Bediüzzaman points out that just as there are wonders in sainthood, there are wonders in sincerity and pure intentions too. He says that 'There could be many wonders particularly for those who harbour serious and sincere solidarity in brotherly circles'. |
Üstad Hazretleri velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın ve samimiyetin dahi kerâmeti olduğunu belirtip "Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. |
In fact the collective spiritual personality of a community can equal to the rank of the saints who attain special nearness to God. |
Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur" diyor. |
The wonders of sainthood are known, and the difference between wonders and miracles has been clearly defined. |
Velâyetin kerâmeti, şimdiye kadar görülmüş; tarifinde de mucize ile arasındaki fark ortaya konulmuş. |
Miracles are signs for the Prophets to prove their Prophethood. |
"Mucize"ler, peygamberin peygamberliğini ispata matuf emâreler, alâmetlerdir; |
These are things that happen when God creates extraordinary events for them. |
Allah'ın yaratması ile peygamberin elinde gerçekleşen hârikulâde şeylerdir. |
If such extraordinary events take place with saints rather than Prophets, they are called wonders. |
Böyle hârikulâde şeyler, peygamberlerin dışında, Hak dostlarının eliyle ortaya konuyorsa, Allah onları veliler vesilesiyle yaratıyorsa, onlara da "kerâmet" deniyor. |
Bediüzzaman calls the extraordinary events, subtle concurrences and other beautiful things that are associated with himself favours rather than wonders, so that some people do not envy. |
Hazreti Bediüzzaman, kendi döneminde zuhur eden bir kısım hârikulâde hallere, kendisiyle de irtibatlı tevafuklar, vifâklar, ittifaklar ve güzel şeylere -bazıları rahatsızlık duyar diye- "kerâmet" deme yerine, "ikrâm" ifadesini tercih ediyor. |
You can do the same if you like. |
Siz de isterseniz öyle diyebilirsiniz. |
Calling such events wonders has a subtle connotation of assuming one's self to be the cause of such things. |
Doğrudan doğruya "kerâmet" demede, meselenin çok hafif, dolaylı yoldan, insanın kendi hususiyetlerine ait olması gibi bir mana melhuzdur. |
However when you refer to such events as favours, you acknowledge the True Owner. |
Fakat "ikrâm" denince, iş Sahibine verilmiş olur. |
The meaning of favour, in essence, is that it is something granted. |
İkrâm kelimesi, "if'âl" babındandır; esasen "birisi tarafından o ikrâm, o kerâmet lütfedilmiş" manası vardır. |
Therefore calling these extraordinary events favours rather than wonders is not just so that some people are not displeased; it is for a sublime principle. |
Dolayısıyla, Fâil-i Hakiki'yi (celle celâluhu) hatırlatma adına, "ikrâm" deme -başkalarının rahatsızlığının da ötesinde- daha ciddî bir espriye bağlıdır. |
You can call these events Divine favor, Divine courtesy or Divine compliment. |
İkrâm-ı İlâhî; bir "ihsân-ı İlahî", bir "utûfet-i Rabbâniye", bir "utûfet-i şâhâne" de diyebilirsiniz buna. |
But saints have been performing wonders since time immemorial. |
Ama velilerin kerâmeti, öteden beri olmuştur. |
To what extent? |
Neye kadar? |
Until reaching the horizon of deep familiarity with God. |
Zât-ı Ulûhiyet ile "üns billah" ufkuna ermeye kadar. |
Until reaching to the Sphere of Holiness. |
"Hazîratü'l-Kuds"a ulaşmaya kadar. |
Our minds cannot comprehend these kind of things. |
Aklımız ermez bu türlü şeylere. |
Until becoming 'an observer of the Divine Self-disclosures'. |
İlâhî tecelliler ile postnişin olmaya kadar. |
I say so by considering the matter in Qur'anic reasonableness. |
Meseleyi biraz Kur'ânî makuliyet çerçevesinde ele alarak böyle dedim. |
Until becoming 'an observer of the Divine Self-disclosures'... |
İlâhî tecelliler ile doğrudan doğruya postnişin olmaya kadar. |
Being able to consider everything in its true nature. |
Artık her şeyi, nasıl esiyorsa öyle görme, öyle duyma. |
To attain certainty in a way that will not cause any hesitation in regards to 'Divine Acts', 'Divine Names', 'Divine Attributes', and 'Divine Essence'. |
Ne "Ef'âl-i İlâhiye", ne "Esmâ-i İlâhiye", ne "Sıfât-ı Sübhâniye" ne de "Zât-ı Baht" mevzuunda herhangi bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde yakîne ulaşma. |
To observe everything from the point of view of certainty, on direct experience, as defined in Sufism. |
Tasavvuftaki ifadesi ile, her şeyi "Hakka'l-yakîn" ufkundan rasat etme. |
Imam Rabbani wrote in one of his letters; that 'certainty' will happen only in the Hereafter, but later wrote another letter; that it could be attained by some people on earth. |
İmam Rabbânî hazretleri, "O, ancak Ahirette olacak" diyor bir mektubunda; bir başka mektubunda ise, "Dünyada da bazı kimseler için bu (hakka'l-yakîn) müyesser olabilir" diyor. |
May God enable you to attain this certainty, to experience the truth as a direct experience. |
Cenâb-ı Hak, sizleri, ona mazhar eylesin. |
At the same time, may God also honour you by making you realise that He is the One Who enabled you to attain those qualities. |
Ama mazhar ettiği o şeyleri de O'ndan bilme mazhariyet ve idraki ile -aynı zamanda- şereflendirsin. |
Otherwise, attributing these acts to one's self would lead one to egotism, arrogance, conceit, and complacency without realising. |
Yoksa kendinden bilme, hiç farkına varmadan enâniyete, gurura, kibre, ucba insanı ittiğinden dolayı, kazanma kuşağında kaybettirir tamamen; |
This will lead to one failing on the cusp of victory. |
insan, hiç farkına varmadan Bel'am İbn Bâûra ufkundan birden bire Bel'am İbn Bâûra gayyasına yuvarlanır; |
It will topple one from highest realms to lowest pits. |
Bersîsâ ufkundan birden bire Bersîsâ gayyasına yuvarlanır; |
May God Almighty forbid! |
hafizanallahu teâlâ. |
Wonders are amazing things that God brings to existence through His beloved servants. |
Kerâmet, bu; bazen Hak dostu, kıymetli şahıslar eliyle Allah'ın yarattığı hârikulâde şeyler. |
Such as Abdulqadr al-Jilani. |
Hazreti Şâh-ı Geylânî gibi. |
Let me mention some saints that you are familiar with: |
Bildiğiniz velileri diyeyim: |
Muhammad Bahauddin Naqshibandi. |
Muhammed Bahâuddîn Nakşibendî. |
He still has followers in different parts of the world. |
Hâlâ tâbîleri var, devam ediyor dünyanın değişik yerlerinde. |
Master Abu al-Hasan ash-Shadhili. |
Ebu Hasan Şâzilî hazretleri. |
He still has followers in different parts of the world. |
Hâlâ tâbîleri var, devam ediyor dünyanın değişik yerlerinde. |
Master Mustafa al-Bakri as-Siddiqi. |
Mustafa Bekrî Sıddîkî hazretleri. |
He still has followers, he even had followers in Turkey; |
Hâlâ tâbîleri devam ediyor, Türkiye'de bile uzantıları vardı; |
I knew some of these people, those that were on that path. |
Kıtmîr'in tanıdığı insanlardan da vardı onlara tâbî olan, o yolda olan; |
He was also a leader of those from the Hanafi school. |
Ehlullahtan, Hanefi mezhebinde olanlardan başta gelen bir serkârdır aynı zamanda. |
Some wondrous things may emerge from the hands of all of these people; God creates these. |
Bunların hepsinin elinden böyle hârikulâde bazı şeyler meydana gelebilir; Allah, bunları yaratır. |
In terms of relating to the Divine Essence, it is a Divine favour; however, under the condition that it is wondrous, that event is called a wonder. |
Zât-ı Ulûhiyete nispet edilmesi açısından "ikrâm-ı İlâhî"dir; fakat o meseleye, hârikulâde olması itibariyle "kerâmet" deniyor. |
Just as these individuals have separate wonders; there is also the wonder of the collective spiritual personality. |
Böyle teker teker fertlerin kerâmetleri olduğu gibi; bir de şahs-i manevînin kerâmeti vardır. |
The wonder of the collective spiritual unity of people; as though they have become singular, virtually one person, a a firm and solid structure. |
Tamamen bütünleşmiş, âdetâ tek bir insan haline gelmiş, bir "bünyân-ı marsûs" gibi olmuş insanların birlikteliğinin kerâmeti. |
No more are Ali, Veli, Bekir or Mustafa considered separately; they are each one part of a whole, becoming the parts composing one entity; virtually one individual; one an eye, one an ear, a tongue, lips, a hand, a foot, a heart, a feeling, the conscience, etc. |
Artık ayrı ayrı Ali, Veli, Bekir, Mustafa değil; Ali, Veli, Bekir, Mustafa'nın biri göz, biri kulak, biri dil, biri dudak, biri el, biri ayak, biri kalb, biri his, biri vicdan, biri bilmem ne; bir bütünün parçaları, bir bütünü meydana getiren uzuvlar haline gelmiş; âdetâ tek bir fert. |
This concord and alliance, as mentioned by Bediüzzaman, is enabled by the grace of God. |
Vifâk ve ittifak -Hazret'in dediği gibi- tevfîk-i İlâhî'nin vesilesidir. |
If one of the unveilings of this grace of God is wonders, then this kind of concord and alliance, this Divine favour, can enable those wonders. |
O tevfîk-i İlâhînin tecelli dalga boylarından bir tanesi de kerâmet ise şayet, işte böyle bir vifâk ve ittifak, öyle bir ikrâm-ı İlahîye, öyle bir kerâmete vesile olabilir. |
Yes, wondrous things can occur from this concord and alliance, just as it can from a saint's hand. |
Evet, aynı zamanda o vifâk ve ittifaktan da -bir velinin eliyle olduğu gibi- bir kerâmet meydana gelebilir. |
There are different opinions regarding the occurrences of wonders. |
Kerâmetin meydana gelmesi mevzuunda Ehlullâhın mütalaaları farklıdır. |
For instance, some individuals can appear in multiple places at once. |
Mesela, bazen insan, "tayy-i mekân" yapabilir; burada duruyorken, bir başka yerde de görünebilir. |
The great figure you all know, he appears to be praying in a mosque whilst in prison. |
Hani bildiğiniz, büyük bir zatı, zindanda iken mescitte namaz kılarken görüyorlar. |
Later they scold the prison officer watching over him saying: |
Sonra zindancıyı, oradaki gardiyanı, başgardiyanı tedip ediyorlar: |
'Why are you setting this man free, he is coming to the mosque.' |
"Ne diye bu adamı bırakıyorsunuz, mescide geliyor." |
But he himself does not accept this claim but instead says: |
Fakat o kabul etmiyor onu; yani, kendisinin hem orada hem orada olduğunu kabul etmiyor da diyor ki: |
'At times, some individuals may appear in the image of others.' |
"Bazen bazı kimseler bazı insanlar suretinde temessül eder, öyle bulunurlarmış." |
But there is a truth that has long been accepted. |
Fakat öteden beri kabul edilmiş cârî bir durum var, bir hakikat var. |
Good and righteous people, who are pure and sincere saints, may be able to help people with their affairs by being in multiple places at the same time with their light emitting bodies. |
"Ebdâl" ("Bedîl"in cem'i olup temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve Evliyâullahtan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir.) esasen vücûd-i necm-i nurânîleri ile bir anda on yerde bulunabiliyorlar âdetâ. |
With their light emitting bodies, shining bodies and illuminated bodies. |
"Vücûd-i necm-i nurânî"leri, "vücûd-i necm-i sâkibî"leri, "vücûd-i necm-i hâkânî"leri ile. |
These are terms related to Sufism. |
Tasavvufa ait ifadeler bunlar. |
The term 'light emitting body' was used by Bediüzzaman to describe our noble Prophet, in the context of the night of Ascension. |
"Vücûd-i necm-i nurânî" tabirini, Miraç münasebeti ile, Efendimiz hakkında, Hazreti Pîr de kullanıyor. |
Whilst sitting among you here, they may be circumbulating at the Ka'ba, sending peace and blessings to the Prophet at his Mosque and greeting the respected Abu Bakr: |
Burada, sizin içinizde otururken, orada Kâbe'yi tavaf ediyor; sizin içinizde otururken, Muvacehe karşısında "Esselatu vesselamu aleyke ya Rasulullah" diyor, Hazreti Ebubekir'e selam veriyor: |
'O eminently truthful person, peace be upon you.' |
"Ey Sıddîk, esselâmu aleyke" diyor. |
These Divine favours may manifest themselves as wonders in some individuals. |
Bu türlü "ikrâm-ı İlâhî" dediğimiz kerâmetler zuhur edebilir şahıslarda. |
Such wonders may manifest in such individuals but it is not exclusive to them. |
{1>Ş<1}ahıslarda öyle kerâmetler zuhur edebilir; fakat mesele sadece buna münhasır değildir. |
Essentially, those who have invested themselves in complete sincerity, God-consciousness and longing for God do not pay much attention to these. |
Esasen tamamen her meseleyi "ihlas"a, "ihsan şuuru"na, "iştiyâk-ı likâullah"a bağlamış insanlar, bunları çok beride mütalaa ediyorlar. |
It is such that, when the event of being in one place but seen in ten is mentioned, they say, 'Oh let go of those things, they are simple matters. |
Öyle ki, hani bir yerdeyken on yerde birden görünmeden bahsedilince "Yahu bırak o türlü şeyleri, bunlar basit şeyler esasen. |
Is this even worth mentioning whilst there is the loving and longing for reunion with God?' |
Aşk u iştiyâk-ı likâullah'ın yanında bundan söz mü edilir?" diyorlar. |
If one says, 'He walks on water,' they do not give it importance. |
Biri hakkında "Suda batmadan yürüyor" dense, onu önemsemiyorlar. |
Remember the words of Maruf Karkhi. |
Hani Maruf-i Kerhî'nin sözlerini hatırlayın. |
He is mentioned as the fifth person who continued the ability to exercise freedom of choice and perform certain actions; there are four people and he is stated as the fifth. |
O da hâlâ tasarrufu devam edenler arasında beşinci şahıs olarak söylenir; dört şahıs var, beşinci olarak onu da söylerler. |
He came to Islam from another religion, however he ascended exponentially at once and reached their degree. |
Başka bir dinden İslamiyet'e girmiş; fakat birden bire öyle amudî yükselmiş ki, onlar seviyesine ulaşmış. |
He has words of devotion in The Imploring Hearts; |
El-Kulûbu'd-Dâria'da onun da virdleri var; |
he has three consecutive sections; all are very different and should be noted. |
üç tane virdi var, peşi peşine; hepsi de çok farklı, üzerinde durulması gerekli olan virdler. |
He also considers these things lightly: |
O Hazret de bu türlü şeyleri hafife alıyor: |
When they say, 'He walks on water,' he replies, 'And animals also swim, what is the matter with this?' |
"Suda batmadan yürüyor onlar" denince "Yahu hayvanlar da yüzüyorlar, ne var onda." |
Again, they say, 'The man flies.' He says, 'Birds also fly, what is the matter?' |
Yine, "Uçuyor adam" denince, "Yahu hayvanlar da, kuşlar da uçuyor; ne var onda" diyor. |
He regards it so lightly. |
O kadar hafife alıyor. |
Why? |
Neden? |
He sees these as simple in relation to important issues. |
Büyük şey karşısında bunları küçük görüyor. |
In comparison with one's heart to be beating with the love of God, to be on the path of the Prophet and to lovingly long for the reunion with God, these are seen as very minor things. |
Allah'a âşık olma, Peygamber yolunda bulunma ve aşk u iştiyâk-ı likâullah ile sürekli kalbin çarpması karşısında bunlar çok küçük şeyler olarak görülüyor. |
Firstly; they have this kind of perspective on these matters. |
Bir; bu türlü şeylere onların böyle bakışları var. |
And also they disassociate themselves with these events; |
Bir de sahiplenmeme bu türlü şeyleri; |
If they witness unexpected events, they say, 'By God, I do not know. |
kendi kendine gelmiş bu türlü şeyler varsa, "Vallahi benim haberim yok. |
Someone came and dressed me in a robe; everything belongs to the Dresser!' |
Birisi getirmiş, bana bir hil'at giydirmiş, bir cübbe girdirmiş; her şey Giydiren'e ait" deme. |
On the other hand, there are such wonders that are bestowed with collective spiritual personalities. |
Diğer taraftan, bazı kerâmetler vardır ki onlar, şahs-ı manevîye ihsan edilmiştir. |
Let's say that only a handful of people are carrying out the tasks that the greatest people, that governments cannot do. |
Diyelim ki, hakikaten bir avuç insan, bir gün, çok büyük kimselerin, devletlerin yapamadığı işleri yapıyorlar. |
For instance, tasks that were not bestowed on the Ottoman State. |
Mesela Devlet-i Aliyye'ye nasip olmayan işleri yapıyorlar. |
This is very important because Muhyiddin ibn Arabi considers the Ottomans as the second group of caliphs after the first Islamic rulers. |
Bu çok önemli zira Hazreti Muhyiddin İbn Arabî, Osmanlı'yı Râşid halifelerden sonra ikinci olarak mütalaa ediyor. |
They are seated in a notable, important position; this is seen in their lineage. |
Özel bir yere, önemli bir konuma oturtuyor onları; Şecere-i Numaniye'de bu görülüyor. |
Those who have analysed this carefully; they will understand the place of the Sublime State. |
Hani onu heceleyen insanlar, hecelediklerinde görecekler, en azından bazı hecelerinde anlayacaklar; Devlet-i Aliyye'yi nereye oturttuğunu anlayacaklar. |
However, God did not allow the Sublime State to open schools in 170 or 180 countries. |
Fakat Devlet-i Aliyye'yi, dünyanın yüz yetmiş, yüz seksen ülkesinde okul açmaya, Cenâb-ı Hak, muvaffak kılmamış. |
They were the standard-bearers of Islam and maintained their position as a balancing factor in the balance of power in the international arena. |
İslam'ın bayraktarlığını yapmışlar, hiç attan inmemişler, değişik yerlerde devletler muvazenesinde muvazene unsuru olma konumunu korumuşlar. |
We remember them fondly, |
Başımızın tacı; hep hayırla yâd ediyoruz; |
what they did had not been accomplished by others. |
onların da yaptıkları şeyler başkaları tarafından yapılmamıştır. |
Nevertheless, just as God has made termites build domes, He has made great things from small people. |
Bununla beraber, bazen de Allah (celle celâluhu) termite kümbet yaptırdığı gibi, böyle küçük insanlara çok büyük şeyler yaptırtıyor. |
They could not open schools in a hundred and seventy countries, not even in seventeen countries. |
Onlar, dünyanın yüz yetmiş ülkesinde değil, on yedi ülkesinde hususî okul açamamışlar, kendilerine göre. |
They have things that belong to them amongst their conquests but they did not travel to the far East, the North and places like South Africa. |
Hani fütuhât dairesinde, girdikleri yerlerde, onlara ait şeyler var ama böyle en uzak doğuya giderek, en kuzeye giderek, en güneye giderek, Güney Afrika'ya giderek, oralarda öyle şeyler yapamamışlar. |
Sometimes, God allows small people to do those things. |
Allah, bazen, daha küçük insanlara o şeyi yaptırtıyor. |
This is a Divine favour; it could be considered as an wonder from God to a community. |
Bu da bir ikrâm-ı İlâhidir; Cenâb-ı Hakk'ın bir cemaate kerâmeti sayılabilir. |
This is a Divine wonder; one must be aware of its source. |
Kerâmet-i İlâhiyedir bu; O'ndan bilmek lazım. |
This wondrous state appears in the course of events, a blessing that requires a communal state, but people should consider it as a Divine favour. |
Mesele cereyan şekliyle bir kerâmettir, cemaate terettüp eden bir keramettir ama insanlar bakarken, "Bu bir ikrâm-ı İlahîdir" diye bakmalıdır. |
'Why is it a Divine favour? |
"Neye ikrâm-ı İlâhîdir? |
It is a Divine favour of concord and alliance.' |
Vifâk ve ittifaka ikrâm-ı İlâhîdir. |
'Because concord and alliance is a means for reaching God's help', I am repeating this phrase. |
"Çünkü vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî'nin vesilesidir" sözünü tekrar ediyorum. |
Indeed, one must look at miracles, wonders and favours in such a light. |
Evet, mucize, kerâmet ve ikrâma bu şekilde bakmak lazım. |
Bediüzzaman says, 'There could be many wonders particularly for those who harbour serious and sincere solidarity in brotherly and sisterly circles.' |
"Bahusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir." |
Yes, a firm and solid structure... |
İşte bünyân-ı marsûs. |
As narrated in a hadith, 'Without doubt, believers are like a firm and solid structure'. |
Bir hadis-in ifadesiyle, "Şüphesiz mü'minler birbirlerine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibidirler." |
They are like molten lead or steel, moulded together in a dome. |
Âdetâ kurşun ile, demir ile birbirine perçinlenmiş bir kubbe gibidirler. |
Current domes in mosques may not be of such quality, in such a state, yet, in the past, the domes were built quite strongly. |
Bu mescidin kubbesi belki o ölçüde, o kıvamda değildir ama Devlet-i Aliyye döneminde yapılan o kubbeler çok sağlam yapılmıştır. |
In some cases, maybe the walls have started degrading however there are never a cracks in the dome. |
Bazılarında belki duvarlar açısından merkez kaçlar olmuştur fakat kubbelerde bir çatlama olmamıştır. |
Truly, it is as though it is secured with metal, it is very strong and firm, there is not a single crack. |
Hakikaten demir ile perçinlenmiş gibidir böyle, o kadar sağlamdır; o günden bugüne bir çatlama olmamıştır. |
At the mosque that I was once Imam at, there were a few cracks in the dome, but over a period of five or six centuries, that is remarkable. |
Fakîr'in imamlık yaptığı camidekinde bir-iki küçük çatlaklık vardı ama düşünün aradan neredeyse beş buçuk asır geçmiş, altı asra yakın bir zaman geçmiş; o kadar bir şey. |
Buildings made today begin to fall apart very quickly. |
Günümüzde dün yaptıkları şey, bugün yerle bir oluyor. |
At a time when building analysis, foundation analysis and other technologies exist, to build something and have it fall apart the very next day; not like that... |
Hem böyle statik-mitatik dedikleri, zemin yoklaması filan dedikleri, blokaj dedikleri şeylerin çok ileri seviyede değerlendirildiği bir dönemde, dün yap bugün yıkılsın; öyle değil. |
A firm and solid structure; very strong... |
Bir bünyân-ı marsûs, sağlam. |
Now, if humans unite with one another in a similar manner, |
Şimdi, öyle kenetlenirse insanlar birbirine. |
if they live synchronised with the emotions of their brothers and sisters, |
Kardeşlerinin hissiyatı ile yaşarsa. |
if their conscience is troubled by their sorrow. |
Onların acılarını aynen vicdanında duyarsa. |
if they are delighted as much as their brother or sister is, |
Bir kardeşinin sevineceği şeylere onun kadar sevinirse. |
if they have mutual connection, and if they prioritise them over everything... |
Onun kendisine bağlı olduğu kadar, o da ona bağlı olursa, onu her şeye tercih ederse. |
Further to the point, let me say: |
Meseleyi biraz daha ileriye götürerek diyeyim bunu isterseniz: |
We know that the chain of prophetic succession ended with our noble Prophet, it ended with him. |
Hâşâ, Efendimiz'den sonra peygamber gelmemiştir; peygamberlik silsilesi, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile noktalanmıştır. |
However, the spiritual chain he instigated lingers on. |
Fakat O'nun ortaya koyduğu ruh açısından esasen o mana devam etmektedir. |
A true believer cannot be considered in faith, and cannot be considered brothers with each other unless if he is able to prefer his brother or sister over his own desires. |
Her bir mü'min, hâlis mü'min, kardeşini kendi nefsine tercih etmediği takdirde, onun hakiki mü'min kardeşi olamaz. |
I say this in reference to the words of the respected Umar ibn al-Khattab. |
Hazreti Ömer efendimize dediği söze binaen diyorum bunu: |
When he said, 'I love you far more than I love myself, my wife, my children, and my family', God's Messenger replied saying, 'If you do not love me more than your soul, your belief is not complete'. |
Hazreti Ömer, "Seni, ben, eşimden, çocuklarımdan, aile efradımdan daha fazla seviyorum" deyince, "Beni, kendi nefsinden de fazla sevmedikten sonra iman etmiş olamazsın" buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). |
He had such a spirit that upon hearing those words he suddenly says, 'O Messenger of God! |
Onda öyle bir ruh var ki, bu söz karşısında anında, birden bire tornistan oluyor; "Yâ Rasûlallah. |
I now love you more than my soul'. |
Seni, nefsimden de artık seviyorum." |
Brotherhood should be considered within that framework and one should be able to say, 'I love you more than I love my soul'. |
Kardeşliği o çerçevede ele almak lazım ki, "Seni, nefsimden de fazla seviyorum" diyebilmeli. |
To the extent of 'If God is to bring a calamity over you, let it befall me instead'. |
"Allah, sana bir musibet vereceğine bana versin" diyecek kadar. |
To the extent of 'If your child is to die and you are in sorrow, let my child die and I feel sorrow'. |
"Senin evladın öleceğine ve senin üzüleceğine, benim evladım ölsün, ben üzüleyim" diyecek kadar. |
The spirit of altruism... |
Îsâr ruhu. |
Not only with food and drink, but in every way. |
Sadece yemede, içmede, hayatta nefsine tercih etme değil; |
One must experience a peak in altruism to keep his friends pleasures preferred over oneself. |
bir yönüyle âlâmda ve lezâizde de kardeşini kendisine tercih edecek kadar zirvede bir îsâr ruhu yaşama. |
Such a concord and alliance... |
O ölçüde bir vifâk ve ittifak. |
The All-Just God will have such wonders, such favours to such a community, that these will be equivalent to or at the same level as the favours given to big scholars such as Abdulqadr al-Jilani, Ibn Bashish, Abu al-Hasan ash-Shadhili, Muhammad Bahauddin an-Naqshband, Najmaddin al-Qubra, Imam Rabbani and Mawlana Khalid al-Baghdadi. |
Cenâb-ı Hakk'ın öyle bir topluma, öyle kerâmetleri olur ki, öyle ikrâmları olur ki, o, hakikaten, en büyük velilerin, Şâh-ı Geylânî'nin, İbn Beşîş'in, Ebu Hasan Şâzilî hazretlerinin, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin, Necmeddin-i Kübrâ'nın, İmam Rabbânî'nin, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî'nin kerâmetlerine denk olur, o ölçüde olur. |
However, I believe these will only be possible through rehabilitation and not occur suddenly. |
Fakat zannediyorum bu, rehabilitasyon ile gerçekleşebilecek bir husustur, birden bire olmaz. |
This should be the topic of all our conversations everywhere we go and we should act in the pursuit of acquiring a firm and solid structure for our friendship. |
Oturup kalktığımız her yerde, bu kardeşliği, bu ölçüde ele almak, hakikaten "bünyân-ı marsûs" haline getirme adına sohbetleri o istikamete kanalize etmek lazım; meseleyi hep o mecrâda götürmek lazım. |
I believe when taken seriously like this, one will reach the ocean and one will transform into a drop in the ocean then become mercy and finally turn into a cloud. |
O mecrâda götürülürse, zannediyorum, öylece işte o deryaya ulaşılır ve derya haline gelince de insan bu defa damlaya dönüşür; sonra rahmet olur, sonra bulut haline gelir. |
Hence one will pour down onto you as mercy, be absorbed by the ground and squirt from the fountains and continue in perpetual motion to flow back to the ocean in cascades. |
Sonra rahmet halinde sizin başınızdan aşağıya yağar, yer tarafından emilir, kaynaklar tarafından fışkırır, bir devr-i dâim haline gelir, yeniden deryaya doğru çağlayanlar halinde akar. |
A prosperous cycle will form between ocean and droplet. |
Derya-damla, damla-derya arasında bir "sâlih daire" oluşur. |
We say 'prosperous cycle'; doctors do not use this terminology. |
"Sâlih daire" diyoruz; bu tabiri kullanmıyor hekimler. |
They used to say 'imperfect cycle' before, now they refer to it as 'vicious circle'. |
"Fâsid daire" diyorlardı eskiden, şimdi "kısır döngü" deniyor. |
You could also refer to prosperous cycle as 'virtuous cycle'. |
Bu sâlih daireye de "doğurgan döngü" diyebilirsiniz. |
This level will be reached through moral rectitude and through balanced union with the spirit of altruism, by God's leave and beneficence. |
Evet, istikamet korunur ve o ölçüde îsâr ruhu ile bir kenetlenme olursa, Allah'ın izni ve inayeti ile, bu durum yakalanır. |
I believe this favour of union is more important than many extraordinary favours such as being able to fly in the air, stand on water without sinking and be present at multiple places at the same time. |
Bence, bu kerâmet, insanın öyle havada uçma kerâmetinden, suda batmama kerâmetinden, aynı zamanda bir anda birkaç yerde birden -Ebdâl'ın bulunduğu gibi- bulunma kerâmetinden çok daha önemlidir. |
And because it does not come about by the hand of an individual, I think it will not trigger feelings of egotism, arrogance and pride. It will not evoke such feelings within us. |
Hem böyle hususî bir şahsın eliyle ortaya çıkmadığından dolayı, zannediyorum enâniyet adına, ucub adına, fahir adına da değişik şeyleri çağrıştırmaz bu, insana tedâî ettirmez bu. |
If it is viewed correctly as a Divine grace assigned to a community, viewed correctly and through such a lens, the lens of wisdom, then I believe one will not fall into egotism, and be freed from arrogance, pride, conceit, and vanity. |
Dolayısıyla bir cemaate terettüp eden ihsan-ı İlâhî olarak hakikaten doğru bakılırsa, doğru görülürse, meseleye o mercek ile bakılırsa, o irfan merceği ile bakılırsa, zannediyorum insan enâniyete düşmemiş, aynı zamandan kibirden, gururdan, ucubdan, fahirden de kurtulmuş olur, âzâde olur. |
For this reason it is much more important than the other. |
Dolayısıyla öbüründen çok daha önemlidir. |
Much more important than individual extraordinariness, flying in the sky, seeing oneself in Paradise whilst in the world, meeting beautiful companions, and the like. Because this way one does not attribute any of it to oneself. |
Şahsî kerâmetlerden, havada uçmaktan, kendini burada iken Cennet'te görmekten, Huri ve Gılmanlar ile tanışmaktan çok daha önemlidir; çünkü kendisine bir şey mal etmiyor. |
Altruism... |
Îsâr... |
Our bonds should be at this level. |
Kardeşlik bu ölçüde olmalı: |
'... and in their hearts do not begrudge what they (other believers) have been given, and (indeed) they prefer them over themselves, even though poverty be their own lot' (Al-Hashr 59:9). |
"Onlar, mü'minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kıskançlık, bir ihtiyaç duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler" (Haşr, 59:9). |
Let's put it like this: |
Burada isterseniz şöyle diyelim: |
Imagine there is one of us, so virtuous they may as well fly in the skies. |
Birisi hakikaten havada uçacak kadar, çok önemli; |
And imagine he has a brother who can hardly walk straight. |
bir kardeşi de var ki, o mevzuda derbeder, düşe-kalka yürüyor. |
But the former sees his brother as so very special and virtuous that he thinks: |
Fakat onu öyle kıymetli görüyor ki. |
'Our brother has such special virtues and attributes, he is much above me in spiritual rank, my superior'. |
"O kardeşimin bazı meziyetleri var; o, benim çok üstümde, çok fâik. |
'I wish he would step forward and lead the Prayer and I may pray behind him'. |
Keşke geçse de namazı o kıldırsa, ben de onun arkasında namaz kılsam" diyor. |
In other words, one person sees himself as though he is flying the skies. |
Bir başka ifadeyle, herhangi birisi kendini havada uçar gibi görüyor. |
But another cannot even walk straight. |
Biri de düşe-kalka yürüyor. |
But there is such a spirit of altruism and unity and oneness that he thinks: |
Fakat öyle bir îsâr ruhu var ki, öyle bir kenetlenme var ki, şöyle düşünüyor: |
'My brother has such fine attributes' |
"Bunun bazı hususiyetleri var ki. |
He has such courtesy to Almighty God. |
Cenâb-ı Hakk'a bir teveccühü var ki. |
I witnessed a few times that when he said 'God!' my heart was going to stop, it was such an utterance. |
Bir-iki kere ben onun öyle 'Allah.' dediğine şahit oldum; öyle bir dedi ki, benim kalbim duracaktı. |
This is his right.' |
Dolayısıyla esasen bu hak ona ait" diyor. |
To think and speak in this manner... |
İşte böyle düşünüp diyecek kadar. |
In addition, the spirit of altruism as indicated in the verse, 'In their hearts do not begrudge what they have been given; and (indeed) they prefer them over themselves, even though poverty be their own lot' should not be understood as only sacrificing everything in their hands when others are in need. |
Ayrıca, "Onlar, mü'minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kıskançlık, bir ihtiyaç duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler" ayetiyle işaret edilen îsâr duygusunu sadece, kendileri fakr u zaruret içinde iken, ellerindeki her şeyi başkalarına vermeleri şeklinde anlamamak lazım. |
Altruism in every matter... |
Her hususta îsâr. |
'The nation elected me; made me a member of parliament. |
"Millet, beni intihap etti; beni milletvekili yaptılar. |
I wish another had been chosen, he has an exalted standard of character, he is a more chaste man, he is too honorable to take other people's possessions.' |
Keşke falanı yapsalardı; o, karakter bakımından daha yüksek, daha iffetliydi; milletin arpa kadar malına elini uzatmayacak kadar namuslu idi, iffetli idi." |
Or, 'They elected me as a minister, I wish someone else could have been chosen. |
Veya "Beni bakan yaptılar; keşke falanı yapsalardı. |
As a matter of fact, in terms of character, in terms of being a human, he is superior to me; he is as he was in the past, like Abu Bakr, my God be pleased with him'. |
Ben bakıyorum, esasen, karakter bakımından, insan olma bakımından, o, çok daha fâik bir insan; dün nasıldı, bugün de öyle, Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi." |
The respected Abu Bakr lived in a hut. |
Hazreti Ebû Bekir bir kulübede yaşıyordu. |
He put down eleven incidents of division and apostasy. |
On bir tane irtidât hadisesini bastırdı. |
He prepared such a base, a foundation; and following him, the respected Umar ibn al-Khattab defeated two super powers. |
Bir blokaj hazırladı, bir statik ortaya koydu; arkadan gelen Hazreti Ömer, iki tane süper gücü yerle bir etti. |
Abu Bakr was such a person. |
Ebû Bekir, öyle bir insandı. |
However, if you would have asked him personally... |
Fakat kendisine sorarsanız? |
When his robes dragged on the ground he asked, 'O Messenger of God, is this pride as well?' |
Cübbesinin eteği yerde süründüğünden dolayı, "Yâ Rasûlallah, bu da kibir midir? |
He is worried that he would also topple over together with others. |
Ben de onlar ile beraber tepe taklak mı giderim?" endişesini taşıyor. |
On one hand, he is at the peak, together with the angels; however, on the other hand, he sees himself as nothing in essence, he preferred others over his own self. |
Bir taraftan öyle zirvelerde, âdeta başı, melekler ile beraber, onlar ile kanatlanmış bir üveyik gibi; fakat beri tarafta kendisini hiç ender hiç görüyor ve başkasını nefsine tercihe açık bulunuyor. |
It is for this reason that during the time when people were pledging allegiance to him, he shakes the respected Umar ibn al-Khattab's hands and offers his pledge of allegiance to him; however Umar gets up and grabs his hands and says, 'There can be no pledge to anyone else when Abu Bakr is present'. |
Onun için kendisine biat edildiği dönemde, Hazreti Ömer'in elini sıkıyor, ona biat etmek istiyor; o ise, hemen kalkıp onun elini sıkıyor, "Ebû Bekir'in olduğu yerde, başkasına biat edilmez" diyor. |
This is the spirit of altruism that was prevalent. |
Böyle bir îsâr ruhu. |
A spirit that always perceives others to be superior to oneself. |
Başkalarını her zaman kendinden daha fâik gören bir ruh. |
To be able to say, 'I am not worthy of that'; to be in such a state of humility that one even questions oneself when certain events and circumstances bring him to a certain level. |
"Ben, ona layık değilim" diyecek kadar; bir yönüyle, şartların ve hadiselerin kendini bir yere getirmesi karşısında bile kendisini sorgulayacak, kendi ile yüzleşecek kadar acz u fakr duygusu içinde. |
One who constantly confronts oneself with the feeling of shame, who questions one's carnal soul, who sees everyone as superior to himself, and says 'If only it was him rather than me'. |
Hacâlet ve mahcubiyet duygusu içinde kendisini yerden yere vuran, kendisi ile sürekli yüzleşen, nefsini sürekli sorgulayan, herkesi kendinden daha fâik gören ve "Keşke o olsaydı" diyen insan. |
A brotherhood and sisterhood imbued with this mentality... |
Böyle bir düşünce çerçevesinde kardeşlik, böyle bir kardeşlik. |
That is why I linked the matter to those words that our noble Prophet, peace and blessings be upon him, said to the respected Umar. |
Onun için Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ömer efendimize dediği o söze bağladım meseleyi. |
'Not me, in fact my brothers are important; not me.' |
"Ben değil, esas benim kardeşlerim önemlidir; ben değil." |
Someone's observation: |
Birinin mülahazası: |
A person was giving a sermon, and the audience was valuing him, saying he is a good speaker. |
Vaaz ediyormuş da bir adam, el-âlem de değer atfediyormuş ona, iyi konuşuyor diye. |
However, I listened to this from him, he said, 'I make so many mistake while speaking, but one day from amongst these people listening to these words will come a person who will speak the truth to the people, I am speaking these words to make way for them.' |
Fakat -ben kendisinden dinledim- diyor ki, "Esasen bu yanlışı yapıyor ve bu yamuk-yumuk sözleri söylüyorum, ta ki, bugün bunları kavrayan, dinleyen şu insanlar içinde bir gün bu kürsüye çıkacak, bu meselelerin doğrusunu söyleyecek insanlar olacaktır; ben, onlara yol açmak için o kürsüye çıkıyorum. |
One day one will appear from amongst them and will explain the ultimate truths; that is why I am speaking, otherwise what I am doing is impudence.' |
Bir gün şunların içinden bir tanesi çıkacak, hakka-hakikate tercüman olacak; onun için konuşuyorum, yoksa yaptığım şey, küstahlıktır." |
Do not look at this issue from the perspective of believing that you are superior to others. |
Meseleye bu zaviyeden bakma, herkesi kendinden daha fâik görme. |
'I sat down and talked to these people, they were quite effected by the things I said, and they clustered around me and became a firm and solid structure'. |
"Ben oturdum, konuştum da böyle, insanlar tesirde kaldılar, etrafımda kümelendiler, bir bünyân-ı marsûs haline geldiler." |
These thoughts are the whisperings of Satan, the whisperings from your right, may God protect us from it. |
Hafizanallah, bu düşünceler şeytanın dürtüleri, sağdan gelen dürtüleridir. |
If this person was the reason for all these listeners to go to the Ka'ba and make all of them circumambulate the Ka'ba, I believe they should still look at themselves like this: 'Oh my God! |
İnsan, dinleyenlerin hepsini birden Kâbe'ye sevk etse ve hepsini bir yerde tavvâfînden eylese metâfta, bence yine kendine öyle bakmalı; "Allah Allah. |
How did these people come into this path, despite all of my stupidity!', and face himself regarding this matter, and beat himself up. |
Bu insanlar, benim ahmaklığımda nasıl oldu da böyle sülûk ettiler o yola" diyecek kadar kendi ile yüzleşmeli, kendini yerden yere vurmalı. |
If you don't beat yourselves up just like how tanners once beat their hides, you will start finding the faults of others without even realising. |
Sen, bir debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi, kendini yerden yere vurmazsan, hiç farkına varmadan başkalarında kusur aramaya başlarsın. |
A person, who finds the faults of others, will always commit faults throughout their lives. |
Başkalarında kusur arayan insan da hayat boyu hep kusur irtikâp eder durur. |
We shouldn't act like a prosecutor, but rather like a just judge. |
Müddeî (savcı) gibi değil, âdil bir hâkim gibi davranmak lazım. |
Prosecutors search for mistakes, 'Does this person have any other mistakes or crimes? |
Müddeî, kusur arar; "Daha başka bir suçu var mı bunun? |
Go check this person out and understand his surroundings, find out who this person has relationships with?' |
Hele bakın, böyle etrafını bir karıştırın; kimlerle münasebeti vardı bunun, ne halt karıştırıyordu?" filan. |
This is what a prosecutor does, and such a treatment is merciless. |
Müddeî, öyle yapar ki bu insafsızlıktır. |
However if a person who is acting in line with the law, who has chastity, honor and is true to his word is the judge, then the verdict will be given accordingly. |
Fakat kanunlara bağlı hüküm veren insan, afîf ise, namuslu ise, doğru ve müstakîm yaşamış ise, orada ona göre hüküm verir. |
Yes, we should act like this towards other people; regarding ourselves, we should have an attitude of how tanners once beat their hides, and should beat ourselves from top to bottom. |
Evet, başkaları hakkında öyle davranmalıyız; kendimiz hakkında da bir debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi tavır almalı ve kendimizi yerden yere vurmalıyız. |
Who knows, the number of wonders that will occur, if we act like this, resulting in the establishment of a consciousness of brotherhood. |
Böyle davranırsak, o kardeşlik şuurunu tesis etmiş oluruz ve ona kim bilir ne kerâmetler, ne kerâmetler ihsan edilir. |
I repeat: |
Tekrar ediyorum: |
Bediüzzaman says, 'There could be many wonders particularly for those who harbour serious and sincere solidarity in brotherly and sisterly circles. |
Hazreti Üstad, "Bahusus lillâh için olan uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî ve samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. |
In fact the collective spiritual personality of a community can reach the rank of the saints who attain special nearness to God.' |
Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur" diyor. |
Just like Abdulqadr al-Jilani, |
Hani, Abdulkadir Geylânî hazretleri. |
or Abu al-Hasan al-Kharaqani. |
Ebu'l-Hasan el-Harakânî hazretleri. |
Is his tomb in Kharaqan? |
Harakan'da mı türbesi? |
Although it is said it is in the city of Kars. |
Fakat Kars'ta olduğu söyleniyor. |
During his lifetime Kars was not in the hands of Muslims but it's a possibility that they may have moved his blessed body there later on. |
Onun yaşadığı dönem itibariyle Kars, Müslümanların elinde değil ama ihtimal sonradan onun mübarek na'şını oraya getirmiş olabilirler. |
There is a shrine there, a tomb, and it is said in some narrations that he manifests there and there are other things too but I do not want to divulge too much into this matter for I fear it may lead to jealousy from others; again there are other things about you too. |
Türbesi var, türbedarı var hâlâ, orada temessül ettiğine dair rivayetler var ve daha başka şeyleri de var ama söyleyince başkalarını kıskandırmış olur diye açmayacağım; yine sizin ile alakalı daha başka şeyleri de var. |
Later there is also Sheikh al-Harrani. The name of the place he is from, Harran, is added to his name. |
Sonra Şeyhu'l-Harrânî. o da Harranlı olduğundan, sadece mekanına nisbeten söyleniyor. |
With God's leave, certain blessed figures such as these still continue to have an effect to this day. |
Böyle bazı zatların tasarrufları devam ediyor, Allah'ın izni ve inayeti ile. |
They continue to act just like the noble Spirit of the Master of Humankind appears and performs his intercession. |
Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın temessül edip şefaatlerinin devam etmesi gibi devam ediyor. |
There is also Aqil al-Manbiji; some say al-Mumbiji too; you know of the town of Manbij, where there are ongoing battles. |
Bir de Akîl Mimbecî var; Mümbicî filan da diyorlar; hani şimdi üzerinde kavgaların cereyan ettiği Menbic. |
God, may He be glorified and exalted, created such a great individual there. |
Allah (celle celâluhu) orada öyle büyük bir zat yaratmış. |
The fifth figure mentioned is Maruf Karkhi. |
Beşinci şahıs olarak da Maruf-i Kerhî hazretleri sayılıyor. |
Who am I to add a sixth person to that list of great spiritual characters? |
Efendim, ne haddime benim başkalarını onlara altıncı şahıs olarak ilave etmek? |
But my good opinion for one of them is greater; I also consider Bediüzzaman, the victorious spokesman of this age, in this esteem as well; God knows best. |
Ama hüsnüzannım birileri için çok galip; zamanın sözcüsü Hazreti Sahipkırânı da bu çizgide sayıyorum; o da zamanın sözcüsü, Allahu A'lem. |
Say it, you too say it: |
Deyin, siz de deyin: |
'We are overburdened, we are oppressed; are lives are at our throats, our souls are about to be taken from us. |
"Çok sıkıldık, çok bunaldık; canlar gırtlakta, ruhumuz dilde-dudakta, çıkmak üzere. |
Say, 'We are very upset' and appeal to their intercession. |
Çok bunaldık" deyin ve onların şefaatlerine tevessül edin. |
We can appeal to the Prophet's intercession by praying as such: |
Efendimiz'in şefaatine müracaat edildiği gibi: |
'O God! I ask from You, I beg from You! I turn to you through the Prophet of Mercy. |
"Allah'ım Sen'den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed'i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. |
O Muhammad, I am turning to my Lord through your honour, for my need to be addressed. |
Ya Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) şu hâcetimin yerine getirilmesi için Seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. |
O God! Make our Prophet an intercessor on my behalf.' |
Allah'ım peygamberimizi hakkımda şefaatçi eyle." |
Say, similar to what is said in the Prayer of Needs: |
Hâcet duasında böyle dendiği gibi deyin: |
O God! Make the Sultan of Honour an intercessor on our behalf. |
"Allah'ım, o Sultân-ı Zîşânı, hakkımızda şefaatçi kıl. |
O God! Make the Sultan of Honour an intercessor on our behalf. |
Allah'ım, o Sultân-ı Zîşânı, hakkımızda şefaatçi kıl. |
Forgive us for the sake of our Prophet Muhammad Mustafa. |
Hazreti Muhammed Mustafa'ya bizleri bağışla. |
In a secondary sense, forgive us also for the sake of great people, such as Shah al-Jilani, Abu al-Hasan ash-Shadhili, Muhammad Bahauddin an-Naqshiband, Imam Rabbani, Mawlana Khalid al-Baghdadi, the respected sages, the respected Uftada, Aziz Mahmud Hudai, Pir al-Kufrawi, Muhammad Lütfi, the Imam of Alvar, his father Hüseyin Kındığı, and those like them, who followed the noble Prophet's example as though they were his shadow. |
Zılliyet planında, izafiyet çerçevesinde, O'nun arkasında O'nun gölgesi gibi olan o zatlara, o Şâh-ı Geylânî'lere, o Ebu Hasan Şâzilî'lere, o Muhammed Bahâuddin Nakşibendî'lere, o İmam Rabbânî'lere, o Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'lere, o zamanın sözcüsü Pîr-i Mugân'lara, o Hazreti Üftâde'lere, O Hazreti Aziz Mahmud Hüdâî'lere, o Pîr-i Küfrevî'lere, o Alvar İmamı M. Lütfî'lere, o Hüseyin Kındığı hazretlerine kadar bu büyük insanlara bizi bağışla. |
In different parts of the world, there are many others that we are not aware of. |
Dünyanın değişik yerlerinde, daha niceleri, niceleri vardır ki, biz onlardan haberdar değiliz. |
As it is expressed elsewhere, 'If peace and harmony continue to take place on Earth, it is because of these types of elevated souls.' |
Bir yerde ifade edildiği gibi, "Eğer yeryüzünde nizam ve âhenk devam ediyorsa, işte bu türlü mukarrabîn yüzünden o nizam, o âhenk devam ediyordur." |
May God Almighty honour you and this community with the intercession of all of them, and may He grant you even greater success in your pursuit of service, such that this peace continues. |
Cenâb-ı Hak, o nizamın devam etmesi için, o insanların şefaatiyle sizleri, bu mübarek cemaati şereflendirsin, taçlandırsın, daha büyük hizmetlere muvaffak kılsın. |
May He protect you from the monstrosities of those who wait to cut you off at any given moment. |
Değişik köşe başlarında yolunuzu kesen gulyabanîlerin şerrinden sizi muhafaza buyursun. |
'In fact the collective spiritual personality of such a community can reach the rank of the truthful saints, and can attain special nearness to God.' |
"Hatta şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur." |
I said these in congruity with this expression. |
Bu ifade münasebetiyle, bunları dedim. |
The following can easily be said, 'My Lord, |
Doğrudan doğruya denebilir ki, "Allah'ım. |
forgive us for the sake of this group'. Despite this community being made up of unrecognised and underappreciated people, their efforts are being blessed and rewarded by Almighty God in such amazing ways that even great figures of the past have not been blessed in a similar manner. |
Bu cemaate, bu heyete bizi bağışla, ne olur" denebilir; çünkü kimin ne olduğundan kimsenin haberi yok fakat o cemaatin say' u gayretine öyle şeyler terettüp ediyor ki, işte o büyük zatlara bile Cenâb-ı Hak, o lütufta bulunmamış; böyle şeyler terettüp ediyor. |
This is called 'the wonder of the collective spiritual personality'. |
Buna da "şahs-ı manevînin kerâmeti" denir. |
The collective spiritual personality... |
Şahs-ı manevî. |
On another note: |
Burada antrparantez arz edeyim: |
This time is not a time of individualism, but a time of collective spiritual personality. |
Zaten zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. |
If Almighty God wills to free the people from the calamities upon them, He will do it, God willing, by the sainthood of this collective spiritual personality. |
Cenâb-ı Hak, eğer toplumu içinden bulunduğu badirelerden halâs eyleyecekse, o şahs-ı manevî velayetiyle -inşaallah- halâs eyleyecektir. |