Poet Mehmet Akif says: |
Mehmet Akif diyor ki: |
'Forget being a Muslim, we are even far from humanity |
"Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile |
If it is to deceive the world, it's all in vain, |
Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile |
All the true Muslims I've seen are in the grave, |
Kaç hakiki Müslüman gördüm, hep makberdedir |
I am not sure, but Islam may be in the heavens.' |
Müslümanlık bilmiyorum amma galiba göklerdedir." |
This is a reality check. We need to assess and face ourselves. Are we alive or dead? Are we walking on a clear path or struggling, falling and trying to stand up? |
Doğruya çağrı ifadesi; kendimizi gözden geçirme ifadesi; kendimiz ile yüzleşme ifadesi... Ölü müyüz, diri miyiz; o şehrâhta mı yürüyoruz, patikalarda düşe-kalka yol almaya mı çalışıyoruz? |
This is not very apparent in some parts of the world. |
Bu belli değil, bazı kimseler itibarıyla, bazı coğrafyalar itibarıyla. |
You can call this 'geographic pollution'. |
Bunlara "coğrafya kirlenmesi" diyebilirsiniz. |
When the soil is not fit, the produce becomes spoilt as well. |
Neş'et edilen zemin kirlenince, o zeminin başakları da öyle kirli oluyor. |
One seed turns into a spoilt ear of grain and that spoilt ear of grain poisons a nation. |
Bir dâne tohum, bir tane zehir başağı oluyor; zehir başağı oluyor ve milletin başına bela kesiliyor. |
With this thought Mehmet Akif says, 'Forget being a Muslim, we are even far from humanity'. |
İşte bunları nazar-ı itibara alarak, koca şair Mehmet Akif, "Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile" diyor. |
It is crucial for a believer to face themselves. |
Mü'min için kendi ile yüzleşme çok önemlidir. |
If a person does not look for their own faults/mistakes they will fail to find solutions to their problems. |
İnsan, kendinde kusurları/suçları aramaz ise, zannediyorum, derdine göre bir reçete oluşturamaz. |
The solution to each individual's problems must come from themselves; otherwise they will not find a solution. |
İnsanın kendi derdine olan reçetesi, kendi eliyle yazılan reçetedir; çünkü hastalığın teşhisi, onun tarafından yapılmaktadır/yapılacaktır. |
As somebody says: |
Evet, birinin dediği gibi: |
'They saw my miserable state |
"Gördüler beni ki halim perişan |
Plato, Aristotle and Luqman came together |
Cem oldu Eflatun Aristo Lokman |
A thousand doctors checked my pulse |
Nabzıma el vurdu bin bir tabibân |
They said there is no cure nor a remedy for this' |
Dediler derman yok buna ne çare." |
(Sayyid Nigari) |
(Seyyid Nigârî) |
A person should check their own pulse. |
İnsan, kendi nabzını tutmalı, kendi kalbinin ritimlerine kulak kesilmeli. |
Check whether the heart is beating for God. |
Her atışında "Hû" diyor mu kalb? |
If not, then it is no different than a piece of meat for wild animals to eat. |
Değilse bir bıçak çalıp, köpeklere bir lokma et diye atmalı onu. |
I think it should never be polluted. |
Bence onu kirletmemeli. |
Because it is the first step of the spirit on its journey and there is 'spiritual faculty that senses God directly' beyond it. |
Çünkü onun arkasında o "Latife-i Rabbâniye" var; ruhun ilk basamağı. |
With the heart one can be elevated to the spiritual world, to the secret realm from which to witness the attributes of the Glorious One and experience constant spiritual pleasures. |
Onunla insan ruh iklimine, ruh âlemine yükselir; ruh âleminden sır âlemine yükselir; sıfât-ı Sübhâniye'nin tecelli alanlarını temaşaya durur; sürekli âdetâ mest u mahmur olur, kendinden geçer. |
However those who are stuck doing the same things over and over again will fail to grow and begin think highly of themselves. |
Yerinde sayan insanlar, yerlerinde sayar dururlar da kendilerini bir şey zannederler. |
Most of you managed to take the first step, as a blessing from God. |
Sizler, çoğunuz itibarıyla Cenâb-ı Hakk'ın ilk lütfu, ilk ihsanı olarak basamak atlamaya muvaffak oldunuz, Allah'ın izniyle. |
Let me first express this: |
Evvelâ hemen şunu arz edeyim: |
We did not side with the oppressors. |
Zâlimler ile beraber aynı çizgide bulunmadınız. |
It falls on you to express your gratitude to God for this. |
Size, bunu binlerce hamd u senâ ile, Cenab-ı Hakk'a karşı derin bir minnet duygusu halinde ifade etmek düşer: |
All Praise to God that we did not side with those oppressors, who jailed so many innocent people. |
Allah'a binlerce hamd u senâ olsun ki, insanları derdest edip içeriye atan zâlimler ile beraber, aynı safta olmadık. |
We did not side with those who persecuted indiscriminately. |
Haklı-haksız ayırt etmeden herkese haksızlık yapanlarla beraber olmadık. |
We did not side with the Pharaohs who separated mothers from their children. |
Anneyi evladından ayıran Firavunlar ile beraber olmadık. |
We did not side with hypocrites like Ubay ibn Salul. |
İbn Selûl'ler ile beraber olmadık. |
Thousands of praise and glorification be to God. |
Allah'a binlerce hamd u senâ olsun. |
Perhaps we couldn't stand exactly where we should have, but God did not position us where we would be wrongdoers and fall into an abyss. |
Belki olmamız gerekli olan noktada bulunamadık fakat insanı gayyaya götürebilecek noktada da Allah bulundurmadı bizi; O'na binlerce hamd u senâ olsun. |
May God give true guidance to the oppressors as well. |
Allah, zalimlere de hidayet eylesin. |
May God rid the hypocrites who oppress the believers of their misguidance; and exalt them with Divine Unity. |
Allah, mü'minlere zulmeden münafıkları, ikiyüzlülükten halâs eylesin; tevhîd-i hakikiye i'lâ buyursun. |
There is nothing more heinous than being two-faced in this world; it is worse than disbelief and associating partners with God. |
İkiyüzlülük kadar çirkin bir şey yoktur dünyada; o, küfürden ve şirkten daha çirkindir. |
When referring to it, the Qur'an states: |
Onun için Kur'an-ı Kerim, onları ifade ederken buyurur ki: |
'Surely the hypocrites will be in the lowest depth of the Fire; |
"Şu kesindir ki münâfıklar Cehennem'in en alt katındadırlar (dibindedirler). |
and you will never find for them any helper (against the Fire)' (An-Nisa, 4:145). |
Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın" (Nisâ, 4:145). |
Hypocrites will be in the lowest depths of the Hell, and you will never find for them any helper. |
Münafıklar, Cehennem'in en derin çukurunda/gayyasındadırlar ve onlara asla bir yardımcı da yoktur/bulamazsınız. |
Hypocrisy is more dangerous than polytheism and disbelief. |
Nifak, şirkten ve küfürden daha tehlikelidir. |
Hypocrisy is dangerous, but its most dangerous form is using religious arguments as part of it. |
Nifak, tehlikelidir ama en tehlikelisi de nifak adına dinî argümanları kullanma nifakıdır: |
Performing a prayer without ablution to be seen among the believers; using religious arguments; referring to the Holy texts, If you ask them; 'What is the Chapter Al-Baqarah in the Qur'an about?' |
Abdest almadan namaz kılmalar; namaz kılanlar içinde görünmeler; İslamî argümanları kullanmalar; "Kur'ân" demeler, "Sünnet" demeler... Sorsanız ki "Bakara Sûre-i celilesi neyden bahsediyor?" |
I can swear to you that they would say, 'I think it mentions baqarah (cow) (not knowing what it means).' If you ask them 'what is Chapter Al-Kahf about?' |
Yemin edeceğim, zannediyorum, derler ki "Galiba Bakara'dan bahsediyor" deseniz ki "Kehf Sûresi neyden bahsediyor?" |
They wouldn't know, I can swear that they wouldn't know. |
Bilemezler, yemin ediyorum bilemezler. |
In fact, if you ask them: |
Hatta onlara deseniz ki, "Elem tera. |
'What does the Chapter Al-Fil emphasise?' |
(Fîl) Sûre-i celilesi, kaç hakikate parmak basıyor, neler ifade ediyor?" |
They wouldn't know. |
Bilemezler. |
Because, even though they may have learned some Arabic in a religious school, they would never have considered to learn the religious issues in depth. |
Çünkü belki bir Kur'an kursunda, bir İmam Hatip'te yarım yamalak bir Arapça öğrenmişlerdir ama işin arka planına nüfuz etmeyi hiç düşünmemişlerdir. |
They considered what they learned to be enough, and remained incomplete. |
"Yetti" demişler, kendilerine etmişler. |
Those who wrong you today have actually wronged themselves by considering what they learned to be enough. |
Bugün size edenler -esasen- işte o "Yetti" diyenler ve kendilerine edenlerdir. |
The ones who look like they know are the ones who are ignorantly oppressed by actually not knowing. |
Biliyor gibi görünenler, bilmiyor olmanın altında cahilce ezilenler. |
They can't know, example what are the Chapters Al-Falaq and An-Nas telling us? |
Bilemezler, Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sûre-i celîleleri) neyden bahsediyor? |
For which purpose have they been revealed? |
Hangi sebeple nâzil olmuştu? |
And how was the relationship of our noble Prophet, peace and blessings be upon him, with those two blessed Chapters? |
Ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) o iki mübarek sûre ile münasebeti nasıl olmuştu? |
Al-Ikhlas and Al-Falaq and An-Nas... |
İhlas ve Muavvizeteyn. |
Where and in what respect was God's Messenger, peace and blessings be upon him, in contact with them, praying, knocking on the doors of God the Almighty, begging for His mercy and salvation with them? |
Nerede, ne münasebetle Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla sıkı bir münasebete geçmişti, onlar ile el açmıştı, Hazreti Rabbü'l-Âlemîn'in dergahına yönelmişti, O'nun rahmet eşiğine baş koymuştu ve halâs dilemişti? |
Believe me, they cannot know these things. |
İnanın, bilemezler bunları. |
They cannot know because they haven't been able to go beyond the shell of the matter, to reach the core of it. |
Bilemezler, çünkü meselenin kabuğunu aşamamışlar, özüne ulaşamamışlar. |
They are not able to get to know the inside of the issue; they are only using those blessed arguments for the sake of an earthly sovereignty. |
İşin iç yüzünü bilemiyorlar; sadece dünyada bir saltanat uğruna o mübarek argümanları kullanıyorlar. |
As Bediüzzaman says, 'Numerous harmful obstacles appear before works of great good. |
Hazreti Pîr'in dediği gibi, "Umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. |
Satan strives against those who try to do good.' |
Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır." |
Behind the ones who use those religious arguments are those who are mentioned as 'Satans in the form of humankind and jinn', they will say, 'So leave them alone with what they have been fabricating' (Al-An'am, 6:112). |
İşte o dinî argümanları kullananların arkasında "Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler" (En'âm, 6:112) beyanıyla anlatılan "İns ve Cin şeytanlar" vardır. |
This is a verse of the Qur'an. |
Kur'an'ın ayeti bu. |
They transmit evil thoughts as signals between each other. |
Birbirlerine onlar, şeytanca düşünceleri sinyal halinde gönderirler. |
And the Satans inside of them read them like officers who read signals; they send it to one's heart and neurons; that person gets exposed to a contamination of heart and mind. |
İçlerindeki şeytanlar da -esasen- sinyal çözen memurlar gibi onları çözerler; insanın kalbine gönderirler, nöronlarına gönderirler ve insan, bir kalb ve nöron kirliliğine maruz kalır. |
Hence, they go after them as if they have been hypnotised. |
Dolayısıyla, hipnoz yapılmış gibi onların arkasında sürüklenir gider. |
They follow them as if seeing an illusion; like sheep who go after wolves that are about to eat them, they make things easier for them by following. |
Bir illüzyonla onların arkasından sürüklenir gider; koyunların onları yemek üzere olan kurdun arkasına takılıp gitmeleri gibi, işlerini kolaylaştırma adına sürüklenir gider. |
When we take into consideration the life styles of the great individuals, from the Prophet Adam to Prophet Noah, to the other Prophets and the purified ones, they earned their keep with their own hard work. |
Büyüklerin hayat tarzlarına bakılırsa, tâ Hazreti Âdem'den Hazreti Nuh'a, ondan da diğer enbiya ve asfiyâya kadar, bunlar, ellerinin emekleriyle geçimlerini temin etmişler. |
If the found something one day and ate, they didn't think about tomorrow. |
Bugün bir şey bulmuş, yemişler ise, yarını hiç düşünmemişler. |
They said, 'It is extravagant to eat two times a day; God didn't create us to eat.' |
"Günde iki defa yemek yemek israf olur; Allah, bizi yemek yemek için yaratmadı" demişler. |
That's because 'The bounties of the world are similar to poisonous honey; they have pleasure that comes together with pain.' |
Çünkü "Dünyanın lezzetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır." |
'Tasting is permissible but one should not get full' in this world. |
Burada "Tatmaya izin var, doymaya yok." |
These last two phrases belong to Bediüzzaman, the Spokesman of the Age. |
Bu son söylediğim iki cümle, Çağın Sözcüsü'ne ait. |
'The pleasures of this world resemble poisonous honey, in them there is as much pain as there is pleasure', 'The carnal soul portrays deadly pleasures in such a manner, and man cannot discern this.' |
"Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır." "Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri öyle şirin göstermiştir de insan onun yağın içinde zehir sunduğunu bilememiştir." |
Busiri mentions this in his eulogy. |
Bûsîrî, kasidesinde diyor. |
So many pleasures have been used as a tool to kill; miserable people are unaware that there is poison in honey. |
Nice lezzetleri, o insan için öldürücü bir şey olarak kullanmıştır; zavallı bilmiyor ki balın içinde -esasen- zehir var. |
When it makes contact with your lips, you sense the pleasure, but when it makes its way down to your stomach, the poison becomes active and destroys you. |
Dudağına değdirdiğin zaman, sen, o balın lezzetini duyuyorsun ama midene indiği zaman, zehir, hükmünü icrâ ediyor ve seni alıp götürüyor. |
This is what worldly pleasures are like. |
İşte dünya lezzetleri budur. |
They have lived their lives with this thought, philosophy and have acted accordingly; they did not compromise even when they were at their peak in terms of worldly reign. |
Bu mülahaza ile, bu düşünce ile, bu hayat felsefesi ile hareket etmişler; saltanatlarının zirve yaptığı dönemde de bu incelikten taviz vermemişler. |
Prophet David earned a living making armour. |
Hazreti Davud aleyhisselam, zırh yapmak suretiyle rızkını temin ediyor. |
He lived in isolation, away from people except for the times when he needed to govern them. |
Çok defa insanlardan uzak duruyor; devleti idare etmenin dışında hep inzivada yaşıyor. |
In a Prophetic tradition narrated by His Messenger, God says: |
Kudsî hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak diyor: |
'O David, why do you live in isolation?' |
"Yâ Davud, neden inzivaya çekildin?" |
He replies, 'To be alone in God's presence, to be alone in His company and the Sphere of Holiness.' |
Cenâb-ı Hak ile -bilmiyorum, tabir caiz ise- "başbaşa" olmak, daha doğrusu "maiyyet yaşamak" veya "Hazîratü'l-Kuds ile postnişin olmak" için. |
Don't we also want that? |
Biz de istemiyor muyuz onu? |
Don't we pray, 'O God, we ask of You to favour us with love and mercy, to make our hearts content with Your Divine breeze, to save us from loneliness through Your exalted company'? |
"Allah'ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı diliyoruz" demiyor muyuz? |
He elects a lofty goal and lives accordingly. |
Öyle yüksek bir ufku intihap ediyor, orada yaşıyor. |
It is as if God orders him to return to his people. |
Âdetâ Cenâb-ı Hak, emrin ağırlığı ile onu insanların içine döndürüyor. |
In the past, I think I mentioned this as a response to a question: |
Daha evvel de bir soru münasebetiyle -zannediyorum- arz etmiştim: |
You had asked; is it best to live in isolation away from people in the company of God or living together with people and enduring their torment? |
Sormuştunuz; insanlardan uzlet ederek dışarıda halvet yaşamak mı, yoksa insanların içinde bulunarak onların eziyetlerine katlanmak mı? |
I think, when living with others, if a human is going to be beneficial, encourage a change in goals, turn their gazes to the Sun, help them leave their shadows behind, a human must live together with fellow humans and endure any difficulty that may come about. |
Bence insan, insanların içinde bulunduğu zaman, onlar için yararlı olacaksa, ufuk değişikliğine vesile olabilecekse, onların nazarlarını Güneşe tevcih edebilecekse, gölgelerini arkalarına almalarına vesile olacaksa, insanların içinde durmalı ve onlardan gelecek şeylere katlanmalı. |
This is your mission. |
Sizin mesleğiniz. |
The tradition stating that a Muslim who lives in society and endures the troubles from others is better than one who does not, outlines the framework of your mission. |
Toplumun içinde durup insanlardan gelen eziyetlere katlanmanın, tecerrüt ve halvetten daha hayırlı olduğunu beyan buyuran hadis-i şerif de sizin mesleğinizin çerçevesini çiziyor. |
You are walking on this path. |
Bu yolda yürüyorsunuz. |
Let us hear from the Spokesman of the Age; he says: |
Yine Çağın Sözcüsü'ne sözü verelim; diyor ki: |
'We must abandon the world in the heart, not in practice.' |
"Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır." |
You may work and earn wealth and riches. |
Çalışıp kazanabilirsiniz, mal-mülk gelebilir. |
The Honorable Uthman ibn Affan was one of the wealthiest of the respected companions; the Honourable Abdurrahman ibn Awf was one of the wealthiest. |
Hazreti Osman, sahabe-i kiram içinde çağın en zenginlerinden idi; Hazreti Abdurrahman İbn Avf, en zenginlerinden idi. |
However, once that wealth is felt in the hearts, may God protect us from it, it will bring the person into a state of utter poverty. |
Fakat o zenginlik, azıcık kendisini gönüllerde hissettirince, hafizanallah, insanı sürüm sürüm hâle getirir. |
That is why the Messenger of God said about his very beloved ten companions who were promised Paradise, 'I saw my companions enter Paradise; Abdurrahman ibn Awf was dragging behind as he entered. |
Onun için Allah Rasûlü, o çok sevdiği, gözü gibi aziz tuttuğu, Aşere-i Mübeşşere'den olan sahabî hakkında, "Ben, ashabımın Cennet'e girdiğini gördüm; Abdurrahman İbn Avf, sürüne sürüne giriyordu" buyurmuştu. |
Because of his wealth. |
Zenginliğinden dolayı. |
When Abdurrahman heard this, he donated all of his wealth to charity; he said, 'If these are going to cause me to drag behind.' |
Bunu duyunca -Canım kurban olsun.- bütün servetini Allah yolunda infak etmiş; adeta "Onlar beni sürüm sürüm hale getirecekse şayet" demişti. |
Now you could be very rich and yet have no interest in the matter with your heart. |
Şimdi, çok zengin olabilirsiniz ama kalbî alakanız o mevzuda o kadar azdır ki. |
As people notice you will feel repelled by it; in a way, as it increases, you will be repelled by it. |
İnsanlar, teveccüh ettikçe tiksinti duyarsınız; bir yönüyle, o çoğaldıkça tiksinti duyarsınız: |
You will say, 'What can I do to rid my hands of this money?' |
"Nasıl yapayım ki ben bunu elden çıkarayım" dersiniz. |
Imam Ghazali handles this matter in a very refined manner. |
Gazzâlî, bu mevzuda meseleyi inceden ince bir üstünlükte, zirvede götürüyor. |
He says, 'If a person has enough food for one day, to claim food for the second is greed. |
Bazen diyor ki "Bir insanın bir günlük yiyeceği varsa, ikinci güne tâlip olması, hırstır, tamadır." |
As for the people of second degree, he says that to claim for food for the second month is greed. |
İkinci derecedeki insanlar için de ikinci ayın yiyeceğine talip olmayı hırs olarak nitelendiriyor. |
As for those of the lowest level, he says that to gather and stock provisions for the second year is greed. |
En dûn, en aşağı mertebe saydığı basamaktaki bazılarına için ise, ikinci senenin rızkını biriktirip stoklamayı hırs olarak görüyor. |
However this depends on the state of the heart. |
Fakat bu, kalbî alakaya bağlıdır. |
Some will say, 'Let it be; just in case.' |
Yani, kimileri "Olsun; ne olur ne olmaz?" derler. |
But where there is God there is no deficiency; everything is in line with his provisions. You cannot say, 'Just in case.' |
Yahu Allah varken, artık "Olmaz" yok; orada her şey "Olur"luk çizgisindedir, orada "Ne olur ne olmaz" diyemezsin. |
Ghazali sees the matter as such from his refined perspective. |
Hazreti Gazzâlî, meseleyi kendi inceliği açısından böyle götürüyor. |
However if a person is genuinely not displaying greed and wealth is pouring in, well, let it pour. |
Fakat bir insan, hakikaten o mevzuda hırs göstermeden, mal-mülk kendi kendine şakır şakır akıp geliyor ise, aksın gelsin. |
One day, those blessings from God may be subject to theft or usurpation. |
Sonra bir gün Allah'ın (celle celâluhu) o lütfu hırsızlığa veya gaspa uğrayabilir. |
Like the wretched of today, like the bandits of Ali Baba who settled upon the peoples' wealth, some may also settle upon your wealth. |
Şimdi şakîlerin, Ali Baba eşkıyası misillü gelip milletin malının üzerine konduğu gibi, birileri gelip konabilirler. |
A beloved friend... |
Sevgili bir dostumuz. |
He made earnings by working beside someone; he was able to build a mosque, opened a Qur'an school and looked after a lot of people. |
Birinin yanında çalışarak kazanmış; cami yapmış, Kur'an kursu yapmış, bir sürü insana bakmış. |
He did such things that a thousand generous believers could not do. |
Öyle şeyler yapmış ki, bin tane cömert mü'minin yapamadığını yapmış. |
However, bandits came and took over everything. |
Fakat gelmiş eşkıya, hepsinin üzerine birden konmuş. |
One night at a dinner table, to console me, he smiled and said: |
Ama bir sofrada akşam yemeği yerken bana, beni teselli adına, tebessüm ederek şöyle dedi: |
'What's the matter? |
"Ne var Hocam? |
God gave it, God took it away. |
Allah verdi, Allah aldı. |
God gave it, God took it away.' |
Allah verdi, Allah aldı." |
Worldly possessions did not lay heavy on his chest. |
İşte, mal-mülk onun sinesine gelip oturmamış. |
He had control over them, but they were not able to control him. |
O, onlara hâkim olmuş ama onlar ona hâkim olamamışlar. |
He used them as servants and slaves but did not obey them as a servant or a slave. |
O, onları kul-köle olarak kullanmış; kul-köle olarak onların emrine girmemiş. |
As a human, he was able to maintain his freedom by means of being a servant of God. |
İnsan olarak, Allah'a kul olma sayesinde, hürriyetini korumuş. |
One of the most important blessings offered to me by God is being free. |
Allah'ın bana lütfettiği en önemli nimetlerden, pâyelerden bir tanesi, benim hür olmamdır. |
The road to being free passes through the worship of God. |
Hür olmam da yalnız Allah'a kulluktan geçer. |
Those who do not worship God, become servants to thousands of things. |
Allah'a hakkıyla kul olmayan, bin türlü şeye kul olur. |
To be dragged behind so-and-so, being exposed to illusions and becoming a servant to thousands of things; people are swimming in polytheism. |
Günümüzde bilmem kimin arkasından sürüklenip giden, illüzyona maruz o zavallılar, bin türlü şeye kul olmuş, şirk içinde yüzüp gidiyorlar. |
Even if they say, 'God', 'Prophet', 'the Qur'an' or 'the Holy Book', they are polytheists. |
"Allah" deseler de müşrik, "Peygamber" deseler de müşrik, "Kur'an" deseler de müşrik, "Kitap" deseler de müşrik. |
I will say it openly; polytheists associate partners with God. |
Açık söylüyorum; müşrik, şirk koşuyorlar Allah'a. |
Our Prophet says, 'They are polytheists' to those who engage in hypocrisy. |
Riya yapana da Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) "O, müşrik" diyor. |
The issue of sincerity is discussed in the Admonition for the Neglectful. |
Tenbîhü'l-Gâfilîn'in birinci bahsi olan İhlas bahsinde bu konu işleniyor. |
Our noble Prophet, peace and blessings be upon him, stated, 'The thing that I am most afraid for my community is the minor disbelief'; when the Companions asked the meaning of this minor sense, he answered that it is showing off and self-conceit. |
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir" buyurmuş; sahabe-i kiramın "Küçük şirk ne demektir?" sorusuna da "O, riyadır; görünme arzusudur" cevabını vermiştir. |
What is 'the lesser disbelief'? |
"Şirk-i asgar" nedir? |
Hypocrisy, ostentation, inner admiration, self-pride, boasting, arrogance, pride, traveling with armoured cars, trying to appear among the people, traveling with thousands of guardians from one place to another. |
Riya, gösteriş, âlâyiş, iç beğeni, ucub, dışa karşı caka, kibir, gurur, fahirlenme, zırhlı arabalar ile yürüme, halk içinde görünme, bin tane koruma ile bir yerden bir yere gitme. |
Those who undertake these are servants to ostentation; slaves in the direction of Satan. |
Bütün bunları yapanlar, çalıma kul olmuş bendelerdir; şeytanın güdümünde olmuş bendelerdir bunlar. |
Such wealth is a calamity from God, which is something the Messenger of God sought refuge from. |
Şimdi böyle bir servet, Allah belasıdır ve Allah Rasûlü'nün -esasen- kendisinden Allah'a sığındığı şey de budur. |
From such wealth, one must seek refuge in God; Busiri's eulogy of 'poisoned honey' refers to this. |
Böyle bir servetten Allah'a sığınmak lazımdır ve Bûsîrî'nin, kasidesinde, "içinde zehir olan bal" dediği şey de budur. |
A human should detach themselves from this world, and live modestly. |
İnsan, hakikaten dünyayı kalben terk etmeli ve belki fakir olmalı. |
Indeed if it naturally comes, it is welcome. |
Ha kendi kendine gelirse, gelsin. |
Later, one could push it away, saying 'By God, leave me before it brings forth any calamity' etc. |
Sonra gelenlerin bazılarını elinin tersiyle iter, "Gidin Allah'ı severseniz; başıma bela olmayın" falan der. |
However, if they decide to stay, it will only be accepted for the purpose of giving to others. |
Fakat "Biz kalacağız" derlerse şayet, onları da birilerine vermek üzere kabul eder. |
Like our mother Aisha. |
Âişe validemiz gibi. |
Whatever comes to her, she hands it out. |
Ne geliyor ise kendisine, hepsini dağıtıyor. |
Our noble mother narrates, 'There were times where three months would pass by and we wouldn't even boil water or cook food'. |
Ama mübarek annemiz buyuruyor ki, "Bazen bizim evimizde üç ay geçerdi de su kaynamazdı ve bir şey de pişmezdi." |
The niece, Urwa asks, 'How did you get by?' |
Soruyor yeğeni Urve, ablasının oğlu soruyor; diyor ki, "Hala, ne ile geçiniyordunuz?" |
She responds, 'with two blacks' |
Validemiz, "İki siyah ile" diyor, Arapça "tağlîb tariki" denir bu meseleye. |
It is when you eat dates with water. |
Hurma ile su cem edilince, "esvedeyn" tabir edilir. |
Our mother responds, 'We survived on two blacks, water and dates'. |
Validemiz de "bi'l-esvedeyn" diyor, yani "İki siyahla, su ve hurmayla geçiniyorduk" diyor. |
Thus, in this respect not being affiliated with the worldly life. |
İşte, bu manada hakikaten kendisini dünyalık talebinden uzak tutma. |
'Well... |
"Aman. |
If the riches to come will bring calamities upon me and make me attached to this world, and make me forget God, may God protect us from it, it is better that it doesn't come. |
Gelecek mal, başıma bela olacak, dünyayı bana sevdirecek ve beni Allah'tan edecek ise şayet, hafizanallah, olmaz olsun o." |
In the Turkish language, we narrate the matter as thus: |
Türkçemizde bu tabiri kullanırız böyle bir meseleyi anlatırken: |
'May it never be'. |
"Olmaz olsun o." |
There is also the term 'things we can't live without'; it is up to God Almighty, what occurs. |
Bir "olmazsa olmaz" var; o, Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğudur, o olmazsa olmaz. |
In this respect, this 'may it never be'. |
Buna gelince, bu, "Olmaz olsun." |
'May it never be'. |
Olmaz olsun bu. |
Thus, according to the noble saying of the Prophet, 'The poor amongst my community will enter Paradise five hundred years before the others'. |
Onun için, hadis-i şerifte "Ümmetin fakirleri, Cennet'e, zenginlerden beş yüz sene evvel girecekler" deniyor. |
The others, according to this, will wait at the Great Gathering, or at A'raf. |
Öbürleri demek ki, Mahşer'de bekleyecekler veya A'râf'ta duracaklar. |
A'raf is a place between Paradise and Hell. |
A'râf, Cennet ile Cehennem ortasında bir yer. |
There is different commentary regarding A'raf in the Qur'an. |
Kur'an-ı Kerim'de A'râf ile alakalı değişik tefsirler var. |
To describe the people 'in-between', the deceased Cemil Meriç, refers to many of the believers of our time as those at A'raf. |
Böyle "ortada" insanların durumunu ifade etmek üzere, merhum Cemil Meriç, günümüzün pek çok mü'minine "A'râftakiler" demişti. |
Those at A'raf are neither on one end of the spectrum nor the other. |
A'râftakiler; ne tam o cephede, ne de tam bu cephede. |
'Those amongst my Ummah that are poor, in comparison to the rich and wealthy will enter paradise five hundred years before the others'. |
"Ümmetimin fakirleri zenginlerden (ahiret ölçüleriyle) yarım gün, beş yüz sene evvel Cennet'e girecektir" buyuruyor. |
In another noble saying of the Prophet, God's Messenger, peace and blessings be upon him, narrates this prayer: |
Başka bir hadis-i şerifte, Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duası rivayet ediliyor: |
'My God let me live destitute, die destitute, and resurrect me among the destitute.' |
"Allah'ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak vefat ettir ve miskinler arasında haşret." |
Being destitute is beyond being poor; it is in a way laying on the hard sandy ground, on a woven mat, without a cover or a mattress. |
Miskinlik, fakirlikten de öte bir şeydir; bir yönüyle, kumda sert yerde, bir hasır üzerinde yatma, yorgansız ve döşeksiz olma demektir. |
For this reason, when they describe the Pride of Humanity, they say, 'His holy cheeks had not felt a soft mattress'. |
Onun için, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu anlatırken, "Mübarek yanları, yumuşak döşek görmemişti" diye anlatırlar. |
The famous story of the Honourable Umar: |
Hani Hazreti Ömer vakası meşhurdur: |
In the instance of the Ila event, the Honorable Abu Bakr rushes to our noble Prophet when hears of his distancing with his wives. |
Îlâ hadisesi münasebetiyle, Efendimiz'in, zevcelerinden rahatsız olduğunu duyunca, Hazreti Ebu Bekir de, o da hemen koşarlar. |
Abu Bakr takes hold of his daughter, our blessed mother Aisha; Umar similarly takes hold of his daughter, our blessed mother Hafsa, and said: 'How dare you disturb my noble Prophet!' |
Hazreti Ebu Bekir, kendi kızının, Âişe validemizin, canlar kurban mübarek anamızın yakasından tutar; Hazreti Ömer de kendi kızı Hafsa validemizin yakasından tutar; "Benim Efendim'i nasıl rahatsız edersiniz?" derler. |
After they enter into the cell-like dwelling in which our noble Prophet lived. |
Sonra, Efendimiz'in bulunduğu o daracık hücredeki cumba gibi yere gider; daracık, bu kadarcık bir yerde bulunan Efendimiz'in yanına çıkar. |
They find our noble Prophet laying down. |
Efendimiz orada uzanmış duruyordur. |
As he stood up, they can see the marks left on his face from the hay-mat and Umar cannot control his tears, and cries uncontrollably. |
Kalktığında, mübarek yanında hasırın bıraktığı izleri görür; gözyaşlarını tutamaz, hıçkıra hıçkıra ağlar. |
As a response to the question, 'Why do you weep O Umar?', he replies with 'While the Chosroes, the kings and the Roman Empire are in splendour and power'. Just as the pharaohs of today are in armoured cars, or sleeping on gold-embroidered cushions. |
"Niye ağlıyorsun ya Ömer?" sorusu karşısında "Kisrâlar, Hüsrevler, Roma İmparatorları şöyle saltanat ve debdebe içinde." -Bütün Firavunlar aynen; bugünkü manasıyla zırhlı arabalar içinde; onlar da o gün altın işlemeli eyerli atlar üzerinde, onların saltanatı da öyle. |
And they move with a hundred guards, 'you however, are God's Messenger and the beloved one'. |
Ve yüz tane yaver-maver ile, koruyucu ile hareket ediyorlar.- "Ama Sen, Allah'ın Rasûlü ve Habibisin, Rasûl-i Zîşân'sın." |
Our noble Prophet, without any shift in His countenance says: |
Peygamber Efendimiz, hiç tavrını değiştirmeden şu yumuşak sözlerle mukabelede bulunur, hiçbir şey yokmuş gibi: |
'O Umar. |
"Yâ Ömer. |
'Wouldn't you rather the luxuries of the world should be theirs, and that those of the Hereafter should be ours?' |
İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim olsun?" |
Yes, 'My God!' |
Evet, "Allah'ım. |
'My God let me live lowly, die lowly, and resurrect me among the lowly.' |
Beni miskin olarak yaşat." "Miskin olarak vefat ettir." |
I do not know what kind of a burial shroud they used; when He walked beyond this world, I do not know which burial shroud he was wrapped in. |
Bilmiyorum nasıl bir kefen buldular; O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman nasıl bir kefene sardılar, bilemiyorum. |
You know the story of the Honourable Mus'ab; a companion recounts the story in tears. |
Hani, Hazreti Mus'ab için denen bir şey vardı; sahabî ağlayarak anlatıyor. |
The shield of our noble Prophet in the battle of Uhud. |
Uhud'da Efendimiz'in önünde Peygamber kalkanı. |
And in another period, His spokesman. |
Bir dönemde de Peygamber sözcüsü. |
In just a year, in those days, he brought 75 people, including women and children to pledge allegiance at Aqaba. |
Bir sene içinde -o gün için- mütemerrid insanlardan, Medinelilerden kadın-erkek, çoluk-çocuk sadece Akabe'ye getirdiği yetmiş küsur insan. |
A young man, so handsome, one could not resist looking at him, |
Genç, yüzüne bakmaya doyamazsınız, Yusuf-i sânî. |
But he does not know anything about worldly pleasures. |
Ama dünya zevki namına bir şey bilmiyor. |
He spent his life next to the Messenger of God, in one sense, struggling with his mother, then facing death in Medina, he kept to his word, disregarding the swords swinging at him. |
Ömrü hep Rasûlullah'ın önünde -bir yönüyle- annesiyle mücadele ede ede, daha sonra Medine-i Münevvere'de ölümü göğüsleye göğüsleye geçen; başında kılıçlar kavis çizmesine rağmen, umursamadan, dediğini diyen Mus'ab İbn Umeyr. |
He performs his last heroism and self-sacrifice in the war of Uhud in front of our noble Prophet. |
Uhud'da da Efendimiz'in önünde en son kahramanlığını, en son fedakârlığını sergiliyor. |
No arms left, head severed, legs severed. |
Kol yok, kanat yok, kelle kopmuş, bacaklar kopmuş. |
People said, 'We should cover his body with a shroud' but they could not find a shroud. |
"Ee bir kefene sarıp da yerine koyalım" diyorlar; arıyorlar ama bir kefen bulamıyorlar. |
The Companions of the Prophet later say: |
Diyor ki sahabî: |
'When we covered his feet, his head was left open and when we covered his head his legs were open.' |
"Ayaklarını kapattığımız zaman, başı açık kalıyordu, başını kapattığımız zaman ayakları açık kalıyordu." |
They lived such a life. |
Böyle yaşamışlardı. |
They exhibited examples of how a real life should be. |
Gerçek yaşama adına örnekler sergilemişlerdi. |
They said 'A real life happens inside this framework' |
"Gerçek yaşama, bu resim çerçevesinde oluyor" demişlerdi. |
I believe the Messenger of God was similar. |
Zannediyorum Allah Rasûlü de buna benzer. |
They searched and maybe found a shroud. |
İşte, belki aradılar, bir kefen buldular. |
We would say, 'We wished to cover your sacred body using emeralds, jewels, gold, silver and such'. |
Kurban olayım; biz kendi düşüncemiz itibarıyla, "Zümrütten zebercetten, altından, gümüşten örgülenmiş değişik şeylere Seni sarsaydık. |
We wished to send you to immortality in such a way. |
Seni ölümsüzlüğün kucağına öyle atsaydık. |
You should walk to the horizon of your spirit like this'. |
Ruhunun ufkuna öyle yürüseydin" derdik. |
However I believe, He would have not been happy with these words: 'I would be happier if you covered me with my usual clothes, the shirt that I am usually wearing.' |
Ama zannediyorum O, bunlardan memnun olmazdı; "Hayır, ben halimden memnunum" derdi; "Beni giydiğim bir elbiseye, sırtımda olan bir gömleğe -şayet- sarıp gömerseniz, o, benim hoşuma gider." |
As he expresses: |
Çünkü öyle buyuruyor: |
'My God, let me live lowly and die lowly.' 'Resurrect me among the poor.' |
"Allah'ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür." "Miskinler zümresinde haşr u neşr eyle." |
This is His prayer. |
Bu, O'nun duası. |
This is one perspective; asking for poverty from the heart, turning down the world, and closing the doors to the world and all things other than God. |
Bu, meselenin bir yönü; kalben fakirliği talep etme, dünyayı elinin tersiyle itme, dünya ve mâfîhâya kapalı yaşama. |
'True wisdom is not knowing this world and what it has; |
"Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil |
One oblivious to this world and what it has is truly wise.' |
Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir." |
Indeed, wise he is, above the ascetic. |
Efendim, ârif odur; zahidin üstünde. |
If you wish you could also say: |
Ama isterseniz, şöyle de diyebilirsiniz: |
'True "love" is not knowing this world and what it contains; |
"Dünya ve mâfîhâyı bilen "âşık" değil |
The true lover is oblivious to this world and what it contains' |
Âşık oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir." |
One who yearns is oblivious to this world and what it contains. |
Sahib-i iştiyak; bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir. |
He lived this way and flew to the horizon of his spirit like a turtledove. |
Öyle yaşamış ve ruhunun ufkuna üveyik gibi öyle kanatlanmış, öyle yükselmişti. |
May God forgive us for His sake and grant us with such a spirit. |
Cenâb-ı Hak bizi, O'na bağışlasın, o ruh ile serfirâz kılsın. |
This is an expression of withdrawing from things that are meant to be withdrawn from, however, there is also another side to this: |
Bu, kalben itilecek şeyleri itmenin ifadesi ama bir de meselenin diğer yanı var: |
For some, 'Poverty is almost disbelief'. |
Bazı kimseler için, "Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı." |
Almost. |
Hemen hemen. |
Those who understand linguistics would know what 'is almost' entails. |
Dilden anlayanlar bilirler; "Kâde", "ef'âl-i mukârebe" arasındadır. |
You can give it the meaning of 'nearly', you can say, 'almost'. |
Ona "neredeyse" manasını verebilirsiniz, "hemen hemen" diyebilirsiniz. |
'Poverty is almost, nearly like disbelief' |
"Fakirlik, neredeyse, hemen hemen küfür olacak bir şey." |
May God protect us from it, if one is not content with what God has given, even if that is only one meal, and see it as the gift of God, even if it is one meal every two days, to see it as a gift of God, such a discontent, ungrateful person, without realising it, is standing very close to disbelief, about to fall into that pit. |
Hafizanallah, bir yönüyle, Cenâb-ı Hakk'ın verdiğiyle kanaat etmezse bir insan; bir öğün bile olsa, onu Allah'ın bir nimeti olarak görmezse şayet; iki günde bir yemek bile olsa, onu Cenâb-ı Hakk'ın bir lütfu olarak görmezse, hafizanallah, böyle kanaatkâr olmayan bir insan, Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini görmeyen bir insan, hafizanallah, farkına varmadan küfrün mâil-i inhidam olan kenarında bulunuyor demektir; neredeyse, hemen hemen o çukura yuvarlanacak demektir o. |
Look, there are two points entirely different to each other. |
Bakın, iki mesele birbirinden çok farklı. |
One, being content with all those things, and turning away everything else. |
Birisi, öbür şeylere kanaat edip o mevzuda, onun dışındaki her şeyi elinin tersi ile itme. |
The other is in a way, being greedy, not being content with what has been given and constantly pleading for more, more wealth. |
Beriki, bir yönüyle aç gözlülük yapma, verilen şeylere kanaat etmeme, "Hel min mezîd - Daha yok mu?" deme. |
The other, for the attainment of God's affection, and joyous revelation, one asks 'Isn't there more?' For the sake of spiritual knowledge, Divine love, longing for reunion, asking 'Isn't there more?' |
Öbürü marifet, muhabbet, zevk-i ruhânî adına "Hel min mezîd. - Daha yok mu?" diyor, "Daha yok mu?"; marifet adına, aşk u iştiyâk-ı likâullah adına "Daha yok mu?" diyor. |
The former is similar to Korah. |
Beriki de -zannediyorum- Kârûn gibi. |
And again with this, the Master of Eloquence, says: |
Bunu da yine Söz Sultanı ifade buyuruyor, diyor ki: |
'If mankind has two valleys full of wealth, he would desire the third.' |
"İnsanoğluna iki dağ altın-gümüş verilse, bir üçüncü dağı ister." |
May God protect us from it, if one is not content with what God has granted, and instead says 'Is there no more?', and despite acquiring it is not happy with it, or happy with something else, and if after losing one, react with ungratefulness to the point of disbelief, may God protect us from it. |
Hafizanallah, böyle, Cenâb-ı Hakk'ın verdiğiyle kanaat etmeyip "Hel min mezîd" diyen; bunlara eriştiği halde, bir tanesini yeterli bulmayan; öbürünü yeterli bulmayan; onu da yeterli bulmayan; hatta bunlardan bir tanesi elinden gidince -Neûzu billah- belki de Cenâb-ı Hakk'a karşı küfre girecek şekilde nankör tipler vardır. |
And indeed this is why God's Messenger states: 'Poverty is almost like disbelief'. |
İşte bunlar için Allah Rasûlü, "Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı" buyuruyor. |
We must abandon the world in the heart, not in practice. |
Böyle, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek. |
When it approaches us, even when saving, making the intention to donate it to others, to feed the hungry, help the needy, like Uthman, Abdurrahman ibn Awf and Abu Bakr. |
Geldiğinde, alıp bir yerde stok yaparken bile niyet edip birilerine vermek, açları doyurmak, fakirlerin imdadına koşmak, Hazreti Osman-vâri, Abdurrahman İbn Avf-vâri, Hazreti Ebu Bekir-vâri. |
The Honourable Abu Bakr was from a wealthy family, but when he became Caliph he was residing in Sunh. |
Zengin bir aileye mensup idi Hazreti Ebu Bekir; fakat zannediyorum halife olduğu zaman esasen Sunh'ta kalıyordu. |
He could not afford to rent a place in Medina, so he lived 5kms away. |
Medine'nin içinde oturacağı bir eve verecek kirası yoktu; onun için evi beş kilometre mesafedeydi, Medine'ye beş kilometre mesafede. |
When he became Caliph, he continued to get by by milking someone's sheep. |
Halife seçildiği zaman, hâlâ Sunh'ta koyunları sağarak geçimini sağlıyordu. |
The Caliph, milked sheep. |
Birinin koyunlarını sağarak geçiniyor, Halife. |
'I cannot take from the public wealth'. |
"Ben, milletin malını alamam" diyor. |
I believe that if he accepted what came to him he could have lived a luxurious life. |
Oysaki -zannediyorum- kendisine gelen şeyleri kabul etseydi, onun da bir eli balda, bir eli kaymakta olurdu. |
But there is something greater than this for him. |
Fakat daha ötede bir şeyi var esasen. |
When he is departing from this world he says: |
Ruhunun ufkuna yürürken diyor ki: |
'I have a clay pot at home, whoever is Caliph after me, give him the pot.' |
"Evimde bir testi var benim; bu testiyi benden sonra halife kim olur ise, ona götürün." |
Umar becomes the Caliph, he is chosen. |
Ee halife, Hazreti Ömer efendimiz seçiliyor, intihap ediliyor. |
When he presented with the pot, he breaks it, and finds a letter inside. |
Kendisine testi götürülünce, onu kırıyor; içinden bir mektup çıkıyor: |
'You gave me a wage equal to an average citizen, |
"Bana halkın orta seviyesi veya dûn seviyesinde bir maaş takdir etmiştiniz. |
I found it too much for me, after some research I found you gave me a high wage. |
Fakat birazı bana fazla geliyordu; ben araştırdım, baktım ki, bana halkın üstünde, sıradan insanın üstünde bir maaş takdir etmişsiniz. |
For this reason I leave the extra money here. |
Onun için ben o fazlalığı bu testinin içine bıraktım. |
This is the right of treasury; give this to the Caliph after me.' |
Onlar, hazinenin hakkıdır; benden sonraki halifeye teslim edin." |
Imam Ali is no different. |
Hazreti Ali'yi de öyle görürsünüz. |
The book entitled Social Justice in Islam says: |
"El-Adâletü'l-ictimayyetü fi'l-İslam" (İslam'da Sosyal Adalet) kitabında deniyor ki: |
At times he would wear summer clothing in winter and winter clothing in summer, wearing whatever he could find. |
Bazen yaz gününde kışlık elbise, kış gününde de yazlık elbise; ne bulursa onu giyiyor. |
But he ruled over a landmass 30 times the size of Turkey. |
Ama Türkiye kadar otuz coğrafyada hâkim bir devletin başındaki insan. |
They say to him: 'O Chief of the believers!' |
"Yâ Emire'l-mü'minîn" diyorlar. |
The real leader of the believers... |
Gerçek Emîrü'l-mü'minîn. |
'Why are you wearing winter clothing in summer', he replies 'Where can I find the money to purchase summer clothing?' |
"Yâ Emire'l-mü'minîn, yaz gününde bu kışlık elbise?" "Ee nereden bulayım ben parayı da yazlık elbise alayım onunla." |
When he wears summer clothing in winter similar questions are asked, his response is the same. |
Bazen de kış gününde yazlık elbise, onu bulmuş; "Yahu bir kışlık elbise yok muydu, sen bu yazlık elbiseyle kış günü" denince, "Ee nereden bulayım ben o parayı ki, kışlık elbise alayım?" diyor. |
Social justice in Islam. |
El-Adâletü'l-ictimayyetü fi'l-İslam (İslam'da Sosyal Adalet). |
The Messenger of God states: |
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: |
'When it comes to gate in front of Paradise, it is those who give away their wealth.' |
"Cennet'in kapısının önüne gelince, malını-mülkünü, servetini infak eden zenginler." |
Just like some of your brothers and sisters. |
Sizin bazı kardeşleriniz gibi. |
And now bandits have seized their wealth and possessions. |
Şimdi onların malına-mülküne eşkıya el koydu. |
They opened schools, universities and boarding houses saying, 'Let the believing people have a chance at growing to be elite individuals'. |
Okullar yapıyor, üniversiteler yapıyor, yurtlar yapıyor, "Fakir talebeler burada kalsın, barınsın, okusun; inanmış insanın eliti yetişsin" falan diyorlardı. |
Yes, this is how they put their wealth to good use. |
Evet, onlar zenginliklerini öyle değerlendiriyorlar. |
And the others provided guidance and helped people develop. They were inviting others to the truth with their thoughts, emotions and vast belief. In other worlds they are following the great path of the Prophets. |
Diğerleri de o mevzuda hakikaten onların istediği, arzu ettiği kıvamda insanlar olarak yetişiyor; duyguları-düşünceleri, iman enginlikleri ile başkalarını da o çizgiye çekiyorlar, daha doğrusu Peygamber güzergâhına davet ediyorlar. |
And at gate in front of Paradise, these wealthy people will come face to face with the scholarly people they have helped raise. |
Ve Cennet'in kapısında o zenginler ile yetişmelerine vesile oldukları âlimler karşı karşıya geliyorlar. |
The wealthy will say to the religious scholars: |
Ağniyâ (zenginler), ulemaya diyorlar ki: |
'You are scholarly people, you should enter first.' |
"Siz, âlimlersiniz, önce siz buyurun içeriye." |
And the scholars will reply, 'No, you have opened schools, boarding houses, guest houses and helped raise us; essentially it is you who should be entering first.' |
Âlimler de diyorlar ki, "Hayır, siz okullar yaptınız, yurtlar yaptınız, pansiyonlar yaptınız, bizi yetiştirdiniz; bu hak, sizindir; esasen sizin önce girmeniz lazım buraya." |
This expresses the spirit of altruism. |
Bu, îsâr ruhunu ifade ediyor orada. |
In a way, people will face whatever they deserve there. |
Herkes orada neyi hak etmiş ise, bir yönüyle o, ona karşı kullanılıyor. |
The wealthy will say, 'You have guided us by means of knowledge and we have followed through with it'. |
Onlar, "Siz ilim sayesinde bizi bu işe yönlendirdiniz; onun için biz, onu yaptık" diyorlar. |
And the scholars will say, 'You have supported us in the matter of being scholars and provided opportunities with your wealth to be educated and be part of the elite. ' |
Diğerleri de diyorlar ki, "Bizim âlim olmamız mevzuunda siz bize destek oldunuz, imkânlar hazırladınız, biz de öyle okuduk, öyle elit sınıf olarak yetiştik." |
It is with this spirit of altruism that they will continue to say this to each other, back and forth. |
Orada öyle bir îsâr ruhuyla, onlar onlara, onlar da onlara. |
Eventually the wealthy persuades the scholarly by saying: 'Since you are the successors of the Prophets, you should please enter first'. |
En son ağniyâ, ulemâyı ikna ediyor; "Siz madem peygamberlerin vârislerisiniz, buyurun önce siz içeriye girin" falan diyorlar. |
Being an inheritor of the Prophetic mission isn't just travelling to Pennsylvania, Sydney, New York, New Jersey or even to the top of Mount Everest. |
Şimdi o, öyle önemli bir yerdir ki, dünyada Pennsylvania'ya girmek, Sydney'e gitmek, New York'a gitmek, New Jersey'e gitmek, bilmem Everest Tepesi'nin başına çıkmak. |
It is not like that. |
Öyle değil. |
Even though thousands of tranquil and serene years in this worldly life are not equivalent to one minute spent in Paradise, these altruistic souls choose to continue pursuing the Prophetic mission in the world. |
Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika hayatına mukabil gelmeyen Cennet'e girme mevzuunda bir îsâr ruhu, başkalarını kendine tercih etme ruhu orada sergileniyor. |
Let me explain an anecdote about this topic. |
Bu konuda bir de menkıbe. |
In anecdotes or parables authenticity should not be questioned (even though it can be true) but rather understanding the message within. |
Menkıbelerde asla bakılmaz, fasla bakılır ama gerçekten öyle de olmuş olabilir. |
From the Abbasid Caliphs, Harun Rashid... |
Harun Reşid, Abbasî halifelerinden. |
While he is travelling with the scholar Fazl, they meet with Fudayl ibn Iyad in Medina. |
Yanında ulemadan Fazl'ı gezdirir; Fazl, Medine-i Münevvere'de Fudayl İbn Iyaz ile onu buluşturur. |
Fudayl ibn Iyad, may God mercy him, gives advice to Harun Rashid: advice which makes Harun Rashid sob and weep: |
Fudayl İbn Iyaz (rahmetullahi aleyhi) hazretleri, Harun Reşid'e nasihat eder; Harun Reşid'i hıçkıra hıçkıra ağlatacak nasihatlerde bulunur: |
'God gave you these resources; did he give this wealth to you so that you use it in this way? |
"Allah, sana bu imkânı verdi; bu serveti öyle kullanasın diye mi verdi? |
You should have lived like someone in need, you should have looked after your people; you should have strived to expand Islam and the vivid spirit of Muhammad to all four corners of the world. |
Sen, bir fakir gibi yaşamalıydın, esas milletini gözetmeliydin; İslam'ın dört bir yana yayılması, Ruh-u Revân-i Muhammedî'nin şehbal açması için ölesiye gayret sarf etmeliydin." |
Harun was sobbing and weeping but he never said 'for God's sake stop'. |
Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ama kendisi "Yahu yeter" demiyor. |
Fazl says, 'That is enough, you have made the sultan cry, that is enough.' |
Orada Fazl, "Yeter" diyor, "Padişahı çok ağlattın, yeter" diyor. |
This is Harun Rashid. |
Harun Reşid, bu işte. |
Such people would always have clowns or fools nearby to remind them of their shortcomings. May God forgive us, it is not right to call Bahlul Dana a clown. In the past this was the case too, according to parables. |
Böyleleri, yanlarında çok defa kusurlarını yüzlerine vuracak -Hâşâ Behlûl Dâne'ye palyaço demek doğru değil.- palyaço gibi insanlar bulundururlarmış; eskiden de öyle imiş, menkıbeler öyle diyor. |
These fools would make a practical joke or two in front of their superiors, some satire and then remind them of their faults and flaws. |
Bunlar böyle birkaç takla atarlar, büyüklerin huzurunda, bir komiklik yaparlar, bir mizah yaparlar, sonra da onun bir kusuru yüzlerine vururlarmış. |
Harun Rashid was the ruler of many a kingdom; in those days Baghdad was the capital city of Islam; he was the Caliph. |
Harun Reşid, işte onca saltanatın hâkimi; o gün Bağdat, İslam payitahtı; o, halife orada. |
Baghdad was the capital; one part of the empire reaching Medina, the other Damascus; the other to Egypt and bordering onto Africa and Anatolia; there is such wealth and treasure. |
O kocaman Bağdat, merkez; memleketin bir ucu Medine-i Münevvere'ye, Şam'a dayanıyor, bir ucu Mısır'a, Afrika içlerine dayanıyor, Anadolu'ya dayanıyor; o kadar servet ve zenginlik var. |
Bahlul Dana would say to Harun Rashid, 'Heat up an oven and let's go there, I will show you something.' |
Behlûl Dâne, Harun Reşid'e "Sen bir fırını kızdır; oraya gidelim, ben sana göstereyim; nasıl" diyor. |
The oven is heated. |
Fırın kızdırılıyor. |
Whether the oven itself is turned on and made hot is unclear. |
Artık fırının binası mı, yoksa içi mi kızdırılıyor; ateş söndürüldükten sonra mı diyor? |
He says 'Go in there and begin to account for all of the bounties and things God Almighty had bestowed upon you.' |
"Sen, şuraya gir; Cenâb-ı Hakk'ın sana lütfettiği/verdiği şeylerin hesabını ver" diyor. |
Harun enters the oven. |
Oraya giriyor. |
Without saying, 'Baghdad, Basra or wherever' he throws himself out of there in blood and sweat. |
İşte "Bağdat, -varsa- Basra, bilmem neresi, Belh" falan demeden kendini dışarıya atıyor, ter-kan içinde. |
He cannot account for himself. |
Hesabını veremiyor. |
This time Harun Rashid says to Bahlul, 'Very well then, you go in there and account for all of the bounties God Almighty has bestowed upon you.' |
Bu defa Harun Reşid, ona "Ee pekâlâ sen gir, hesabını ver orada" diyor. |
So he too enters in to the hot oven; he comes out casually. |
O da ateşli fırının içine giriyor; orada "Peynir-ekmek, don-gömlek" diyor dışarıya çıkıyor. |
He comes out singing. |
Peynir-ekmek, don-gömlek. |
Yes, here is one perspective and another perspective. |
Evet, onun o yanı; öbürünün de o yanı. |
Even if it is within the bounds of permission. |
Meşrû dairede olsa bile. |
One does not look at the truth of parables, rather the lessons they bring; we must consider them from this perspective. |
Menkıbelerin aslına değil, faslına bakılır; bize ifade ettiği şeyler açısından değerlendirmek iktiza eder. |
May God Almighty make your relationship with wealth just like the Noble Companions and the Righteous Predecessors. |
Cenâb-ı Hak, (fakirlik-zenginlik karşısındaki) konumumuzu onların (sahabe ve selef-i sâlihînin) konumu gibi eylesin inşâallahu teâlâ. |
I could not be like that, and I have no right to suggest any of you to be so. |
Ben, olamadım; size onu tavsiye etmeye de hakkım yok. |
Well, in reality I have no property in this world; I have known nothing of the worldly pleasures. |
Gerçi dünyada bir dikili taşım olmadı, dünya zevki namına da bir şey bilmedim. |
Maybe it is not very appropriate to say this but even when I was an imam I resided in the window space of a mosque in Edirne. |
İmamlık yaptığım dönemde. -Belki bunu söylemek doğru değil.- İmamlık yaptığım dönemde bile Üç Şerefeli Cami'nin penceresinde kaldım. |
There were times that I could not even find some bread to eat for three to four days straight. For this reason, one Eid morning when I went onto the pulpit for a sermon I fainted, as I had thought having some honey would suppress my hunger, only to find out later that eating honey on an empty stomach causes nausea. |
O dönemde, zannediyorum, üç gün müydü, dört gün müydü, ekmek bile bulamadığımdan dolayı, bayram günü kürsüye çıktığımda, bir kaşık bal almıştım, bayılma geçirdim; meğer aç karnına bal bulantı yaparmış, kürsüde sürekli içim bulandı. |
My salary was known by others, I would use it to buy copies of The Great East and Free Man (magazines), and I would hand them out. |
Çünkü aldığım maaş belli idi; onunla Büyük Doğu alıyordum, Hür Adam alıyordum; dağıtıyordum onları. |
If the book shop was stocking five, I would tell them 'Bring in 15, I will buy 10 of them, and you can sell the other five.' |
Beş tane geliyor ise, "On beş tane gelsin, onunu ben alayım" diyordum; "Onunu ben alayım." |
This was the way we would do service back then. |
O gün böyle hizmet ediliyordu, "Onunu ben alayım" diyordum. |
Like that. |
Öyle. |
And yet. |
Ama yine de. |
You may not have any assets. |
Dikili taşın olmayabilir. |
You may be residing in a window space. |
Pencerede yatıp-kalkabilirsin. |
You may live in a wooden shed, without a mattress for six years. |
Bir tahta kulübe içinde, döşeksiz altı sene geçirebilirsin. |
However, this is not like the lives of our noble Prophet, Abu Bakr, and Umar. |
Fakat bunlar, Efendimiz'in hayatı, Ebu Bekir'in hayatı, Ömer'in hayatı gibi değil. |
I acted in ingratitude, I could not walk on that path, I could not maintain it like my life depended on it. |
Ben, nankörlük yaptım, onların yolunda yürüyemedim, hırz-ı cân edemedim. |
Everyone should draw a comparison between their own life and the life that our predecessors led. |
Herkes de kendi durumunu ona göre mukayese etsin. |