We must be able to adjust our attitude towards knowing the difference between the place we are in today and the place we will reside eternally. |
Durduğumuz yer ile ebedî duracağımız yer; bu ikisi arasındaki farkı çok iyi görerek, herhalde ona göre bir tavır ayarlamak icap ediyor. |
One of them is a temporary hotel, as the Prophet, peace and blessings be upon him, says: |
Biri muvakkaten misafirhane, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın beyanı ile: |
'What relationship do I have to this world? |
"Ne alakam var benim dünya ile? |
My relation with this world resembles that of a traveler who takes a rest underneath the shade of a tree. |
Benim durumum, tıpkı bir yolda giderken bir ağacın altında muvakkaten ârâm eden bir insana benzer. |
Only to continue his journey.' |
Sonra o kalkar, bineğine biner, göçer gider." |
That is all. |
İşte o kadar hepsi. |
This worldly life is like taking a rest underneath a tree. |
Dünya hayatı, bir ağaç gölgesi altında dinlenme gibi bir şeydir. |
Compared to eternity, 50 to 60 years is nothing. |
Ebediyet ile elli-altmış sene karşı karşıya getirildiği zaman, bu hiç görünmez. |
You cannot see it even if you were to look at it with microscopes; that's how minor it is. |
Mikroskop ile bile göremezsiniz, en büyültücü büyüteçler ile bile göremezsiniz; dünya öyle küçülür. |
60 or 70 years, even the entire history of humankind is like a second when compared with eternity, it arrives and passes. |
Altmış sene, yetmiş sene, hatta bütün insanlığın ömrü, ebediyet yanında bir "ân-ı seyyâle" gibidir; gelir, uğrar, geçer, gider. |
And this requires us to adjust our position in relation to both realms of existence. |
Ve insana, bu iki âlem arasındaki konumu ve durumu itibarıyla, durum ayarlaması iktiza eder. |
The Qur'an states the following about Korah: |
Kur'an-ı Kerim, Kârûn'a hitabı naklederken buyuruyor ki: |
'But seek, by means of what God has granted you, the abode of the Hereafter (by spending in alms and other good causes), |
"Allah'ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mamur etmeye gayret göster. |
without forgetting your share (which God has appointed) in this world. |
Dünyadan da nasibini unutma. |
(Approach this world to suffice your needs.) |
(Dünyaya ihtiyaç ölçüsünde yönel.) |
Do good to others as God has done good to you (out of His pure grace)' (Al-Qasas 28:77). |
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, (malını Allah yolunda infak et)" (Kasas, 28:77) |
Utilise what God has bestowed you with for your afterlife. |
Allah'ın sana verdiği ile, âhiret hayatını peyle. |
The specific word used here is 'seeking'. |
"İbtigâ" kelimesi ile ifade ediyor, "vetlub" değil. |
It means 'to seek (the Hereafter) with great desire, longing and effort'. |
İbtigâ fiili ile olunca, "Candan-yürekten arkasına düş, hep onun talebinde ol, soluk soluğa onu (âhiret hayatını) takip et" demektir. |
'Without forgetting your share (which God has appointed) in this world.' |
"Dünyadan da nasibini unutma." |
Your share being a morsel of food, a drink, enough to temporarily suffice. |
Bir yiyecek kadar, bir içecek kadar, muvakkaten yaşayacak kadar. |
This is the same for individuals and societies, there is no difference. |
Ferdî hayat itibarıyla böyle olduğu gibi, içtimâî hayat itibarıyla da böyledir, fark yok. |
One must utilise their time well in this life in order to avoid saying 'I wish', full of regret in the Hereafter. |
İnsanın, öbür tarafa gittiği zaman, hiss-i nedâmet (pişmanlık duygusu) ile "Keşke" dememesi, orada "keşke"lerle nedametini izhâr etme durumuna düşmemesi için burada hayatını çok iyi değerlendirmesi lazımdır. |
A friend of God once beautifully said: |
Bir Hak dostu ne hoş söyler: |
'Never did I engage in a worthy trade, the capital of my life is wasted, |
"Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömrüm oldu heba, |
I came to the path but I saw that the caravan had already departed; |
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan, bî-haber; |
Lamenting, I too set off, all alone, a stranger with eyes weeping, |
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola, tenha, garîb, |
Heart in anguish, bosom in flames, mind bewildered and unaware' (Niyazi Mısri). |
Dîde giryan, sine piryan, akıl hayran, bî-haber." (Niyâzî-i Mısrî) |
In Turkish, the word 'piryan' mentioned in the poem is used as 'püryan'. |
Türkçe'mizde "püryan" derler; şiirde "Dîde giryan, sine piryan." |
Another saint said: |
Bir başkası der ki: |
'Behold through the eyes of wisdom, this world is but a guesthouse, |
"Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir, |
No soul stays here for good, what a strange abode it is. |
Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir, |
The share of a king and subject alike is nothing but a plain shroud, |
Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda, |
What else are those conceited ones but mad?' |
Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?" |
This worldly life is as fleeting as lightning, it disappears in an instant. |
Böyle gelip geçici, bir şimşek gibi çakıp kaybolucu, dünya hayatı. |
If man gets deceived and gazes constantly at this worldly life, he shuns himself from the infinite light and dooms himself into eternal blindness. |
İnsan aldanıyor, gözünü hep ona dikiyorsa, ebedî ışığa karşı kapısını kapamış demektir, kendini bir ebedî körlüğe salmış demektir. |
Indeed! |
Evet, öyle. |
Another beautiful saying in this regard is said by Aziz Mahmud Hüdai: |
Bir güzel söz de bu mevzuda -bunların hatırlattığı- Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerine ait: |
'This world is a guesthouse (ruined) with two gates |
"İki kapılı bir handır bu dünya (bu virane) |
Passer-by's rest and leave, no one stays here.' |
Bunda konan, göçer; konuk, eylenmez." |
They all say the same things. |
Bakın hepsi aynı şeyleri söylüyor. |
And this brings to mind another one: |
Bu da size başka bir şeyi hatırlatır: |
'This world is a strange travelers house, |
"Acîb bir kârubân-hane bu dünya, |
Passer-by's rest and leave from here, |
Gelen gider, konan göçer bu elden, |
No loyalty, no pleasure, an ephemeral daydream, |
Vefası yok, sefası yok, fani hülya, |
Passer-by's rest and leave from here.' |
Gelen gider, konan göçer bu elden." |
Another one from Alvarlı Efe: |
Alvarlı Efe Hazretleri'nden bir başka manzum: |
'In this tavern of suffering |
"Bu dert meyhanesinde |
Who have you seen satisfied? |
Kimi gördün şaduman olmuş; |
In this house of sorrows and tribulations |
Bu gam-hane-i mihnette |
Who has found refuge from calamity? |
Beladan kim emân bulmuş. |
This is a ruthless cycle |
Bu bir devvâr-ı gaddardır |
Which eats up whoever it sees |
Gözü gördüğünü hep yer |
Neither slave nor king |
Ne şah-u ne geda bunda |
No individual endures' |
Ne bir fert payidar olmuş." |
I am skipping two verses and narrating the last: |
İki mısra atlayarak, sonunu söylüyorum: |
'True skill is in drawing a lesson |
"Hüner bir ibret almaktır |
True skill is servanthood to The Ultimate Truth and Ever-Constant |
Hüner Hakk'a kul olmaktır; |
True skill is finding true knowledge |
Hüner irfanı bulmaktır |
Heedlessness has taken over this realm' |
Bu gaflet âlemi almış." |
As you can see, most people have become blind about the Hereafter, they think, |
Gördüğünüz gibi, çokları, âhirete karşı kendilerini bir körlük içine salmışlar; |
'This world means everything,' |
"Varsa da dünya, yoksa da dünya." |
They even use religion for worldly gains, as if they will live in the world forever. |
Hatta dini, dinî değerleri, işte o "Varsa da, yoksa da dünya" uğrunda kullanarak, ebedî kalacakmış gibi bu dünyada çırpınıp duruyorlar. |
When actually, |
Oysa ki, |
Death does not choose between great and mighty, |
"Ölüm demez, yiğit, koca, |
It comes regardless, day or night, |
Gelir bir gün, ya bir gece, |
An Imam comes with a shroud in his hands, |
Kefen elinde bir hoca, |
It will come one day, didn't I tell you? |
Yuyar bir gün, demedim mi?" |
This belongs to Yunus Emre. |
Bu da Yunus Emre'ye ait. |
When looking at the world you must delve into this profoundly, just as if you are diving into the oceans and look for pearls. |
Dünyaya bakarken bu mülahazalar ile bakmak lazım; onun derinleştirilmesi, esasen derinlik mülahazasına insanın kendisini salması, mercan adalarına insanın kendisini salması lazım. |
Or in other words, always running towards the sun with an endless desire and ambition, always towards the sun, tirelessly. |
Veya tâbir-i diğerle, insan, güneşe doğru hep bir seyahat tertip etmeli, bitip tükenme bilmeyen bir arzu ile, bir iştiyak ile ölesiye bir koşuş ile, hep ona doğru koşmalı, hep ona doğru, hep güneşe. |
'More. |
"Daha. |
More', one must say. |
Daha" demeli. |
Bediüzzaman uses this phrase in his work 'Ayat-ul Kubra' (The Supreme Sign), he says 'Isn't there more?' |
Bu tabiri de Hazreti Pîr-i Mugân, Ayetü'l-Kübrâ risalesinde kullanıyor, "Hel min mezîd" diyor. |
This phrase comes from the Qur'an, where the fire of Hell says, 'Isn't there more?' (Qaf, 50:30), regarding the people thrown into it, but you may use this in a positive sense. |
Bu söz, vakıa Cehennem'e atılan insanlara karşı Cehennem'in "Daha yok mu?" (Kâf, 50:30) şeklindeki ifadesinden alınma ama pozitif şekilde de kullanabilirsiniz bunu. |
Knowledge of God, love of God and longing for reunion with God. |
Allah bilgisi, marifetullah, muhabbetullah, aşk u iştiyâk-ı likâullah. |
And once this horizon is reached, to say 'Isn't there more?' |
Bu ufka ulaştığın zaman bile "Daha yok mu? |
Isn't there more? |
Daha yok mu? |
Isn't there more? |
Daha yok mu? |
What a delicate feeling this is.' |
Ne latif şey imiş bu" deme. |
'Whoever drinks that water quickly |
"Ol suyu kim içse hemân, |
Raises in their heart the light of the world |
Kalbe doğar nur-i cihân, |
It gives life without end |
Verir hayat-ı câvidân, |
Gadayi says, 'I am burnt and burnt, so give me water.' |
Yandıkça yandım, bir su ver" (Gedâî). |
I am burnt and burnt, so give me water. |
"Yandıkça yandım, bir su ver" diyor. |
'A call has come to me from the Truth: |
"Bana Hak'tan nidâ geldi: |
Come, oh you loving one, you're intimate, |
Gel ey âşık ki mahremsin. |
This is the place of intimacy; I have found you as a faithful one!' (Nasimi) |
Bura mahrem makamıdır, seni ehl-i vefâ gördüm" (Nesîmî). |
With these words, turning towards Almighty God with this perspective is making this 'finite' life 'eternal'. |
Bu hitap ile, bu iltifat ile Cenâb-ı Hakk'a müteveccihen gitmek, bu "fâni" hayatı, "bâkî"leştirmek demektir. |
It is considering this 'field' in relation to the afterlife. |
Bu "mezraa"yı, âhiret hesabına değerlendirme demektir. |
Making the most of this realm, the place of the manifestation of His Names. |
O'nun değişik esmâsının mecâlîsi olan, tecellîgâhları olan yerleri, değerlendirme demektir. |
The path to the Hereafter means you must walk that path correctly. |
Âhiretin koridoru; bu koridorda doğru yürüme demektir. |
Thus, all of these are the expression of walking, running towards God, striving towards Him. |
Dolayısıyla bunların hepsi, Allah'a doğru yürümenin, koşturmanın, ölesiye sa'y etmenin ifadesidir. |
You all are pursuing that path and will pursue that path, until the very end, with God's permission and grace. |
İnşaallah sizler, o yolda koşturuyorsunuz ve sonuna kadar da inşaallah koşturacaksınız. |
Let us wish for that from God: |
Allah'tan onu dileyelim: |
May Almighty God keep us steadfast on His path. |
Cenâb-ı Hak, bizi, Kendi yolunda sâbit-kadem eylesin. |
As a matter of fact, the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, persistently made this prayer: |
Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duayı hiç durmadan vird-i zebân etmiş: |
'O Changer of the hearts! |
"Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım. |
Fix my heart into Your religion.' |
Benim kalbimi dininde sâbit kıl." |
'O God, who strongly influences the hearts of all, fix our hearts firmly into Your religion. |
"Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım, kalblerimizi dininde sabit kıl. |
O my Lord, Who molds the hearts from shape to shape! Direct our hearts to worship and submit to You. |
Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir." |
Hearts must always beat at the same rhythm with the faith, conviction, awareness and affection they have for Him. |
Kalbler, O'na karşı olan o iman, iz'an, marifet ve muhabbet ile hep aynı ritimde atmalı. |
In their steady pulses, people must always hear the 'You or He' noises coming from their heartbeats, |
Nabız dinlenirken, insan, hep onda "Hû, Hû, Hû" sesini duymalı. |
I don't know, are there doctors who listen to them like that; listening to the 'He' sound coming from heartbeats. |
Bilmem, onu öyle dinleyen hekimler var mı; nabzın atışında "Hû" sesini dinleyen. |
Actually, everything says 'He' like that. |
Aslında her şey öyle "Hû" diyor. |
'The universe throughout is a grand book of God; |
"Bir kitabullah-ı a'zamdır serâser kâinât. |
Whichever letter you look up, it denotes God.' |
Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar." |
Whichever letter you tweak, bring to life, you'll come across the sound 'He'; you will hear a chant saying 'Him'. |
Hangi harfi yoklasan, harekete geçirsen, "Hû" ile karşılaşacaksın, "O" diye bir nağme duyacaksın. |
The poem was by Rajaizadah Akram: |
Önce söylediğim şiir, Recâîzâde Ekrem'e ait idi: |
'The universe throughout is a grand book of God; |
"Bir kitabullah-ı a'zamdır serâser kâinât. |
Whichever letter you look up, it denotes God.' |
Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar." |
May He be glorified and exalted. |
Celle celâluhu. |
Indeed |
Evet. |
'You exist, O Lord; You exist always, |
"Varsın Sen İlahî yine varsın, yine varsın |
You are always in my mind, heart and soul!' |
Aklımda, gönlümde, ruhumda hep varsın." |
This belongs to Cenab Şehabettin. |
Bu da Cenab Şehabettin'e ait. |
To live in this way, to act in this manner. |
Böyle yaşamak, böyle oturmak, böyle kalkmak. |
To illuminate everywhere we visit with 'talk of the Beloved' and to exist in a storm of light and illumination. |
Bulunduğumuz her yeri böylesine "sohbet-i Cânân" ile aydınlatmak ve hep aydınlık içinde, ışık tufanı içinde oturup-kalkmak. |
To constantly be in a deluge of light. |
Hep ışık tufanı içine oturup-kalkmak. |
Otherwise, like Korah one will push themselves into the curse of luxurious palaces and pomp, and be struck down. |
Yoksa -hafizanallah- insan, Kârûn gibi, kendisini zulmetlere salar; sonra da bir gün ak saray ile, kara sarayı ile, turuncu sarayı ile, pembe sarayı ile, villaları ile, filoları ile hasf edilir, yerin dibine batırılır. |
Everything they have will be cursed. |
Her şeyi ile batırılır. |
Was it cursed and destroyed or not? |
Batırıldı mı, batırılmadı mı? |
'Then We caused the earth to swallow him and his dwelling. |
"Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. |
There was then no host to help him against God, nor (for all his possessions) was he himself able to come to his own aid' (Al-Qasas, 28.81). |
Ne yardımcıları Allah'a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi" (Kasas, 28:81). |
'So many elegant youthful ones, |
"Nice servi revan canlar |
So many rosy-faced sultans, |
Nice gül yüzlü sultanlar |
So many khans like Khusraw, |
Nice Hüsrev gibi hanlar |
Have been immersed in this sea!' |
Bütün bu deryaya dalmış." |
They all left as they had come; they are buried in the soil now underneath your feet. |
Hepsi geldikleri gibi gitti; toprağa gömüldü ve sizin ayaklarınızın altında kaldılar. |
While ascending from the pit they came out of, on the path to an angelic state they managed to become creatures to be trodden on. |
Girdikleri o çukurdan, âdetâ melekleşerek O'na doğru, melekûtî âleme üveyikler gibi kanat açma varken, ayaklar altında çiğnenen mahlûklar haline geldiler. |
Yes, and this reminded me of this verse in chapter Al-Mumin. |
Evet, bu da bana bugün Mü'min/Gâfir Sûresi'ndeki şu ayeti hatırlattı: |
'Soon you will remember all that I now am telling you. |
"Bugün size söylediklerimi çok geçmeden hatırlayacak (ve bana hak vereceksiniz). |
As for me, I commit my affair to God (in full submission). |
Ben ise, tam bir teslimiyet içinde işimi Allah'a bırakıyorum. |
Surely God sees the servants well' (Al-Mu'min, 40:44). |
Allah, elbette kullarını çok iyi görmektedir" (Mü'min, 40:44). |
After a believing man from among the clan of the Pharaoh conveys these words, the following is stated: |
Mü'min-i Âl-i Firavun'un bu sözü nakledildikten sonra şöyle buyuruluyor: |
'So God preserved him from the evils they schemed (against him), while a most evil punishment overwhelmed the clan (the court and military aristocracy) of the Pharaoh: |
"Neticede Allah O'nu (Firavun ve yönetiminin) kurduğu tuzakların şerrinden korudu; buna karşılık, Firavun ailesini (hanedanını ve oligarşisini) o en kötü azap kuşatıverdi. |
The Fire: they are exposed to it morning and evening; |
Ateş; sabah ve akşam onun karşısına getirilir ve ona maruz bırakılırlar. |
and when the Last Hour comes in (and the Judgment is established, it is ordered): "Admit the clan of the Pharaoh into the severest punishment"' (Al-Mu'min, 40:45-46). |
Kıyamet'in kopup, hesapların görüldüğü gün de 'Bütün Firavun ailesini (oligarşisini) azabın en şiddetlisine atın' (diye emredilir)" (Mü'min, 40:45-46). |
The family of the Pharaoh. |
Âl-i Firavun'u da. |
Not only the Pharaoh, but also those he deceived... |
Sadece Firavun değil, onun aldattıkları da var. |
They will get a hold of him in the Hereafter. |
Öbür tarafta yakasına yapışacaklar: |
'He grabbed us, dragged us, and took us away.' |
"Bu, bizi aldı, sürükledi, götürdü." |
In the Intermediate Realm, their destination, their misfortunate fate will be shown to them clearly |
Sabah-akşam, Berzah hayatında, gidecekleri yer, o kötü âkıbet onlara değişik kareler halinde hep gösterilecek. |
They will see themselves in those frames. |
Kendilerini o karenin içinde görecekler. |
And this is why they will tumble directly into the pit there. |
Ahirette de doğrudan doğruya onun içine yuvarlanacaklar. |
May God protect us from it; it is the fate of those who have tied their hearts to a temporary world. |
Hafizanallah, sadece muvakkat bir dünyaya gönül bağlayanların akıbeti, o. |
It is the fate of the world-loving ones, worshiping a world that is worthless, like a particle in comparison to the sun. |
Güneşe göre bir zerre ölçüsünde bile olmayan, bir zerreye bile tekâbül etmeyen bu dünya hayatına tapan dünyaperestlerin akıbeti. |
'No no. |
"Hayır hayır. |
But you (people) love and prefer what is before you (the present, worldly life). |
Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. |
And abandon that which is to come later (the Hereafter)' (Al-Qiyamah, 75:20-21). |
Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz" (Kıyâme, 75:20-21). |
'Some faces on that Day will be radiant (with contentment), Looking up toward their Lord' (Al-Qiyamah, 75:22-23). |
"Yüzler olacaktır o gün mutluluktan parıl parıl, Rabbilerine çevrilmiş" (Kıyâme, 75:22-23). |
May God grant it as such. |
Allah, öyle eylesin inşaallah. |
'And some faces on that Day will be despondent. |
"Ve yüzler de olacaktır o gün ümitsiz ve asık. |
Knowing that a crushing calamity is about to be inflicted on them' (Al-Qiyamah, 75:24-25). |
Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar" (Kıyâmet, 75:24-25). |
May God save us from being like that. |
Allah, öyle olmaktan da muhafaza buyursun. |
On the one hand one can be crushed beneath feet and remembered with curses. |
Bir, ayaklar altında çiğnenip lanet ile yâd edilme var. |
On the other hand, one can be recalled with appreciation and become 'fondly remembered'. |
Bir de takdir ile yâd edilip "yâd-ı cemîl" olma var. |
We must choose the path wisely; we must make use of this guesthouse; we must use this guesthouse to reserve an eternal home. |
Seçeceğimiz o yolu çok iyi seçmemiz lazım; bu misafirhaneyi çok iyi değerlendirmemiz lazım; bu misafirhane ile ebedî ikametgâhı peylememiz lazım. |
The world is something very insignificant, worth a few cents; however the Almighty God says, 'Give it to me.' |
Dünya, çok küçük bir şey, beş kuruşluk bir şey; fakat Cenâb-ı Hak "Onu Bana verin" diyor: |
'God has brought from the believers their selves and wealth because Paradise is for them' (At-Tawbah, 9:111). |
"Allah, karşılık olarak Cennet'i verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır" (Tevbe, 9:111). |
They are all cheap things. |
Hepsi beş paralık şey. |
The word here refers to responding. |
"Bi-enne" ibaresindeki "bâ" harfi, mukabele ifade ediyor: |
When 'God wishes to buy them in return for Paradise', he means 'Give me a couple of dollars and I will reward you with eternity.' |
"Cennet karşılığında satın almak istiyor" demek; "Beş parayı verin, Ben size, onu vereyim, ebediyeti vereyim" diyor. |
May God allow us to make the best use of this opportunity. |
Cenâb-ı Hak, onu değerlendirmeye muvaffak kılsın. |
When one uses this opportunity correctly, one can transform this temporary life into a fortune that can extend to an eternal life, with God's permission and grace. |
İnsan, bu meseleyi iyi değerlendirdiği zaman, bu fânî hayatı, bâkî hayatı peylemeye müsait bir sermaye haline getirebilir; ebedî hayatı, bunun ile elde edebilir, Allah'ın izni-inayeti ile. |
Even the slightest effort. |
Hatta bunun bir zerresiyle bile. |
Maybe, you spent a few moments with this consciousness. |
Bazen, böyle bir dakika güzel yaşamışsınız. |
According to Bediüzzaman; 'A moment of life enlightened through the connection with God is preferable to a million years of life devoid of such light'. In the Prophet's time there were such people. |
"Bir ân-ı seyyâle vücûd-i enver (münevver); binlerce sene vücûd-i ebtere müreccahtır" devr-i Risâletpenâhi itibarıyla, cephelerde şehit olan öyle insanlar vardı ki. |
They came to the presence of the noble Prophet, became Muslim, and were then martyred. |
Müslüman oldu; Huzur-i Risâletpenâhi'ye geldi, dedi, sonra da şehit oldu. |
They may not have even had a chance to observe one unit Prayer, yet flew to the heavens like a turtledove. |
Bir vakit namaz kılmamıştı ama üveyik gibi kanatlandı, uçtu. |
To what? |
Neye? |
To Divine company, to Divine courtesy, to Divine favour, to Divine bounties, to Divine blessings... |
Maiyyet-i İlahiye'ye, teveccüh-i İlahiye'ye, iltifat-ı İlahiye'ye, niam-ı İlahiye'ye, eltâf-ı İlahiye'ye. |
Suddenly they flew away. |
Uçtu, bir anda. |
Even if it is only one minute, if spent in the best way possible, eternal life will be achieved. |
Bir dakika bile olsa, iyi değerlendirilmiş olduğu takdirde, o koskocaman ebediyet âlemleri peylenmiş oluyor. |
So, therefore, 'God has bought from the believers their selves and wealth because Paradise is for them.' |
İşte, "Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü'minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır. |
'They fight in God's cause, and they kill or are killed' (At-Tawbah, 9:111). |
Onlar, Allah yolunda savaşırlar ve (harpte, meşru müdafaada) öldürürler veya öldürülürler" (Tevbe, 9:111). |
So what will happen? |
Ne olacak? |
It does not matter if you live or die on this path. |
Ölsen ne olur o yolda, kalsan ne olur o yolda? |
When eternity is in question. |
Ebedî varlık söz konusu olduktan sonra. |
When you take one more step forward, you will feel the wonderful fragrances of eternity and smell the Heavenly perfumery. |
Bir adım öteye gittiğin zaman, ebedî hayatın burcu burcu kokusu ile karşı karşıya kalacaksın; Cennet'in ıtriyat kokuları ile karşı karşıya kalacaksın. |
Just like He mentions in the Qur'an, (God) says: |
Kur'an-ı Kerim'in ifade buyurduğu gibi: |
'As for those who say, "Our Lord is God," and then follow the Straight Path (in their belief, thought, and actions) without deviation, the angels descend upon them from time to time |
"Buna karşılık, 'Rabbimiz Allah'tır' diye ikrarda bulunup, sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner. |
(in the world, as protecting comrades, and in the Hereafter, with the message): |
(O melekler, dünyada onları korur, Âhiret'te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler.) |
"Do not fear or grieve; but rejoice in the glad tidings of Paradise which you have been promised' (Fussilat, 41:30). |
(Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size vaad olunan Cennet ile sevinin" (Fussilet, 41:30). |
The angels will say, 'Do not be scared', 'Glad tidings for you with Paradise promised to you.' |
"Korkmayın, tasalanmayın." "Muştular olsun, müjdeler olsun size, sizin için vaad edilen Cennet ile" diyecek melekler. |
And when you look back, you will think, 'What little did I sacrifice for such great gain'. |
Ve geriye dönüp baktığınızda, "Meğer ne vermiş, ne fedâ etmiş, neyi elde etmişim?" diyeceksiniz. |
May God grant us this foresight, and this blessing. |
Cenâb-ı Hak, o basireti ihsan eylesin; o lütuf ile lütuflandırsın. |
Essentially, what does it matter if in earning eternity one is struck down with a spear? |
Esasen, ebediyeti kazanma adına insan, önden mızrak yese ne olur, arkadan mızrak yese ne olur? |
But as humans, we do get affected. |
Fakat insan olarak, müteessir oluruz. |
When watching the movie 'The Message', seeing the spear strike Hamza's heart, I felt as though the spear struck my own heart. |
Hani er-Risâle'de ve Çağrı'da, Hazreti Hamza efendimizin bağrından yediği mızrağı görünce sanki benim bağrıma saplanmış gibi hissetmiştim. |
In that film, one of the characters almost loses their mind, running towards the screen. The reaction was very fitting. |
O filmde de rol oynayanlardan bir tanesi, o manzarayı görünce deliriyor âdetâ, pencereye doğru koşuyor ki iyi bir temsil ifadesi idi o. |
These feelings towards the Noble Hamza. |
Hazreti Hamza'ya karşı öyle. |
In the event of Bi'r Mauna, respected Haram ibn Milhan was similarly martyred with a spear. |
Bi'r-i Maûne vakasında da Hazreti Haram İbn Milhân mızrakla şehit ediliyor. |
People had requested teachers from the Prophet, who sent some in response. |
O insanlar esasen ehl-i irşad istemişler, talimciler, muallimler istemişler; İnsanlığın İftihar Tablosu da göndermiş. |
Through the opportunities of the Treaty of Hudaybiya, the respected Companions spread throughout the region, taking the message of 'There is no deity but God and Muhammad is the Messenger of God' wherever they went, with God's permission and grace. |
Ashâb-ı Kiram, Hudeybiye Musalahası'nın onlara açtığı o yolda, bir yönüyle güzergâh emniyeti sağladığı o yolda, dünyanın dört bir yanına yayılmışlar veya bölgenin dört bir yanına yayılmışlar, her yerde لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ bayrağını dalgalandırmışlar, Allah'ın izni-inayeti ile. |
Let me mention this as an aside. |
Burada antrparantez arz edeyim: |
For this reason the Companions called the Treaty of Hudaybiya a victory, and not the conquest of Mecca. |
Onun için sahabî, Mekke Fethi'ne değil, Hudeybiye Sulhu'na "fetih" der. |
This is because following the Treaty, many more people embraced the faith, in that period of peace and assurance. |
Çünkü Mekke Fethi'ne kadar -Medine dâhil- inanan insanların birkaç katı, esasen o sulh sayesinde, yani güzergâh emniyeti sağlanması sayesinde hidayete ermişlerdi. |
Because the believers could travel wherever they wished, they could visit their relatives, they could share their ideas and passions with them. |
Çünkü Müslümanlar, istedikleri her yerde gezebiliyorlardı, akrabalarına uğrayabiliyorlardı; değişik argümanları değerlendirerek içlerinin heyecanlarını onların yanında boşaltabiliyorlardı. |
Through this so many people embraced Islam. |
Dolayısıyla o kadar çok insan Müslüman oldu ki. |
If the number of Companions reached 100,000, it happened because of this, with God's permission and grace. |
İşte, sahabe sayısı yüz bine ulaştı ise, herhalde bu sayede -Allah'ın izni ve inayeti ile- ulaştı. |
There were Muslims only who had only believed a day before, travelling to meet him when the noble Prophet, peace and blessings be upon him, passed away. |
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, bir günlük Müslüman da vardı, yolda olan, gelirken o acı haberi alan Müslüman da vardı. |
That new believer proclaimed 'I believe', and when they finally arrived to meet him, the noble Prophet had passed away. That grief would be unmatched, but they were consoled by meeting the Companions. |
O da "Ben, inandım" diyor fakat geldiğinde, Efendimiz, ruhunun ufkuna yürümüş; o ciddî bir teessüre giriyor ama sahabeyi görüyor, o sahabeyi görmekle ayrı bir şeref ile şerefyâb oluyor. |
What I mentioned earlier is the story of another Companion. |
Biraz evvel bahsettiğim, başka bir sahabînin sergüzeştisidir. |
A new Muslim, he is martyred in a battle without ever praying. |
Müslüman oluyor ama bir savaşta; o savaşta savaşıyor ve hiçbir namaz kılmadan hemen şehit oluyor. |
He also took flight like a dove to eternity in relief. |
O da kanat çırpıyor, kanat açıyor üveyik gibi; yürüyor ebediyet âlemine orada, inşirah içinde. |
There were Muslims who had only believed for 3 days, month old Muslims. |
Üç günlük Müslüman olanlar var, bir aylık Müslüman olanlar var. |
Some say that Abu Hurayra converted 8 years before, others say 3 years before the death of the Prophet. |
Bazılarına göre Ebu Hüreyre hazretleri, sekiz sene evvel, bazılarına göre de Efendimiz'in ruhunun ufkuna yürümesinden üç sene evvel geliyor. |
He was the lion of Daws. |
Devs'in arslanı. |
He narrated the most traditions from our noble Prophet. |
Efendimiz'den en çok hadis rivayet eden sahabî. |
This is because he spent all his time in Suffa, dedicated all his energy to learning, forgoing food and drink. |
Çünkü başını o eşiğe koymuş, hep o Suffe'de yatıp-kalkmış, hatta hiç yemeği-içmeyi düşünmemiş. |
When we read about the narrators of tradition, Abu Hurayra would faint of hunger between the home of the Prophet and the pulpit, people would think he suffered from epilepsy |
Hadis ricâli okurken gördüğümüz gibi, bazen o minber ile Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hücre-i saadeti arasında açlıktan bayılıp düşermiş de, "Bu, saralı" falan derlermiş. |
However he says; |
Oysa diyor ki: |
'People used to look at me that way, but it was because of hunger' |
"Millet bana öyle bakardı ama ben açlığımdan bayılmıştım orada." |
It never affected him, 'Today I found some bread, I ate, what will happen tomorrow?', it did not concern him. |
Hiç umurunda değil; "Bugün ekmek buldum, yedim; yarın ne olacak" falan, hiç umurunda değil. |
Wholly devoted; he was trying to get all the precious words from the scarlet lips of the Prophet. |
Tamamen o kapıya kilitlenmiş; böyle, o lâl-u güher döktüren, cevherler döktüren dudaklardan ne dökülüyorsa, onları kafasına koymaya çalışmış. |
If it was 3 years of faith, he experienced such an exponential rise, that many of the other Companions began looking at him. |
O da -eğer üç sene ise- üç senede dikey yükseliş ile öyle bir noktayı ihraz ediyor ki, çok sahabe, onun gözünün içine bakıyor. |
Many of the Companions would look into his eyes; he had become an example of the Prophet's teachings, he would try to personify everything that came out of the Prophet's mouth meticulously. |
Çok sahabe, gözünün içine bakıyor; âdetâ Peygamber Efendimiz'in örneği olmuş; ne diyorsa, ağzından ne çıkıyorsa, milimi milimine onu yaşamaya çalışıyor. |
Then there also children. |
Bir de çocuklar var. |
They came to this world after our noble Prophet, peace and blessings be upon him, blesses the Earth, when he passes away, they are seven or eight years old. |
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya teşrif buyurduktan sonra dünyaya geliyorlar; O ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, yedi yaşında, sekiz yaşındalar. |
The noble Hasan and Husayn are that age but are Companions. |
Ve nitekim Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimiz de o yaşta ama sahabî. |
He takes them in his arms, climbs the pulpit with them, puts them on his back, but they are also Companions. |
Kucağına alıyor, minbere beraber çıkarıyor, sırtına alıyor onları ama onlar da sahabî. |
However with that spiritual colouring, they reach such a level, it is unbelievable. |
Fakat o insibağ ile, O'nun fırça çalması ile, öyle bir renk ve öyle bir desene bürünüyorlar ki, insanın başını döndürür. |
So because of the Treaty of Hudaybiya they were able to spread to the four corners of the peninsula. |
İşte o Hudeybiye Sulhu sayesinde böyle dört bir yana yayıldılar onlar. |
People were rushing to the presence of God's Messenger, peace and blessings be upon him. |
Koşan koşana bu defa Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna. |
According to the narrations of the Tabaqat, the number of companions reached over one hundred thousand, with God's permission and grace. |
Sahabe, Tabakâtçıların rivayetlerine göre, yüz bine ulaştı, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
But one still says 'It is not enough'. |
Yine de insan "Az" diyor. |
Such a Sun emerged; 'why not one million?' |
Öyle bir Güneş tulû etmiş; "Yahu neden yüz bin; neden bir milyon değil?" filan. |
But he leaves such a mark that, with God's permission and grace, in the time of the noble Abu Bakr and Umar, those millions are reached. |
Ama öyle bir iz bırakıyor ki, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer döneminde, işte bizim aklımızdan geçen o milyonlar oluşuyor, Allah'ın izni-inayeti ile. |
Empires come to their knees when face to face with this Infinite Light, they become like invisible stars. |
İmparatorluklar, en-Nûru'l-Hâlid (Sonsuz Nur) karşısında dize geliyor ve yıldızlar gibi görünmez oluyor. |
Busiri says: |
Bûsîrî der ki: |
'He is a sun of virtue, others are stars. |
"O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. |
Stars are only able to give light to people in the night', according to Busiri, the other Prophets were only shining like stars in the periods of the Prophet Muhammad's absence. |
Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar" değil onlar, peygamberler bile -Bûsîrî'ye göre- O'nun yokluğu döneminde esasen yıldızlar gibi parlıyorlardı. |
When he appeared like the sun, all the stars became absent, they entered an eclipse. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir güneş gibi doğunca, bütün yıldızlar gaybubet ettiler, küsûfa/husûfa uğradılar. |
Yes, one of those Companions was Haram ibn Milhan, may God be pleased with him. |
Evet, işte Haram İbn Milhân (radıyallahu anh) da o sahabeden birisi idi. |
He went to spread the truth. |
İrşad için gitmişti. |
However, he was betrayed. |
Fakat ihanet ettiler orada. |
Were there people who were invited to the path of God amongst them? |
Davet edenler de var mıydı onların içinde? |
Surely they were aware of what they were doing. The Prophet was deeply afflicted by this matter for a long time and cursed them through the Qunut prayers. |
Fakat mutlaka haberleri vardı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meseleden dolayı çok müteessir olmuş ve aynı zamanda onlara Kunût dualarında, uzun zaman beddua etmişti. |
After a certain period, God said 'Enough', and so the Prophet stopped. |
Cenâb-ı Hak, belli bir dönemden sonra "Yeter" demiş, dolayısıyla Efendimiz de kesmişti. |
Just as you have been reading the Qunut prayers for the past few years in the face of the disorder and corruption that has enveloped the world. |
Sizin, bütün dünyayı saran fitne ve fesat karşısında, üç beş seneden beri okuduğunuz Kunût gibi. |
You are reading it so 'The Ultimate Truth and Ever-Constant rids the calamities'. |
"Cenâb-ı Hak, belaları savsın, def etsin, ref' etsin" diye yapıyorsunuz: |
You will say, 'O My Lord, the One who revealed the Book, the One who transports the clouds, the One who does justice swiftly if He wills, the One who scatters those who join forces against His sincere believers, the One who destroys the enemy. |
"Ey Kitabı indiren, bulutları yürüten, hesapları çabuk görüp herkese haddini bildiren, İslam aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allah'ım. |
Desolate and defeat our enemies who have joined from different factions and cliques in the face of animosity against us; vanquish our enemies from all four sides of the world and every unit of life who are raging with enmity towards us, in the shortest amount of time and in ways that our eyes, ears, heart and mind cannot fathom; assist us against them.' |
Farklı farklı hiziplerden olup bize karşı husumette bir araya gelmiş bulunan düşmanlarımızı da perişan edip hezimete uğrat; dünyanın dört bir yanında, hayatın her biriminde, bize karşı düşmanlıkla oturup kalkanları, en yakın, en yakın, en yakın zamanda, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve insan kalbinin/aklının alamayacağı bir şekilde hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle." |
If the Prophet did not do it, it would not be right of you to do it either. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapmamış olsa, zaten sizin yapmanız da doğru değil. |
The Prophet did perform such an act, you are too; you are doing it in the face of the calamities you are facing. |
O yaptığı için, siz de yapıyorsunuz; maruz kaldığınız belalar karşısında yapıyorsunuz. |
The betrayal at Bi'r Mauna really affected the Pride of Humanity; the Prophet took part in the prayers as well. |
Bi'r-i Maûne'deki vahşet İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok dokunuyor; O da öyle yapıyor. |
Haram ibn Milhan was speared in the chest there. |
İşte, Bi'r-i Maûne'de Haram İbn Milhân hazretleri o mızrağı sinesinden yiyince. |
He did not expect betrayal; they did not go armed. |
Hiç beklemiyor onu; silahlı gitmemişler oraya. |
In a way, they had gone there with roses in their hands; they went to spread the scent of roses. |
Bir yönüyle, ellerinde gül ile gitmişler oraya; onlara gül kokuları koklatmak için gitmişler. |
But the traitors were crazed and ravenous. |
Ama gözü dönmüş hainler. |
Just like how in our current day, there are some of us who would not step on an ant yet these gentle humans are being called 'terrorists'. |
Hani günümüzde bazıları, bazı karıncaya basmaz insanlara/efendilere, karıncaya basmaz efendilere "Terörist" dedikleri gibi. |
It is the necessity of their characters. |
Kendi karakterlerinin gereği esasen. |
Due to the necessity of their characters, people came with spears to meet people who had bouquets in their hands. |
Karakterlerinin gereği, oraya mızrak ile gelmiş insanlar var; bir de ellerinde gül demetleri ile, buketleri ile giden insanlar var. |
It is not possible counter spears with roses. |
Ee canım gül ile, mızrağa karşı savaş verilmez ki. |
Neither did they have any intention to. |
Zaten öyle bir niyetleri yoktu. |
Had they had any intention of war, they would have established a front, a bastion. |
Öyle bir niyetleri olsaydı, cephe oluştururlardı, bir tabye oluştururlardı. |
Haram ibn Milhan, when he received the spear to his chest says 'I swear by the Lord of the Ka'ba that I am free.' |
Hazreti Haram İbn Milhân, mızrağı sinesinden yiyince, "Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum" diyor. |
So it must be said that even in that moment, in reality, there are certain metaphysical things that he saw. |
Demek ki daha o esnada -esasen- gördüğü bazı şeyler oluyor. |
Maybe at that moment God Almighty provides his divine favour; maybe God's Messenger gives his attention; maybe the angels were saying 'O Haram ibn Milhan, welcome!' |
Belki Cenâb-ı Hak, doğrudan doğruya teveccüh buyuruyor; belki Allah Rasûlü teveccüh buyuruyor; belki melekler "Ey Haram İbn Milhân, hoş geldin" falan diyorlar. |
This is the result of the event. |
Şimdi meselenin serencâmesi bu. |
Referring to the verse mentioned earlier: |
Biraz evvel temas edilen ayet ile mesele irtibatlandırılarak denebilir ki: |
Some people are consciously choosing the worldly life over the life of the Hereafter, but then there are some who are confirming the verse that was mentioned: |
Birileri bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih ediyorlar ama birileri de zikredilen şu ayete mâsadak oluyorlar: |
'God has bought from the believers their selves and wealth because Paradise is for them. |
"Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü'minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır. |
They fight in God's cause, and they kill or are killed. |
Onlar, Allah yolunda savaşırlar ve (harpte, meşru müdafaada) öldürürler veya öldürülürler. |
This is a promise with which God has bound Himself in the Torah and in the Gospel and in the Qur'an. |
Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'ân'da da Allah'ın yerine getirmeyi uhdesine aldığı bir vaattir. |
Who could be more faithful to his covenant than God? |
Verdiği söze Allah'tan daha sadık kim olabilir? |
So (O believers), glad tidings to you because of the bargain you have made with Him! |
O halde (ey mü'minler), Allah'la yaptığınız bu alışverişten dolayı size müjdeler olsun. |
That, indeed, is the supreme triumph' (At-Tawbah, 9:111). |
Budur gerçekten çok büyük kazanç, çok büyük başarı" (Tevbe, 9:111). |
This is a pledge and promise from God. |
Cenâb-ı Hak tarafından bir hak olarak, değişmez, "lâyetebeddel" bir vaad olarak onlara vaad ediliyor. |
In one way, they are willing to sacrifice everything they have on the path of God. |
Allah yolunda her şeye katlanmaya razılar, bir yönüyle. |
I think Mus'ab ibn Umayr was in this frame of mind when he used his right arm like a shield to protect the Pride of Humanity, his left arm like a shield and finally, when only his head was remaining, he was alive, and he brought forward his head against the sword. |
Zannediyorum, Hazreti Mus'ab, bu iştiyak ile İnsanlığın İftihar Tablosu'nun önünde kalkan gibi sağ kolunu kullandı, kalkan gibi sol kolunu kullandı ve sonra da -bir boynu kalmıştı, hâlâ canlı idi- yukarıya kalkan bir kılıç karşısında bu defa boynunu uzatmıştı; oradan da bir kılıç yemişti. |
I didn't notice the rest in the biography of the noble Prophet; however from the sermon of a scholarly preacher whom I wholeheartedly believe in said: |
Gerisini Siyer'de görmedim; fakat inandığım, ilmi oldukça ileri olan bir vâiz efendinin vaazında dinlemiştim: |
He hides his face, not wanting to be seen. |
Yüzünü yere kapatıyor, görünmek istemiyor. |
'He is hiding his face, why is he like this?' to such remarks, in the most eloquent way possible, he is responding: |
"Yüzünü kapatıyor yere; niye böyle?" diyenlere, orada ifade edebildiği kadarıyla diyor ki: |
'If your head remains attached to your body while a sword swings at the Prophet of God, God will question you for this.' |
"Hâlâ başın üzerinde iken, eğer Allah Rasûlü'nün başına bir kılıç iner ise, Allah sana sorar onu." |
Yes, our hero Mus'ab. |
Evet, Mus'ab kahramanlığı. |
Abdullah ibn Jash... |
Abdullah ibn Cahş. |
A friend relates his exploits. |
Arkadaşı anlatıyor onu. |
He is also at the battle of Uhud. |
O da Uhud Savaşı'nda. |
Squatting near a boulder, bowed over, he is praying: |
Bir kayanın dibine çömelmiş, dize gelmiş, yalvarıyor: |
'Dear God! |
"Allah'ım. |
May a sword take my arm, another sword my other arm, and my neck; so that I may come to your presence covered in blood. |
Bir kılıç kolumu koparsın, başka bir kılıç öbür kolumu koparsın, boynumu alsın; Senin huzuruna kanlar içinde geleyim. |
And you say to me: |
Sen, bana de ki: |
'Abdullah, what happened to you? |
'Abdullah, sana ne oldu?' |
So that I will respond: |
Ben de diyeyim ki: |
I have sacrificed these on the path of God's Messenger. |
Ben, bunları Rasûlullah yolunda verdim." |
This is the consideration a believer must have. |
Evet, işte bu, mü'min ufkunda kazanma telakkisi. |
Some of us perceive success to be in terms of worldly gains, like Korah. |
Bazıları kazanmayı sadece dünyaya münhasır görürler, Kârûn gibi. |
Some secure the sun with a ray, the seas with a droplet; consequently, by giving up a droplet, they become owners of the ocean, with just a ray, they control the sun. |
Bazıları da zerre ile güneşi peylerler, damla ile deryayı peylerler; dolayısıyla bir damla verir, deryaya sahip olurlar; bir zerre verir, güneşe sahip olurlar. |
So who won and lost here? |
Şimdi kim kazandı, kim kazanmadı? |
There are also others, may God protect us, that pursue just a single droplet, repeatedly, a droplet, a droplet, a droplet, till one day pass to the next world like a droplet. |
Bazıları da -hafizanallah- o bir damlacık sermayeyi, yine hep böyle damla avlamak için kullanırlar; "Damla, damla, damla, damla, damla" der durur, sonra bir gün öbür tarafa doğru bir katran damlası gibi damlar giderler. |
'So many elegant youthful ones, |
"Nice servi revan canlar |
So many rosy-faced sultans, |
Nice gül yüzlü sultanlar |
So many khans like Khusraw, |
Nice Hüsrev gibi hanlar |
Have been immersed in this sea!' |
Bütün bu deryaya dalmış." |
All at once they have drowned; for the love of this worldly life. |
Sonra hepsi birden boğulmuş; boğulmuş dünya sevdasıyla. |
If our intent is to gain the pleasure of God, then we are essentially winners. |
O (Allah ve rızası) varsa, esas kazanmış sayılırız. |
On your path, whatever your goal or intention is, it will be as though you have achieved it; that you reserved the sun, that you have won over the oceans. |
Şimdi yürüdüğünüz yolda, hedeflediğiniz ve niyet ettiğiniz ufuk ne ise şayet, onu kazanmış sayılırsınız; güneşi peylemiş sayılırsınız, bahr-i muhîti (okyanusu) peylemiş sayılırsınız, kazanmış sayılırsınız. |
'Verily, deeds are only with intentions. Verily, every person will have only what they intended'. |
"Mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır." "Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur." |
The first noble saying of the Prophet in Sahih al-Bukhari: |
Buharî'nin ilk hadis-i şerifi. |
'What is to man other than his own intention? |
"İnsana niyet ettiğinden başka ne vardır ki?" |
Thus, you have already achieved it. |
Dolayısıyla kazanmışsınız. |
Indeed, the thing that you have fundamentally devoted your life to, spreading the word of God. |
Ha, bunun ötesinde, esasen bugüne kadar dilbeste olduğunuz, gâye-i hayal haline getirdiğiniz ve onu çok önemli bir şey gördüğünüz -ve zaten önemli bir şeydir- i'lâ-i kelimetullah. |
You have not scattered to the four corners of the earth to be occupied with something else, you scattered across the world to bloom in love for the Prophet Muhammad. |
Başka bir şey düşünerek siz dünyanın dört bir yanına saçılmadınız; her yanda ruh u revân-ı Muhammedî şehbal açsın diye saçıldınız. |
You desire that as well; you desire it to continue from where it stopped, or in a way continue from where it was trying to be stopped. |
İstersiniz ki, bu da olsun; durdurulduğu yerden -bir yönüyle- veya durdurulmaya çalışıldığı yerden devam etsin. |
Again, may God's permission and grace come to the rescue; |
Yine Allah'ın izni-inayeti yetişsin; |
may the Glorious Lord break the wings of the oppressors and tyrants; |
Cenâb-ı Hak, zâlimin, hainin, fâsıkın kolunu kanadını kırsın; |
may they meet their match by God so that you may continue to run in the direction of that grand purpose of life. |
onlar, Allah'tan bulsunlar ve siz de yeniden işi bıraktığınız yerde o emaneti yüklenerek o gâye-i hayal istikametinde koşmaya devam edin. |
Indeed, that is something you will want. |
İstersiniz bunu. |
You will take it to a certain point. |
Siz, bir yere kadar götüreceksiniz. |
Those before you brought it to a certain point, then entrusted it to you. |
Sizden evvelkiler meseleyi bir yere kadar getirdiler; sonra emanet olarak size devrettiler. |
They said: |
Dediler ki: |
'Take this and head to that target'. |
"Bunu alın, şu hedefe doğru götürün." |
And you took it. and carried it to a point; you came face to with creatures, they tried to put obstacles in your way. |
Siz de aldınız, bir yere kadar getirdiniz; bir kısım gulyabânîler ile karşılaştınız, dolayısıyla engellemeye başladılar. |
Perhaps you had to temporarily change the gear you are in, slow down. |
Belki muvakkaten vites değiştirme durumunda kaldınız; düşürdünüz on altı vitesi, beşe, altıya düşürdünüz, dörde düşürdünüz, eskiden o kadardı zaten; bazen rölantiye aldınız, filan. |
But just as new opportunities appeared, you began to drive again with determination. |
Ama her zaman, bir fırsat doğunca hemen yeniden vitesi değiştirip yürümeye, yeniden azm-i râh etmeye âmâde ve teşne bulundunuz. |
And this is your right; there is nothing wrong with wanting such a thing. |
Bu da sizin hakkınız; bunu istemede de bir mahzur yok. |
Perhaps your desire to want that thing will be accounted for in the other realm by way of wanting another thing. |
Belki onu isteme de yine öbür âlem hesabına, esas başta istediğiniz şey hesabına farklı bir isteme yoludur. |
You also want Him but in a different manner: |
Yine O'nu istiyorsunuz ama üslup farklılığı içinde O'nu istiyorsunuz: |
'Dear God! |
"Allah'ım. |
May Your Majestic Name spread everywhere. |
Senin nâm-ı celîlin, her yerde şehbal açsın. |
O Messenger! |
Ey Rasûl. |
May your Majestic Name spread everywhere. |
Senin nâm-ı celîlin, her yerde şehbal açsın. |
Employ us in a role in destiny, despite the poor, worthless, disobedient, old and sinful servants we may be. |
Bizim gibi fakir, hakir, müsî (kötülük yapan, yaramaz, günahkâr), müsinn (yaşlı, geçkin, zamanı geçmiş) günahkâr insanları, bu kaderî program içinde istihdam buyur. |
Honour us with this duty.' |
Bizi bunun ile şereflendir" mülahazası. |
'We are nothing, we are of nothingness, we are weak, poor, needy, abased, miserable, slovenly and in spiritual meekness. |
"Bizler, birer hiçten ibaretiz, hiç ender hiçiz; âciziz, fakiriz, muhtacız, zeliliz, perişanız, derbederiz, mahviyet içindeyiz. |
Our only hope is for You to honour us with this divine task; for us to be employed in voicing Your Majestic Name to those who need it.' |
Ama tek ümidimiz Senin bizi bunun ile şereflendirmen; bizimle, Senin nâm-ı celilini, ona muhtaç olan gönüllere duyurman." |
Yes, this is the excitement and energy that the Pride of Humanity lived and passed on with. |
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, bu heyecan ile yaşadı; bu heyecan ile ruhunun iklimine yürüdü. |
Thus, it you are living every moment with this intention, when God Almighty grants you those opportunities again you will continue from where you left off. |
Dolayısıyla, bu niyet ile oturup kalkıyorsanız, Cenâb-ı Hak, yeniden o imkanları lütfettiği zaman, işi bıraktığınız yerden alırsınız. |
You will mount your horse again. |
Atınızı yine mahmuzlarsınız. |
You will go to all corners of the world with your flower bouquets and messages of love. |
Elinizdeki gül demetleri ile, buketleri ile dünyanın dört bir yanına sevgi mesajlarıyla gidersiniz. |
Everywhere you go you will breathe life into people with your talk of the Beloved One, like the angel Israfil. |
Gittiğiniz her yerde sohbet-i Cânân ile gönüllere İsrafil gibi hayat üflersiniz. |
You will bring about a revival in the world, with God's permission and grace. |
Diriliş üfler ve topyekûn dünyaya bir ba's u ba'de'l-mevt yaşatırsınız, Allah'ın izni-inayeti ile. |
First and foremost, living with concern of God's pleasure and the Hereafter; |
Birincisi (ahiret buudlu yaşama ve hep Allah'ın rızasını arama), evvelen ve bizzat; |
as secondary and incidental, striving to exalt God's Name to attain bliss in the Hereafter and the Divine consent. |
ikincisi (ahireti ve rıza-i ilahiyi kazanma yolunda i'lâ-i kelimetullahı en büyük vesile bilip o yolda yürüme) ise -eski tasavvurî Mantık ifadesi ile- saniyen ve bi'l-araz. |
The first is authentic, the second is inferred. |
Birincisi, hakiki; ikincisi, izafî. |
But it is such an inference that, the authentic lies within it. |
Fakat öyle bir izafî ki, yine ona râci. |
Just as we say when referring to the Pride of Humanity: |
Nasıl ki, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu ifade ederken diyoruz: |
'He is a cause as great as the goal.' |
"O, gâye ölçüsünde bir vesiledir." |
Proportionate to the goal. |
Gâye ölçüsünde. |
If it was not so, would 'Muhammad is the Messenger of God' come right after 'There is no deity but God'? |
Öyle olmasa -bakın- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ biter bitmez, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ gelir miydi? |
Yes, in terms of purpose, he is a means like an aim in itself. |
Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gâye ölçüsünde bir sebep, bir vesiledir. |
If He didn't exist, what would we know? |
O olmasaydı, ne bilebilirdik? |
How would have we learnt the things that mattered? |
Öğrenilmesi gerekli olan hangi şeyi öğrenebilirdik? |
What would we know about the Divine Essence? |
Zât-ı Ulûhiyet hakkında neye sahip olabilirdik? |
Would we be able to read the universe correctly? |
Kâinatı doğru okuyabilir miydik, esasen? |
Would we have understood that this world is an arable field? |
Bu dünyanın bir mezraa olduğuna vâkıf olabilir miydik acaba? |
That this realm was the mirror of the Divine Names? |
Buranın mecâlî-i Esmâ-i İlahîye olduğunu bilebilir miydik acaba? |
How would we have known that Paradise was to be being secured here? |
Cennet'in burada peylendiğini bilebilir miydik acaba? |
We learnt all of these with his messages. |
Bütün bunları, O'nun mesajları içinde gördük. |
Consequently, |
Dolayısıyla, |
'All humanity is indebted to that innocent, |
"Medyûndur o ma'sûma bütün bir beşeriyyet |
O Lord, resurrect us with this confession!' |
Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret." |
Amin. |
Âmin. |