi bir şeydir. |
We should be careful to not fall into it. |
Oraya düşmemeye bakmak lazım. |
What can be done in this situation? |
Şimdi şu konumda ne yapılabilir? |
What we need to do is clear. |
Bize düşen şey, onu yapmaktır. |
We need to force our brains to find and produce the required strategies in order to save ourselves from these troubles, and therefore not fall into the snake's mouth and not abandoning oneself to be bitten, with God's leave and grace. |
Bu gailelerden sıyrılma adına ne türlü stratejiler gerekli ise, beynimizi işleterek o stratejileri bulma, ortaya koyma ve böylece o yılanın ağzına düşmeme, kendini ısırılmaya terk etmeme, Allah'ın izni-inayetiyle. |
It is only when you fulfil what befalls of you with free will under ordinary conditions that Divine Uniqueness will manifest in the pure light of the Oneness and the Unity of God. |
Siz, bu mevzuda şart-ı âdî planında iradenin hakkını verip onu ortaya koyduğunuz zaman -işte o zaman- nur-i Tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur eder. |
You will realise that you are suddenly embraced by a surprise. |
Birdenbire sürpriz bir kucaklanma ile kucaklanmış olduğunuzu görürsünüz. |
Someone will unexpectedly send a bucket down the well so that you can hold onto it. |
Bir kova iner kuyuya, hiç beklenmedik şekilde; siz de tutarsınız orada. |
He or she will take you out of the well while thinking of water. |
Âlem "Su çıkarıyorum" derken, Yûsuf Aleyhisselam gibi sizi çıkarır. |
Who knows maybe these people will be rewarded for this act that they did intentionally or unintentionally. |
Kim bilir belki onlar da bilmeyerek yaptıkları bu şeyden dolayı öbür tarafta onun mükâfatını görürler. |
'And they sold him for a paltry price—a few silver coins. |
"Nihayet O'nu (Hazreti Yûsuf'u) kelepir fiyatına, sayılı bir kaç gümüş kuruşa sattılar. |
So little did they value him!' (Yusuf, 12:20). |
Ona ihtiyaç duymayarak, kıymetini takdir edememiş ve değerini pek düşük tutmuşlardı" (Yûsuf, 12:20). |
As they did not value him, they sold him for a couple of cents. |
Kıymetini bilmediklerinden dolayı üç-beş kuruşa satıyorlar onu bir yerde. |
However, all these events have a hidden truth, wisdom on the path acts as a map. |
Fakat onların hepsinde hikmet var, güzergâhta hikmet yön verici. |
As Bediüzzaman stated, the real trajectory of the Chapter of Joseph is knowledge, as stated so many times in the Chapter itself. |
Çünkü o büyük müfessirin dediği gibi, sûrenin yörüngesi -esasen- ilimdir; o da Allah'ın bildiği bir şey; o sûrede -Sûre-i Yûsuf'ta- çend defa geçiyor: |
'All-Knowing and All-Wise' is repeated in this Chapter. |
"Alimun Hakîm, Alimun Hakîm, Alimun Hakîm." |
If you do what is due to you in terms of fulfilling the ordinary causes and conditions, suddenly a bucket will descend for you, and you will hold on and escape. |
Evet, siz şart-ı adi planında üzerinize düşeni yaptığınız zaman, birden bire bir kova iniverir, siz de tutunur çıkarsınız. |
All of a sudden, God, may He be glorified and exalted, will fulfil your entreaty. |
Birdenbire Allah (celle celâluhu) niyazınıza icâbet buyurur. |
You will note that in the Glorious Qur'an the mention of the prayer of Job, 'Truly, affliction has visited me (so that I can no longer worship You as I must), and You are the All-Merciful', is followed with the words: 'We answered his prayer and removed all the afflictions from which he suffered; and restored to him his household and the like thereof along with them as a mercy from Us and, as a reminder to those devoted to Our worship' (Al-Anbiya, 21: 83-84). |
Hani, Kur'an-ı Kerim'de Hazreti Eyyûb'un, "Ey Rabb Bana, zarar isabet etti; Sen, Erhamürrâhimîn'sin" şeklindeki duası zikredilince, "Biz de, O'nun bu yalvarışını hemen kabul buyurup, katımızdan bir rahmet ve kendilerini Allah'a ibadete adamışlar için bir ibret olarak dert ve sıkıntılarını giderdiğimiz gibi, kendisine ailesinin yanı sıra bir o kadarını daha bağışladık" (Enbiyâ, 21:83-84) buyuruluyor. |
Straight after Job's prayer, the following sentence follows with a conjunction—this can be either of causality or subsequence—meaning that the result occurred instantly. |
Bakın, duadan hemen sonrası "fâ" edatı ile ifade ediliyor; buna "fâ-i sebebiyye" diyebilirsiniz ama "fâ-i tâkibiyye" de olabilir; "anında" demektir. |
'We answered his prayer'. |
"Biz, icabet ettik. |
He prayed, and We instantly responded. |
O dedi, Biz de hemen icabet ettik." |
Because all worldly causes had been completely ceased to operate. |
Esbâb, bi'l-külliye sukût ettiğinden dolayı. |
If the conjunction is accepted as causality, the meaning is that his prayer was accepted. If it is accepted as of subsequence, the meaning is that 'We accepted his prayer right away, instantly; We restored him to what he pleaded...' |
"Fe" harfine "sebebiyye" denirse, "Onun demesi sebebiyle" manasınadır veya "tâkibiyye" kabul edilirse, "Aralıksız, anında, hemen duasına icabet ettik; istediği her şeyi iade ettik kendisine, yeniden. |
It means: 'We restored him to whatever he lost, and We granted him and blessed him from Our grace and generosity'. |
Neyi kaybetmiş idiyse şayet, onların hepsini kendisine fazl u keremimiz ile lütfettik" demektir. |
As for the Prophet Jonah... He prayed: 'There is no Worshipped by Right, Truly Desired by Right but You. |
Öbürü, Hazreti Yunus Aleyhisselam, balığın karnında, "Sen'den başka Ma'bud-u bi'l-Hak, Maksûd-u bi'l-istihkak yoktur. |
I glorify and exalt You. |
Seni tesbih u takdis ederim. |
You are free from all unbecoming qualities and attributes of deficiency. |
Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın. |
I was amongst the wrongdoers.' |
Ben, zâlimlerin tâ kendilerinden biri oldum" diyor. |
This is mentioned in a separate chapter in The Gleams, almost like a placard: |
Lem'alar'da, hususî bir lem'a mevzuu bu da; serlevha olarak: |
'There is none Worshipped by Right, Truly Desired by Right but You'. |
"Sen'den başka Ma'bud-u bi'l-Hak, Maksûd-u bi'l-istihkak yoktur. |
I glorify and exalt You. |
Seni tesbih u takdis ederim. |
You are free from all unbecoming qualities and attributes of deficiency. |
Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın. |
'And I was among the wrongdoers'. |
Ben, zâlimlerin tâ kendilerinden biri oldum" |
Jonah repeatedly makes this prayer whilst he is in the belly of the fish, he has no other way out. |
Hazreti Yunus bunu deyip duruyor orada, durduğu yerde; başka çâre yok. |
His life is about to be taken, however God lets him live, gives him an opportunity; and he makes the most of that opportunity. |
Hazmedilecek neredeyse orada fakat Allah yaşatıyor, fırsat veriyor ona; o da o fırsatı değerlendiriyor: |
'There is none Worshipped by Right, Truly Desired by Right but You. |
"Sen'den başka Ma'bud-u bi'l-Hak, Maksûd-u bi'l-istihkak yoktur. |
I glorify and exalt You. |
Seni tesbih u takdis ederim. |
You are purified from all attributes of deficiency.' |
Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın" diyor. |
He says. 'I was amongst the wrongdoers'. |
"Ben, zâlimlerin tâ kendilerinden biri oldum" diye devam ediyor, hem de işi te'kid manası katan "inne" ile ifade ediyor:{j}"Ben, zâlimlerin tâ kendilerinden biri oldum" diyor. |
This much confession, confession in front of Him, may He be glorified and exalted... |
Bu kadar hâl itirafı, esasen O'nun (celle celâluhu) karşısında itirafta bulunma. |
This is, in one regard, an expression of one's disposition, an entreaty. |
Bu da bir yönüyle yine arz-ı haldir, esasen niyazdır. |
God says about Jonah, 'We answered his prayer and removed all the afflictions from which he suffered...' (Al-Anbiya, 21:84). |
Allah (celle celâluhu) Hazreti Yunus hakkında da "O'nun yalvarıp yakarışına da hemen icabet ettik ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık" (Enbiyâ, 21:84) buyuruyor. |
He also says, 'Thus do We save the believers' (Al-Anbiya, 21:88). |
Bir de "İşte Biz, mü'minleri böyle kurtarırız" (Enbiyâ, 21:88) diyor. |
This also has the following meaning: |
Bu, şu manaya da geliyor: |
'O you who have faith! |
"Ey mü'minler! |
Look, it is addressing you as well. |
Bakın, size de deniyor. |
I removed Prophet Jonah from the stomach of a big fish, and placed him under a gourd plant; then when he returned to his people, I made one hundred thousand of the nonbelievers come to belief. |
Ben, Yunus İbn Mettâ'yı, balığın karnından çıkardım, şecere-i Yaktîn'in altına koydum; sonra kavmine döndüğü zaman, inanmayan insanlardan yüz bin insanı inandırdım. |
Just as I did this with them, similarly I will save you and all the other believers.' |
Ona bunları yaptığım gibi, diğer müminleri ve sizi de öyle kurtarırım." |
'And even more so' says the Qur'an: |
"Daha fazla" da diyor Kur'an-ı Kerim: |
'And We sent him once again to (his people, numbering) a hundred thousand; rather, they tended to increase' (As-Saffat, 37:147). |
"Ve onu yüz bin insana ya da daha fazla olanlara elçi gönderdik" (Sâffât, 37:147). |
One hundred thousand or more... |
Yüz bin veya daha fazla. |
If you take into consideration the population of the world at that time, this is a very significant matter; one hundred thousand people at once come to belief. |
O günün dünya nüfusu açısından meseleye bakacak olursanız, bu, çok önemli bir şey; yüz bin insan birden inanıyor. |
Jonah leaves them because they didn't come to belief. |
O (aleyhisselam), inanmamışlar diye onlardan ayrılıp gidiyor; |
He makes a legal interpretation and thinks 'the calamity that is going to come to them will come to me'. |
"Onların başına gelecek şey, benim başıma gelir" diye, içtihad ediyor. |
He makes an interpretation; he looks to the blessed Prophets, they have always acted this way; when a calamity comes they leave. |
İçtihatta bulunuyor; enbiya-ı ızâma bakıyor, onlar hep böyle davranmışlar; bela gelince ayrılıp gitmişler. |
But there is a fine point here: |
Ama ince bir nokta var: |
When he was informed that the calamity was approaching, he needed to wait for the Divine edict 'Leave', God knows; that's my humble consideration of the matter. |
Bela geldiği haber verildikten sonra "Ayrıl" fermanını da intizar etmesi lazım, Allahu A'lem; bu da Kıtmîr'in bu mevzudaki mülahazası. |
Such a little thing; thus if there is anything to be said, 'according to those who are nearest to God, not according to us', it can be called a 'wrong interpretation'. |
Bu kadarcık, küçük bir şey; dolayısıyla eğer bir şey denecekse, "mukarrabîne göre -bize göre değil- içtihad hatası" denebilir. |
However, he is begging, he is pouring his heart out to God, and Instantly, Almighty God gives salvation. |
İçtihad hatası ama yalvarıyor, yakarıyor, içini döküyor; anında Cenâb-ı Hak necât veriyor. |
Then, he goes back to Nineveh. |
Sonra doğrulup Ninova'ya gidiyor. |
It is called Nineveh; modern historians know of Nineveh, they know the events that occurred there. |
"Ninova" deniyor; modern tarihçiler de o Ninova'yı biliyorlar, Ninova'da meydana gelen hadiseleri de biliyorlar. |
When he goes there, a hundred thousand people, in a ready position for worship, stand before God in respect and admiration; turn to God, and say 'There is no deity but Allah. Muhammad is the Messenger of Allah.' |
Oraya gittiğinde, yüz bin insan birden, kemerbeste-i ubudiyet içinde O'nun arkasında el-pençe divan duruyor; Allah'a yöneliyor, "La ilahe illallah, Muhammedu'r-Rasulullah" diyorlar. |
Yes, entreaty. |
Evet, niyaz. |
Instead of hopelessness and skepticism, instead of the breaking of wings completely after shocking trials, we need to act through verbal and active entreaty and supplication. |
Bize düşen şey de, yeis yerine, meselenin şoku karşısında tamamen kol-kanat kırılması yerine, (kavlî-fiilî) niyazdır. |
Hopelessness... Breaking of the wings... |
Yeis... kolun kanadın kırılması. |
Something like, 'What should we do?' |
"Ne yapsak ki acaba?" filan. |
'Should we go and ask for forgiveness from others?' |
"Gidip başkalarından özür mü dilesek?" |
Asking forgiveness from an oppressor strengthens their hand. |
Mü'minin, zâlimden özür dilemesi, zâlimin elini güçlendirir. |
To make things easier for them, to me, is playing a part in his tyranny. |
Zâlimin işini kolaylaştırmak, bence zulme iştirak sayılır. |
If they had been arrested, and rounded up, you could not do a thing for them, but if they have not been get caught yet and in case you have split up with each other, you shouldn't go, wander around in public areas, to make the oppressors' jobs easier. |
Derdest etmiş, götürmüşler ise, onun için bir şey yapamazsınız ama yakalanmamış, ayrılmışsanız şayet, işlerini kolaylaştırma adına bir yerde ulu-orta dolaşmamanız lazımdır. |
Because a bandit may pull up a in a car and kidnap you. |
Çünkü eşkıya arabayı yanaştırır, kaçırır sizi. |
Ali Baba's forty thieves are everywhere; confusing, polluting minds. |
Ali Baba'nın kırk haramileri, her yerde dolaşıyorlar; kafa karıştırıyorlar, zihinleri bulandırıyorlar. |
Thus, in this regard, we should not make the tyrants' job easy, we need to live with caution. |
Dolayısıyla o mevzuda temkin ve teyakkuz içinde yaşayarak, zâlimin işini kolaylaştırmamak lazım. |
'Rely on God, embrace the struggle, and yield to wisdom. |
"Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol |
If there is a way, it must be this, I don't know of another out' |
Yol varsa, budur, bilmiyorum başka çıkar yol." |
Yes, let's make the following our constant recitation, I'm begging you: |
Evet, vird-i zebân edelim, ne olur: |
'Our Lord, We persevered by trusting in You, by turning to You with all of our existence and we will return to Your presence' (Al-Mumtahina, 60:4). |
"Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız" (Mümtehine, 60:4). |
Prophet Abraham, when he was on the verge of being thrown into the blazing fire supplicated to God with, 'God is enough for us; how great a guardian He is'. |
Hazreti İbrahim (aleyhisselam), ateşe -cayır cayır yanacağı ateşe- atılacağı zaman "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" diye niyaz etmişti. |
Later on they placed those catapults on top of the mountain. |
Daha sonra o mancınıkların filan resimlerini yapmışlar; mancınıkları koymuşlar dağın tepesine. |
They prepared such a raging fire that when he would fall in to it, he would be roasted. |
Demek öyle büyük bir ateş yakmışlar ki, düştüğü zaman hemen, anında kebap olacak. |
Although this never deterred him; he stated 'Our Lord, We persevered by trusting in You, by turning to You with all of our existence and we will return to Your presence'. |
Fakat hiç umurunda değil; "Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız" diyor. |
When came face to face with similar struggles, difficulties and oppressions many times greater than that of yours, Bediüzzaman would make supplications similar to these. |
Hazreti Pîr-i Mugân da bu türlü şeylere, sizin maruz kaldığınız şeylerin kat katına maruz kaldığı zaman bu muhtevadaki duaları tekrar ediyor. |
He describes them in his writings: |
Kendi Lahikalarda ifade ediyor: |
'I repeated a thousand times, "God is enough for us, how great a Guardian He is', God is enough for us; How great a guardian He is!" |
"Bin defa, 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dedim" Allah, bana/bize kâfidir; O, ne güzel vekildir. |
'God is enough for us; How great a guardian He is!' |
"Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" |
You can also say, 'How great a Protector He is, how great a Helper He is!' |
"O ne güzel Mevlâ, ne güzel vekildir, yardımcıdır" Uzatın. |
'We seek Your forgiveness O Lord! Our return is to You.' |
"Affını dileriz ya Rabbenâ, dönüşümüz Sanadır." |
At the same time you can add the last verse of a chapter too. |
Ve aynı zamanda bir sûrenin sonundaki son ayeti de ilave edin. |
When they exclaim these in the words of devotion they always say them seven times; maybe only in one or two places it is recited once: |
Bunu virdlerde söylerken, hep yedi defa söylüyorlar; belki bir-iki yerde bir kere söyleniyor: |
'God is sufficient for me, |
"Allah bana yeter. |
There is no deity but He. |
O'ndan başka ilah yoktur. |
Only on Him I have relied. |
Ben yalnız O'na dayanırım. |
For, He is the Lord of the Great Throne' (At-Tawbah, 9:129) |
Çünkü O, büyük Arş'ın, muazzam hükümranlığın sahibidir" (Tevbe, 9:129). |
See where this last supplication is made; following the discussion of the ascent of the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, as a Prophet and his mission: |
Bu son yakarış hem de nerede deniyor; İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), zuhuruyla, misyonuyla alakalı durum ifade edildikten sonra: |
'There has come to you a Messenger from among yourselves; extremely grievous to him is your suffering. |
"Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız O'na ağır gelir. |
Full of concern for you is he, and for the believers full of pity and compassion' (At-Tawbah, 9:128). |
Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir" (Tevbe, 9:128). |
A person with such great capacity comes to the fore. |
Bu donanımla serfirâz Birisi geliyor. |
'In spite of this, if they take no heed and turn away.' |
"Buna rağmen aldırmaz, yüz çevirirlerse." |
Despite everything, he has his back to the sun, walking the complete opposite way, following his shadow. |
Her şeye rağmen; güneşe sırtını dönmüş, gölgesine takılmış gidiyor, tersine yürüyor. |
You tell him about Paradise, painting a magnificent picture for him with all its gardens and spectacles; but he simply doesn't care, and persists in saying 'I will go to Hell'. |
Sen "Cennet" diyorsun, bağı ile, bahçesi ile resmini ortaya koyuyorsun; adamın umurunda değil, "Ben, Cehenneme gideceğim" diyor. |
In that case, 'Say, sufficient for me is God; |
O zaman, "Söyle" "Allah, bana kâfidir. |
There is no deity but He. |
O'ndan başka ilah yoktur. |
Only on Him I have relied. |
Ben yalnız O'na dayanırım. |
For, He is the Lord of the Great Throne' (At-Tawbah, 9:129). |
Çünkü O, büyük Arş'ın, muazzam hükümranlığın sahibidir" (Tevbe, 9:129). |
And I have relied completely on Him alone, only He is my guardian; I have delegated all of my affairs to Him. |
Ben de O'na tevekkül ettim, vekâletimi O'na verdim, umurumu O'na tefvîz ettim. |
He is the Lord of the Divine Throne, the unique Lord. |
O, Arş-ı Azîm'in Rabbidir, biricik Rabbidir. |
And so, if we are to walk in the footsteps of the Prophets, this is what befalls us. |
Şimdi eğer yol, enbiyânın yolu ise, O'nun yolu ise, size/bize düşen şey, budur. |
Many things have lost their colour for us; much has become degraded and taken a repulsive shape. |
Şöyle-böyle bizim için de sebepler, biraz renk atmış -bi'l-külliye sukût değil renk atmış- iç bulandırıcı bir şekil almış. |
The opponents are relentlessly attacking with satanic plans and projects. |
Karşı taraf, insafsızca, hep şeytanî planlar ve projeler ile işin üzerine geliyor. |
As though they have nothing else to do, they are constantly following more and more satanic impulses to try different ways of attacking your noble efforts. |
Hiçbir işleri yokmuş gibi, oturup-kalkıp hep bunun için yeni yeni -ona da "strateji" denecekse; strateji kelimesi, ahirette benden davacı olur; "şeytanî mülahaza" demek daha uygun; bu defa da Arapça kelime olan "mülahaza" benden davacı olur; "şeytanî dürtü" diyelim- her an bir şeytanî dürtü ile, "Bir de şunu deneyelim, bir de şunu deneyelim, bir de şunu deneyelim" diyorlar. |
They are even trying to prevent the sending of very little amounts of money to the oppressed ones, in cases where one is locked up, and the other is suffering from hunger and poverty with their children. They say, 'We wonder who from, and how this money is coming; let us put an end to this.' |
Buradaki bu mağdurlara, yani evde yiyecek bir lokma ekmeği kalmamış, beyi içeride kadına, hanımı içeride beyine sağda-solda insaflarının gereği olarak üç-beş kuruş gönderen insanlar hakkında, "Acaba kim, nasıl gönderiyor; bunun önünü keselim" diyorlar. |
Do you know what this means? |
Ha bunun manası nedir, biliyor musunuz? |
'Let them starve to death.' |
"Açlarından ölsünler bunlar" demektir. |
This is not the characteristic of a believer, nor can it be affiliated with a non-believer, in fact, forgive me, not even an animal can reach such a level of cruelty. |
Bu, mü'minlik ile değil, gâvurluk ile bile telif edilemez; bağışlayın, hayvanlıkla bile telif edilemez. |
The Qur'an says: |
Kur'an-ı Kerim şöyle diyor: |
'Those are like livestock; rather, they are more astray.' (Al-A'raf, 7:179). |
"Hayır, bunlar hayvan gibidirler, hatta hayvandan daha aşağıdırlar" (A'râf, 7:179). |
They are saying: 'Let's cut their sources of money! |
"O paranın yolunu keselim! |
Investigate and take control of it. |
Araştırın, bunun üzerinde durun. |
If there is any of them here and there, find them and crush their skulls with sledgehammers! |
Hâlâ sağda-solda gaybûbet eden insanlar var ise, bunların da tepelerine binin, balyoz ile tepelerini ezin! |
Even if some of them only do so much as sharing the same feelings with them, make sure you also destroy them! |
Hâlâ birkaç tane aynı duyguyu paylaşan insan var ise, onların da hakkından gelin! |
Finish them!' |
Bitirin bunları!" diyorlar. |
They are running around like mad men, labelling innocent people who wouldn't intentionally step on an ant as terrorists. These tyrants are trying to defame these harmless people by spreading such slurs across different parts of the world. |
Bilerek karıncaya basmayan insanlar hakkında, bir yerde bir zorbanın, bir densizin "terörist" kelimesini kayda koydurması suretiyle, dünyanın değişik yerlerinde aynı hırıltıyı duyurmaya çalışıyorlar; karıncaya basmayan adamları terörist göstermek suretiyle itibarsızlaştırma, karalama gayreti içinde, cehdi içindeler. |
I have disrespected you by saying all this, and it does not befit me; and it is not right to speak like this against people. |
Bu kadarı demem, size karşı saygısızlıktı, bana da yakışmıyordu; onlara karşı da böyle demek doğru değildi. |
Yet... |
Fakat. |
May God give those who have transgressed true guidance, and may He bless them with true faith. |
Küfre doğru kaymış giden o insanları, Allah hidayet eylesin; gerçek imanı onlara da müyesser kılsın. |
This will suffice you. |
Vesselam. |