It may not be reported in Prophetic Traditions but in their supplications our predecessors always said: |
Hadis kaynaklı değil fakat evrâd u ezkârda hep o şekilde dillendiriyorlar: |
'O God, be on our side every step of the way, never against us' |
"Her işimizde ve her şe'nimizde/halimizde bizimle beraber ol, aleyhimizde olma Allah'ım." |
Committing acts and deserving punishment is dependent on us. |
İstihkak ve kesb, bize ait. |
It would be inappropriate to attribute the negativity in life directly to God; He never acts against His servants. |
Olumsuz şeyi doğrudan doğruya O'na (celle celâluhu) nispet etmek münasebetsizlik olur; O, hiçbir zaman kullarının aleyhinde olmaz. |
However if we follow our carnal desires then we will engage in negative things and God will grant us what we have deserved. |
Ama hevâ ve hevesimize uyarak olumsuz şeylere -şayet- sülûk edersek, öyle bir muameleye "kesb-i istihkak" ederiz; O da bizi "müstahak" kılar. |
With these thoughts you say, 'Be on our side for our each deed!' |
İşte o mülahazayla, كُنْ لَنَا فِي كُلِّ شَأْنِنَا dersiniz. |
You can translate the Arabic as 'Be for us' or you can take the other meaning which is 'Be specifically for us', if you want interpret it that way. |
Buna, isterseniz "Bizim için ol" manasını verirsiniz; isterseniz "lam" harfinin işaret ettiği anlamlar açısından "Bize mahsus ol" (tahsisleme) manasını verirsiniz; isterseniz "temlik" anlamını düşünür, ona göre mana verirsiniz ve bunların hepsi dil açısından mülahazaya alınabilir. |
'Don't be against us.' |
"Aleyhimizde olma." |
Also your supplications are 'against Satan, humans and jinn who are hostile towards us', |
Ayrıca, وَكُنْ عَلَى أَعْدَائِنَا فِي كُلِّ شَأْنِهِمْ وَفِي كُلِّ أَمْرِهِمْ dediğiniz zamanda da şeyâtîn-i ins ve cinni kastederek "Aleyhimizde olan kimselerin Sen de aleyhlerinde ol" demiş ve |
'May Your manifestations be in this regard. |
"Tecellîlerin -lütfen- o istikamette olsun. |
Don't allow them the opportunity to carry out their evil deeds. |
Onlara, kötülüklerini sonuna kadar icrâ etme imkânı verme. |
Their attempts to oppress innocent people and in the process ruin their spiritual lives.' |
Bu, başkalarına (mazlumlara) eziyet, zulüm ve haksızlıktır; onların (zâlimlerin) da uhrevî hayatlarını karartmadır" manasını kastetmiş olursunuz. |
Yes these are two aspects of this prayer. |
Evet, böyle derken iki şeyi birden istemiş olursunuz: |
You pray that evil people do not harm the innocent and at the same time you pray for God to not punish those evil people like He is going to punish Satan. |
Rabbimiz, hem mazlumun, mağdurun, mehcûrun, bu durumlara maruz kalan insanların hakkını koru; hem de diğerlerini, cezalarını âhirete bırakarak orada şeytanla beraber aynı yere tıkma. |
The Devil uses sophistry: |
Şeytan, orada da diyalektik yapıyor: |
He says, 'I only whispered evil suggestions to you, you committed these evil deeds by yourself'. |
"Benimki sadece size bir vesvese idi ama siz kendi iç güdümleriniz ile yaptınız yapacağınız şeyleri." |
Yes, Satan uses everything he can to trick people into committing sins, and in the Hereafter he denies all accusations and silences people's arguments. |
Evet, şeytan, dünyada dürtüleriyle, hevâ-i nefsi kullanmakla, nefs-i emmâreyi kullanmakla insanları şirazeden çıkardığı gibi, orada da yaptığı diyalektik ile onları susturuyor. |
He says, 'Mine were just whispers'. |
"Benimki sadece bir vesvese idi" diyor. |
Considering the issue more closely: |
Meseleyi açacak olursak: |
Satan says: 'What pure things the great Messengers brought you; what pure things God blessed you with. |
"Enbiyâ-ı ızâm size, ne nurânî şeyler ile gelmişti; Allah, size ne nurânî şeyler göndermiş idi. |
You did not notice the sight of the lights coming down from the sky, you didn't even open your eyes and see them, you stayed under the influence of my distant signals and obeyed them; in a way, you worshipped the world, and forgot about the afterlife.' |
Semadan gelen o şua tayfları karşısında siz gözünüzü açıp onları görmediniz de benim uzaktan sinyallerimin tesirinde kaldınız ve onlara uydunuz; bir yönüyle dünyaya taptınız, âhireti unuttunuz." |
'You obeyed these. |
"Onlara uydunuz. |
You worshipped the world. |
Dünyaya taptınız. |
You forgot about the afterlife.' |
Âhireti unuttunuz." |
Each and every one of these phrases and sentences are mentioned within different contexts and variations in the Qur'an. |
Bu sözlerin, bu cümlelerin her birerleri Kur'an-ı Kerim'de, farklı ifadeler ile hep zikredile gelmiştir, tasrifât-ı Kur'âniye içinde. |
May God protect us from the evils of devils in the form of jinn and humans. |
Cenâb-ı Hak, insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza buyursun. |
The Qur'an teaches us a prayer in this nature: |
Kur'ân-ı Kerim, bize bu istikamette bir dua talim buyuruyor: |
And say: 'My Lord! I seek refuge in You from the promptings and provocations of the devils (of the jinn and humankind, especially in my relations with people, while I am performing my mission). |
"Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. |
I seek refuge in You, my Lord, lest they be present with me' (Al-Mu'minun, 23:97-98). |
Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım" (Mü'minûn, 23:97-98). |
The verse mentions 'devils'; that is to say those in the form of human and jinn. |
Ayet-i kerimede, "şeyâtîn" deniyor; bu, "şeyâtîn-i ins ve cin" demektir. |
The ones who lie, in a way, are friends of Satan, they are included in this definition. |
Yalan söyleyenler, bir yönüyle şeytanın arkadaşlarıdır, onlar dâhil buna. |
The ones who slander are included in this category. |
İftira edenler, şeytan kategorisine dâhildirler. |
The following are included, as well: |
Şunlar da dâhil ona: |
The ones who live their lives in contradiction, who worship the world, may God protect us from it, the ones who are in pursuit of the world while they seem to be serving humanity, the ones who always run after interest and benefits, 'The ones who deliberately prefer the life of this world to the Hereafter', the world is always on their minds. |
Hayatını tenakuzlar içinde geçirenler, dünyaya tapanlar, hafizanallah, hizmet ediyor gibi göründükleri halde hep dünyayı hedefleyenler, hep çıkar ve menfaat peşinde koşanlar, hedeflerinde hep dünya, "Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler." |
These are 'Devils in human form.' |
Bunlar, "şeyâtîn-i ins"tir. |
With that prayer, you mean to say, 'O God. |
Siz o duayla, "Allah'ım. |
Protect us from the urges of devils in the form of humankind and jinn, from their confusing signals. |
İnsî ve cinnî şeytanların dürtülerinden, onlardan gelecek kafa karıştırıcı sinyallerden bizi muhafaza buyur. |
And do not let them violate our serenity; do not let them sit on the same rug with us. |
Ve onların bizim huzurumuzu ihlâl etmelerine de meydan verme, bizim ile postnişin olmasınlar" demiş oluyorsunuz. |
'And may they not be together with us; may they not share anything with us.' |
"Ve bizim ile beraber, huzurumuzda bulunmasınlar; postu paylaşmasın ve postnişin olmasınlar." |
The Qur'an teaches us this supplication. |
Bu duayı öğretiyor Kur'an-ı Kerim. |
All of these are diseases of mankind, May God protect us! |
Bunların hepsi, insan için söz konusu olan marazlardır, hafizanallah. |
Satan has been taking advantage of these diseases since mankind's beginning, according to the capacities and characters of people. |
Ve şeytan, bunların hepsini -öteden beri- değerlendirmiştir, kabiliyetlere/karakterlere göre değerlendirmiştir. |
Since the time of Prophet Adam... |
Tâ Seyyidinâ Hazreti Âdem'den itibaren. |
In one respect, Prophet Adam's was just a small lapse. The Qur'an mentions it as a 'lapse'. |
Bir yönüyle, onunki "zelle"dir; Kur'ân-ı Kerim "zelle" diyor: |
'But Satan (tempting them to the forbidden tree despite Our forewarning), caused them both to deflect therefrom and brought them out of the (happy) state in which they were' (Al-Baqarah, 2:36). |
"Bunun üzerine, şeytan, ayaklarını kaydırdı ve onları içinde bulundukları halden/yerden çıkardı" (Bakara, 2:36). |
My take on this matter is this: |
Fakir'in o mevzudaki mülahazası: |
Adam and Eve made a small mistake regarding the time that they would be allowed partake in an action. |
Onlar, esasen, vakt-i iftarı belirleyememe içtihadından kaynaklanan bir zelle yaşadılar. |
They couldn't determine the time in which they were allowed to approach each other, or they took a bite from the forbidden fruit which would make them approach each other without God's permission. |
İftar vaktini belirleyemeden ya birbirlerine el uzattılar veya Allah'tan emir gelmeden, birbirlerine karşı o alaka ve o dürtü ile onları bir araya getirecek öyle bir meyveye, "memnu meyve"ye el uzattılar. |
The Qur'an does not express this clearly; it leaves it to the interpretation of the commentators. |
Kur'ân-ı Kerim, o mevzuda tasrihâtta bulunmuyor; mesele sadece tefsircilerin yorumuna kalıyor. |
But as you see, what is in our genes emerged in Prophet Adam's children, Cain and Abel, in a scandalous and revolting manner. |
Ama gördüğünüz gibi, genlerde olan o şey, Hazreti Âdem'in evlatlarında, Kâbil ve Hâbil'de daha canlı, daha ürpertici, daha tiksindirici şekilde meydana geliyor. |
So much so that Cain killed his brother Abel for not getting what he wanted. |
Öyle ki, Kâbil, arzu ettiği şey olmuyor diye kardeşini (Hâbil'i) öldürecek kadar. |
This happened at time when no-one knew of killing. |
Henüz bir ölme-öldürme mevzuunun da söz konusu olmadığı bir dönemde. |
'What does one do with a dead body?' |
"Ölüye ne yapılır?" |
This was not known at the time. |
Onun bilinmediği bir dönemde. |
'Is it to be buried or preserved?' |
"Gömülür mü, bir mezar yapılır mı, yoksa saklanır mı?" |
|
Onun bilinmediği bir dönemde. |
At a time of so many unknowns, a murder occurs. |
Böyle bir sürü bilinmezlik içinde, orada bir cinayet işliyor. |
The Qur'an clearly states this in the Surah Al-Maedah: |
Kur'ân-ı Kerim, açık ifade buyuruyor bunu, Mâide sûresinde, bildiğiniz gibi: "(Ey Rasûlüm!) |
'Narrate to them (O Messenger) in truth the exemplary experience of the two sons of Adam, |
Onlara Âdem'in iki oğlunun yaşadığı önemli ve ders verici hadiseyi anlat: |
when they each offered a sacrifice, and it was accepted from one of them, and not accepted from the other. |
Birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. |
'I will surely kill you,' said (he whose sacrifice was not accepted). 'God accepts only from the sincere and truly pious,' said the other." |
(Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine), 'Öldüreceğim seni.' dedi. |
He answered in the following way: |
Kardeşi ise şöyle mukabelede bulundu: |
"God accepts only from the sincere and truly pious," said the other' (Al-Maedah, 5:27). |
'Allah, ancak kalbi O'na karşı saygıyla dopdolu olan ve O'na itaatsizlikten sakınanlardan kabul buyurur'" (Mâide, 5:25). |
'If I cannot achieve what I want, I must definitely kill you.' |
"Seni mutlaka öldürmem lazım, dediğim olmazsa, istediğimi elde edemezsem." |
The desire of the flesh... |
Orada garîze-i beşeriye. |
A bodily desire... |
Bedenî bir arzu. |
Whims of the carnal soul... |
Hevâ-i nefis. |
Accepting the carnal soul, its whims and empty desires as a god and not listening to God allowed him to commit that murder. |
Nefsini, hevâ ve hevesini ilah ittihaz etme, Cenâb-ı Hakk'ın emrini dinlememe o mevzuda, o cinayeti ona işletti. |
All of these-essentially-draw our attention to the things that exist in our genes: |
Bütün bunlar -esasen- muktezâ-i beşeriyet olarak, insanın genlerinde var olan bir şeye dikkat çekiyor: |
'This will always be the case.' |
"Bu, hep olacak." |
Some will commit murders out of desires for luxury and pomp. |
Kimisi bohemlik uğruna cinayet işleyecek. |
Some will commit murders for world rule. |
Kimisi dünyada saltanat adına cinayetler işleyecek. |
Some will commit murders for applause and appreciation. |
Kimisi alkış ve takdir adına cinayetler işleyecek. |
Some will want to wipe away others because they are paranoid that they might 'take their spots', linking their existence and reign to these satanic delusions, delusions belonging to the carnal souls, falling victim to satanic signals. |
Kimisi "Benim yerimi alırlar" diye, belli paranoyalara bağlı, başkalarını yok etmek suretiyle saltanatını sağlama bağlama gibi şeytanî vehimlere, hevâ-i nefse ait vehimlere, şeytanî sinyallere kendisini kaptıracak. |
And like a poet says, 'They will set sail to the sea of disobedience and never be able to make it to a shore.' |
Ve şairimizin ifadesi ile "İsyan deryasına yelken açacak ve bir daha da kenara çıkmaya fırsat bulamayacak." |
When you look at humanity, as human beings, everyone has different weaknesses. |
Muktezâ-i beşeriyet olarak, insanlığa baktığınız zaman, her birerlerinin bir çeşit zaafı vardır. |
There may be a type in every human being. |
Belki herkeste bir nev'i bulunabilir bunların: |
We may desire rank and position, but the desire for luxury and pomp is greater than this. |
Mesela "makam sevgisi" bulunabilir, fakat çok aşırı değildir ama onda "bohemlik duygusu" daha aşırıdır. |
We may 'fear power' but some will bend over double with this fear and submit and prostrate to others, God Forbid! |
Mesela bir "korku hissi" herkeste bulunabilir; fakat birilerinde onu -Şark-ı Anadolu'da kullanılan tabir ile ifade edeyim.- "gırgap" eder, iki büklüm hale getirir, secdeye kapandırır, rükûa kapandırır, hafizanallah. |
For others, God Forbid, the desire for position and rank will corrupt all. |
Bazılarında -hafizanallah- bu mesele bir "makam sevdası" şeklinde olabilir. |
So to keep their rank, position and luxury, they could engage in unthinkable murders, become paranoid, become suspicious, they may say 'Oh I might lose my position, might lose my title'. |
Dolayısıyla öyle bir konumu ihraz etmek için akla-hayale gelmedik cinayetler işleyebilirler; bunun için çok paranoyalara girebilirler, çok vehimlere girebilirler; "Aman benim makamımı, aman benim ihraz ettiğim yeri elimden alırlar" diyebilirler. |
Some may also be afflicted with any one of the following issues mentioned in the Qur'an: |
Kimilerinde de Kur'an-ı Kerim'in ifade buyurduğu şu hususlardan biri sebebiyle herhangi bir maraz bulunabilir: |
'Made innately appealing to men are passionate love for women, children, (hoarded) treasures of gold and silver, branded horses, cattle, and plantations. |
"Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. |
These are composed of the materials from this temporary world. |
Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. |
'Yet with God is the best of the goals to pursue' (Al Imran, 3:14). |
Asıl varılacak güzel yer ise, Allah'ın katındadır" (Âl-i Imrân, 3:14). |
In the all blessed Chapter of Al Imran: |
Âl-i Imrân sûre-i celîlesinde. |
'Made innately appealing to men are passionate love for women (and for women are men).' |
"Kadınlar (kadınlar için de erkekler), nefsin hoşuna gidecek şekilde süslenmiş cazip hale getirilmiştir." |
That is mentioned first. |
Evvel o zikrediliyor. |
That is to say that, this is the desire that overcomes most. |
Demek çoklarında en galip gelen şey, o. |
Everyone carries that desire, it is most prominent in the majority of people, and thus it is mentioned first. |
Herkeste vardır fakat çoklarında galip gelen şeyin o olması itibarıyla, onu başa koyuyor. |
Luxury and pomp... |
Bohemlik. |
Many great individuals became slaves to their weaknesses and hence darkened their futures. |
Nice büyük kimseler, o mevzuda zaaflarına esir düştüklerinden dolayı, bütün istikballerini karartmışlardır. |
It can also be seen in our recent history: |
Yakın tarihimize baktığınız zaman da görürsünüz: |
People have become victims of set up and plots, their weaknesses have been used for leverage. |
Birileri komplolar yapmış, o insanların o zaaflarını değerlendirmişlerdir. |
There is not one, but perhaps hundreds of examples of this. |
Bir değil, belki bunun yüzlerce misali vardır. |
Some of these have been written in files, stored in secure places, and when needed presented to people: |
Öyleleri de vardır ki, bunlar dosyalar haline getirilmiş, rulolar halinde -zannediyorum- kozmik odalara konmuştur; fakat oraya konmadan evvel bir şey yapabilecek insanların önüne sürülmüştür: |
'You had a relationship with such-and-such a person at so-and-so place. |
"Falan yerde, filan alüfte ile münasebetin vardı. |
You stole such and such. |
Falan yerde falan hırsızlığın vardı. |
You had assets in this place and that place. |
Filan yerde şunun vardı, falan yerde de şunun vardı. |
If you do not do as I say, I will display these and expose you. |
Şayet dediğimi yapmazsan, bunları teşhir etmek suretiyle senin canına okurum. |
Neither the palace, the car, the applause, nor the appreciation will remain.' |
Artık ne saray kalır senin için, ne araba kalır, ne alkış kalır, ne de takdir kalır." |
And thus man becomes a slave of certain weaknesses, becomes a slave and servant of others. |
Ve böylece insan, belli zaafların esiri ve zebunu olarak kendisini köle, kapıkulu, halayık haline getirmiş olur. |
Even if he could fly, if his weaknesses have been documented they will be used to overcome him and manipulate him always. |
İsterse havada uçsun, o bir yönüyle, bir dönemdeki zaaflarının başkaları tarafından tespit edilmesi suretiyle onların altında kaldığından, ezildiğinden, zaaflarının güdümüne girdiğinden, onların el-ensesi ile yere serildiğinden, kündesi ile yere serildiğinden dolayı ömür boyu bir köle gibi yaşar. |
He is always scared. |
Hep korkar: |
'Oh what if I am exposed?' so they act to hurt all those who possibly know about it. |
"Aman, ya oradaki şey meydana çıkarsa" dolayısıyla onu bilen, muhtemel bilme dairesi içinde bulunan insanlar aleyhine planlar yapar/uygular: |
'If I have the means, I must destroy all of these people. |
"Elimden geliyorsa, tespit ettiğim bu insanların hepsini yok etmem lazım. |
I must wipe them out; I must discredit them so that I may protect my artificial reputation and false esteem. |
Hepsini silmem, hepsini itibarsızlaştırmam lazım ki, o sunî itibarımı, ca'lî itibarımı korumuş olayım. |
Or else I will lose the applause, the cars, the villas, the boats. I will lose it all.' |
Yoksa alkışı da kaybederim, arabayı da kaybederim, villayı da kaybederim, filoyu da kaybederim, kaybederim, kaybederim." |
It is paranoia. |
Paranoya esasen. |
With this fear and anxiety, look at how one sin opens the door to so many other sins. |
Bu korku ve bu vehimler ile -bakın- bir günah, kaç tane günaha kapı açıyor. |
It is initially something small; a personal sin. |
Başlangıçta küçük bir şey onun için, şahsî bir günah. |
However God may He be glorified and exalted, has already presented the prescription for that. |
Oysaki Allah (celle celâluhu) onun reçetesini sunmuş. |
When you have done something like that you appeal to Almighty God. You turn to Him in repentance. |
Öyle bir şey yaptığın zaman, Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edersin, "istiğfar"da bulunursun, sonra "tevbe"de bulunursun, sonra "inâbe"de bulunursun. |
And beyond this, if your spirit is appropriate, it will be crushed under the weight of its mistakes. It will always be bowing down before the Almighty God, turning to God in contrition. |
Bunun da ötesinde, eğer ufkun orayı ihraz ediyorsa şayet, tamamen o hatanın altında kalıp ezilecek şekilde Cenâb-ı Hak karşısında hep iki büklüm yaşar, bir "evbe"de bulunursun. |
And thus God will not display it; You will not be under the weight of that shame. |
Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) da teşhir etmez; sen, öyle bir mahcubiyetin güdümü altında olmazsın. |
Otherwise, may God protect us, because of such a mistake, the concerns of 'They will find out, I will lose everything,' will make you commit a range of felonies. Such that, I apologise for saying this, Satan will dance before these crimes claiming, 'Even I could not do this much!' |
Yoksa -hafizanallah- yaptığın öyle bir hatadan dolayı, "Aman bilirler, aman her şey elimden gider benim" mülahazası, sana çok farklı cinayetler işletir; öyle cinayetler işletir ki, özür dilerim, şeytan zil takar bunların karşısında oynar, "Ben bile böylesini yapmamıştım" der. |
Hurting women... |
Kadına iliştirir. |
Hurting children... |
Çocuğa iliştirir. |
Destroying families... |
Aile yuvalarını yıktırır. |
Hurting so many people so greatly that it opens a wound on the hearts of thousands of people. |
Öyle insana dokundurur ki, binlerce insanın sinesinde yara açar. |
He will stir up such a state that it will cause irreparable decompositions. |
Öyle büyük haltlar karıştırtır ki, tamiri imkânsız ayrıştırmalara sebebiyet verir. |
These crimes will demolish the fundamental pillars of society and destroy the principles that could save a community. |
Bir yönüyle, toplumun temel unsurlarını yıkar, sütunlarını yıkar ve bir toplumu ayakta tutabilecek kaideleri yerle bir eder. |
So even if one day these people attempt to recover, it will take at least a generation for them to come to their senses. |
Sonra o toplum bir gün derlenip toparlanmaya kalksa bile, bir nesil boyu -ancak- kendine gelebilir. |
That society would fall into such a drunkenness, that to reform back into itself, to return to humane values, to gain the state that God wishes for them to be in, no matter how hard you try, will only be achieved after one generation. |
Öyle bir sarhoşluğa düşer ki o toplum, öyle bir güdüme girer ki o toplum, yeniden onun kendi olması, yeniden insanî değerlere dönmesi, yeniden Allah'ın ondan beklediği hâli ihraz etmesi için siz uğraşsanız da ancak bir nesil ile onu halledebilirsiniz. |
It will cause one to commit a terrible crime, May God protect us from it. |
O kadar korkunç bir cinayet işletir, hafizanallah. |
All these, are a result of associating with worldly gains, May God protect us from it. |
Bütün bunlar, yapılan şeylerin -hafizanallah- dünyevî bazı şeylere bağlı yapılmasından kaynaklanır: |
'Nonetheless I am this; I am that, I can do this and that.' |
"Nasıl olsa ben şuyum, şunu da yapabilirim, şunu da yapabilirim, şunu da yapabilirim." |
And when certain dubious scholars act as sources of advice and permission for them. |
Hele bir de o "yaparsın-yapamazsın" mevzuunda söz sahibi olan kimselerin mahzur görmeleri karşısında, nâ-emin bir kısım fetva eminleri bulurlarsa. |
Dubious scholars... |
Nâ emin fetvâ eminleri. |
That is, they declare bribery as 'gifts', as legal in religious jurisdiction. |
Yani, mesela rüşvete "hediye" diyecek fetva eminleri bulurlarsa. |
'You have only committed adultery once, what is there to it?' |
"E canım bir kere fuhşa düşmüşsün, ne var bunda?" |
Also, 'Yes, they steal but they also work; besides others steal also without working'. |
Efendim, "Evet çalıyorlar fakat çalışıyorlar; başkaları da çalıyor (ama çalışmıyorlardı)." |
If they find such circumstantial legal opinions, they will have courage to do such acts, a victorious valour. |
Böyle fetva eminleri, daha doğrusu, "nâ-emin fetva eminleri" de bulunca, onlar, iyice kesb-i cesaret ederler; "kesb" dememeli, "iktisâb-ı cesaret" ederler. |
Thus, they will make mistake after mistake. |
Dolayısıyla hata içre hatalar işlerler, işlerler. |
These mistakes wouldn't just end with themselves; it will influence the community to such behaviour also. |
Dahası o hatalar sadece kendilerine de münhasır kalmaz, toplumu da değişik hatalara sevk ederler. |
As an example, their influence will cause others to also engage in assaults, violations and appropriation to save their own selves. |
Mesela, üzerlerine gelirler; bu defa insanlar bazen yalan söylemek suretiyle onların bu mevzudaki taarruzlarından, tecavüzlerinden, tasallutlarından, temellüklerinden sıyrılmaya çalışırlar. |
Thus, they would influence many more to commit such sins. |
Dolayısıyla bir sürü insana günah işletmiş olurlar. |
This will be of such depth that those thousands of people that are included in the lie will become involved in the slander, because of one person's behaviour. |
Öyle bir şey yaparlar ki, o töhmet altında bulunan bin tane insan, bin tane iftiraya girer, bin tane yalancı itirafta bulunur, kendi sıyrılsın diye. |
Do you see how one persons misdeed, one's satanic actions will impact on everyone negatively. |
Bakın bir tanesinin günahı, bir tanesinin şeytanî bir hâli, ne kadar insana zarar veriyor. |
Such people will lose their afterlife entirely. |
O insanlar, bütünüyle âhiretlerini kaybederler. |
They repress in such a manner, like that of Hitler, Saddam, Gaddafi and Lenin. |
Öyle bir baskı uygularlar ki, Hitlerin baskı uygulaması gibi, Saddam'ın baskı uygulaması gibi, Kazzâfî'nin baskı uygulaması gibi, Lenin'in baskı uygulaması gibi. |
Yes, I am repeating these names over and over again. |
Evet, bunları da hep tekrar edip duruyorum. |
Amenophis, and Ibnu's-Shams' repression. |
Amnofis'in, İbnü'ş-Şems'in baskı uygulamaları gibi. |
To escape such pressures, people will resort to many other wrong acts. |
Bu baskılardan sıyrılmak için insanlar türlü türlü günahlara başvururlar. |
To escape out of it they will slander the purest of people and say, 'and he was as such'. |
En temiz, en nezih insanlara çamur atarlar, "Bu da böyle idi" derler, o işin içinden sıyrılmak için. |
Going on from the meaning of 'those who are the cause are like the doers'; the burden will lay heavy over those who are part of the cause. |
"Sebep olan yapan gibidir" sırrınca, o işe sebebiyet verenlerin sırtına, o veballer yüklenir, öbür tarafta. |
And I assume that this will surprise even Satan: |
Ve zannediyorum bu, şeytanı bile şaşırtır: |
'Even I did not do this much'. |
"Ben, işin bu kadarını yapmamıştım" der. |
Just as the Qur'an states, 'what I did was whisper', May God protect us from it. |
Kur'an-ı Kerim'de ifade edildiği gibi, orada "Benimki sadece bir vesveseydi" der, hafizanallah. |
For this reason, may God clear your path, and keep you steadfast on your road. |
Bu itibarla, Allah yolunuzu açık etsin, yürüdüğünüz yolda sizi sabit-kadem eylesin. |
In terms of what we do in this world, may God keep us away and distant from deeds which lead to perdition, in the words of Imam al-Ghazali, and may we cling powerfully to all that are our saviours. |
Dünyada yaptığınız şeyler mevzuunda, Hazreti Gazzâlî'nin "mühlikât" dediği şeylere karşı hep mesafeli ve hep uzak durmaya ve "münciyât" dediği şeylere de sımsıkı sarılmaya muvaffak eylesin. |
The last matter we touched upon is the issue of renouncing worldly pleasures and resisting carnal desires for God's good pleasure. |
Son okuduğumuz mevzu, İhyâ-i Ulûmiddîn'de "Zühd" meselesi idi. |
In a way we can express it as: |
Bir yönüyle onu şöyle de hülasa edebiliriz: |
Because it has been mentioned in our lessons, I will explain it within the context of my notes, not with the outlook of Imam al-Ghazali. |
Derste geçtiği için, kendi mülahazalarım çerçevesinde, daraltarak anlatacağım, Gazzâlî'nin enginliği içinde değil. |
If all our service, work, exertion are done for worldly gains, it is impossible for us to be successful. |
Hizmetler, çalışmalar, gayretler, cehtler, dünyevî herhangi bir şey elde etme hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o mevzuda o niyetteki insanların başarılı olmaları düşünülemez. |
And it makes it impossible for those people to escape wrong doing, may God protect us from it. |
Onun, o insanlara hadd ü hesaba gelmeyecek günah işletmesi de kaçınılmaz olur, hafizanallah. |
Conjectures such as 'what if that which I am about to attain prevents me from attaining other things' can force one to commit such crimes. |
"Ya benim elde ettiğim şeyleri, elde edeceğim şeyleri engellerlerse" falan gibi vehimlerle dünya kadar cinayet işletir. |
For this reason, those dedicated people on the path of service, with the objective of gaining God's pleasure should say, 'I have submitted whatever I had to that Friend, so I no longer have a house', and continue on that path. |
Onun içindir ki, kendini Hizmet'e adamış insanlar, sadece Allah'ın rızasını hedefleyip "Dû cihandan el yudum, hânümânım kalmadı" diyerek -Allah'ın izni ile- o yolda yürümeli. |
Legal income... |
Meşrû kazanmalar. |
If they have businesses, and investments, and do things for those purposes. |
Ticari işleri varsa, yatırımları varsa, inşaat yapmak suretiyle bir şeyler yapıyorlarsa. |
However they do not place this at the centre of their hearts. |
Ama onları katiyen kalblerine yerleştirmiyorlarsa şayet. |
the Honourable Sage Bediüzzaman's expression on this matter is as such: |
Hazreti Pîr'in o mevzudaki anahtar ifadesi şudur: |
We must abandon the world in the heart, not in practice. |
"Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır." |
In the heart. |
Kalben. |
If material success comes, it is most welcome. |
Gelirse, "Hoş geldi, safâ geldi." |
To understand 'This is sent by God' and testifies God's Blessings. |
Tahdîs-i nimet kabilinden, "Allah'ın gönderdiği bir şey idi, geldi." |
When it leaves, we should say, 'Good riddance to you. |
Gittiği zaman da "Uğurlar olsun sana. |
It may come again; if it comes I will salute it. |
Bir daha gelebilir; gelirse gelir, bir selam da ona çakarım. |
If it leaves, I will send it and welcome again if it returns.' |
Giderken, bir de onun yoluna su serperim; döner gelirse, gelir." |
Remaining indifferent to such an extent. |
Bu kadar, onlara karşı lakayt kalma. |
May God protect us from it, making it personal desire and our goal will render us aimless, God forbid, we may turn our back to the Sun of suns and end up in the shadows. |
Hafizanallah, onları "maksûdun bizzat" yapma ve hedef haline getirme mevzuu, insanı hedefsiz hale getirir, mihrapsız hale getirir, hâşâ ve kellâ Şemsü'ş-Şümûs'a (celle celâluhu) sırtını dönüp gölgesine takılır hâle getirir, hafizanallah. |
And this will make us commit injustices that are beyond human imagination. |
Onlar da akla-hayale gelmedik cinayetler işlerler. |
When attached to worldly desires - May God protect us - the world will make us resemble itself and Satan which amuses Satan. |
Öyle dünyevî bir şeye dilbeste olunca -hafizanallah- o dünya, evirir, çevirir, onu kendisine benzetir, onu şeytana benzetir, o da şeytanı sevindirir. |
And the inhabitants of the Highest Rank will say: |
Mele-i A'lâ'nın sakinlerine de şöyle dedirtir: |
You were not created for this. |
Siz, bu şeyler için yaratılmamıştınız. |
After creating you, God said: |
Allah (celle celâluhu) sizi yarattıktan sonra şöyle buyurdu: |
I have not created the jinn and humankind but to (know and) worship Me (exclusively)" (Az-Zariyah, 51:56). |
"Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 51:56). |
Ibn Abbas elucidates this topic as follows: |
İbn Abbas, لِيَعْرِفُونِ sözüyle meseleyi şerh ediyor. |
'I have created the jinn and humankind for them to know Me.' |
"Ben, ins ve cinni, Beni bilsinler diye yarattım." |
Only if they know, they will worship. |
Biliyorlarsa şayet, kulluk yapacaklar. |
If they worship, they will reach the love of God. |
Kulluk yapacaklarsa şayet, muhabbet-i İlâhiyeye erecekler. |
If they reach the love of God, they will feel a deep spiritual pleasure. |
Muhabbet-i İlâhiyeye ereceklerse, derin bir zevk-i ruhânî duyacaklar. |
People who feel the spiritual pleasure will say 'Isn't there more?' and be caught up in the loving and longing for reunion with God; fall in love and devote their life to it. |
O derin zevk-i ruhânîyi duyan kimseler, "Daha yok mu?" deyip aşk u iştiyâk-ı likâullah sevdasına tutulacaklar; sevdalanacaklar, esasen o işin delisi olacaklar. |
Everyone devotes their life to something. |
Herkes bir şeyin delisidir. |
One should carefully decide on what to devote their life to. |
İnsan, neyin delisi olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. |
A poet says: |
Bir şâir şöyle demiş: |
'If you have a mind, don't call Majnun or Farhat crazy' |
"Âkıl isen, deme Mecnûn ile Ferhat'a 'deli' |
'If you look around, everyone is crazy for something.' |
Eylesen halka nazar, herkes bir gûna deli." |
One should be crazy for such a thing that does not harm others. |
İnsan, öyle bir şeye deli olmalı ki, o cinnet zarar vermesin. |
We read again in Ghazali's book, and I have also mentioned a number of times previously: |
Yine, Hazreti Gazzâlî'de okuduk; Fakîr de çok sohbetlerde -âcizâne- arz etmişimdir: |
A distinguished member of the Successors, the second generation of Muslims following the Companions, like Hasan al-Basri, says: |
Hasan Basrî gibi, Tâbiîn'in sertâc-ı ibtihâcı, diyor ki: |
'If you had seen the Companions, you would have called them "crazy"'. |
"Siz, sahabeyi görseydiniz, onlara 'Deli.' derdiniz. |
They did not care at all about the world. |
Dünya, hiç umurlarında değildi. |
If they had food for a day, they would think, 'I wonder if saving a day's food constitutes non-reliance in the sight of God?' |
Bir günlük yiyecekleri var ise, 'Yahu acaba bir günlük yiyeceği stok etmek, nezd-i Ulûhiyette, Allah'a karşı tevekkülsüzlüğün, teslimiyetsizliğin ifadesi sayılır mı?' derlerdi." |
'The ascetic has Paradise in his heart, |
"Zâhidin gönlündeki, Cennet'tir temennâ ettiği |
The lover with a pounding heart has the Beloved in his heart'. |
Âşık-ı dilhastenin gönlündeki, Dildâr'ıdır." |
The ascetic has abandoned the world by action and by heart, saying, 'It does not matter if you (world) come to me or not'. |
Zâhid, dünyayı terk etmiş, kalben terk etmiş; hatta kesben "Gelsen de olur, gelmesen de olur" demiş. |
But in a way, still, 'Paradise'. |
Fakat bir yönüyle, "Cennet. |
My God, Paradise... |
Allah'ım, Cennet. |
How many partners for me? |
Huriler bana, yetmiş tane mi, seksen tane mi? |
'Properties, palaces, rivers flowing between my toes.' |
Bana villalar, köşkler, orada; ayağımın dibinden akan ırmaklar" filan diyor hala. |
The great ones sought these as well. |
Büyükler, bunları da istemişler. |
They sought them for this reason: |
Şundan dolayı istemişler: |
Paradise is the station from which the Beauty and Perfection of the Majestic Almighty God is witnessed, and the divine words 'I am pleased with you' are heard, and experienced with all of one's being. |
O Cennet, Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahedenin zeminidir; "Ben, sizden râzıyım" mübarek beyanını duyup iliklerine kadar o işin mesti ve sermesti olmanın zeminidir. |
That is where you will hear those words. |
Onları orada duyacaksın. |
For this reason, 'Our God, protect us from Hellfire'. |
Ondan dolayı, "Allah'ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, koru. |
'And include us in Paradise, among your righteous servants'. |
Ve bizi dâhil eyle Cennet'e, ebrâr (iyiliğe kilitli sâlih kullar) ile beraber." |
But note this, 'Include us in Paradise, among your righteous servants, and the intercession, blessing, and favour of your distinguished Messenger. |
Ama bakın, "Allah'ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet'ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber'inin şefaati, feyzi, bereketi ve lütfuyla. |
Peace and blessings be upon him. |
Sallallâhu aleyhi ve sellem." |
But always, with the ultimate purpose being 'Him'. |
Evet, yine gayen "O" olarak isteme onu. |
And this is a form of asceticism. |
Dolayısıyla bu da bir zühd'dür. |
But nevertheless, 'The ascetic has Paradise in his heart, but the lover with a pounding anguished heart like magma boiling in the earth, desires only the Beloved of hearts'. |
Ama yine de "Zâhidin gönlündeki, Cennet'tir temennâ ettiği" fakat âşık-ı dilhastenin, aşk u iştiyak içinde yanıp tutuşan -esasen- magmalar gibi içten içe kaynayan insanın gönlündeki Dildâr'ıdır. |
'What they call Paradise, |
"Cennet, cennet dedikleri |
'Is but few palaces and a few partners' |
Birkaç köşkle birkaç huri |
Grant it upon the seeking ones, |
İsteyene ver anları |
You're the One I need; You're the One I crave.' |
Bana Seni gerek Seni." |
Yunus Emre. |
Yunus Emre. |
When you go back to older times, for example to the times of the Successors, you will see many on this path. |
Daha eskilere gittiğiniz zaman, mesela Tabiîn döneminde, bu çizgide çok insan görürsünüz. |
Rabia al-Adawiyya, our blessed mother, is one of them. |
Râbia Adeviyye -o mübarek anamız da- onlardan biridir. |
May my head be a stone under the feet of Rabia al-Adawiyya. |
Başım ayaklarının altında kaldırım taşı olsun, Râbia Adeviyye'nin. |
She has a phrase which she used against Hasan al-Basri; an Imam among the Successors. |
O'nun, Hasan Basrî gibi Tâbiîn imamına karşı bir ifadesi vardır. |
The noble Hasan al-Basri was the first hero who fought against the corruption appearing in Basra, he was the first hero who knew a Companion. |
Hasan Basrî hazretleri Basra'da değişik çarpık düşüncelere karşı savaş veren ilk kahraman, sahabe görmüş ilk kahraman. |
If you look at his prayers you will be shocked; the way he humbles himself. |
Onun Usbûiyye'sine baktığınız zaman hayret edersiniz; kendisini nasıl yerden yere vuruyor. |
I was worried about vocalising it, thinking it might bring about hopelessness in people. |
Seslendirme meselesinde endişe duydum ben, insanlarda ümitsizlik hâsıl eder diye. |
You would think he came out of a tavern and lived in other similar places. |
Zannediyorsunuz ki, meyhaneden çıkmış, demhâneye; demhâneden çıkmış, puthaneye; puthaneden çıkmış, bilmem ne melânet yere girmiş. |
That's what you would think; however ugly thoughts did not even enter his imagination. |
Öyle zannediyorsunuz; oysaki hayallerinin içine bile çirkin şey girmemiştir. |
But he has established such a relationship and connection with God that even when he thinks of something that is not appropriate, he feels as if he has committed an act of indecency and criticises himself. |
Ama Hazret, Allah'la kurduğu münasebet açısından nasıl bir zihin duruluğu bekliyor, intizar ediyor, kendisini nasıl konumlandırıyor ise, o konuma aykırı bulduğu şeylerden ötürü ahlaksızlık yapmış gibi, bohemlik yapmış gibi yakarıyor; kendisini öyle vasfediyor, "Yazık sana" diyor, "Yuf sana" diyor. |
That's what he says, hence I have always thought 'should I not vocalise that, it might bring hopelessness to people?'. |
Öyle diyor; dolayısıyla da "Onu seslendirme, onu kendi karakteri ile canlandırma, acaba insanlarda ümitsizlik hâsıl eder mi?" diye hep tereddüt yaşadım; "Acaba onu seslendirme insanlarda ümitsizlik hâsıl eder mi?" diye tereddüt yaşadım, hâlâ da o tereddüdü yaşıyorum. |
Indeed, it is so. |
Evet, |
'O cameleer, pull the camel's leash towards the village of the beloved |
"Ey sârbân zimamı çek semt-i kûy-i yâre |
For the helpless heart has no patience |
Virâne dilde zirâ yer kalmadı karâre |
O benevolent cameleer, have you never been in love? |
Ey sârbân-ı müşfik hiç olmadın mı âşık |
Please, pity this poor moaner, and don't walk slowly.' |
Ahesterevlik etme rahmeyleyip bu zâre." |
Molla Asim says this during the Hajj while he is going to God's Messenger; in the caravan, 'faster, faster, faster...' |
Âsım Molla, Allah Rasûlü'ne karşı giderken, Hac'da söylüyor bunu; kervanın içinde, "Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı." |
In those days people would travel on the backs of horses and mules. |
O gün öyle, atın-katırın sırtında gidiliyor. |
To visit that dome as soon as possible and stand in the face of the Prophet's blessed grave. |
Bir an evvel o Kubbe-i Hadrâ'yı ziyaret etmek, Muvâcehe karşısında durmak. |
To look inside through the holes and windows, while saying 'O Messenger of God!' |
"Yâ Rasûlallah" derken, pencerelerden, o deliklerden içeriye bakmak. |
Or who knows, maybe to even see the similitude of the Noble Spirit of the Master of Humankind. |
Kim bilir, belki de temessül eden Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ı görmek. |
As expressed in one of Akif's poems, to die like one of those people who faint and pass away in that holy place. |
Âkif'in bir şiirinde ifade ettiği gibi, orada bayılıp kendinden geçen ve ölen insan gibi ölmek. |
Presumably that was Molla Asim's sorrow. |
Herhalde o idi onun derdi, Asım Molla'nın derdi o idi. |
When one is devoted to such a cause, they will become blind to worldly matters; they will continuously think of and say 'God'. |
İnsan, öyle bir şeye dilbeste olduğu zaman, artık her şey gözünden silinir; sadece "O" der, "O" der durur hep. |
From this perspective, Rabia al-Adawiyya was not asking for 'Paradise, Oh Paradise' but was essentially saying 'I do not want comfort or heavenly forests, but I must enter God's presence'. |
Bu açıdan, Râbia Adeviyye de esas, "Cennet, Cennet" yerine, "Ne helva ne de selva, illâ Rü'yet-i Mevlâ" diyor; "İlla Rü'yet-i Mevlâ." |
See, it is for this reason I am mentioning Honourable Hasan al-Basri: |
İşte, Hasan Basri hazretlerinden bundan dolayı bahsediyordum: |
Rabia al-Adawiyya tells him 'I see only you as half of a believer amongst all of these people'. |
Râbia Adeviyye, ona "Bir seni, bu insanlar içinde yarım mü'min olarak görüyorum" diyor. |
Our holy mother. |
O mübarek anamız. |
God willing, in the Hereafter we will be granted to see our mother. |
İnşaallah, âhirette o anamızı görmek nasip olur, müyesser olur. |
If we walk on that path... |
O yolda yürünürse. |
Fundamentally, no matter which path is taken, the promises made by the end of the path will be definitely obtained. |
Esasen, hangi yolda yürüyorsa, o yolun sonucunda mev'ûd olan (vaad edilen) şeylere, insan, mutlaka ulaşır. |
Yes, we call them our 'mother', may God protect us from straying from their path. |
Evet, "Anamız" diyoruz, Allah onların yolundan ayırmasın. |
They turned down this world and said 'I do not need you'. |
Dünyayı elinin tersiyle öyle itmiş ki, "Sen bana lazım değilsin" demiş. |
Maybe this worldly life was pouring miseries and pleasures from head to toe. |
Belki şakır şakır, dünya başından aşağıya yağıyordu. |
A person like Ibn Sirin comes with a friend and asks, 'Mother, did you not seek anything else?' |
İbn Sîrîn gibi bir insan, bir arkadaşı ile geliyor, "Ana, sen hiç başka şey düşünmedin mi?" diyorlar ona. |
These are the greats of the time. |
Tâbiîn'in koca insanları bunlar. |
They keep looking back and finally say 'Good gracious. |
Bakıyor, dönüp bakıyor; "Allah Allah. |
I always heard of your name, and thought you were a prestigious person.' |
Ben hep sizin adınızı duyuyordum, sizi bir şey zannediyordum" diyor. |
Did you understand? |
Anladınız mı? |
I always heard of your name, and thought you were a prestigious person.' |
"Hep adınızı duyuyordum, sizi bir şey zannediyordum ben. |
But look at what you are attached to'. |
Meğer neye bağlıymışsınız." |
For God's sake, being bound to something is essentially very different. |
Yahu bağlı olunacak şey, başkadır esasen. |
As for everything else, they are only physical human duties that need to be fulfilled; this is relevant for women and for men. |
Diğer şeylere gelince, onlar sadece muktezâ-i beşeriyet olarak ihtiyacı giderme işidir; tâife-i nisâ (kadınlar) için de, tavâif-i ricâl (erkekler) için de aynı şey söz konusudur. |
Just like eating, resting, in a way breathing peace, breathing oxygen, these are innate needs. |
Yeme gibi, bir parça yatma/dinlenme gibi, istirahat etme gibi, bir yönüyle azıcık huzur soluklama gibi, oksijen soluklama gibi ihtiyac-ı fıtrîdir bunlar. |
To realise these innate needs; all of them, is part of it. |
Bu ihtiyac-ı fıtrîyi görme; hepsi, ondan ibarettir. |
But when all of these are being done, the eyes must always be beyond being, in the words of Imam Rabbani, 'beyond, beyond, beyond, beyond', then; 'transcendent realms, transcendent realms, transcendent realms, transcendent realms.' |
Ama bütün bunlar yapılırken, gözler hep ötede, ötelerin ötesinde, -İmam Rabbânî'nin ifadesiyle- "vera, vera, vera, vera, vera", sonra üç tane nokta; "öteler, öteler, öteler, öteler, öteler." |
Not the first level of heaven, nor the second, or the level where Prophet Moses is, nor where Prophet Abraham is, or the abode of Prophet Adam, not Paradise, nor the partners or servants there. |
Ne birinci kat sema, ne ikinci kat sema, ne Seyyidinâ Hazreti Musa'nın bulunduğu yer, ne Hazreti İbrahim'in bulunduğu yer, ne Hazreti Âdem'in bulunduğu yer, ne Cennet, ne Huri, ne Gılman. |
No matter what, the goal should be to see the beauty of God Almighty, to see the beauty of God Almighty, to see the beauty of God Almighty. |
İlla Rü'yet-i Mevlâ, illa Rü'yet-i Mevlâ, illa Rü'yet-i Mevlâ. |
This is the peak of asceticism. |
Bu da "zühd"de zirve. |
May God allow us to reach the pinnacle of it. |
Cenâb-ı Hak, o zirve ile zirvelendirsin, inşâallahu teâlâ. |
This is something that humankind today cannot comprehend, a topic that their hearts are completely closed to. |
Bu, günümüzün insanının aklının ermediği, kalbinin kapılarının da bütünüyle kapalı olduğu bir konu. |
As a regime, they call it 'administrative Islam' or 'Political Islam'. |
Şeklî/sûrî olarak, "İdarî Müslümanlık" veya "Siyasî Müslümanlık" falan diyorlar. |
Angels looking down upon them from the heavens say, 'Be embarrassed of your babbling, fear God.' |
Melekler de bunlara, semalardan bakıp "Yaptığınız gevezelikten utanın, Allah'tan korkun" diyorlardır: |
You cannot call this Islam. |
Ona Müslümanlık demezler. |
A Muslim is the one, who always says, either when sitting or standing, 'Hu' (He). |
Müslümanlık ona derler ki, otururken-kalkarken, "Hû" dersin. |
Only spelling His Name, only spending the night in His remembrance. |
Hep O'nu hecelersin, hep O'nunla gecelersin. |
Only spelling His Name, only spending the night in His remembrance. |
Hep O'nu hecelersin, hep O'nunla gecelersin. |
Only spelling His Name, only spending the night in His remembrance. |
Hep O'nu hecelersin, hep O'nunla gecelersin. |
You have no business with cars, villas, fleets, applause, appreciation or the desire for status. |
İşin olmaz senin öyle bilmem neyli arabalarla, villalarla, filolarla, alkışlarla, takdirlerle, makam sevdasıyla. |
The Honourable Umar ibn al-Khattab who brought two empires to its knees did not even have a shack to shelter himself with when he was passing away from this world. |
İki cihanı dize getiren Hazreti Ömer efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, onun arkada başını sokacağı bir kulübesi yoktu. |
He did not leave anything behind for his son in a will. |
Kendi oğlunu da vasiyet etmemişti. |
His son was not far behind him too; Abdullah ibn Umar was not too far behind him as well. |
Kendi oğlu kendinden geri değildi; Abdullah İbn Ömer, kendinden geri değildi. |
He did not even leave a will, had no thought of it; he did not even recommend his son becoming the governor of a city. |
Ama vasiyet etmemişti, hiç düşünmemişti; bir yere vali olmasını bile düşünmemişti. |
Damn those Saddam-like people... |
Kahrolası Saddamlar. |
Damn those Gaddafi-like people... |
Kahrolası Kazzâfîler. |
Damn those Hitler-like people... |
Kahrolası Hitlerler. |
We should not be like them; we must be like the Honourable Abu Bakr, Umar ibn al-Khattab, Uthman ibn Affan, Ali ibn Abi Talib. |
Onlar gibi değil; Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi olmak lazım. |
Like the Honourable Ali, |
Hazreti Ali gibi. |
who at a time was the leader of a massive area that spanned twenty times what Turkey is today. |
Kocaman bir devletin, Türkiye kadar yirmi devletin başında Hazreti Ali. |
His wife, our Honourable mother Fatima, would make her living by spinning a mill to produce flour. |
Hazreti Fatıma validemiz, değirmen taşlarını çevirerek un öğütüyor, geçimini öyle temin ediyor. |
While Ali himself would collect water from a well and sell it to others in order to maintain a living. |
O da birinin kuyusundan su çekiyor, başkalarına satıyor, geçimini öyle temin ediyor. |
There are also people like this today, but they are very rare, and seem to be very far away. |
Günümüzde de çok nadir böyle insanlar var ama çok uzaklarda böyle insanlar var. |
Unfortunately, we are facing an inflation of people who worship this world. |
Fakat maalesef günümüz dünyaya tapan insanların enflasyonunu yaşıyor. |
May God-Almighty protect you all from the evils of those who say they are believers, yet live like the Pharaoh; who say they are like Prophet Aaron, but live like Korah. |
Cenâb-ı Hak, "Mü'minim" dedikleri halde Firavunca yaşayan; "Hârun'um" dedikleri halde Kârun'ca yaşayan bu eşrârın şerrinden, siz ahyârı muhafaza buyursun. |
This will suffice you. |
Vesselam. |