Bediüzzaman says, 'The pleasures of this world resemble poisonous honey, in them their is as much pain as there is pleasure', |
Hazreti Pîr'in ifadesiyle, "Dünya lezzetleri, zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır." |
'The carnal soul portrays deadly pleasures in such a manner, and man cannot discern this.' |
"Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri öyle şirin göstermiştir de insan onun yağın içinde zehir sunduğunu bilememiştir." |
In Al-Qasida al-Burda, Busiri says: |
Kaside-i Bürde (Bür'e)'de, Bûsîrî, böyle diyor: |
'The carnal soul has shown deadly pleasures as nice things and human beings cannot see that it is like poison in honey.' |
İnsanı öldüren nice şeyleri, (nefis) insana lezzetli, şeker-şerbet gösterdi; zavallı bilmiyor ki o yağın/balın içinde zehir var. |
So many have accepted this invitation, and changed their place and position. |
Öyle bir çağrıya (nefis ve şeytanın davetine) uyarak yer değiştiren, konum değiştiren dünya kadar insan oldu. |
When I say, 'so many', they are not so great in numbers compared to those people who remained steadfast. |
"Dünya kadar" derken, yerinde sâbit-kadem olanlara, hep aynı izleri takip edenlere ve aynı yere ayak basanlara nispeten çok sayılmaz, öbürleri. |
However, a lot of people changed their positions to prefer the temporary pleasures of this world. |
Fakat bir hayli yer değiştiren insan oldu; gözleri kamaştı dünyanın câzibedâr güzelliği karşısında. |
As mentioned in the Qur'an: |
Kur'an-ı Kerim'de ifade edildiği üzere; |
'Made innately appealing to men are passionate love for women, children, (hoarded) treasures of gold and silver, branded horses, cattle, and plantations. |
"Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. |
Such are enjoyments of the present, worldly life. |
Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. |
Yet with God is the best of the goals to pursue' (Al Imran 3:14). |
Asıl varılacak güzel yer ise, Allah'ın katındadır" (Âl-i Imrân, 3:14). |
Some chose to live a luxurious life and pursued their passion for partners and children while others thought about providing a future for their children, at the expense of forgoing a greater future. |
Bazıları, bohemliğe saldılar kendilerini... ""Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar..." Bazıları güya evlâd ü ıyâllerinin geleceğini düşündüler; esas, önemli bir geleceği kararttılar, hiç farkına varmadan. |
By saying, 'A better future for my son and daughter' they extinguished an eternal future. |
"Oğlum, kızım... Bunlara mutlu bir gelecek" falan dediler ama ebedî bir geleceği kararttı, ebedî bir geleceğin ışığını/ziyasını söndürdüler. |
'...treasures of gold and silver...' |
"Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş,..." |
Dollars, Euros, Dinars, gold and silver... |
Dolarlar, Eurolar, Dinarlar, altınlar, gümüşler; |
These caused many to stray. |
bunlar, çoklarının başını döndürdü, bakışını bulandırdı... |
They changed their position. |
Yer değiştirdiler; |
They chose to worship these instead of God; they could not predict where they would end up. |
Allah varken, o şeylere tapmaya başladılar ki, onların da meseleyi nereye çekeceği belli değildi. |
'Made innately appealing to men are branded horses, cattle, and plantations. |
"Güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. |
Such are enjoyment of the worldly life.' |
Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir." |
The Qur'an mentions 'horses' as they were the means of transportation once. |
O zamanlar "at-katır", insanların binekleri olduğundan dolayı, âyet-i kerimede ondan bahsediliyor. |
Today, people are fooled with their equivalents such as luxurious armoured vehicles, toilet seats gilded with gold, big pools. |
Günümüzde onlara tekabül eden, zırhlı arabalara kandılar, altınla yaldızlanmış klozetlere kandılar, banyo havuzlarına kandılar. |
They were fooled, deceived; they failed over and over in the face of these challenges, may God protect us! |
Kandılar, aldandılar; o bâdirede iç içe yandılar, hafizanallah. |
The fate of the people of misguidance and the worldly-minded people have often been this way, whereas the fate of the people devoted to God have often been like yours and those like you. |
Çok defa ehl-i dalâletin, dünyaperestlerin âkıbeti, bu olmuş ve çok defa Allah'a dilbeste olanların âkıbetleri de sizin ve emsallerinizin âkıbeti gibi olmuş. |
However, there has never been an absolute annihilation; only temporary eclipses |
Fakat mutlak bir kararma olmamış; muvakkat bir "hüsûf" ve "küsûf" yaşanmış. |
The moon shied away temporarily, the sun covered its face, things became dark; and humankind thought that the day had turned into night. |
Muvakkaten ay küsmüş, güneş darılmış, bazı şeyler kararmış; insan, gündüzü gece sanmaya başlamış. |
As humankind, we are guided by our eyes, ears and tongue; |
İnsan olarak, nihayet o, gözlerinin güdümünde, kulaklarının güdümünde, dilinin-dudağının güdümünde; |
it's difficult to expect anything in the contrary. |
başka türlü olması da çok zor. |
If we don't let God guide us completely, we can be misguided by so many other things. |
Her şeyi O'nun (celle celâluhu) güdümüne vermeyince, bir insan, çok farklı güdümlere girebilir. |
Salvation from servanthood to others requires being a servant to Him alone. |
Değişik kulluklardan kurtulmanın yolu, sadece O'na kul olmaktan geçer. |
Unless humankind serves only Him, they cannot protect themselves from becoming a servant to fifty other things. |
İnsan, O'na, sadece O'na ama sadece O'na kul olamamış ise, elli türlü şeye kul olmaktan paçayı sıyıramaz. |
We are human; therefore we can get stuck on different obstacles. |
İnsanız, nihayet; değişik şeylere takılabiliriz. |
But even if we are shaken and lose our path, |
Ama o sarsılma, kısmen sendeleme, kısmen sürçme, olduğuyla kalmalı. |
we need to pull ourselves up and dedicate ourselves to continue on the same path. |
Onu hemen bir doğrulma, yine aynı yolda azm-i râh edip |
We should say: 'O pathways. You do not command me, I command you' and keep on walking. |
"Yollar. Ben sizin emrinizde değilim; sizler, benim emrimdesiniz" deyip yürüme takip etmeli. |
The roads that you cross should kneel before you, the hills that you reach should bow before you, |
Yollara ayak öptürme, varacağınız tepelere ayak öptürme, el öptürme... |
even though you are not eager to make others kneel or bow before you. |
Gerçi el öptürmeye, ayak öptürmeye meraklı değilsiniz sizler. |
However, whether you like it or not, the paths will be at your feet; |
Fakat siz istemeseniz dahi, yollar, ayağınızı öper; |
the paths leading to Him will 'kiss your feet' (a sign of great respect and appreciation). |
O'na doğru giden yollar, ayak öper. |
You will journey with such appreciation and your life will be fulfilled with that appreciation. |
Öyle bir takdir ile gidersiniz ve öyle bir takdir ile hayatınız noktalanır. |
The people representing righteousness before you suffered tenfold of your suffering; |
Sizden evvel doğruluğu temsil eden insanlar, sizin öşrünü çektiğiniz şeyin onunu birden çekmişlerdir; |
not tenfold, twenty fold, all at once. |
onunu değil, onun da iki katını birden çekmişlerdir. |
If their suffering was to land on top of the mountains, the mountains would be crushed and turn into the Dead Sea. |
Şayet onların çektikleri, dağların tepesine inseydi, dağlar, Lût Gölü'ne dönüşürdü. |
They suffered... |
Çekmişler... |
This is the fate of the faithful. |
İnanan insanların kaderidir o. |
It is a matter of frequent recurrence, and this is not an inconvenience, God willing. |
Çok tekerrür eden bir husus, bu da tasdî' yapmaz (baş ağrıtmaz, rahatsız etmez) inşallah: |
The Prophet Noah is one of the people that we know who suffered. |
Hazreti Nuh, bildiğimiz, çeken insanlardan. |
The Prophet Hud suffered. |
Hazreti Hûd, çeken insanlardan. |
The Prophet Salih suffered. |
Hazreti Sâlih, çeken insanlardan. |
The hero of Sodom and Gomorrah has suffered. |
Sodom-Gomore kahramanı, çeken insanlardan. |
Indeed, it is only right to call a prophet a 'hero' in these kinds of situations; otherwise what they have is 'insight' or 'perspicacity'. |
Evet, bir peygambere "kahraman" demek ancak bu türlü evsaf ile câizdir; yoksa onlardaki, "fetânet"tir. |
The prophets have always suffered but have not received, nor expected to receive anything in return for their duties. |
Peygamberler hep çekmişler ama vazifeleri mukabilinde oradan bir avuç bir şey alarak ayrılmamışlar, ayrılmayı düşünmemişler. |
They surrendered themselves to their fate saying; |
El-etek silkmiş; |
'I have submitted whatever I had to that Friend, so I no longer have a house; |
"Varım ol Dost'a verdim hânümânım kalmadı |
I have been liberated from everything, so I have nothing in the name of the two worlds,' and departed from this world. |
Cümlesinden el yudum pes dû-cihanım kalmadı" diyerek ayrılmışlar ayrıldıkları yerden. |
Just as the Pride of Humanity did, they all left this world in this sense and did not leave any material belongings behind. |
İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar hepsi, dünyadan böyle ayrılmış ve geride maddî hiçbir şey bırakmamışlardır. |
The only thing left behind by our noble Prophet, peace and blessings be upon him, is the honoured room he rested in. |
Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz'in geride bıraktığı, içinde yattığı o Hücre-i Saadet'tir. |
And even then, he probably kept it as a grave for Himself; |
Orasını da -ihtimal- Kendisine merkad olsun diye tutmuş elinde; |
otherwise he would have said, 'Take this place too, use it for the Mosque.' |
yoksa "Burayı da alın, Mescid'e katın" derdi. |
However three Sultans lie there; |
Ama orada Sultanlar yatıyor, üç tane Sultan; |
Sultans with more authority and greatness than all of the sultanates that have existed in this world combined. |
cihan sultanlığı ile değiştirilmeyecek sultanlık sahibi Sultanlar yatıyor. |
Our mother Aisha considered one of those places for herself. |
O yerlerden birini, Âişe validemiz, kendisi için düşünüyor. |
When respected Umar ibn al-Khattab was stabbed with a poisonous dagger, he sent word to our mother Aisha. |
Hazreti Ömer, bir zehirli hançer ile hançerlenince, Âişe validemize haber gönderiyor. |
Look at these manners. |
Ne terbiyedir bu? |
Respected Umar ibn al-Khattab, head of the state and a man who brought two super powers to their knees asked permission from respected Aisha: |
Devlet reisi, iki süper gücü yere sermiş devlet reisi Hazreti Ömer, Hazreti Âişe annemizden izin istiyor: |
'Would you permit me to be buried at the feet of our Prophet?' |
"Acaba müsaade buyururlar mı, ben, Peygamberimizin yanında, O'nun ayaklarının dibine gömülmek istiyorum?" |
Our blessed mother, Aisha, is so magnanimous, 'I was thinking of that place for myself, but I prefer Umar over myself.' |
Mübarek annemiz de öyle civanmert ki; "Ben, orayı, Efendimiz'in yanını kendim için düşünmüştüm ama Ömer'i nefsime tercih ederim" diyor. |
And he becomes the third person. |
Ve üçüncü şahıs, o oluyor. |
And they live the life of the Intermediate Realm together with the one whom they loved more than themselves. |
Candan sevdikleri İnsan'la, Berzah hayatını beraber yaşıyorlar orada. |
They share the same peace and blessings. |
Aynı salât u selâmı paylaşıyorlar. |
Your invocations echo in his resting place. |
Siz de salât ü selam gönderiyorsunuz; Muvâcehe'ye çarpıyor, yankılanıyor orada. |
They share them among themselves. |
Paylaşıyorlar aralarında. |
Not share, it multiplies and transfers among them. |
"Paylaşma" değil; o iş, katlanarak onlara intikal ediyor. |
Just like they have; one has become three. |
Onlar, nasıl orada katlanmış; bir, üç olmuş. |
Therefore, any invocation of peace and blessings you make multiples and becomes many once it reaches them. |
Dolayısıyla sizden giden bir salât ü selam, otuz oluyor orada; otuz oluyor ve onlara ulaşıyor. |
As a note, I remember that when I recite,'Peace be upon you, O Prophet and God's Mercy and Blessings' in Prayer: |
Antrparantez: اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ cümlesini her Tahiyyât'ta söylerken, aklıma geliyor. |
This is something that God has said to his Messenger, 'peace and blessings be upon him'; |
Bu, Allah'ın, O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği bir şeydir; |
and it is trusted upon us. |
bize de bir emanettir. |
When reciting that phrase, you must feel like you are speaking directly to the Glorious Messenger, peace and blessings be upon him, as mentioned in the The Radiant Proof. |
Onu söylerken, el-Hüccetü'z-Zehrâ'da ifade edildiği gibi, doğrudan doğruya, Hazreti Rasûl-i Zîşân'a sunuyor gibi söylemeli. |
As though you are at his burial site, looking through the walls. |
Muvâcehe'de, sanki oradan içeriye bakıyor gibi. |
And just as if he is glancing back at us. |
Sanki O da içeriden bize bakıyor gibi. |
Waiting in anticipation of 'Let's see how he will respond', saying, 'Peace be upon you, O Glorious One, the one who brought us messages from the unknown and unseen.' |
"Bakalım ne diyecekler" diye onu bekliyor gibi... Siz, sadakatinizin ifadesi olarak, "Bize, olmazlardan, bilinmezlerden, meçhullerden mesajlar ile gelen ey Sâhib-i Zîşân, Sana selâm. |
O honourable one, thousands of peace and blessings be upon you.' |
Ey Sâhib-i Zîşân, Sana binler selam" diyorsunuz. |
And this is how your invocations reach him. |
Böyle salât ü selamlarınız O'na ulaşıyor. |
And what do you get in return? |
Ne geliyor geri O'ndan? |
'Peace be upon you too. |
"Benden de size selam. |
Peace be upon you from me,' |
Benden de size selâm." |
The Prophet himself states. |
Kendi buyuruyor: |
'Whenever a single invocation is sent to me, an angel informs Me and says: |
"Bana bir salât u selam okunduğunda, melek Bana haber verir; der ki: |
'So and so, Cemal, Reşid and Osman Hodja have sent their greetings.' |
'Falan, Ali, Veli, Cemal Hoca, Reşid Hoca, Osman Hoca, Ramazan Hoca, sana selam gönderdiler.' |
Send my greeting to them; |
Sen de Benden onlara selam gönder; |
tell them, 'Peace be upon you Harun', 'Peace be upon you Reşid.' |
onlara 'Selam Harun.' de; 'Selam Reşid. |
Peace be upon you Ismail. |
Selam İsmail. |
Peace be upon you Ibrahim. |
Selam İbrahim. |
Peace be upon you Osman. |
Selam Osman." |
What do you send and in turn what do you receive? |
Ne gönderiyorsunuz, ne alıyorsunuz? |
Another note: When a man was travelling to Baghdad, he thought, 'What should I take as a gift to the Sultan?' |
Hani -antrparantez- adam, Bağdat'a giderken, "Padişaha ne götürsem?" diye düşünmüş. |
He filled a jug with pristine water, some water that was similar to Zamzam. |
Bir testiye kendi beldesinden temiz, böyle Zemzem gibi bir su koymuş. |
On his way to Baghdad, when he was passing the Tigris river, he feels like throwing the jug away. |
Sonra Bağdat'a gidiyorken, Dicle'den geçerken veya bir ırmaktan geçerken, ırmağı görünce belki elinden testiyi atası geliyor: |
He thinks, 'If this river runs to the palace door, what value would this jug have?' |
"Bu ırmak, onların kapısının önünde çağlıyorsa şayet, bir testi suyun ne kıymeti olur?" diye düşünüyor |
He goes on, 'Well, I have carried it all the way here, why should I pour it out? |
ama sonra "Yahu ben buraya kadar bunu taşıdım, getirdim; ne diye dökeceğim. |
God is generous.' |
Allah kerim" diyor. |
He enters the palace with the jug in his hand, and presents it to the Abbasid Sultan. |
Elinde testi ile saraydan içeriye giriyor; onu hükümdara, Abbasî hükümdarına armağan ediyor. |
(What matters in parables is not the factual reality but the message they convey). |
Menkıbe, bu; aslına değil, fasla bakın. |
The Sultan orders those around him: |
Padişah, yanındakilere hemen emrediyor: |
'Take that jug and pour it into a special bowl, then fill the jug with gold and return it.' |
"O testiyi alın, o suyu, önemli bir yere boşaltın; sonra altın doldurun, verin ona." |
You see, that is the gift from you to the Sultan of all Sultans, peace and blessings be upon him; |
İşte senden Sultanlar Sultanı'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) giden armağan, |
a jug of water. |
bir testi su. |
But what you get back is multiple jugs of gold, silver, chrysolite, rubies, gems from God's Messenger. |
Ama aldığın, o testinin birkaç katı dolu altın, gümüş, zebercet, yakut, cevher... Allah Rasûlü'nden sana gelen şey. |
Since this is the way and the result in the end, humankind can tolerate what Prophet Noah, Prophet Hud, Prophet Salih, Prophet Lot, Prophet Abraham, and the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, faced. |
Şimdi yol bu olunca, yolun sonu da bu olunca, bence bu uğurda insan, Hazreti Nuh'un da, Hazreti Hûd'un da, Hazreti Sâlih'in de, Hazreti Lût'un da, Hazreti İbrahim'in de, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun da (alâ seyyidinâ ve aleyhissalâtü vesselam) çektiği şeylere gönül rızası ile katlanır. |
By saying, 'If suffering comes from Divine Majesty |
"Gelse Celâlinden cefâ |
Or fidelity from Divine Beauty |
Yahut Cemâlinden vefâ |
Both are a delight to the soul, |
İkisi de cana safâ |
Both Your blessings and Your anger are pleasing,' and enduring. |
Lütfun da hoş, kahrın da hoş" der, sineye çeker, katlanır. |
Whatever may come from You, |
Sen'den ne gelirse gelsin; |
'We are pleased with God as our Lord. |
"Rabb olarak, Allah'tan razı olduk. |
We are pleased with Islam as our religion. |
Din olarak İslam'dan hoşnuduz. |
We are pleased with Muhammad as our Prophet, wholeheartedly and with our whole being.' |
Peygamber olarak da Allah Rasûlü'nden bütün benliğimiz ile memnunuz" der. |
But those who come to certain positions through illegitimate means have never maintained their position for eternity. |
Ama gayr-ı meşrû yollar ile gelip belli koltuklara oturan insanlar, hiçbir zaman oldukları yerde ebedî kalamamışlar. |
They left just as they had come, one by one, abandoning the place they had come to; |
Onlar, geldikleri gibi bir bir gitmişler, bulundukları yerleri terk etmişler; |
in fact, they left looking back with tears. |
hem de geriye dönüp ağlayarak gitmişler. |
Now, to leave like that or to look back, showering smiles, and walk towards God? |
Şimdi öyle gitmek mi, yoksa geriye dönüp tebessümler yağdırarak, Allah'a doğru yürümek mi? |
This is your path... |
Yolunuz, bu... |
Your hearts beat with this excitement. |
Kalbiniz bu heyecan ile çarpıyor. |
How fortunate for you all. |
Ne mutlu size. |
May God Almighty constantly grant you this happiness. |
Cenâb-ı Hak, bu mutlulukta sizleri sâbit-kadem eylesin. |
Your numbers reach thousands, millions with whom you share that anguish with, |
Sayılarınız binlerceye, milyonlarcaya ulaşıyor, o ızdırabı paylaşanlarla beraber... |
some of you suffer it directly. |
Bazıları, doğrudan çekiyor. |
Each person who is suffering has a relative, a mother, father, son, spouse, in-laws, neighbours, people who know them 'well.' |
Her ızdırap çeken insanın akrabası, annesi, babası, oğlu, eşi, baldızı, kayınvalidesi, kayınpederi, komşusu, onu "iyi" tanıyan insanlar var. |
When you multiply the matter with the number of these people, mathematically, it reaches the millions. |
Bunlar ile meseleyi çarptığınız zaman, riyazî düşünceye göre, milyonlara bâliğ olur. |
They may share their pains, our pains with you. |
Paylaşırlar acılarını/acılarınızı, sizinle beraber. |
However they are not complaining about their situation. |
Fakat bulundukları yerde şikâyetçi değillerdir. |
'Thousands of praise and glorification be to Him. |
"Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun. |
We did not fall into infidelity and deviation. |
Küfür ve dalalete düşmedik ya, |
Thousands of praise and glorification be to Him. |
Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun. |
O Messenger! We did not stray far from you. |
Ey Rasûl, Senden uzak düşmedik ya, |
Thousands of praise and glorification be to Him. |
Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun. |
O God! |
Ey Allah'ım. |
We did not fall far from You. Thousands of praise and glorification be to You.' If they say this and continue on that path, they reach the point of reward, increasing their rewards tenfold, a hundredfold, a thousandfold. |
Senden uzak düşmedik ya, Sana binlerce hamd ü senâ olsun" diye o yolda yürüyorlarsa, kazanma kuşağında kazanımlarını ona katlayarak elde ediyor, yüze katlayarak, bine katlayarak kazanıyorlar. |
The Quran mentions this increase in reward; |
Bu kat kat kârı, Kur'an-ı Kerim söylüyor; |
it may be ten, one hundred, one thousand, with God's permission and beneficence. |
on olur, yüz olur, bin de olabilir, Allah'ın izni-inayeti ile.- |
It was always like this, and will continue to be like this. |
Hep böyle olmuş, bundan sonra da hep böyle olacak... |
Let me add something else here: |
Burada bir şey daha diyeyim: |
Some prominent scholars say that the household of the noble Prophet could be studied or considered in terms of three categories. |
Bazı ulemâ, fuhûl-i ulemâ (ilim ve faziletçe emsallerinden üstün olan, önde gelen âlimler) "Esas, Ehl-i Beyt, üç kategoride mütalaa edilir" diyorlar. |
First: |
Bir: |
The direct family. |
Doğrudan doğruya Âl-i Abâ. |
The family figures that the noble Prophet placed his coat over and prayed to by name. |
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), üzerlerine abâsını örtüp de dua buyurduğu aile fertleri: |
Which includes himself, respected Fatima, Ali, Hasan and Husayn. |
Kendisi, Hazreti Fâtıma, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin. |
Consequently, our blessed mother, venerable Khadija was absent that day. |
Dolayısıyla, mübarek Hatice validemiz -Ayağı başımın tacı olsun.- yoktu o gün. |
Yet we consider her as special to us, |
Fakat o da başımızın tacı... |
because she is the mother of mothers. |
Çünkü analar anası idi. |
She who consistently protected God's Messenger in the most difficult times, right to her very end. |
Efendimiz'e en dar gününde sahip çıkmış ve sonuna kadar da sâbit-kadem -sâbite-i kadem demek daha uygun- olmuş ve bağrını hep Efendimiz'e açık tutmuştu. |
Her passing, in a way, was part of the reason for the 'Year of Sadness' for God's Messenger, peace and blessings be upon him. |
Onun gidişi de bir yönüyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için "hüzün senesi" olmuştu. |
Such a deep sorrow that God Almighty invited the noble Prophet to His presence to relieve that pain: |
Öyle derin bir hüzün ki, Cenâb-ı Hak, -adeta- "O hüznü, Benim Habîbimi huzuruma Mi'raç ile almak suretiyle giderebilirim" demiş, Efendimiz'i huzuruna almıştı: |
'My Beloved Messenger. |
"Sevgili Habîbim. |
"Do not worry! |
Mahzun olma. |
You have lost your Khadija, and Abu Talib, yet you have your God', |
Hatice'ni, Ebu Talip'ini kaybettin ama bak, Ben varım" demiş, |
God crowned him with the Ascension. |
Mi'raç ile taçlandırmıştı benim Efendimi... |
For each of you, within your heart and spirit, may God allow you to experience this ascension in your Prayers. |
Mânen, kalbî ve ruhî hayatınızla, "mü'minin miracı" olan namaz hakikatiyle Allah sizi de taçlandırsın inşaallah. |
As Imam Rabbani says, 'the Prescribed Prayer is a believer's ascension. |
"Namazı öyle bil ki, o, mü'minin miracıdır" diyor İmam Rabbânî. |
'Prayer is the pillar of religion, its light |
"Namaz, dinin direğidir, nurudur |
Prayer drives the ship of religion |
Sefine-i dini, namaz yürütür |
Prayer is the master of all worship |
Cümle ibadetin, namaz, piridir |
Can there be Islam without Prayer?' |
Namazsız, niyazsız İslam olur mu?" |
These are the words of Imam Alvar, the other is Imam Rabbani. |
Bu, Alvar İmamına ait, öbürü de İmam Rabbânî'ye ait. |
May God have mercy to all of them. |
Rahimehumullah; Allah hepsine merhamet buyursun. |
So now when we refer to the household of the noble Prophet, we refer to those five people. |
Şimdi Ehl-i Beyt veya Âl-i Beyt denince, birincisi, doğrudan doğruya Âl-i Abâ anlaşılmaktadır. |
Secondly: |
İkincisi: |
The people of the Prophet's time are also considered from the household. |
O günkü kimseler, orta ölçekte Ehl-i Beyt sayılıyor. |
Those there from the beginning, the prominent ones, the people of the Household, those most advanced in faith and in nearness to God. |
Öncekiler, ûlâ ölçekte, evlâ, bir numaralı Ehl-i Beyt; ehass-i havas (seçkinlerin en seçkini olan) Ehl-i Beyt. |
Second degree of the people of the Household are the prominent ones, the Companions of the Prophet. |
İki numaralı Ehl-i Beyt, havas (ileri gelenler, seçkinler) onlar; onlar da bütün Ashâb-ı kirâm, radıyallahu anhüm. |
The third degree, the ordinary people of the household, are those that are connected to our noble Prophet from the bottom of their heart and the struggle of the entire the community of Muhammad, peace and blessings be upon him. |
Üçüncü derecede, avam Ehl-i Beyt ise, onlar da Efendimiz'e yürekten bağlı olmuş, davasını bayraklaştıran bütün ümmet-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem). |
Today, those who have made that desired objective and the service that comes with it their life goal fall within this category. They are considered people of the House by third degree. |
Bugün o gaye-i hayali ve o kaderi paylaşan hizmetler, o kategoriye dâhildir; üçüncü derecede Ehl-i Beyt sayılırlar onlar. |
Because in a sense, being people of the House means to cherish the legacy of our noble Prophet and proceed forward in that direction. |
Çünkü bir yönüyle Ehl-i Beyt olma, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirasa sahip çıkarak, o istikamette derdi paylaşma demektir. |
To share the pain and burden of the noble Prophet, peace and blessings be upon him, what kind of anguish did he have? |
Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) derdini paylaşmak... O (sallallâhu aleyhi ve sellem), âlem inansın diye nasıl bir ızdırap duyuyordu? |
In two places, the Qur'an mentions 'tormenting yourself to death'. |
Kur'an-ı Kerim'de iki yerde, "Neredeyse kendini helâk edeceksin" tabiri geçiyor. |
One: |
Bir yerde: |
'It may be that you (O Messenger) will torment yourself to death because they refuse to believe' (Ash-Shu'ara, 26:3); |
"O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin" (Şuarâ, 26:3); |
and somewhere else, 'yet, it may be that you (O Muhammad) will torment yourself to death with grief, following after them, if they do not believe in this Message' (Al-Kahf 18:6). |
diğer bir yerde ise, "(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz'e (Kur'ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin" (Kehf, 18:6) buyuruluyor. |
Indeed, he experienced such torment and agony so that people would find the truth. |
Evet, O, âlem inansın diye âdetâ ölürcesine bir ızdırap içinde yaşıyordu. |
In this respect, those who are in pursuit of raising the banner of the Prophet, making his message a voice and breath all across the globe are in fact representatives of the household of the Prophet. |
Bu açıdan, "Benim Efendim'in nâm-ı celili, güneşin doğup-battığı her yerde, minarelerde birer ses ve soluk haline gelsin" diye koşturan insanlar, günümüzde Ehl-i Beyt'in vazifesini temsil ediyorlar. |
Hence, they are considered people of the House in the third degree. |
Dolayısıyla üçüncü derecede Ehl-i Beyt sayılırlar. |
Who would want to substitute such an honorary station with other desires? |
Böyle bir pâyeyi, başka bir şey ile değiştirmemeliler. |
Even if they are proposed the conquest of Istanbul, they should not give up on it. |
Her birerlerine bir İstanbul fethi verilse, bence, yine bu pâyeyi vermemeliler onlara. |
Let others bow and prostrate in front of dark palaces. |
Varsın başkaları kapkara saraylar karşısında rükûa, secdeye varsınlar. |
In contrast, some people bow and stand in respect and admiration before such an honour, such a grand struggle that nothing can be compared to it. |
Bunlara mukabil, onlar, öyle bir şey karşısında, serfürû etmiş, el-pençe divan durmuşlar ki, bütün dünyalar verilse, yine de onun dengi olamaz, ona mukabil gelemez. |
That honour and this rank is sufficient in itself. |
Bir kere o şeref, o pâye yeter. |
From another dimension, the Household of the Prophet... |
Başka bir ifadeyle, Âl-i Beyt dediğimiz şey... |
Prophethood has been sealed with our noble Prophet, |
Nübüvvet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile mühürlenmiş; |
he is 'the Seal of all the Prophets'. |
O, "Hâtemü'l-Enbiyâ". |
After him, this mission is performed through the friends of God, scholars of purity, people of faith and those near to God... |
Fakat o misyonu O'ndan sonra edâ edecek olan, Evliyâ, Asfiyâ, Ebrâr, Mukarrabîn... |
Most of them are from his sacred lineage. |
Bunlar da çoğunluğu itibarıyla O'nun mübarek sulbundan gelenlerde aranması lazım. |
In other words, respected Fatima came from respected Khadija. |
Yani, Hazreti Hatice'den dünyaya gelmiş Hazreti Fâtıma. |
Respected Hasan and Husayn came from respected Fatima. |
Hazreti Fâtıma'dan dünyaya gelmiş Hazreti Hasan ve Hüseyin efendilerimiz. |
And from them descended people like Imam Jafar Sadiq, Zaynulabidin, Muhammad ibn al-Hanafiyya... |
Onlardan dünyaya gelen İmam Câfer-i Sâdık gibi, Zeynülâbidîn gibi, Muhammed İbn el-Hanefiyye gibi kimseler... |
The lineage and the mission of the Household has continued. |
Günümüze kadar devam etmiş; öteden beri "Âl-i Beyt" vazifesi hep görülmüş. |
Bediüzzaman, expresses his thoughts about the Household by saying, 'I do not believe I am from that lineage.' |
Çağımızda da Çağın Sözcüsü... Âl-i Beyt olduğu konusunda kendisi "Ben böyle olduğumu bilmiyorum" diyor. |
However, the ones who thoroughly researched his life say that he might be the child of a family who escaped from oppressions of their time, like the ones that are currently happening, and sought refuge in a safe, unreachable small village on top of a hill in Anatolia. |
Fakat onun hayat-ı seniyyesini karıştıranlar diyorlar ki; belli bir dönemde İslam dünyasında yaşanan -günümüzde yaşandığı gibi- baskılar karşısında, Anadolu, bir güven yeri olması itibarıyla, oralardan kaçıp gelerek, Anadolu'da ulaşılamayan bir yerde, bir tepenin başında, çok küçük bir köye sığınan bir ailenin çocuğu olabilir. |
However as this was not in the records and registers he says, 'I don't know if I am one of them.' |
Fakat nesebi kütüklerde, kayıtlarda öyle görünmediğinden dolayı kendisi "Ben, öyle olduğumu bilmiyorum" diyor. |
But later others have positively identified him as such. |
Ama daha sonra birileri tespit etti onu. |
Actually, 'I do not know' is an expression of his humility and modesty before God; |
Aslında "bilmiyorum" deyişi, onun kendisine ait tevazu, mahviyet ve hacâletinin ifadesi; |
and since these values are the core of his path, this is how he chooses to address the issue. |
mesleğinin esası da o olduğundan dolayı, mesleğinin esasına meseleyi bağlıyor, öyle diyor. |
But whoever they are, whoever commit to the same mission, they fulfil the responsibilities and functions are on the path of the family of the Prophet, by the grace of God. |
Fakat kim olursa olsun, bugün o yola baş koyan insanlar, "Ehl-i Beyt" vazifesini görüyorlar, Allah'ın izni-inayetiyle. |
Consequently, and let me mention this as an aside, they should never forget who they take as their leaders and commanders, and follow in the footsteps of that lineage, namely, respected Ali, Hasan and Husayn. |
Dolayısıyla da -antrparantez arz edeyim- o Ehl-i Beyt'i, Hazreti Ali'yi, Hazreti Hasan'ı, Hazreti Hüseyin'i başlarında -bir yönüyle- birer kumandan gibi gördüklerini hatırdan çıkarmamalılar. |
And on the other hand, they also suffered. |
Diğer taraftan, onlar da çektiler. |
One of them was martyred by poison. |
Birisi zehirlenerek şehit edildi. |
The other was martyred at Karbala near the river of Rawan, with 30-40 people at his side. |
Öbürü de Kerbelâ'da, Revan nehri kenarında şehit edildi, çevresindeki otuz-kırk tane insanla beraber. |
Viewing an individual with 30-40 people at his side to be a danger and threat is an expression of nothing but, excuse my language, utter stupidity and ignorance of what danger really is. |
Otuz-kırk tane insan ile beraber bir insan, bir yerde bulunuyorsa, bence onu tehlikeli görmek, tehlikenin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar -bağışlayın- ahmaklığın ifadesidir. |
That stupidity was committed by Yazid at that time. |
O ahmaklığı, o çağın Yezîd'i yapmıştı. |
The word 'Yazid' in the form of present tense verb comes from the root meaning 'to increase' or 'to exceed'. |
"Yezîd", fiil-i muzârî kelimesi, "zâde-yezîdu"dan geliyor. |
As you can see, the excessiveness of the Yazids has continued to increase until today and now the Yazids of our time are competing with each other. |
Daha da ziyadeleşerek çağımızda, çağın Yezîdleri yaşıyor. |
Yes, gradually, the Yazids have outdone themselves and each other, multiplied, amplified... |
Evet, arta, arta, arta, arta, arta, arta müzâaf Yezîdler, mük'ab Yezîdler... |
Do I need to list more? |
Daha başkalarını saymama lüzum var mı? |
No. |
Yok. |
Since one alludes to the other, listing the others would be a waste of words. I will leave it to you to guess the others. |
Biri, diğerini çağrıştırdığına göre, bence israf-ı kelâm olur; diğerlerini siz tahmin edin. |
Perhaps the neurons in your brain that have fallen asleep could wake up and say, |
Böyle uykuya dalmış kafanızdaki nöronlar harekete geçer, uyanırlar; |
'Such and such could also possibly be considered in this category, and so and so could too'. |
"Galiba şu da o kategoride mütalaa edilebilir, şu da o kategoride mütalaa edilebilir, şu da o kategoride mütalaa edilebilir" derler. |
Let me mention something else as an aside. |
Yine antrparantez bir şey diyeyim: |
I do not think you should pollute and stain your imagination by thinking of such things. |
Bence bunları söyleyerek, düşünerek hayal dünyanızı kirletmeyin. |
Leave that imagination of yours pure and pristine so that you can utilise it for the purpose which you need it for. |
O hayal dünyanızın, yapmanız gerekli olan şeyler için pâk, temiz, Türkçemizde kullanılan tabir ile "pirüpak" kalmasına dikkat edin. |
The more neurons that remain clean, the more accurate thoughts and decisions will be. |
Nöronları ne kadar temiz kalmışsa, insan, o ölçüde isabetli düşünür, isabetli karar verir. |
Today's people need to think correctly and to make informed decisions. |
Günümüzün insanının, isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye çok ihtiyacı var: |
In such hard times, we must make such informed and correct decisions that in response to the people who try to stop us, by God's will, we walk on our way, towards our goal; |
Bu kadar sıkışıklık içinde, nasıl isabetli karar vermeliyiz ki, Allah'ın izni-inayetiyle, meseleyi durdurmaya, önünü kesmeye çalışan insanlara karşılık, biz, durmadan -Allah'ın izni ile- yolumuzda yürüyüp gidelim, hedefimize doğru; |
without being stopped by anything, |
hiçbir şeye takılmadan, |
by God's grace and will. |
Allah'ın izni-inayetiyle... |
Because this way is the path of the family of the Prophet. |
Çünkü bu yol, Ehl-i Beyt yolu... |
If the people of that lineage existed today, or if they lived for a thousand years, they would do as you did. |
Ehl-i Beyt olsaydı bugün, onlar bin sene yaşasalardı, iki bin sene yaşasalardı, sizin yaptığınızı yapacaklardı. |
What would they do? |
Ne yapacaklardı? |
They would try to facilitate the majestic Name of God to be heard and raised like a flag everywhere. |
Nâm-ı celîl-i İlâhî'nin dört bir yanda şehbal açıp bayrak gibi dalgalanmasını temine çalışacaklardı. |
In this way, they would strive to take the morals, ideas and culture inherited from our noble Prophet and give these gem like ideals to others, like presenting a necklace as a gift. |
Şöyle-böyle, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevârüs ettikleri -gelenek mi, an'aneler mi, ef'âl-i Nebeviye mi, takrîrât-ı Nebeviye mi, her ne ise şayet- bütün o güzellikler mecmuasını birer gerdanlık gibi ulaştıkları her yerde insanların boyunlarına takacaklardı. |
'Please take one and wear it. |
"Alın bir tane de siz boynunuza takın. |
And one for you'. |
Alın, bir tane de siz boynunuza takın" diyeceklerdi. |
There will be some whose hearts will tremble and declare, 'There is no deity but God'. |
Bazılarını hakikaten yürekleri hoplayarak, "La ilahe illallah" deme duygusuna sevk edecek. |
Some will be lead to considering your struggle with sympathy. |
Bazılarını yumuşak bakmaya sevk edecek. |
Others will say, 'These are good people, they are open to dialogue' and consider you in this manner. |
Bazılarını da "Yahu bunlar, iyi insanlar, diyaloğa da açık insanlar" filan duygusuna sevk edeceklerdi. |
And so the breeze of the Prophet Muhammad, peace and blessings be upon him, will be blowing in each. |
Dolayısıyla dünyada hep Muhammedî bir hava (sallallâhu aleyhi ve sellem) esip duracak. |
So, when the breeze blows, the scent of Muhammad, peace and blessings be upon him, will spread everywhere, like the pleasant smells in a perfumery. |
Meltemler eserken, her yerde Muhammedî bir koku (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyulacak ve âdetâ bir ıtriyat çarşısı gibi, herkes güzel bir gül kokusu duyacaktı. |
On another note... |
Farklı bir mülahaza... |
Sadly, there are many who abuse and exploit that name, that title. |
Çokları da var ki, bir yönüyle o adı, o unvanı da suiistimal ediyorlar. |
In reality, they have no evidence to support it; some think or claim they are of the Prophet's lineage. |
Esas, kütüklerde, kayıtlarda hiç öyle bir şey yok; kendini seyyid zannediyor. |
The reason being: |
Şundan dolayı: |
They have been abused, and been treated with contempt; |
Ezilmişler, hor görülmüşler; |
they have been treated like second class citizens; |
kendilerine ikinci sınıf insan nazarıyla bakılmış, kast sistemine göre; |
hence they have been pushed into a feeling of inferiority. |
dolayısıyla bir kompleks içine itilmişler böylece. |
However we are human; |
Oysaki insan, insandır; |
to see others as inferior and despicable, is a reflection of one's own lowness and lack of character. |
onu hor görmen, hakir görmen, senin horluğunun/hakirliğinin ifadesidir. |
By doing this, a person shows themselves, they show their true worth. |
İnsan, böyle yapmak suretiyle bir yönüyle kendi konumunu belirlemiş oluyor, ne olduğunu ortaya koymuş oluyor. |
However due to this self-perception of inferiority, some people say, 'What can I do, what should I do?' and then they start saying, 'I am a descendant of the house of the Prophet' |
Fakat böyle bir kompleksten dolayı bazıları, "Ee ne yapsam, ne etsem?" derken "En iyisi mi, etrafıma 'Âl-i Beyt'tenim' diyeyim." |
Especially if a person has been blessed with power over a religious movement or a Sufi lodge. |
Hele bir de kaderden kendisine bir tekke, bir zaviye lütfedilmişse şayet... |
If someone has opened a Sufi lodge and given that person power, |
Birisi bir tekke açmış, ona da bir hilafet vermiş ise... |
that person will comfortably claim to be a descendant of the noble Prophet. |
O, artık çok rahatlıkla Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) torunlarından birisi gibi, Ehl-i Beyt'ten birisi gibi... |
So this is another type of claim to be from the household, this person can be called 'a liar who claims to be from the household of the noble Prophet'. |
Bir de böyle bir "Ehl-i Beyt" var; ona "Ehl-i Beyt'ten olma iddiasındaki kâzibûn" denir. |
We cannot judge their spirituality or religious practice; |
Dinlerinden, diyanetlerinden dolayı bir şey denemez; |
however as response to an inferiority complex, they are committing a sin by claiming to be of the household of the noble Prophet when they are not. |
fakat komplekslerinden dolayı ve öyle olmadıkları halde öyle olduklarını iddia ettikleri için günaha girmiş olurlar; |
For, they are telling lies; it is not true. |
çünkü yalan söylüyorlar, doğru değil esasen. |
Another matter is the destiny of the household of the noble Prophet. |
Diğer bir husus, Ehl-i Beyt'in kaderi... |
All the misfortunes that came to the Prophets also found them, |
Onların başlarına da gelmişti hep Peygamberlerin başına gelenler... |
'The most strenuous, most difficult of misfortunes, have come to the Prophets first, then to people according to their level of belief'. |
"Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü'minlere gelir." |
The most strenuous, most difficult of misfortunes, have come to the Prophets. |
Belânın en çetin, en zorlusu, peygamberlerin başına gelmiştir. |
Our noble Prophet faced more difficulties than any of them. |
Efendimiz'in başına hepsinden fazla gelmiştir. |
Following him, according to their level, other sincere believers struggled in the face of adversity. |
Ondan sonra da seviyesine göre, diğer hâlis mü'minlerin başlarına gelmiştir. |
So the trial that befell respected Ali... |
İşte, Hazreti Ali'nin başına gelen şey... |
Remember our respected mother Fatima... |
İşte Hazreti Fâtıma vâlidemiz... |
Once our noble Prophet passed away our beloved mother, respected Fatima could only withstand the anguish for six months; and she too departed from this world. |
Efendimiz'den sonra zannediyorum altı ay kadar dayanabildi; o hicrana dayanamadı mübarek anamız, gitti. |
But she left behind two wonderful sons |
Ama iki tane zebercet evlâd bıraktı geriye... |
and from them until the last day a progeny who have been devoted to the religion of Islam. |
Ve işte onlardan kıyamete kadar din-i mübîn-i İslam'a dilbeste olmuş insanlar. |
From Bediüzzaman to Sheikh Abdulqadr al-Jilani |
Çağın sözcüsüne kadar... Hazreti Şâh-ı Geylânî'ye kadar... |
and many more eminently truthful people. |
Daha nice sıddîklara kadar... |
Essentially, those from the household of the noble Prophet were a means of fulfilling the religion; |
Esasen, Ehl-i Beyt'ten insanlar, ihyâ-ı dine vesile oldular; |
they were a means to a spiritual resurrection, by God's leave. |
ba's-u ba'de'l-mevte, dirilişe vesile oldular, Allah'ın izni-inayetiyle. |
But they all endured suffering and torment on this path; there weren't any of them who did not suffer. |
Fakat, hep çektiler onlar; çekmeyen kalmadı. |
Imam Zaynulabidin was subjected to oppression. |
İmam Zeynülâbidîn çekti. |
Imam Jafar Sadiq too was tortured. |
İmam Câfer-i Sâdık çekti. |
Muhammad ibn al-Hanafiyya suffered, |
Muhammed İbn el-Hanefiyye çekti... |
even those whom we would classify as third degree members of the household of the noble Prophet also withstood trials; |
Hatta o çizgide hareket eden, işte üçüncü derecedeki Ehl-i Beyt diyebileceğimiz insanlar çektiler; |
Abu Hasan ash-Shadhili too suffered. |
Ebu Hasan eş-Şâzilî hazretleri çekti. |
Imam Rabbani suffered; |
İmam Rabbânî hazretleri çekti; |
Despite being who he was, Imam Rabbani spent the majority of his life imprisoned. |
İmam Rabbânî olduğu halde, ömrünün büyük bir kısmını zindanda geçirdi. |
Abu Hanifa too suffered at the hands of oppression. |
Ebu Hanife çekti. |
As-Sarakhsi too withstood tribulations; |
Serahsî çekti; |
he prepared a huge 30-volume work Al-Mabsut about the Hanafi jurisprudence whilst he was thrown down a well; |
Hanefi Fıkhı alanında el-Mebsût isimli otuz ciltlik koca telifâtını, içine atıldığı bir kuyuda hazırladı; |
they would throw down a very small portion of food and small amounts of water, enough for him to get ablutions and pray; |
çok küçük bir yiyecek de attılar, herhalde az su da vardı orada, abdest alıyor, namaz kılıyor; |
it is said that he would dictate the details of his work to his students from the well. |
talebelerine o kuyunun içinden o kitabı takrir ediyordu; öyle deniyor. |
There isn't a person remaining, who hasn't suffered in the face of persecution. |
Çekmeyen, kalmadı. |
Imam Ahmad ibn Hanbal endured floggings... |
İmam Ahmed İbn Hanbel, kırbaçlar altında çekti... |
These are all third degree members of the household of the noble Prophet. |
Üçüncü derecede Ehl-i Beyt bunlar. |
When we come to Bediüzzaman, he explains his suffering, not in a tone of complaint; rather, he says this is the fate of the path we take. |
Çağın Sözcüsü'ne gelince, o, çektiğini anlatırken -şikâyet mahiyetinde değil- diyor ki: -Yolun kaderi bu. |
They named a book: |
Bir kitabın adını koydular: |
The Fate of the Path. |
Yolun Kaderi. |
This is the fate of this path. 'They sentenced and punished me for 28 years. |
Yolun kaderi bu.- "Yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler. |
They made me crawl from city to city, court to court. |
Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. |
From one prison to another. |
Zindandan zindana attılar. |
They didn't allow me to talk with anyone. |
Kimse ile görüştürmediler. |
They isolated, poisoned and insulted me in all sorts of ways.' |
Tecrîd ettiler, zehirlediler, türlü türlü hakaretlerde bulundular." |
'There has been no persecution which I have not tasted and no oppression which I have not suffered. |
"Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. |
I was brought to face martial courts as if I was a mass murderer. |
Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm. |
I was sent into exile from one region to another like a vagrant. |
bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. |
I was barred from communication for months in confinement. |
Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men' edildim. |
I was poisoned many times over.' |
Defalarca zehirlendim." |
There comes a point where one can't bare it anymore and says: |
Hele bir yerde, can gırtlağa gelince diyor ki: |
'If my religion had not prevented me from suicide, this Said would have become dust long ago.' |
"Eğer dinim intihardan beni men' etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti." |
Thinking such a thought by all means is not is acceptable, not at all. |
Öyle bir şeyi düşünmesi bile söz konusu değil, katiyen ve kâtıbeten. |
He is trying to describe the extent of his sufferings; |
Esasen anlatmak istediği şey, çektikleri; |
he is describing that what he has faced and what can be endured and tolerated. |
başa gelen şeylerin tahammül-fersah olduğunu anlatıyor. |
Right until the very end, these are the things that one suffers, |
En sonuncusuna kadar, başa gelen şeyler, bunlar... |
provided that you are aspiring to walk on this righteous path, know that you too will not be free from torment and injustice. |
Eğer, böyle bir doğru yolda yürümeye tâlip olmuş iseniz, sizin de bundan âzâde olmayacağınızı bilmeniz lazım. |
If you are walking on the right road, |
Doğru yolda yürüyorsanız... |
Satan will try to use all his might and helpers politically, socially, militarily against you, around the globe he destroyed others in a similar manner. |
Şeytan, kendi avenesini, siyasî, askerî, iktisadî, idarî, bütün güçleri aleyhinizde kullanarak, dünyanın değişik yerlerindeki avenesini tahrik ederek darbeler yaptı. |
Using his assistants on those who live simple religious lives, Satan made them oppress and kill these people. |
Şöyle-böyle Müslümanlığı yaşayan insanlara avenesini musallat etti ve onlar da onların bazılarını aldı, berdâr ettiler, astılar; bazılarını başka şekilde yok ettiler, bazılarını başka şekilde yok ettiler. |
Luckily Bediüzzaman was spared. |
Evet, neyse ki Çağın Sözcüsü mahfuz kaldı. |
At that time they say there were fifteen thousand people executed. |
O gün idam edilen dünya kadar insan var; "on beş bin" diyorlar. |
Don't consider that to be a small number; |
Bu rakamı küçük saymayın; |
back then the population of Anatolia was about fifteen to sixteen million. |
çünkü o zaman Anadolu'nun nüfusu on beş-on altı milyon kadar. |
For each million, one thousand people... |
Milyon başına, bin insan... |
In any case, if the execution law had not been lifted, it seems to me that only eighty thousand executions would have satiated them—in our current day there are 80 million people in Turkey, right? |
Herhalde o idam kanunu kalkmasaydı -Günümüzde seksen milyonuz, değil mi?- zannediyorum seksen bin insan ancak onların hıncını dindirebilirdi. |
Gallows would have been set up at eighty thousand locations, you would see people hanging at eighty thousand different places. |
Seksen bin yere darağacı kurulurdu, seksen bin yerde sallanan insanlar görürdünüz. |
This is the core understanding. |
Temel felsefe, bu; temel anlayış, bu. |
Therefore, we must not look at the issue and just accept that 'it's just part of the fate of this path'. |
Dolayısıyla, meseleye böyle bakarak "Yolun kaderi" deyip, bunu şeker-şerbet yudumluyor gibi yudumlamak lazım. |
All praise and glorification to God that some periods of history are full of good, and some are bad. |
Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun ki tarihin bir dönemde ak sayfalar, bir dönemde de kara sayfalar. |
Some paragraphs are beautiful, while others are a pain to look at... |
Bir dönemde tarihin sayfalarında ak paragraflar, bir yerde de kapkara paragraflar... |
In order to protect you all from being part of the bad parts of history, God has placed you into the good. |
O kapkara paragraflar içinde yer almamanız için, Cenâb-ı Hak, sizi ak paragraflar içine yerleştirdi. |
Instead of being attributed with those satanic people in the pages of history, you are suffering a little today, so that you can be of those recorded in the beautiful paragraphs of history. |
Birileri ile -şeytanla yâd ediliyor gibi- yâd edilmektense, bugün biraz çekerek esasen o ak paragraflar içinde yerinizi almanız şâyân-ı tercih bir husustur. |
Yes, praise and glorify God for your situation. |
Evet, halinize hamdedin, şükredin. |
Thousands of praise and glorification be to God that if not today, then tomorrow, if not tomorrow, the following day, if not then another day you are certainly bound to reach relief and spiritual flourishing and be remembered with goodness. |
Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha öbür gün inşiraha erecek ve ileride de hayırla yâd edileceksiniz. |
On the contrary there are those whose tomorrows will be full of agony and suffering, who will be remembered as evil. |
Fakat yarınsız insanlar, ızdırap içinde kıvranacaklar ve lânetle yâd edilecekler. |
They will make even the tyrants of the past look good; while you will be praised by those who come after you. |
Onlar, lânet ile anılan cebâbireye rahmet okutturacaklar; sizi de millet hayır ile yâd edecek. |
As expressed in the Chapter Ash-Shu'ara: |
Şuarâ Sûresi'nde ifade buyurulduğu gibi: |
'Grant me a most true and virtuous renown among posterity. |
"Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle. |
And make me one of the inheritors of the Garden of bounty and blessing' (Ash-Shu'ara, 26:84). |
Ve beni içinde nimetlerin kaynadığı Cennet'in mirasçılarından kıl" (Şuarâ, 26:84-85). |
As expressed by Prophet Abraham, to desire to be remembered by consequent generations: |
Hazreti İbrahim'in ifadesi... Arkadan gelen nesiller tarafından yâd-ı cemîl olarak anılmak: |
'May God be eternally pleased with you, you have left for us a nice inheritance. |
"Allah sizden ebediyen razı olsun, bize güzel bir miras bıraktınız. |
You have strived for the exalted name of the Prophet Muhammad, peace and blessings be upon him, to be raised like a flag in all corners of the world.' |
Dünyanın dört bir yanında nâm-ı celîl-i Muhammedî'yi bir bayrak gibi dalgalandırdınız." |
Once again, Yahya Kemal's poem on the call to prayer comes to my mind: |
Yine, Yahya Kemal'in Ezan şiiri aklıma geldi: |
'You are a glorious command, O the adhan of Muhammad |
"Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî |
The world is not large enough for your sound, O the adhan of Muhammad |
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî |
If death should not have made Sultan Selim bow down |
Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel, |
The fame of Muhammad should have conquered the world |
Fethetmeliydi âlemi, şân-ı Muhammedî. |
The sky becomes full of holy light; when from thousands of minarets, |
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden, |
The spirit of Muhammad takes wing |
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî. |
All of the spirits witness the words 'God is the All-Great'. |
Ervâh cümleten görür "Allahu Ekber"i |
When the language of Muhammad is echoed in the Divine Throne |
Akseyleyince arşa, lisân-ı Muhammedî. |
Let this poem, for the grave of my mother in Skopje, |
Üsküp'te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel, |
Be a gift of the beautiful statement of Muhammad.' |
Bir tuhfe-i bedi' ü beyân-ı Muhammedî." |
Yes, whatever his course may be, may Paradise be his station. |
Evet, çizgisi ne olursa olsun, makamı Cennet olsun. |