Those who will pass over the Bridge comfortably are the people living on the 'Straight Path'. |
Ötede, Sırât'ı rahat geçecek olanlar, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşayan insanlardır! |
One must live according to the 'Straight Path'. |
Sırat-ı müstakîm, yani "doğru yol" üzere yaşamak lazım. |
The Qur'an describes the travelers of the Straight Path as follows: |
Kur'an-ı Kerim, bu yolun yolcularını şöyle anlatıyor: |
'Whoever obeys God and the Messenger, those are in the company of those whom God has favoured—the Prophets, and the truthful ones, and the witnesses, and the righteous ones. |
"Allah'a ve Rasûlüne itaat eden kimseler, işte onlar, Allah'ın nimetlerine mazhar kıldığı nebîler, sıddîklar, şehitler, sâlih kişilerle beraber olacaklardır. |
How excellent they are for companions!' (An-Nisa, 4:69). |
Ne güzel arkadaşlardır bunlar!" (Nisâ, 4:69) |
'Guide us to the Straight Path. |
"İhdinas'-sirate'l-müstakim. |
The path of those whom You have favoured, not of those who have incurred Your wrath, nor of those who are astray' (Al-Fatiha, 1:6-7). This is what is mentioned in these verses and there is a consensus in the exegesis of the Qur'an on this issue. |
Siratellezine en amte aleyhim, gayril mağdubi aleyhim ve le'd-dallin" beyanının tefsirinde -yukarıdaki ayete de işaret edilerek- hep bu söyleniyor; hemen hemen tefsirlerde ittifak halinde denebilir. |
What is the 'Straight Path'? |
"Sırât-ı Müstakîm" nedir? |
A straight and direct path without any diversions. |
Dosdoğru, eğrisi-büğrüsü olmayan şehrâh. |
A path where everybody can comfortably walk with their eyes closed. |
Herkesin çok rahatlıkla gözlerini kapayıp yürüyeceği kadar rahat yol. |
A path without speed bumps or hills. |
Tepesi, tümseği olmayan yol. |
That is the Straight Path... |
O, sırât-ı müstakîm. |
Walking towards God and His Messenger without resorting to extremes or defections. |
İfrat ve tefrite düşmeden yürüme, Allah'ın (celle celâluhu) emrettiği gibi yürüme ve Nebî'nin arkasında inhiraf yaşamadan yürüme: |
The Straight Path... |
Sırât-ı Müstakîm. |
Whose path is it? |
O yol, kimin yolu? |
People who are bestowed with the bounties of God. |
Allah'ın in'âmına mazhar olanların. |
People who have gone from none to being showered in blessings from God. |
Nimetsizlikten, nimet haline Allah'ın i'lâ buyurduğu insanlar; sağanak sağanak nimetlerini onların başlarından yağdırdığı insanlar. |
Look, as introduction this arouses our curiosity: |
Bakın, bu beraat-i istihlal bir merak uyardı: |
'I wonder who these people are.' |
"Allah Allah, kim bunlar?" |
People who are bestowed with God's blessings, not the good will and courtesy of others but God's Divine Courtesy. |
Allah'ın, in'âmât-ı sübhâniyesini -insanların utûfet-i şahânesini, lütf-u şahânesini değil, Kendi utûfetini- sağanak sağanak başlarından yağdırdığı insanlar. |
That is the kind of person who is on the Straight Path. |
O sırât-ı müstakîm erbabı. |
Those who can stay on this path in this realm. |
Burada o yolu öyle düzgün götürenler. |
Who are they? |
Kim bunlar? |
Some of those who attained the Divine blessings are the Prophets. |
O in'âm-ı İlahîye mazhar olanların bir kısmını "Nebîler" teşkil ediyor. |
The grammatical construction of the above verse clearly indicates the Prophets. |
Âyet-i kerimede geçen "min" harf-i cerri, ("onlardan bir kısmı" manasına gelen) "teb'îz" için değil, ("onlar şu kimselerdir" manasına gelen) "beyan" içindir. |
This indication includes all Prophets. |
Nebîlerin bütünü kastedilmektedir. |
The Prophets represent a faction of the people who are honored with God's blessings. |
Onun (Allah'ın nimetlerine mazhar olanların) bir kısmını nebîler teşkil ediyor, demektir. |
Prophets do not envy or become jealous. |
Fakat nebîlerde kıskançlık ve hased yoktur. |
That is why they don't say, 'Only we can walk on this path, not you!' They allow people to follow in their footsteps. |
"Bu yolda sadece biz yürürüz, siz yürüyemezsiniz!" filan değil; arkalarında yürüyenlere de yollar açık, bilmem nereye kadar. |
That's why the group that comes right after the Prophets are the loyal and the faithful servants of God. |
Onun için, Peygamberler topluluğu zikredildikten sonra, arkadan "sıddîkîn" geliyor; Allah'a karşı sürekli sadâkat içinde bulunanlar. |
Some of them followed the Prophets closely, while other people followed these 'loyal' and 'faithful' servants as guides. |
Onlardan bazıları, peygamberleri adım adım izliyorsa, diğerleri de her dönemde yaşayan sıddîkları öyle takip ediyorlardır. |
It is possible that Abel was a loyal and faithful servant of God who was observing the actions of Prophet Adam closely, thus he said to his brother, 'I cannot hurt you'. |
Her halde, Hazreti Âdem'in yanında da öyle bir sıddîk vardı; mesela, kardeşine "Ben sana elimi uzatmam!" diyen Hâbil de herhalde öyle birisi idi. |
Amongst those who boarded Noah's Ark there was such a loyal person. |
Hazreti Nuh'un gemisine binenler arasında, öyle bir sıddîk vardı. |
Prophet Lot was with Prophet Abraham, his uncle's son; he was sent to Sodom and Gomorrah and blessed with Prophethood. |
Hazreti İbrahim'in yanında, Hazreti Lût vardı, amca çocuğu; Sodom-Gomore'ye gönderildi, Allah onu da peygamberlik ile serfirâz kıldı. |
The loyal and faithful... |
Sıddîk. |
There was a believing man from among the clan of the Pharaoh next to Prophet Moses. |
Hazreti Musa'nın yanında, Mü'min-i Âl-i Firavun vardı. |
He was the commander in chief of the Pharaoh's army and the elder brother of our mother, Asiya. |
O, Firavun ordularının başkomutanı, Âsiye validemizin de ağabeyi idi. |
The Qur'an says that he concealed his faith because harm would be afflicted on Prophet Moses. |
Hazreti Musa'ya bir kötülük yapılacak diye o güne kadar imanını -Kur'an diyor- ketmetmiş, sağlam saklamış. |
He lived in isolation in among the crowds, but his heart was throbbing for God and he was always alongside Prophet Moses. |
Halk arasında âdetâ halvet yaşamış; fakat kalbi hep Allah için çarpmış ve hep Hazreti Musa'nın yanında bulunmuş. |
His last words against misguidance and rebellion were: |
Onların tuğyan ve dalaleti karşısında da en son sözü şöyle olmuş: |
'You will remember what I tell you in the near future' |
"Bugün size söylediklerimi çok geçmeden hatırlayacak (ve bana hak vereceksiniz). |
I submit to God in full and trust him with all of my affairs. |
Ben ise, tam bir teslimiyet içinde işimi Allah'a bırakıyorum. |
'Surely God sees the servants well' (Al-Mu'min, 40:44). |
Allah, elbette kullarını çok iyi görmektedir" (Mü'min, 40:44). |
It is as if his fate is obvious. |
Hani, onun için bir âkıbet görünür gibi oluyor. |
However there are various narrations. |
Ne var ki, orada, rivayet muhtelif. |
According to some weak narrations they did something to him. |
Bazı zayıf rivayetlere göre, ona bir şey yaptılar. |
According to stronger narrations they do not touch him; once Prophet Moses leaves Egypt with the Children of Israel, he becomes the leader of Egypt. |
Kuvvetli rivayetlere göre ise, ona bir şey yapmıyorlar; seyyidinâ Hazreti Musa, Beni İsrail'i yanına alıp da Mısır'dan ayrıldıktan sonra, Mısır'ın kaderine o hâkim oluyor. |
Those who grit their teeth and are patient. |
Diş sıkıp sabredenler. |
'Those who are patient will be victorious.' |
"Sabreden zafere erer." |
Patient individuals... |
Sabreden insan. |
Even grammatically, the vowel marks here all point to an opening or victory. |
Doğru, bu ifadede, biri hariç, bütün harekeler fetha; hepsi fetha, fetha, fetha: |
Conquest... |
Fütuhât. |
And then it breaks the back of the opponents. |
Ondan sonra karşı tarafın belini kırar: |
The vowel sign for 'i' (a breaking)... |
Kesre. |
At the same time, it presents its own victory. |
Aynı zamanda, kendi zaferini ortaya koyar, yine sonunda "ra" harfinde fetha. |
There were such truthful people next to Prophet Jesus as well. |
Hazreti Îsâ'nın yanında da var öyle sıddîklar. |
'Whenever Prophet Jesus felt that they persevered in rejecting the truth, he exclaimed 'Who is going to assist on the path that leads to God?' |
"Ne zaman ki Hazreti Îsâ onların inkârlarında ısrar ettiklerini hissetti, 'Allah'a giden yolda bana yardım edecek kim var?' dedi. |
The apostles said: |
Havârîler: |
'We are the helpers on the path of God.' |
'Allah yolunda yardımcılar biziz. |
We have believed in God |
Biz Allah'a iman ettik. |
'We believe in God, and (we call you to) bear witness that we are Muslims (submitted to Him exclusively)' (Al Imran, 3:52). |
Ey Îsâ, bizim Müslüman olup Allah'a itaat ettiğimize sen de şâhid ol!' dediler" (Âl-i Imrân, 3:52). |
They repeat this and face up to difficulties, and open their wings to The Glorious Owner and He takes them under His protection. |
Böyle diyorlar, göğüslerini geriyorlar, o Sultân-ı Zîşân'a (aleyhisselam) kanat açıyorlar; kanatlarını geriyor, koruyor, sıyânet altına alıyorlar O'nu. |
The truthful in his eyes were those people. |
O'nun nezdindeki sâdıklar da, onlar idi. |
Yes, 'Prophets and those who are truthful', they are both plural. |
Evet, "min'en-nebiyyin ve's-sıddıkin" İkisi de çoğul. |
Once again, there is no jealousy. |
Yine kıskançlık yok. |
And after them come the martyrs. |
Onlardan sonra da şehitler geliyor. |
'Whoever struggles to elevate the religion of God is on the path of God.' |
"Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir." |
People who draw their sword from its sheath and—in a time where some issues could be resolved with a spear, sword, bow or arrows—broaden their chest and walk happily towards death. |
Kılıcın kınından çıkıp meselelerin -biraz- kılıç ile, mızrak ile, ok ile, yay ile halledildiği dönemde, o mevzuda göğsünü gererek güle güle ölüme yürüyen insanlar. |
You may consider the excitement of Ibn Jahsh, a Companion of the noble Prophet. |
Hani bir İbn Cahş heyecanıyla bir sahabî heyecanını değerlendirebilirsiniz. |
At Uhud, he settled beneath a rock. |
Uhud'da bir kayanın dibine sinmiş. |
When one of his friends came and settled next to him, he said, 'My God! |
Arkadaşlarından bir tanesi yanına sokulduğunda, "Allah'ım! |
May they sever one of my arms with one strike of the sword, and the other with another strike. |
Bir kılıç darbesiyle bir kolumu koparsınlar, öbür kılıç darbesiyle de öbür kolumu. |
With one strike of the sword may they sever my leg, and with another strike the other. |
Bir kılıç darbesi ile bacağımı kessinler; öbür bacağıma da bir kılıç darbesi indirsinler. |
And finally may they sever my head. |
Sonunda, boynumu koparsınlar. |
When I appear before the Divine Closeness, I wish that You would ask, 'Abdullah, what happened to you?' |
Nezd-i Ulûhiyetine geldiğim zaman, 'Abdullah, sana ne oldu?' diyesin. |
And I will say, 'On Your path, my God!' |
Ben de 'Senin yolunda, Allah'ım.' diyeyim!" diyor. |
He fights to the death there; confronting right before the Messenger of God. |
Ölesiye savaşıyor orada; göğsünü geriyor, Allah Rasûlü'nün önünde. |
And he experiences all of those things he wishes for. |
Ve dilediği/istediği o şeyler, başına geliyor. |
Together with Mus'ab ibn Umayr, he ascends to God with the speed of angels. |
Mus'ab İbn Umeyr ile beraber, âdetâ melekler hızında, Allah'a yükseliyor. |
A martyr... They are called 'the martyrs.' |
Şehit."veş-şüheda" deniyor. |
People who struggle for the Majestic Name of God to open to the world and the majestic name of Muhammad to shine brightly like the lights hung between mosque minarets; those who take their bag in their hand and set for either voluntary or forced emigration; those people who scatter like seeds in all four directions; scatter then decompose in the soil, and then sprout. |
Nâm-ı Celîl-i İlahî şehbal açsın ve nâm-ı celîl-i Muhammedî dört bir yanda câmi minarelerinde asılan mahyalar gibi, hep pırıl pırıl parıldasın diye mücâhede eden ve dünyanın dört bir yanına şedd-i rihâl için çantasını eline alıp ama ihtiyârî ama cebrî göç eden, dört bir yana tohumlar gibi saçılan, saçılıp toprakta çürüyen, çürüyüp başaklara yürüyen insanlar: |
Today, the physical sword has been placed in its sheath and so we must use the diamond principles of the Qur'an. Making these diamond principles second nature to us, exhibiting what a Muslim is through action and behaviour is essential. |
Günümüzde maddî kılıç kınına girdiğinden dolayı, Kur'an'ın elmas düsturları ile, o elmas düsturların hâle intikali ile, tabiatın bir derinliği haline gelmesi ile, hâl ve temsil diliyle doğru Müslümanlığı anlatmak esastır. |
People will not look to your words or songs but rather will observe and read your actions to learn what being a Muslim means. |
İnsanlar, sazınıza, sözünüze, neyinize, nayınıza (sazınıza) bakarak değil, sizi gözleriyle temâşa ederek, tavırlarınızda sizi okuyarak Müslümanlığı tanımalılar. |
But for one, two, three, four, five years... |
Ama bir sene, iki sene, üç sene, dört sene, beş sene. |
The line is consistent, it does not change. |
Çizgi aynı, hiç değişmiyor. |
The heart is always in a consistent rhythm, never passing 70 beats; with no fluctuation. |
Kalb, aynı ritimde hep, yetmişin üzerine geçmiyor; gayet ritmik, aritmi yok o kalbde. |
They check the pulse; everything is consistent. |
Nabzı tutuyorlar, aynen; her şey sağlam. |
They display such believable behaviour. |
Öyle bir inandırıcı tavır sergiliyorlar ki. |
Indeed that is what it means to explain with actions and representation. |
İşte, o hal diliyle, temsil diliyle anlatmaktır. |
May God make us certain in this kind of representation. |
Allah, öyle anlatmada sâbit-kadem eylesin. |
Opposite to the revelation and conveyance is the dominating second language of the Messenger of God; the language of representation. |
"Tenzîl dili"ne, tebliğine mukabil, Allah Rasûlü'nün gürül gürül ayrı bir ikinci dili vardı; o da "temsil" dili. |
During his noble lifetime, he caused people to call him 'Trustworthy One' and 'Loyal One.' |
Hayat-ı seniyyelerinde kendine "Emîn" dedirtmişti, "Sâdık" dedirtmişti. |
It can be said that the common attributes of the Prophets are 'truthfulness', 'trustworthiness', 'conveying', 'infallibility' and 'perspicacity'. |
Peygamberlerin sıfatları "sıdk", "emanet", "tebliğ", "ismet", "fetânet" diyebilirsiniz. |
Also 'being exempted from infamy'; being an ideal human so that the people supporting them will not feel any abhorrence; with their manners and character they are always ones who are desirable. |
Bir de "ayıplardan münezzehiyet/müberreiyet"; arkasında olan insanların tiksinti duymayacakları şekilde kıvamında insan olmaları; edalarıyla, endamlarıyla, görkemleriyle hep imrendiren tipler. |
Yes, apart from what has been accepted so far, this becomes the sixth attribute for them. |
Evet, bu da şimdiye kadar kabul edilen şeylerin dışında altıncı bir sıfat oluyor onlar için. |
With truthfulness and loyalty, God's Messenger has enduringly carried that vast responsibility that could shatter mountains, on his blessed shoulders. |
Sıdk ve sadâkat içinde, Allah Rasûlü, kendisine yüklenen o büyük, o ağır, o dağları paramparça edebilecek sorumluluğu her şeye katlanarak mübarek omuzlarında taşıdı. |
May I give my life not for those blessed shoulders, rather the bottom of his feet. |
Omuzuna değil, O'nun ayaklarının altına kurban olayım. |
Just like Quddusi puts it, 'The dirt and dust of Medina is like eye liner to Quddusi!' |
Kuddûsî'nin dediği gibi, "Ol Medine izi-tozu bu Kuddûsî'nin yüzüne tûtiyâdır." |
The places you set foot on, like Imam Malik. |
Ayağını bastığı yerleri, İmam Mâlik gibi. |
Walking without shoes saying, 'Perhaps he set foot here! |
Ayakkabısız gezerek, "Buraya belki basmıştır! |
I cannot walk here with shoes!' |
Ama ben ayakkabı ile oraya basamam!" |
In Medina he says, 'Perhaps he has set foot here, or here!' |
Medine'de, "Buraya basmıştır belki, buraya basmıştır" diyor. |
'The dirt and dust of Medina is like eye liner to the pure!' |
"Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!" |
Yes, the representation of God's Messenger became so effective that they would say, 'Trustworthy', 'Faithful' and 'Doing his duty rightly'. |
Evet, Allah Rasûlü'nün temsili öyle müessir olmuştu ki, "Emîn" diyorlardı, "Sâdık" diyorlardı, "Vazifesini bihakkın yapıyor!" diyorlardı. |
At the same time, he was 'Innocent'; by God's leave, he did not submit to anything illicit; they recognised this. |
Aynı zamanda, "Mâsum" idi; o gayr-ı meşru hiçbir şey karşısında eğilmemişti, Allah'ın izni-inâyetiyle; onlar da itiraf ediyorlardı bunu. |
But their intolerance was caused by other things: |
Fakat hazımsızlıkları, başka şeyden dolayı idi: |
They saw others such as Walid ibn Mughira and Urwah ibn Mas'ud as-Saqafi in Ta'if; as more worthy, they said, 'If Prophethood is going to occur, it should go to them!' |
Onlar, öyle bir pâyeyi başkasına, mesela Velid İbn Muğîre'ye ve Tâif'teki Urve İbn Mes'ûd es-Sakafî'ye yakıştırıyor; "Nübüvvet olacaksa, bunlara gelmeli!" diyorlardı. |
Urwa is the grandfather of Hajjaj the Tyrant. |
Urve, Haccâc-ı Zâlim'in dedesi. |
His son becomes Muslim, he does not; Hajjaj's father is Muslim. |
Oğlu, Müslüman oluyor da, o olmuyor; Haccâc'ın babası, Müslüman. |
The Qur'an states: |
Kur'an-ı Kerim, ifade ediyor: |
'They also say: |
"Ve şunu da söylediler: |
If only this Qur'an had been sent down on a man of leading position of the two (chief) cities!' (Az-Zuhruf, 43:31). |
Bu Kur'ân, şu iki şehirden önde gelen büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhrûf, 43:31) |
In other words, they want to determine the Will of God. |
Yani, siz belirleyeceksiniz Allah'ın takdirini! |
God forbid, will you know better than Him! |
Hâşâ ve kella; O'ndan iyi bileceksiniz! |
Now that the physical sword has entered its sheath, people will express ideas with the language of their actions. |
Maddî kılıç, kınına girdiğine göre, bundan sonra insanlar, anlatacakları şeyleri, hâl dili ile anlatacaklar. |
People are going to be all ears and listen to their 'behaviour', 'representation', 'ways of living', with the reputation of the 'path they walk' and with knowledge of what is and isn't permissible. |
Millet, kulak kesilecek, onları "hal"leri ile dinleyecek; kulak kesilecek, onları "temsil"leri ile dinleyecek, onları "yaşayış tarzları" ile dinleyecek, onları "yürüdükleri yol" itibarıyla dinleyecek, onları haram-helal mülahazalarıyla dinleyecek. |
Islam is tied to understanding what is and isn't permissible. |
İslamiyet, "haram-helal" mülahazasını bilmeye bağlıdır. |
How sensitive they are in this matter! |
O mevzuda ne kadar hassaslar! |
Your brothers and sisters... |
Sizin kardeşleriniz. |
Those who have dispersed to various parts of the world before you. |
Dünyanın değişik yerlerine sizden evvel açılanlar. |
And those who dispersed before them... |
Onlardan evvel açılanlar. |
Those who went twenty five, thirty years ago... |
Yirmi beş, otuz sene evvel açılanlar. |
They did not go there to amass personal wealth or assets. |
Gittikleri yerlerde dikili bir taşları olmadı. |
Those that witness this, forgive me, are not fools, they say; |
Bunu görenler -bağışlayın- aptal değil; diyorlar ki: |
'Wow! |
"Allah Allah! |
If these people had any expectations from this world, they would have built personal wealth; they would have desired rank, they would strive for a privileged position. |
Bu insanların dünya adına bir beklentileri olsaydı, burada bir şey yaparlardı; bir makam kaparlardı, bir mansıp peşinde koşar dururlardı. |
They would say, 'Let me possess a few things, erect a few monuments in this world!' |
'Üç beş kuruş bir şey elde edelim, dünya adına birkaç yere, birkaç tane taş dikelim!' derlerdi. |
They did none of those things. |
Hiç birini yapmadılar. |
These people are so foolish. |
Ya bu insanlar çok aptal. |
However, when you look at the scope of their actions, they're very intelligent. |
Fakat yaptıkları şeye bakınca, çok akıllılar. |
Because, the education institutes they open in foreign countries are top achieving. |
Zira yabancı bir ülkede eğitim faaliyetleri adına açtıkları okullar sürekli birinci oluyor. |
The pupils in these schools achieve first place positions worldwide. |
Talebeler, dünya birinciliğine seçiliyor. |
At the same time, the 'International Olympiads' are a platform where the students can all get to know one another; humanists and utopianists have not even dreamed of such things. |
Aynı zamanda dünya olimpiyatlarında birbirleriyle sarmaş-dolaş oluyorlar ki, Hümanistler o meselenin rüyasını bile görmemişlerdir; ütopyacılar öyle bir meselenin rüyasını bile görmemişlerdir. |
Wow! |
Allah Allah! |
If these people are crazy, indeed, a crazy person cannot do this! |
Bu adamlar, deli ise, deli bunu yapamaz! |
If these people are intelligent, why don't they strive for any worldly gains? |
Bu adamlar, akıllı ise, dünya namına hiçbir şey arkasında koşmuyorlar. |
Thus, these people are a testament of loyalty, a reminder of fidelity, of trustworthiness, of innocence and a role model for altruism. |
Demek ki bunlar, birer vefâ âbidesi, sadakat âbidesi, emanet âbidesi, ismet âbidesi, îsâr kahramanı. |
To let others live, they migrated to all four corners of the world. |
Yaşatmak için, dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. |
They put their own well-being on pause; encapsulated with a desire to live for others, they put their desires and egos aside. |
Yaşamayı, buzdolabına koymuş; yaşatma hissi ile mahmuzlamışlar nefislerini. |
They ran to the four corners of the world, towards four separate routes, to bring everyone to one route, to put an end to the degrading and fatal fighting, to stop all disputes, to showcase how a true human is to live'. |
Koşmuşlar dünyanın dört bir yanına; dört bir yanı, tek bir yan haline getirmek için, öldürücü/kahredici kavgaları durdurmak için, boğuşmaları durdurmak için, insanca yaşama ufkunu göstermek için." |
How did we get here; 'from the Prophets, the truthful persons, the martyrs' we said. |
Bakın, nereden geçtik buraya; "min'en-nebiyyine ve's-sıddıkine ve'ş-şüheheda" dedik. |
The martyrs... |
Şehitler. |
There were martyrs at that time, and there could be once again. |
Şehitler, o dönemde oluyordu; şimdi de şehit olabilir. |
As a side note: |
Evet, antrparantez ifade edeyim: |
Within these compulsory migrations and amongst other pressures, besides those that drowned in the Meritsa, there were those that couldn't find a cure to their problems, there were those that deceased from sorrow. |
Bu cebrî hicret içinde ve baskılar altında, Meriç'te boğulanların yanında, daha başka yollarda da tedavi imkânı bulamayan, hatta üzüntüden vefat eden insanlar oldu. |
Maybe this sorrow, it seems to me, the stress, the anguish experienced caused to accelerate the spread of a disease in the body. |
Belki üzüntü de -zannediyorum- stresler de, anguazlar da metastazı hızlandıran sebeplerdir. |
In this way, such martyrs and heroes passed away. |
Böyle olup vefat eden kahramanlar/şehitler oldu. |
There were many martyrs; I am assuming a few folds of the martyrs from the battle of Uhud. |
Çok şehit oldu; zannediyorum Uhud şehitlerinin birkaç katı şehit oldu. |
Children, mothers, fathers became martyrs. |
Çocuk, şehit oldu; anne, şehit oldu; baba, şehit oldu. |
When passing from this oppressive world to the other realm—to breathe freely, a few breaths of oxygen, to live a comfortable life—they, in a way, gave their life. |
Zulüm diyarından başka bir diyara giderken -serbest nefes almak için, üç-beş yudum oksijen yudumlamak için, rahat bir hayat yaşamak için giderken- hayatından oldu bir hayli insan. |
Hundreds... |
Yüzlerce. |
Yes, they are martyrs as well. |
Evet, onlar da yine şehit. |
In the verse mentioned earlier, after referring to the martyrs, it talks of 'the good and righteous' ones. |
Ayet-i kerimede, şühedâdan sonra "ve's-salihin"deniyor bir de. |
They come after the martyrs; they weren't martyrs, however, they walked on the same path as them, for a similar goal. |
Şehitlerin arkasında geliyor bunlar; şehit olmamış fakat aynı yolda koşmuşlar. |
'Our path is that of the Prophetic path, may any other path be forbidden to us!' |
"Yolumuz, peygamber yolu, başka yolda yürümek, bize haram olsun! |
May the joy of living be forbidden to us! |
Yaşama zevki, bize haram olsun! |
And may our Lord instead make us taste the sweetness of living to make others live. |
Allah, yaşatma duygusunu, şeker-şerbet gibi bize duyursun!" demişler; evet biz de diyelim. |
That was what was said, so God willing, let us say it too and advance forward on this path. |
Dediler, diyeceğiz inşaallah, demeye devam edecek ve o yolda da yürüyeceğiz. |
Hence you have been victorious from the very beginning. |
Zira zaten baştan kazanmış oluyorsunuz. |
When you advance on that path, what has been proposed to you has already been sealed. |
Yola çıkarken, size vaad edilenler yazılmış oluyor: |
'When they arrive, allow them to come in directly and do not ask for a visa!' |
"Bunlar, geldikleri zaman, kapıda vize sormayın, içeriye alın!" |
You will be victorious. |
Kazanmış oluyorsunuz. |
That which you lose in your momentary lifetime carries no importance. |
Üç-beş dakikalık dünya hayatında kaybettiğiniz şeylerin ne önemi olur. |
When you reach the other side, as mentioned in the Quran, you will sit across one another and, in the words of Bediüzzaman, you will say: |
Öbür tarafa geçtiğiniz zaman, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, karşılıklı koltuklarda oturacak, birbirinize dünyada olan -Hazreti Pîr'in ifadesiyle- muhavereleri tekrar edeceksiniz: |
"Wow! |
"Allah Allah! |
'How petty were those things |
Ne komik şeyler idi. |
Those tyrants like Shaddad, Gaddafi and Hitler oppressed many people. |
Bir kısım Şeddâdlar, zâlimler, Saddamlar, Kazzâfîler, Hitlerler böyle zulmediyorlardı. |
What foolish men they were! |
Ne komik adamlardı onlar! |
Just as we were leaving, but not leaving our path. |
Hani biz de ayrılıyorduk ama yolumuzdan ayrılmıyorduk. |
We left our dear homes and country and although it made us tremble, we were doing it for You, O Lord! |
Sevdiğimiz ülkeden, toprağının her parçasını gözümüze sürme diye çekebileceğimiz bir yerden ayrılıyorduk, içimiz sızlıyordu ama Sen'in için ayrılıyorduk. |
And we were not the first to leave our lands either! |
Ve ilk ayrılan da biz değildik zaten!" |
Didn't Prophet Noah leave his land? |
Hazreti Nuh, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? |
Prophet Abraham, the glorious Prophet, wasn't he in Babylon? Didn't he leave as well? |
Hazreti İbrahim, Ulû'l-azim peygamber, Babil'de idi; o da ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? |
The noble Prophet Moses, didn't he leave his home? |
Seyyidinâ Hazreti Musa, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? |
Prophet Lot, had he not left his home, too? |
Hazreti Lût, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? |
The Pride of Humanity, didn't he leave his place of birth? |
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), -Ayağının tozuna kurban olayım.- doğduğu maskat-ı re'sinden ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? |
The twin of the Ka'ba, the House of God. |
Kâbe'nin/Beytullâh'ın tev'emi/ikizi. |
The Ka'ba is the projection of the Lote tree of the Utmost End, and God's Messenger is its twin. |
Kâbe, Sidretü'l-müntehânın izdüşümü; Allah Rasûlü de onun ikizi. |
If there was a holier place on Earth, surely the Pride of Humanity would have been born there. His mother Amina and father Abdullah would have been there, so too would Abdul Muttalib and Hashim. |
Dünyada, o yerden daha mukaddes bir yer olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu, orada dünyada gelirdi; Âmine Hatun, orada olurdu; Hazreti Abdullah, orada olurdu; Abdulmuttalib, orada olurdu; Hâşim, orada olurdu. |
Indeed, it is the holiest of places and so he was born there. |
Orası idi; o mübarek yer, orası idi; orada dünyaya gelmişti. |
He too was a human and just as he was leaving he took a look at the Ka'ba and with tearful eyes he cried, 'If I had not been banished, I would not have left!' |
O da bir insandı; onun için orayı terk edip ayrılacağı zaman, emniyet alanına ayak bastığı ân, döndü, Kâbe'ye baktı, Mekke'ye baktı; gözleri dolu dolu oldu ve ağladı; "Çıkarmasalardı, çıkmayacaktım!" dedi. |
And so it became a compulsory migration for him. |
O da cebrî hicrete mecbur olmuştu. |
Every period of time has had people like Abu Jahl, Utbah, Shayba and Uqba ibn Abu Mu'ayt. |
Her devirde, Ebu Cehiller olmuştur, Utbeler olmuştur, Şeybeler olmuştur, İbn Ebî Muaytlar olmuştur. |
The path has always been just that and it is the 'Prophetic way'. |
Yol, hep o olmuştur ve bu yol "peygamber yolu"dur. |
A quote that we always hear and that is often repeated: |
Ama -çok duyduğunuz, çok tekrar edilen bir söz- |
'This road is long, |
"Bu yol, uzaktır |
It has many stations, |
Menzili, çoktur |
With no gateways, |
Geçidi, yoktur |
It leads to deep waters.' |
Derin sular var!" |
There are mountains difficult to make to the peak; there are troubles, calamities, handicaps and much worse. |
Aşılması çok zor tepeler var, gâileler var, belâlar var, musibetler var, handikaplar var; var oğlu var. |
But there is God, may He be glorified and exalted; Who promises an eternal life to you. |
Ama O (celle celâluhu) var; size ebedî bir varlık vadeden Allah var! |
Cem Karaca (a Turkish singer) says: |
Cem Karaca ifade etti: |
'God is the Beloved.' |
"Allah, yâr." |
God is the Beloved; God is the Beloved; the rest are strangers and God is the Beloved. |
Allah, yâr; Allah, yâr; başkası, ağyâr; Allah, yâr. |
Once He is your Beloved, the rest become meaningless. |
O, yâr olduktan sonra başka ayrılıklar ne ifade eder ki? |
May God make us steadfast to His love! |
Cenâb-ı Hak, Kendi "yâr"lığıyla bizi sâbit-kadem kılsın! |
And the righteous... |
Ve sâlihler. |
You walked with a thirst to this and said, 'We are ready for whatever comes! |
Ha, siz de esas o meseleye teşne; yürümüşsünüz, "Ne gelirse gelsin! |
We accept whatever comes from Him!' |
Gelsin başımıza, ne gelirse gelsin!" diyerek. |
Some were taken to the final abode by God, to the horizon of their spirits, and some were not. |
Ama kimilerine sizden evvel öbür tarafa, ruhlarının ufkuna yürüme müyesser olmuş; kimilerine de olmamış. |
It would be impossible to carry the flag all the way if God took everyone's soul. |
Ee canım, herkese müyesser olsa, o bayrağı oraya kadar taşımak mümkün olmaz ki! |
Some of the Companions of the Prophet were also martyred, during the time of the Prophet; about hundred and seventy people were martyred. |
Sahabe-i Kirâm'dan da şehit olanlar oldu, Allah Rasûlü döneminde; aşağı-yukarı yüz yetmiş insana yakın insan, şehit oldu. |
Every single one of them was worth a world; we should not take them for granted. |
Ama her biri dünyaya bedel insandı onların; bunları hafife almamak lazım. |
Beside the point, let's remember one more time that the wars the Prophet attended were aimed for defense purposes. |
Burada -antrparantez- Allah Rasûlü'nün savaşlarının tedâfuî savaşlar, müdafaa savaşları olduğunu bir kere daha hatırlatalım. |
The Prophet fought with his perspicacity, in such a way that each time, he reached his goal without shedding a single drop of blood; this is mind-boggling. |
Peygamber fetâneti ile, çizdiği stratejiler ile öyle savaştı ki, kan dökmeden hedefine ulaştı, her defasında; akıl almaz. |
However, today, God blesses you with your life and provides you with the opportunities to serve in His way. |
Fakat günümüzde Allah (celle celâluhu) size hayatınızı bağışlıyor ve gittiğiniz yerlerde bir şey yapma imkânı veriyor. |
He placed love in people towards you, so they accept you. |
Vüdd vaz' edilmiş; millet, hüsnükabul gösteriyor. |
When small groups of people exhibit the truth in a manner befitting its value in different parts of the world. |
Dünyanın değişik yerlerinde, o küçük küçük kümeler, doğruyu kâmet-i kıymetine uygun, doğruluk içerisinde sergiledikleri zaman. |
Who knows maybe they will or they won't see that outcome. |
Belki kendileri o âkıbeti görecek veya göremeyecekler. |
They might relate those considerations to the following: |
O mülahazalarını da şuna bağlayabilirler: |
'Plant a seed and leave! |
"Sen, tohum at git! |
Never mind who will harvest it!' |
Kim hasat ederse etsin!" |
One day, the ground, the thorn patch they step on will definitely turn into a garden, a rose garden. |
Bir gün mutlaka bastıkları yerler, o hâristanlar, bâğistana, gülistana, bostana dönecektir. |
With God's leave, the world will commemorate you, the ones who preceded you and the ones who followed you with admiration. |
Ve dünya, birer yâd-ı cemîl olarak yâd edecektir sizi, sizden öncekileri ve sizden sonrakileri; Allah'ın izni-inâyetiyle. |
Let some people continue digging their own hellholes. |
Varsın birileri kendileri adına Cehennem çukuru kazsın dursunlar. |
As your path is the path of the Prophet, your destination is Paradise, Divine Beauty and God's good pleasure, trust me, you have already succeeded. |
Yolunuz, Peygamber yolu olduğuna göre -hedefinizde de Cennet var, Cemâlullah var, Rıdvan var- kazanmışsınız, emin olun. |
This is what the principles of the Qur'an dictate; disregard the exaggerated words of others. |
Kur'an'ın düsturları, bunu söylüyor; bakmayın başkalarının mübalağalı ifadelerine. |
They broke our heart, offended our pride, let me express it with a word foreign imported to our Turkish, disrespected our 'honour'. |
Gönlümüzü kırmışlar, haysiyet ve şerefimizle oynamışlar, -yine Türkçe'mize gelmiş oturmuş, otağını kurmuş yabancı bir kelimeyle diyeyim- onurumuzla oynamışlar; varsın olsun, varsın olsun. |
Naili Kadim says, 'O Lord, give happiness to those that break my broken heart. |
"Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun!" |
By using the Indian style, the poet plays with his words. |
Sebk-i Hindî tarikiyle olduğundan dolayı, orada bir oyun oynuyor şâir; |
He says: 'Those that break my broken heart'. |
"Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı" diyor. |
O Lord, give happiness to those that break my heart which is already in ruins. |
Zaten yıkık olan, harabe olan benim hatırımı yıkan insanlar, yâ Rab, şâd olsun. |
'May those who say, 'May he not attain his purpose' attain their purpose!' |
"Benim-çün 'Nâ-murad olsun!' diyenler, bermurâd olsun!" |
This should be our constant recitation. |
Vird-i zebânınız olsun: |
'O Lord, give happiness to those that break our broken hearts' |
"Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımızı -yâ Rab- şâd olsun |
'May those who say, 'May they not attain their purpose' attain their purpose!' |
Bizim-çün 'Nâ-murad olsun!' diyenler, bermurâd olsun!" |
May God also give wellbeing to those transgressors by letting Himself be known by them! |
Allah, Kendisini tanıttırmakla o zâlimleri de bermurâd eylesin! |
May He make those liars happy too! |
O yalancıları da bermurâd eylesin! |
Those that speak a lie in the morning, another lie at noon, and then another lie in the afternoon, and yet another lie in the evening. And then later at night, if they postponed a lie or thought of another one, speak another lie before they sleep. |
Sabah, ayrı bir yalan; öğle, ayrı bir yalan; ikindi, farklı renkte bir yalan; akşam, farklı renkte bir yalan; söylememiş bütününü, bazılarını tehir etmişlerse, "Yatmadan evvel şunu da söyleyelim!" diye, yatmadan evvel söyledikleri yalan. |
Those that walk this life constantly falling, a life full of contradictions, may they continue to walk on their path. |
Tenakuzlar dünyasında düşe-kalka yürüyen insanlar; varsın onlar, o bataklık içinde düşe-kalka yürüyedursunlar. |
May God open their eyes too. |
Fakat, Allah (celle celâluhu) onların da gözünü açsın! |
And may He close their hearts to Satan. |
Kalblerinde şeytanlara açık kapıları kapasın! |
And open doors within them to pure spirits like gates of a castle. |
Ruhânîlere açık yeni -kale kapıları gibi- kapılar açsın! |
May their hearts be dwellings for angels and pure spirits. |
Kalbleri hep meleklerin konağı haline gelsin, ruhânîlerin konağı haline gelsin. |
Yes, do not worry. |
Evet, hiç endişe etmeyin. |
Let me also tell you this. |
Bunu da söyleyeyim: |
When God manifests Himself with His favour, He makes everything easy; |
"Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder |
He creates the means to the thing desired and grants them in an instant. |
Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder." |
And when you see this, will you or will you not say 'Everything is from God'? |
Bunu görünce, hepiniz vicdanlarınız ile, "küllin min indellah" der misiniz, demez misiniz? |
Everything is from God. |
"Hepsi, Allah'tan. |
All good is from God. |
Bütün hayırlar, Allah'tan!" |
And if there are any faults of ours arising from our lapses or our failure to utilise the opportunities granted to us most efficiently, God may allow us to live hardships and purify us with calamities, and in the words of Bediüzzaman, 'the slaps of Divine Compassion', to discipline us so we can present with pure hearts in his Eminent presence |
Varsa bizim biraz sürçmemiz veya az yüzüstü düşmemiz ya da bazı imkânları rantabl değerlendirmemiş/değerlendirememiş olmamız, Allah Teâlâ bunlardan dolayı kulak çekme mahiyetinde, Hazreti Pîr ifadesiyle şefkat tokadı veyahut da huzur-i Kibriyâsına tertemiz, arınmış olarak gitmemiz için -bir yönüyle- belâ kurnalarından geçiriyor, belalar ile bizi arındırıyor. |
From this perspective, and we now came back to what we said at the beginning: |
Bu açıdan sabredersek, -başa döndük yine- |
'Those who are patient will be victorious.' |
"Sabreden zafere erer." |
They will go from an opening to another opening, and then a slight breaking, but then another opening. |
Fethadan fethaya, fethadan fethaya, fethadan fethaya; sonra bir kırılma ama o kırılmadan sonra yine fetha. |
When calamities strike one after the other, sometimes one's thoughts and feelings, or more accurately, direction and steadfastness might waiver. |
Bela ve musibetler sağanak sağanak geldiği zaman, bazen insanın duygu ve düşüncesi, daha doğrusu "istikamet mülahazası" kayabilir. |
In one regard, the heart is what will protect that idea of steadfastness, the openness of the heart to spirituality and the metaphysical realm. |
Bir yönüyle, o istikamet mülahazasını koruyacak şey de kalbdir, kalbin ruhânîlere ve melekûtî âlemlere açık olmasıdır. |
The heart needs to be open to the metaphysical realm so that it remains closed to the material realm; it needs to be open to the metaphysical realm so that the angels can continuously keep it under control, so Satan does not find an opportunity to influence it. |
Melekûtî âlemlere açık olması lazım ki, mülkî âlemlere kapalı kalsın; melekûtî âlemlere açık olmalıdır ki, melekler, sürekli orayı kontrol altında tutsun ve şeytan oraya nüfuz etme imkânı bulamasın. |
The heart needs to be taken under serious protection. |
Kalb, ciddî sıyanet altına alınmalı ve korunmalı. |
However sometimes events can have such a shocking impact that a person, at the time of the impact of that event may not be able to protect their steadfastness. |
Fakat bazen hadiseler, öyle şok tesiri yapar ki, insan, işte o hadisenin şoku ânında orada istikametini koruyamayabilir. |
At the time of shock, protecting steadfastness of thought, the tranquility of heart, the relationship with God becomes very difficult. As a result, the Pride of Humankind says, 'The real patience must be manifested at the first moment of shock'. |
Şok anında düşünce istikametini koruma, kalb selametini koruma, Allah ile münasebetini koruma çok zor olduğundan, İnsanlığın İftihar Tablosu, "Sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!" diyor. |
At the moment when the shock of the event is experienced, especially in that time, one should say, 'Praise and thanks for every state other than disbelief and deviation!' |
Hadisenin şoku yaşandığı ânda, özellikle o zaman, "Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!" demeli. |
'Active patience' in the face of various calamities means grinding your teeth and putting up with it; preserving with balance at the moment when you experience the shock of the event. |
Değişik musibetler karşısında "aktif sabır" demek, dişini sıkıp katlanmak; o hadisenin şokunu yediği ânda, orada dengeyi korumak. |
However sometimes some people with weak willpower, people like me, will have thoughts coming to their minds that may criticize the Divine Will. |
Fakat bazen o zayıf iradelerin -benim gibi iradesi zayıf olan insanların- aklına öyle -İlahî takdiri tenkit ifade eden düşünceler- gelebilir. |
Those thoughts should be immediately dismissed. |
Onu hemen savmaya bakmak lazım. |
That can be called 'poisoning of neurons' or 'poisoning of mind'. |
Bir nöron zehirlenmesi denebilir ona; bir zihin zehirlenmesi denebilir. |
Yes, at the moment of shock, the balance may not be preserved. |
Evet, hadisenin şoku yaşandığı ân, denge korunamayabilir. |
I think that Mehmet Akif, who is deeply connected to his nation, who is deeply connected to our values, and whom I love wholeheartedly says: |
Zannediyorum, milletine çok bağlı, değerlerimize çok bağlı, benim de candan sevdiğim M. Akif'in o sözü: |
'Where are you O Justice of the Divine?' |
"Yok musun ey adl-i İlahî?" |
Before that he says, 'May my mouth dry!' |
Öncesinde de "Ağzım kurusun!" diyor: |
'Is it not enough that we have been afflicted with so much? |
"Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî |
'Let my mouth go dry [for saying so but] where are you, O Divine Justice?' |
Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i İlahî?" |
Even when saying so, first there is a begging for forgiveness, and then there is committing sin. |
Hatta söylerken, böyle evvelâ istiğfar edip sonra günah işleme. |
However it should be the opposite; one should refrain from committing sin; if one does commit sin, then forgiveness should be sought. |
Oysaki mesele aksinedir; günah işlemekten uzak durmak lazım; işlemiş ise, sonra "Estağfirullah! |
'May my mouth go dry; I wish I had not used my mouth in that manner!' can be said. |
Ağzım kurusun; keşke ağzımı o istikamette kullanmasaydım!" diyebilir. |
Sometimes I also say this. |
Bazen latife-vâri bunu da arz ediyorum. |
'We ask for light, You, send us fire, |
"Nûr istiyoruz, Sen, bize yangın gönderiyorsun, |
'We are on fire!' we say, You send blood to drown us. |
'Yandık!' diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun. |
If an eternal breeze does not blow soon |
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında |
O Lord, between that fire and this flood, |
Yâ Rab, o cehennemle bu tufan arasında, |
Dust and sand will the world of Islam become; |
Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm; |
The idols below ground will burst forth evermore!' |
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!" |
The idols that history has buried beneath the earth will resurrect once again in full. |
Tarihin, yerin altına gömdüğü o putlar, bütünüyle bir kere daha hortlayacak. |
What he said has happened; all the idols have been resurrected. |
Ee Hazretin dediği de olmuş; bütün putlar hortlamış. |
When you look at it from a comprehensive perspective, you see the effect it has on it. |
Mahrutî bakış ile, bütüncül bir bakış ile bakınca, hadiselerin yoğunluğu onun üzerinde öyle bir tesir icrâ etmiş ki. |
However there are times when one strays away from it, and pushes it aside from oneself. |
Fakat hani ondan sıyrıldığı dönemler var, onu alıp bir kenara elinin tersiyle ittiği ânlar da var. |
'You living dead, two hands are for one head. |
"Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.' |
Get moving. |
Davransana. |
The hands are yours, and so is the head. |
Eller de senin, baş da senindir! |
No emotion, no action, no suffering. |
His yok, hareket yok, acı yok. |
Have you become a carcass? |
Leş mi kesildin? |
You bewilder me, |
Hayret veriyorsun bana. |
This is not how you used to be. |
Sen böyle değildin. |
Why is your determination to be free so momentary? |
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? |
Is it you, or your hope that is spineless? |
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz? |
Despair is like quicksand; if you fall in it, you will drown. |
Ye's öyle bataktır ki, düşersen boğulursun. |
Cling on to hope, ever so tightly, and behold what you will become! |
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! |
Those who live on live through their hope and determination. |
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; |
Those in despair bind their soul and their conscience.' |
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar." |
There are also times when he roared, roared like a call to Prayer; in one sense, roared everywhere where his voice could be heard, and there are times when he raised his voice to a level of echo. |
Bir de böyle gürlediği, ezan sesiyle gürlediği, bir yönüyle her tarafta sesi mâkes bulacak şekilde gürlediği, yankılanacak şekilde sesini yükselttiği ânlar var. |
We should also express patience when we experience unusual things, and are under the shock of the event. |
İşte bizim de değişik şeylere maruz kaldığımız zaman, hadisenin şoku yaşanırken, ona sabretmemiz lazım. |
They are using a scalpel on us, stabbing us; it is sometimes impossible to not cry out. |
Yaramıza bir neşter vuruyorlar, bir bıçak vuruyorlar; burada bazen "Of!" dememek mümkün değildir. |
That is why they apply anesthesia to people to stop them from feeling pain, in order to prevent them from crying out. |
Onun için "Of!" dedirtmemek için, narkozluyorlar insanları, yarayı duymasın diye. |
We do not know if there an anesthesia for this type of issue? |
Ee biz de bilemiyoruz, o meseleye karşı nasıl narkoz olacak? |
And in this day and age, when rains of calamity and trouble come down upon us we say, 'They are giving anesthesia for some types of pain; how about this other calamity?' |
Bir de hele günümüzde olduğu gibi, böyle belâ sağanağı gelirse şayet, "Haydi şunun için narkozluyorlar; ya diğer bela?" |
For example, when they were closing down your facilities, you received a blow to your head; they anesthesized you. |
Mesela müesseselerinizi kapattıkları ân beyninize bir balyoz iniyordu, narkozladılar sizi. |
They threw teachers into prison, anesthesized again. |
Muallimleri içeriye attılar, bir daha narkoz. |
They separated husband and wives, another anesthesia. |
Karıyı-kocayı birbirinden ayırdılar, bir daha narkoz. |
They threw 100's and 1000's of children in prisons, another anesthesia. |
Şu kadar yüz çocuğu, bin çocuğu içeriye attılar, bir daha narkoz. |
Anesthesia, anesthesia, anesthesia... |
Narkoz, narkoz, narkoz. |
It seems to me that the people who invented anesthesia will say, 'I swear to God, we cannot keep up!' |
Zannediyorum narkozu icat eden insanlar, "Vallahi yetiştiremiyoruz artık!" diyeceklerdir. |
Yes, we cannot keep up with the anesthesia for these calamities. |
Evet, narkoz yetiştiremeyeceğiz o bela sağanağına. |
That is why we should remodel the things that come to our mind, by using our trust and reliance in Almighty God. |
Bu açıdan da aklımıza gelen şeyleri, Cenâb-ı Hakk'a olan güvenimiz ve itimadımız ile tadil etmeliyiz. |
No matter what the cost. |
Ne pahasına olursa olsun. |
We say, 'The things that He gave us until now are a reference for the things He will give us in the days to come'. |
Diyoruz ki, "Bugüne kadar lütfettiği şeyler, bugünden sonra lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır!" |
If He put you on a straight and guided path and if you are walking towards Him, He has never left the people walking towards Him alone. |
O (celle celâluhu) sizi, bir doğru yola hidayet buyurmuşsa, O'na doğru yürüyorsanız, O'na doğru yürüyenleri, O, hiçbir zaman yolda yüzüstü bırakmamıştır: |
He didn't leave Prophet Adam, nor Prophet Noah, neither Prophet Abraham, as well as Prophet Jacob or Prophet Moses and the Pride of Humanity alone. |
Hazreti Âdem'i bırakmamıştır, Hazreti Nuh'u bırakmamıştır, Hazreti İbrahim'i bırakmamıştır, Hazreti Yakûb'u bırakmamıştır, Hazreti Musa'yı bırakmamıştır, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakmamıştır. |
They suffered 100 times worse than what you have suffered; although they were honoured with such bounties that you can't even imagine, maybe equivalent to that of one thousand more than yours. |
Çekmişler, çektiğinizin yüz katını; fakat lütuflara mazhar olmuşlar ki, mazhar olduğunuz lütufların bin katı; bin katı. |
If we are showing signs of life despite such waves, than what an awesome victory that is! |
O en son dalgalarla bugün hâlâ bir dirilik sergiliyorsak şayet, o ne müthiş bir kazanımdır! |
If today, even if it is in one way or another a belief of imitation, if we are making a supplication in a state of helplessness in the mosque, stating 'Peace and blessings be upon the Messenger of God', those rays of light coming towards us is such a great event and for him, upon him be peace and blessings, it is such a great gain. |
Hâlâ bugün, şöyle-böyle, taklidî dahi olsa, o camilerde el-pençe divan durup "Esselamu aleyke eyyühen-nebiyyu ve rahmetullahi ve berakatuhu" diyorsak, ani'l-merkez o nûr tayflarının bize doğru gelmesi, ne müthiş bir hadisedir ve O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) için ne büyük bir kazanımdır. |
What a great gain it is that you are gaining nearness to God Almighty! |
Allah'a sizi yaklaştırma adına ne büyük bir kazanımdır! |
You suffered 'once' but God Almighty has gifted you 'a thousand' bounties. |
"Bir" çekmiş fakat Cenâb-ı Hak, "bin" lütfetmiştir. |
When you look at it from this perspective, one must be in a state of patience during times of calamity; will it be one month, two months, one year or two years? |
Bu açıdan, meselelere böyle bakarak, muvakkat musibet dönemlerine sabretmek lazım; bir ay mı olur, iki ay mı olur, bir sene mi olur, iki sene mi olur? |
The respected Companions were left in a state of boycott in the valley of Shi'b Abi Talib for three years, |
Ashâb-ı Kirâm, üç sene Şi'b-i Ebî Tâlip'te boykota maruz bırakıldılar. |
and amongst them were some who didn't have faith in God; because they were part of the same tribe of the Pride of Humanity, the tribe of Banu Hashim, they were also amongst those who were boycotted. |
Hem de içlerinde inanmayanlar bile vardı; sadece mensubu oldukları kabileden dolayı, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun mensup olduğu kabile Benî Hâşim'e mensup olduklarından dolayı boykota maruz kalmışlardı. |
Although I do not know them uttering a single word of complaint of their situation. |
Fakat bir tek kelime ile şikâyet ettiklerini bilmiyorum. |
Some were taken by and overcome by the cascade of death; Abu Talib and our blessed mother, the mother of mothers, the great lady whom we call 'great', Khadija al-Kubra. |
Bazılarını ölüm çağlayanı önüne katmış, almış götürmüştü; oradan ayrıldıkları zaman, bizim bildiğimiz Ebu Tâlip ve mübarek validemiz, valideler validesi büyük vâlide, "Kübrâ" diyoruz, Hadîcetü'l-Kübrâ. |
What wouldn't a person endure for the welfare of the Messengers, loyal ones, martyrs and the righteous ones? |
O nebîler, sıddîklar, şehitler ve sâlihler refakati adına nelere katlanılmaz ki? |
Not sledgehammers, let them throw you under the pallets of tanks! |
Balyozların değil, tankların paletleri altına atsınlar. |
Like Bilal al-Habashi, let them place massive rocks on you. |
Bilâl-i Habeşî gibi, üzerinize kocaman kocaman taşlar koysunlar. |
Let them lie you down on to the sand in the heat that would melt the brains of people. |
İnsanın beynini kaynatan o sıcakta, çölde, kumun üzerinde sizi yatırsınlar. |
Let them threaten you with death and kill the people around you. |
Sizi tehdit etsinler, ölüm ile tehdit etsinler ve yanınızda ölen insanlar olsun. |
And despite everything, you will still continue to say, 'You are The Unique One of Absolute Unity!' |
Yine her şeye rağmen, "Ehad, Ehad, Ehad!" (celle celâluhu) diyeceksiniz; |
Yes, 'You are the Unique! |
evet, "Tek, Sen'sin! |
You are the One without any partner! |
Çifti olmayan tek, Sen'sin! |
You are The Unique One of Absolute Unity!' |
Ehad'sin!" |
Under the duress of the calamity and afflictions, we should overcome the shock and not say as he said: |
Belâ ve musibetler sağanağı karşısında, o şokun olumsuz tesirini böyle kırıp Hazretin muvakkaten söylediği, |
'Is it not enough that we have been afflicted with so much? |
"Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî |
Let my mouth go dry for saying so, but where are you, O Divine Justice?' |
Ağzım kurusun, yok musun, ey Adl-i İlahî!" demeyelim. |
This also applies to us, and I am very scared, too. |
Bizim için de söz konusudur ve Kıtmîr de çok korkuyor. |
'O God! |
"Allah'ım! |
Save them!' he says; 'O God, let those who do evil acts, who are dead in heart, and who have become walking corpses serving only their own egocentric self, regain their humanity once again! |
Islah eyle onları!" diyor; "Kötülük yapanları, kalben ölmüş insanları, nefis ve enâniyet cihetiyle hortlamış insanları, Allah'ım, insanlık ufkuna hidayet eyle! |
Soften their hearts.' |
Gönüllerine lüyûnet lütfeyle. |
And we should say, 'O God! Soften their hearts towards faith, Islam, awareness of God, fidelity, integrity and affection. Soften their hearts towards our service, our movement, our community, and our institutes. |
"Allah'ım kalblerini yumuşat; iman, İslâm, ihsan, sadâkat, istikamet ve muhabbete karşı, hizmetimize, hareketimize, cemaatimize, müesseselerimize karşı kalblerini yumuşat! |
But if that is not what You will, we refer them to Your judgement only.' |
Şayet muradın bu değilse, Allah'ım onları Sana havale ediyoruz" diyoruz. |
'O God, we leave them to You! |
"Allah'ım onları Sana havale ediyoruz! |
O God, we leave them to You!' |
Allah'ım onları Sana havale ediyoruz!" |
We do not have the power, what can I say? |
Gücümüz yetmiyor, ne diyelim? |
O God, we leave them to You! |
Allah'ım onları Sana havale ediyoruz! |
Even if we have enough power, we say, 'We are heroes of love; we do not have time for enmity!' |
Gücümüz olsa bile, "Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!" diyoruz. |
We do not respond with punches at those who attack us with weapons and crudeness. |
Silahla, hoyratlıkla üzerimize gelenlere, yumruğumuzla bile mukabele etmiyoruz. |
We do not even show a reaction of an unpleasant face, we do not speak a harsh word at them; because we find these to be contrary to our humanity. |
Yüz ekşitmekle bile mukabelede bulunmuyoruz, sert bir kelimeyle bile mukabelede bulunmuyoruz; çünkü bunları, insanî karakterimize aykırı buluyoruz. |
There may have been those who have done this, but we will not; we have sworn that we will not. |
El-âlem yapmış bunu fakat biz yapmayacağız; ahd ü peymânımız var, yapmayacağız. |
Even if they trample us, we will not act like them! |
Ezseler bile, onlar gibi davranmayacağız! |
Even if it means death, we will not act like them! |
Öldürseler dahi onlar gibi davranmayacağız. |
We will prefer to die ten times, or even twenty times rather than to act in the way that they do, with God's permission and grace. |
Onlar gibi davranmaktansa, on defa ölmeyi tercih edeceğiz, yirmi defa ölmeyi tercih edeceğiz, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
This is what is required of trusting in and being on the path of God. |
Allah'a güvenmenin ve Allah yolunda olmanın gereği budur. |
We will endure. |
Katlanacağız bunlara. |
With God's consent and beneficence, we will control our neurons, and fortify against the attacks of Satan; and we will open means by which the angels can support us. |
Nöronlarımızı kontrol altına alacağız, şeytanın nüfuz etme deliklerini kapayacağız; meleklere nüfuz etme pencereleri, kale kapıları açacağız, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
And we will always be content with whatever comes from God Almighty: |
Ve Cenâb-ı Hak'tan gelen o şeyleri hep hoşnutlukla karşılayacağız: |
'We are content with You as our Lord, we are content with Muhammad as our Messenger, and we are content with Islam as our religion.' |
"Rabb olarak, Sen'den razıyız, hoşnuduz; Peygamber olarak, Hazreti Rasûlullah'tan hoşnuduz; din olarak da İslam'dan tâ dünden hoşnud olageldik, bu gün de hoşnuduz." |
O God, make us content for all of eternity! |
Allah'ım, ebedlere kadar da Sen, hoşnut eyle! |
Amen. |
Âmin. |
This will suffice you. |
Vesselam. |