In his famous poem, Imam Busiri describes the situation of an undisciplined carnal soul as follows: |
İmam Bûsîrî meşhur kasidesinde terbiye görmemiş nefsin halini şöyle bir teşbihle dile getirir: |
'The carnal soul resembles a suckling infant. |
"Nefis tıpkı süt emen bir çocuk gibidir. |
If you do not cease feeding at the right time, its appetite strengthens and it wants more. |
Şayet (vakti geldiği hâlde onu sütten kesmez de) kendi hâline bırakırsan, süt emme arzusu gittikçe kuvvetlenir. |
If you can exert your willpower to cease feeding, then it stops.' |
Bir kere sütten kesme iradesini gösterebilirsen, o zaman da sütten kesiliverir." |
Yes, the carnal soul truly resembles a suckling baby. If you cease feeding when the time comes then it will stop desiring. |
Evet, nefis de tıpkı bir çocuk gibidir; sütten kesme mevsiminde sütten keserseniz, kesilmiş olur. |
Otherwise it will never get old or mature; it will still want milk as a teenager. |
Yoksa ne yaşlanır, ne başlanır; on yaşına girer, on beş yaşına girer, yine de "Anne sütü" der, durur. |
You have to stop it at the start. If you cannot do this, then at some point it will keep you away from the path of the Prophets, on the journey towards God. |
Vaktinde önünü kesmek lazım; siz, onun önünü kesmezseniz, bir yerde durdurmazsanız, o, bütün hayat boyu hep sizin önünüzü keser-durur gideceğiniz "Peygamberler Yolu"nda, Allah'a ulaşma güzergâhında. |
The carnal soul is an aspect of human nature that Satan uses to pester and bother humankind. |
Nefis, insanın başına musallat olmuş şeytanın bir sistemi, bir mekanizmasıdır insan mahiyetinde. |
If you can purify and extinguish it, you can elevate it to the ranks of 'purity' and 'cleanliness', and make it a loyal comrade of the spiritual faculty sensing God directly. |
"Tezkiye" ile, "tasfiye" ile onu "sâfiye"ye, "zâkiye"ye yükseltebilirseniz, o zaman, "Latîfe-i Rabbâniye"nin bir refîk-i sâdıkı olur. |
If left alone, it befriends Satan and will cause a life of misery for its owner. |
Kendi başına kalırsa, şeytanın arkadaşlığı ile sahibini burnunun üstüne hayat boyu süründürür-durur; öyle geldi dilime, "hayat boyu". |
Yes, those two verses are from Qasida Burda. |
Evet, o iki mısra, mesnevî şeklindeki Kaside-i Bür'e (Bürde)'den. |
Imam Busiri wrote this poem for the purposes of exalting our Prophet, but it touches upon other topics as well. |
İmam Bûsîrî, Efendimiz'i medh sadedinde söylemiş fakat içinde değişik konular da ifade ediliyor. |
There are another two verses that mention the chastising and the purification of the soul. |
Burada da nefis terbiyesi ve tezkiyesi ile alakalı iki mısra var. |
Alongside the frightening nature of the carnal soul, he mentions his position and relationship with God and our noble Prophet: |
Hazret, yerinde böyle nefsin korkutucu yanını ifade etmenin yanı başında, en son kendisinin Rabbimiz ile münasebeti ve Efendimiz ile alakası açısından durumunu ifade ederken, der ki: |
'O soul! |
"Ey nefis. |
Do not despair of God's mercy. |
Allah'ın rahmetinden ümidini kesme. |
The gravest sins are no more than foam in the ocean of mercy.' |
Koca koca günahlar, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet deryasında sadece işin üzerindeki birer dalga, birer köpük gibidir." |
Someone conveys this meaning in another poem beautifully: |
Birisi, bu mazmunu, bu mefhumu çok güzel şekilde, Türkçe, yine nazmen şöyle ifade eder: |
'Even if my sins have reached the size of mountains, O Almighty One! |
"Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl |
Compared to Your mercy, my sins are just small things.' |
Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey'ün kalîl." |
O my Sultan Whose Name amongst His many beautiful Names is The All-Majestic. |
(Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım. |
My sins are greater than a mountain. |
Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. |
But even if I have committed sins as great as mountains, after running around like a fugitive I came to Your door. |
Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya. |
My sins which are like a mountain are nothing next to Your mercy, compassion and forgiveness, not even a drop in the ocean. |
Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle çok az bir şeydir; deryada damla bile değil.) |
The last three statements are in Arabic |
Son üç tane söz, Arapça. |
Even if your sins are as tall as mountains, 'O All-Majestic' is mentioned there, rightfully. Because it is left to His Majesty. |
Günahlar, Kafdağı kadar bile olsa... "Ey Celîl" diyor orada çok haklı olarak; çünkü o, Cenâb-ı Hakk'ın Celâline bakıyor; orada toparlanmak iktiza ediyor. |
But when compared to the ocean of compassion, it is very small, a single drop. |
Ama rahmetin bahrına, deryasına nispeten, o çok az sayılır; ne olacak, bir damla. |
The carnal soul is a trial for all; it is something that wants to misguide each and everyone one of us, make us crawl and suffer. |
Nefis, hepimizin başının belası; teker teker, ferden ferdâ, hepimizi saptırmak, yüz üstü yere vurmak, süründürmek için bize musallat olmuş bir şey. |
The carnal soul has been implanted into our nature. |
Nefis, mahiyetimize konmuş. |
In Mehmet Akif's words; it is a 'blessing from God, because if it wasn't implanted in our nature, we would not be aware of such an enemy. |
Bununla beraber, bir şâir-i şehîrimiz, ona, "Allah'ın bir rahmeti" der; çünkü o, bizim mahiyetimizde olmasa, böyle bir düşman ile karşı karşıya olduğumuz duygusu/düşüncesi bulunmaz bizde. |
It is such a dangerous enemy that once when we become aware that we carry it in our system, we vigilantly need to seek refuge in God from it |
Öyle tehlikeli bir düşman ki, bünyemizde taşıdığımızın şuurunda olursak şayet, sürekli Cenâb-ı Hakk'a sığınma duygusu hâsıl olur. |
'My Lord. |
"Allah'ım. |
We pray that you make our carnal souls reach a state of satisfaction and comfort, the state of 'The Soul at Rest'. Furthermore we ask that you allow us to reach the next level, a state where one is always grateful and free from complaining, a state where there is no distinction between the rose and its thorns, 'The Satisfied Self.' Moreover, allow us to reach the level of 'The Satisfying Self', a state where one is aware of its weakness next to your Majesty and then a state where it directly reflects, shows and takes others to The Ultimate Truth and Ever-Constant. |
Sen'den, nefislerimizi doygunluk ve itminana erdirerek "nefs-i mutmainne" ufkuna yükseltmeni, dahası onun bir üst mertebesi olan, kullarının Sen'den hoşnutluğunu anlatan, Sen'den ne gelirse gelsin, her zaman şükürle karşılık verip katiyen şikâyet etmeme, bu yolda gülü de dikeni de aynı görme noktası sayılan "nefs-i râdıye" zirvesine ulaştırmanı, hatta rızana mazhar edilmenin, bizim küçüklüğümüze göre değil Senin azametine yakışır bir iltifata erdirilmenin unvanı olarak anılan "nefs-i mardıyye" şahikasıyla bizleri serfirâz kılmanı; bunların da ötesinde, doğrudan doğruya Hakk'ı aksettiren, Hakk'ı gösteren ve Hakk'a götüren zâkiye ve sâfiye nefis ikliminden nasiplendirmeni diliyoruz" der durursunuz. |
You will keep repeating: 'My God, I ask of You to keep me sincere in all my actions, to earn Your Divine pleasure, and to turn to You in pure and wholehearted ardor and longing'. |
"Allah'ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz" der durursunuz. |
From this perspective, you mustn't see the existence of the carnal soul as evil; but instead allowing it to manifest evil is what is bad. |
Bu açıdan, nefsin var oluşunu kötümsememek lazım; fakat onun kötülüklerine meydan vermek ve kapıyı aralık bırakmaktır kötü olan. |
Under ordinary conditions, the key to evil is also in our hands. |
Kötülüğün anahtarları, yine bizim elimizde; şart-ı âdî planında. |
If competence is manifest, willpower is given its due; by God, you will be given the power of your carnal soul. |
Liyakat izhâr edilirse, iradenin hakkı verilirse, Allah, onun burnunu kırar, onu sürüm sürüm süründürür; sizi de üstünde gezindirir onun/nefsin. |
You will hear the chants of purification, as you have control over your carnal soul. |
Ayaklarınızın altında "Tezkiye, tezkiye, tezkiye" nağmeleri dinlersiniz; "Tasfiye, tasfiye, tasfiye" nağmeleri dinlersiniz. |
And then, suddenly the spiritual faculty that senses God directly will begin to talk: |
Sonra birden bire Latîfe-i Rabbâniye dile gelir: |
It will say, 'Why are you hurting my companion (soul), he says exactly what I am saying.' |
"Yahu bu arkadaşımı ne diye çiğniyorsunuz böyle; bakın, aynen benim dediğimi diyor" der o da. |
It is a possibility. |
Öyle olma yolu var. |
But if you let your carnal soul on its own path, it will constantly be in communication with Satan; they will constantly be in trade. |
Fakat onu kendi izinde bıraktığınız zaman, bu defa o, sürekli şeytan ile haberleşir; kâh o kendi göndermeciyle onun almacına bir şeyler gönderir; kâh ondan bir şeyler alır. |
They have a unique code between them; we can only comprehend their impact on us. |
Fakat şifreleri kendi aralarındadır; biz, sadece üzerimizdeki tesirinden onu anlayabiliriz. |
When an evil feeling or thought emerges within us, we will understand what the code represents; it was a code sent by Satan and the soul solved it like a code officer. |
Kötü bir duygu ve kötü bir düşünce içimizde belirdiğinde anlarız ki, şifre onu ifade ediyor; o şeytanın gönderdiği bir şifreydi, nefis de bir şifre subayı gibi onu çözdü. |
It was solved; consequently, it was pumped into our subtle senses and neurons. |
Çözdü onu; dolayısıyla bizim letâifimize pompaladı veya nöronlarımıza pompaladı. |
Thereafter, our brain activity constantly acts upon these feelings and mumbles them. |
Artık beyin aktivitelerimiz, sürekli o duygu ile oturup-kalkıyor, onu mırıldanıyor. |
The carnal soul is the centre of Satan in human essence; the goal is to make that 'centre' the faculty that senses God. |
Nefis, şeytanın santralidir insan mahiyetinde; onu Latîfe-i Rabbâniyenin santralı haline getirmek hedeftir. |
Just like Al-Ghazali mentions, there are multiple doors in the heart that open to the faculty that senses God. |
Hazreti Gazzâlî'nin -"Gazâlî" de diyorlar- ifade ettiği gibi, Latîfe-i Rabbâniye de diyebileceğimiz kalbde menfezler/kapılar var: |
If those doors are not held by celestial beings, if you need to attract them, if they come to the sound of a flute, the thing you are calling them with should be the sound of the flute. |
Şayet o kapıları ruhânîler tutmaz ise... Yani, o sizin alakanıza göre diyeceğiniz şeyler ile... Mesela, onlar "ney" sesine geliyorsa şayet, onları çağıracağınız şey, o ney sesi olmalıdır. |
With a delicate flute sound, you call those celestial beings as if to softly say 'Please'. |
Öyle bir ney sesi ile inceden inceye, yumuşakça, "Lütfen" dercesine, "Lütfen, lütfen" dercesine ruhânîleri/melekleri çağırmış olursunuz. |
And they would hold the doors to the faculty that senses God; as a result, the doors once open for Satan would be shut. |
Onlar da Latîfe-i Rabbâniye'nin kapılarını/menfezlerini tutuverirler; bu sayede, şeytanın nüfuzuna açık olan kapılar kapanıverir. |
Satan will come and slam into the door. |
O gelir-gelir, toslar onlara; gelir-gelir toslar. |
If you are listening to yourself, you will feel the nature of this matter. |
Kendinizi dinliyorsanız, bu hususları mahiyetinizde hissedersiniz. |
For instance, this may be subjective but I will say: |
Mesela, belki sübjektif bir şey ama arz edeyim size; sübjektif bir şey: |
You pray and remember Almighty God with grand qualities. |
Namaz kılıyorsunuz; esasen Cenâb-ı Hakk'ı evsâf-ı âliyesi ile anıyorsunuz. |
You say, 'All praise and gratitude (whoever gives these to whomever for whatever reason and in whatever way from the first day of creation until eternity) are for God, the Lord of the worlds.' |
Bir kere "Elhamdulillahi Rabbi'l-alemin" diyorsunuz; "Bütün hamdler, Rabbü'l-âlemin olan Allah'a mahsustur; ezelden ebede kadar, kimden kime olursa olsun, medh, sena ve şükürlerin hepsi Allah'a mahsustur, Allah'ın hakkıdır, Allah içindir." |
I have mentioned this verse with emphasis on deduction and meaning |
Lafza-i Celâlin başındaki "Lâm"ın, "ta'lîl" ve "ihtisas" için olmasına göre, manalarını söyledim. |
Now, the Divine Essence is an important phrase for honour, glorification, exaltation and appreciation; but you are not satisfied and you continue. |
Şimdi bu, Zât-ı Ulûhiyeti tazim, tekrîm, tebcîl ve takdir manasına çok önemli bir kelime; fakat onunla yetinmiyor ve devam ediyorsunuz. |
'He is such a God.' |
"O, öyle Allah ki." |
You know how they put it when mentioning the Divine Attributes. |
Hani öyle derlerdi, sıfat ifade ederken. |
'The All-Merciful, The All-Compassionate, The Master of the Day of Judgment.' |
"Er-Rahman, er-Rahîm; dünya ve ahiretin Rahman'ı; âhiretin de Rahîm'i". |
May God Almighty treat us with His compassion; may He bestow His beautiful presence onto us, and not use his Majesty to destroy us.. |
Cenâb-ı Hak, orada o "Rahîmiyet"i ile bizlere muamelede bulunsun inşallah; Cemâlî tecellisi ile bizi serfirâz kılsın, Celâlî tecellisi ile kahretmesin. |
You recite two of God's exalted qualities in saying, 'The All-Merciful, All-Compassionate.' |
"Er-Rahmani'i-Rahim" diyor, iki evsâf-ı âliyesini de böyle zikrediyorsunuz. |
Following the Name of the Divine Essence is the abstract noun, The All-Merciful, and the Name, The All-Compassionate. |
İsm-i Zât'tan sonra, bir de ism-i sıfat; Rahman ve bir de isim, er-Rahîm. |
And if that was not sufficient, you say, 'The Sovereign of the Day of Judgement.' |
Yetmiyor; bir de "Maliki yevmi'd-din" diyorsunuz. |
After describing the Exalted Qualities and the Divine Virtues, one will confess as a servant before Him, and say: |
Bu evsâf-ı âliye ve mezâyâ-yı gâliye ile de tavsif ettikten sonra, artık öylesi karşısında kulluk itirafına gidilir: |
'You alone do we worship and from You alone do we seek help.' |
"İyyake na'budu ve iyyake nestain" diyorsunuz. |
By the way, in saying 'You alone,' He gives us the favour of saying 'You.' |
Bu arada, "İyyake" hitabıyla, "Sen" deme lütfunda bulunuyor bize. |
This is termed 'God's lowering His speech to the level of human capacity so that they can understand it;' it means 'to reflect the Divine Speech of the Divine Essence at the level of human comprehension.' |
Buna da "Et-tenezzülâtü'l-ilâhiyyetü ilâ ukûli'l-beşer" denir; "Zât-ı Ulûhiyetin beyân-ı Sübhânîsinin beşer idraki seviyesine aksi" demek oluyor. |
This reflection is like the reflection of sun onto your small mirror according to the capacity of your mirror. |
Tenezzülât-ı İlâhiye, güneşin, senin dar aynana, aynan çerçevesinde aksetmesi demek gibi bir şey. |
He says to you, 'Say 'You' to Me. |
Sana diyor ki, "Bana 'Sen.' de; Bana. |
Say 'You.' |
'Sen' de." |
After reciting His Sublime Qualities so many times, He allows you to refer to Him, may He be glorified and exalted, as 'You.' |
O kadar evsâf-ı âliye ile zikrettikten sonra, sana, Kendisine (celle celâluhu) "Sen" deme kapılarını açıyor. |
May I sacrifice all I have for you, may I sacrifice my life for you. |
Kurban olayım, canım kurban olsun. |
'You alone do we worship and from You alone do we seek help.' |
"İyyake na'budu ve iyyake nestain" |
(My God!). |
"(Allah'ım.) |
'Only You do we worship and only You do we seek help from' (Al-Fatiha, 1:5) |
Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen'den yardım bekler ve dileniriz" (Fatiha, 1:5). |
Whilst saying this, you use the plural personal pronoun. |
Bunu söylerken de, çoğul sigası kullanıyorsun. |
"You alone do we worship,' 'You alone do we (all of us) worship.' |
"İyyake na'budu", "Sana -hepimiz- ibadet ederiz." |
When you see, hear, feel Him with His grandeur, magnificence, and glory; when your conscience is shaken with Him, you will see your shaky servanthood as a single drop in the ocean. |
O'nu, Kendi azametiyle, kibriyâsıyla, celâliyle görünce, duyunca, hissedince, vicdan O'nun ile ürperince, kendi kulluğunu cılız, deryada bir damla gibi görüyorsun. |
I will relate this to the expressions of Bediüzzaman: |
Hazreti Pîr'in ifadelerine/mülahazalarına bağlayacağım: |
You observe all those people on your left and right, standing hands-tied, girded ready for worship. |
Sağında-solunda kemerbeste-i ubudiyet içinde el-pençe durmuş bütün insanları mülahazaya alıyorsun. |
First you think of those in the first row, then those in other circles. You think first of those close-by, and then of all those across the globe. |
Önce, ilk saftakileri düşünüyorsun, sonra diğer halkadakileri, ilk mekândakileri düşünüyorsun, sonra bütün küre-i arzdakileri düşünüyorsun. |
Then you think of the spiritual creatures of the boundless heavens, then of the angels, then of the eight angels that bear the Divine Throne, then of those who travel to the Lote-tree of the Utmost End... Trillions and trillions; You say, 'You alone do we worship,' in the name of all creations of the All-Glorified, as many times as there are particles in the universe. |
Daha sonra fezâ-i ıtlaktaki ruhânîleri düşünüyorsun, sonra melekleri düşünüyorsun, sonra "Hamele-i Arş"ı düşünüyorsun, sonra Sidretü'l-Müntehâ'ya girip çıkanları düşünüyorsun... Trilyon, trilyon, trilyon, trilyon; zerrât-ı kâinat adedince mahlûkat-ı Sübhâniye adına "İyyake na'budu" diyorsun. |
|
"Allah'ım. |
If I could, I would present all of what they say to You in my name; for even this is too little for You. |
Gücüm yetse, bunların dediği her şeyi, kendi namıma Sana takdim ederdim; çünkü bu bile Sana az gelir. |
For there is no limit or quantity to the things You have given to me. |
Çünkü bana verdiğin şeylerin hadd ü hesabı yok. |
You have given everything gratuitously. |
Hep meccanen vermişsin bunları. |
From now on, the servanthood I display before You will be with the same measure.' I am relating Bediüzzaman's expressions to 'You alone do we worship.' |
Bundan sonra benim Sana yapacağım şey, Sana karşı bu ölçüde bir ubudiyettir." "İyyake na'budu", Hazreti Pîr'in mülahazasına dayandırıyorum. |
'However, O Lord, this is so difficult. |
"Fakat yâ Rabbi, bu o kadar zor ki. |
Taking into consideration, the combined worship of all creation, the number of particles in the universe that praise and glorify You, including the number of angels, then to say, 'We are Your servants', is a difficult thing to do.' |
Bütün o mahlukatın ibadetini birden mülahazaya alarak, zerrât-ı kâinat adedince hamd u senada bulunmak, melekler sayısınca hamd u senada bulunmak, 'Sana kuluz.' falan demek, çok zor bir mesele." |
In that case, 'From You alone do we seek help' (Al-Fatiha, 1:5). |
Öyleyse, "ve iyyake nestain", "Ve yalnız Sen'den yardım istiyoruz." |
Now, if we tie the topic to this context, it almost becomes a point that requires total concentration. |
Şimdi meseleyi bu mülahazalara bağlı getirince, orada mesele, tam bir konsantrasyon noktasına gelip ulaşıyor. |
In a way, you sing your heart there. |
Artık -bir yönüyle- içinizi orada döküyorsunuz. |
You say, 'You' |
"Sen" diyorsunuz. |
'And we are Your bound and chained slaves' |
"Ve bizler, Sen'in boynu tasmalı bendeleriniz, ayağı prangalı bendeleriniz. |
Your slaves waiting by Your door... |
Kapıkulu köleleriniz. |
We are Your servants; our heads are on the sill of Your door. |
Başları kapının eşiğinde kullarınız Sen'in. |
We say, 'You alone do we worship' (Al-Fatiha, 1:5). |
"İyyake na'budu" diyorsunuz. |
At that moment, one's concentration is at its peak; and you say, 'You alone do we worship and from You alone do we seek help' (Al-Fatiha, 1:5). |
Tam o esnada, konsantrasyon zirvede; "İyyake na'budu ve iyyake nestain" diyorsunuz. |
It is at this moment that Satan will be most intrusive. |
İşte, en çok, böyle bir yerde o şeytan musallat olur. |
I don't know if you tried this at this point? |
Bilmem denediniz mi orada? |
When you recite these blessed words, you might experience forgetfulness in the least. |
O mübarek kelimelere gelince, sizde en azından bir nisyan vaki olur. |
You may say, 'What could be the meaning of this?'; one would question whether one tenth of the things you just recited stay in your mind? |
"Acaba bu ne demek ki?" filan dersiniz; "Şu dediğim şeylerin acaba onda biri akılda kalıyor mu? |
'I wonder what this means' etc... Further, heedless people like me arrange it in a way, where you feel the need to yawn at that moment. |
Acaba bu ne demek?" falan... Dahası benim gibi gafillerde tam o esnaya rast getirir, esneme hissi verir. |
For, 'Yawning is from Satan', our noble Prophet says, 'To sneeze is from the Lord, to yawn is from Satan'. |
Çünkü "Tesâüb şeytandandır" buyuruyor, Peygamber Efendimiz, "Hapşırma, Rahman'dandır; tesâüb, şeytandandır." |
That is to involuntarily open one's mouth wide and inhale deeply due to tiredness or boredom. |
Tesâüb, esneme demektir. |
By taking an oath, that sinful, poor man says: |
Efendim, o -bir günahkâr var ya- zavallı, yemin ederek söylüyor, diyor ki: |
'When I get to "You alone do we worship and from you alone do we seek help", a feeling of yawning takes over. |
"Oraya geldiğimde, böyle bakıyorum, "İyyake na'budu ve iyyake nestain" derken esneme geliyor, tam orada." |
At a place to gives one's full attention, he yawns. |
Yahu, esneyecek yer mi orası; tam konsantre olacağın bir yer. |
What can I do in this case? |
Ne yaparım o zaman? |
The heedless, wrongdoer will say: |
İşte o zavallı/gafil diyor: |
|
Ne yaparım o zaman? |
I will repeat the verse once more, 'You alone do we worship and from you alone do we seek help'. |
Ben de bir kere daha "İyyake na'budu ve iyyake nestain" derim. |
Once again something gets stuck in their mind, and once more, he repeats, 'You alone do we worship and from you alone do we seek help' |
Fakat yine de kafasına takıldığını söylüyor, bir kere daha "İyyake na'budu ve iyyake nestain" diyor. |
Moreover, as you recite, "All praise, supplications, bodily and financial worships, sovereignty and might belongs to God. May peace be upon you, O Prophet', you remember during the ascension the Prophet's immense Prophetic respect and manner and God's response, 'O the one who receives revelation and has the duty of communicating it to people. |
Bir de "Ettahiyyatu lillahi ve's-selavatu ve't-tayyibatu, esselamu aleyke eyyühe'n-Nebi" derken... Miraç muhaveresinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkasının yapması mümkün olmayacak şekilde tâzimât-ı Nebeviyesi ile tâzimâtını takdim ettikten sonra, Allah (celle celâluhu) "Ey insanlara mesajımı ulaştıracak Nebî. |
Peace be upon you! |
Sana selam. |
May peace be upon you in the world and the Hereafter'. |
Dünya ve ahirette esenlik, senin için olsun" buyuruyor. |
Yes, this is indeed the point at which one requires full uninterrupted concentration. |
İşte bir de burası tam konsantre olunacak bir yer. |
God speaks, and in a way you are presenting what He said to the noble Prophet. |
Allah konuşuyor; sen de bir yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın o dediği şeyi, sanki muvacehe karşısında, Efendimiz'e sunuyorsun. |
'Just as my Lord has said: |
"Benim Rabbimin dediği gibi ben de diyorum: |
"Peace be upon you O Prophet!" |
"Esselamu aleyke eyyühe'n-Nebi." |
The poor man explains: In Prayer, a moment of inattention comes, or a moment of oversight or even the desire to yawn. |
İşte, namazdayken, geliyor geliyor -zavallı anlatıyor- geliyor geliyor, tam orada ya bir gaflet, ya bir duyarsızlık veya bir esneme; tam orada geliyor. |
Just as I mentioned before, 'O my carnal soul! You let me lapse just then and disrupted my concentration, so I repeat, "Peace be upon you O Prophet; and the mercy of God and His blessings be upon you."' |
Şimdi orada da -biraz evvel arz ettiğim gibi- "Ha, sen orada bana o gevşekliği getirdin, konsantrasyonuma mâni oldun; öyleyse bir kere daha, "Esselamu aleyke eyyühe'n-Nebi ve rahmetullahi ve berakatuhu." |
One must imagine virtually witnessing the tomb of the Prophet where he walked to the horizon of his spirit, and say: 'Peace be upon you O Prophet; and the mercy of God and His blessings be upon you.' |
Muvacehede, oradaki parmaklıklar gözünün önünde tebellür edercesine, Merkad-i Nebevî'yi, ruhunun ufkuna yürüdüğü yeri âdetâ müşahede edercesine, "Esselamu aleyke eyyühe'n-Nebi ve rahmetullahi ve berakatuhu" diyorsun. |
When you pour your heart out to him so sincerely and offer him that which you received from God, the thing that God said to him, in the belief that you are passing on the Word of God back to him as though it was a trust, you almost hear these words from the Prophet: |
Sen, O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yürekten içini dökünce, Allah'tan (celle celâluhu) aldığın şeyi, Allah'ın O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) dediği şeyi, "Allah'ın dediği o şeyi emanet olarak ben de aynıyla Sana sunuyorum" mülahazasıyla, çok ciddî bir konsantrasyon içinde O'na ifade edince, sanki O'ndan da şunu duyuyorsun: |
Peace be upon us and righteous servants'. 'May trust and well-being be upon me and you, and to all believers'. |
"Es-selamu aleyna ve ala ibadillahi's-salihin", "O esenlik ve güven, dünya ve ahirette emniyet, senin de, Benim de, bütün inanan insanların da üzerine olsun." |
Amen, a thousand, a million times. Grant our prayer, O Lord! |
Âmin, binlerce, milyon kere âmîn; kabul buyur Rabbimiz. |
What he has offered to us is boundless. In response to his boundless loyalty, we must demonstrate allegiance in an honest and sincere manner, follow his path, and constantly act diligently and with determination. |
Bize sunduğu şeyler, nâmütenâhî... O'nun o nâmütenâhî vefakârlığına karşı, nâmütenâhî bir samimiyet ile iltizam etmek, yolunu takip etmek, o yoldan ayrılmamak; gayret, cehd ve azim içinde O'nun yolunda bulunmak. |
By saying, 'If suffering comes from Divine Majesty |
"Gelse Celâlinden cefâ |
Or fidelity from Divine Beauty |
Yahut Cemâlinden vefâ |
Both are a delight to the soul |
İkisi de câna sefâ |
Pleasant is your wrath, and pleasant is Your grace.' |
Lütfun da hoş, kahrın da hoş" demek. |
If the entire world claims to be Yazid, or claims to be Hajjaj, or even Hitler, and if in your entirety you were oppressed in the worst forms, you must say, 'We are pleased with God as our Lord, Islam as our religion, and Prophet Muhammad, peace and blessings be upon him, as our Messenger' to announce your allegiance to God. |
Bütün dünya Yezîd kesilse, Haccâc kesilse, Hitler kesilse ve siz de bütününüzle mazlumiyetin en acısını çeken, mağduriyetin en acısına maruz kalan insanlar olsanız, yine de "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, resûl olarak da Hazreti Muhammed'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk" diyerek, Allah'ın o türlü takdirâtına karşı rızâdâde olarak, rıza duygunuzu ifade etmelisiniz. |
You must always say, 'My God, I ask that You keep me sincere in all of my actions, to earn Your Divine Pleasure, and to turn to You in pure and wholehearted ardour and longing'. |
Sürekli "Allah'ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz" demelisiniz. |
O God, please make us say this. |
Allah'ım, dedirt bunu bize. |
Make our hearts beat with this. |
Söylettir kalbimizi bununla. |
Make us steadfast in turning to You. |
Sana teveccühte sâbit-kadem eyle. |
Do not make us move one inch away from the path of the Prophet. |
Habib'inin yolundan bizi zerre kadar ayırma. |
As I have previously mentioned, our noble Prophet suffered for thirteen years in Mecca and five years in Medina, which makes a total of eighteen years. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir yerde dediğim gibi âcizâne, on üç sene Mekke'de, beş sene de Medine-i Münevvere'de çekti, on sekiz sene. |
The followers of Satan made him suffer for eighteen years out of twenty-three years of his Prophethood. |
Yirmi üç senelik Peygamberlik döneminde, on sekiz sene hep çekti, şeytanın avenesinden. |
Satan has always had followers and still does today. |
E şeytanın avenesi, her zaman var olmuştur. |
And today, those who suffer should endure the tortures of the followers of Satan and say what I have just mentioned: |
Bugün de şeytanın avenesinden çekenler, çektiklerine katlanmalı; biraz evvel dediğim şeyi demeli: |
'We are pleased with God as our Lord, Islam as our religion, and Prophet Muhammad, peace and blessings be upon him, as our Messenger'. We shall say this and trample on the feelings of complaints. |
"Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, resûl olarak da Hazreti Muhammed'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk" Böyle demeli ve bir yönüyle kafalarına gelip takılan şikâyet duygusunu, bunun ile ayaklarının altına almalı, ezmeli, üzerinde raks etmeli. |
We should say, 'You are the best thing to be oppressed and crushed' and trample on the feelings of complaints so that we can strengthen our relationship with God. |
"Sen, tam ezilecek, böyle preslenecek bir şeysin" demeli ve o şikâyet duygusunu ezmeliyiz ki, Allah ile münasebetimizi pekiştirmiş olalım. |
To show the truth of the verse, 'And hold fast all together to the rope of God' (Al Imran, 3:103). |
"Ve topluca Allah'ın ipine yapışın" (Âl-i Imrân, 3:103) hakikatini tam göstermiş olalım. |
You are the travelers of that path. |
Siz, o yolun yolcularısınız. |
Years ago, a conference took place in Turkey called 'The Path of the Prophet', I think. |
Bir konferans, "Peygamber Yolu" şeklinde icrâ edilmişti Türkiye'de, senelerce evvel, zannediyorum. |
The title was well-chosen; it seems to me that the content of the conference was closely linked to the title. |
İsim de isabetli idi esasen; o konferansa mevzu teşkil eden bildiriler de ona göre idi, zannediyorum. |
When I say, 'closely linked', this is totally dependent on our real stature; otherwise we are nowhere near to comprehending him, reflecting him. |
"Ona göre idi" derken, herhalde yine kâmet-i kıymetimize göre bizim; yoksa O'nu tam idrak etmek, O'nu tam aksettirmek, bizim işimiz, bizim kârımız değil. |
We can never fully show him our appreciation, may God allows us to appreciate him; as one cannot comprehend the act of standing behind such a leader without being able to appreciate him. |
O'nu tam takdir edemeyiz, Cenâb-ı Hak, takdire muvaffak kılsın; takdir etmeden de insan, öyle bir Muktedâ-bih'in arkasında olduğunun şuurunda olamaz. |
Beware! |
Amanın. |
I should not fall behind in treading on his footprints. |
O'nun izlerine basmadan geri durmamayalım. |
Shall we use the word 'crawling' instead of 'treading'? |
"Basma" mı, "yüz sürme" mi, diyelim? |
I mean following him step by step. |
Fakat takip etme manasına daha ziyade, adım adım O'nu takip etme. |
Especially the Rightly-Guided Caliphs.... The Rightly-Guided Caliphs... 'Take my path and that of the Rightly-Guided Caliphs. |
Hele o Râşid Halifeler, hele o Râşid Halifeler... "Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler'in yolunu yol edinin. |
Hold on this path as if you were holding it tight with your teeth.' 'My path, my methods, things that I do and the system I have put forward to.' |
Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun." "Benim yolum, yöntemim, yaptığım şeyler, ortaya koyduğum sistem. |
And the Rightly-Guided Caliphs that followed me.' |
Bir de Benden sonraki Râşid Halifelerim." |
Abu Bakr, Umar, Uthman and Ali. |
Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali. |
This was the fourth verse of one of our poet's compositions: |
Bir şairimizin bir manzumesinin dördüncü mısraı: |
'Abu Bakr, Umar, Uthman and Ali.' |
"Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali." |
May God be pleased with all of them! |
Radıyallahu anhüm ecmaîn. |
These 'polished mirrors' have taken what comes from God, without losing a single letter, a single signal, from the Prophet and have lived their lives in this direction, with the permission of God. |
Bu mir'ât-ı mücellâlar, Allah'tan gelen şeyleri tek harfini, tek sinyalini kaybetmeden O'ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) almışlar Allah'ın izni-inayetiyle ve hayatlarını hep o çizgide sürdürmüşler, Allah'ın izniyle. |
God-willing, I hope I am not mistaken; they saw what the Prophet saw, and heard what he heard. |
İnşaallah yanılmıyorumdur, Efendimiz'in gördüğünü görmüşler, duyduğunu duymuşlar, işittiğini işitmişler. |
We read in Muslim, there are narrations that have passed through very different channels. |
Öyle ki Müslim-i Şerif'te okuyoruz; sened açısından çok farklı kanallarla gelen rivayetlerde: |
'If it was possible for me to have a close friend, I would choose Abu Bakr, I would befriend him. |
"Eğer birinin dostum olması mümkün olsaydı, Ebu Bekir'i dost ittihaz ederdim; onunla hıllet/hullet/hallet tesis ederdim. |
But God is my friend'. |
Ama Allah, benim Halil'imdir." |
This reflects a truth, but elsewhere, to honour him [Prophet Abraham], he says: |
Bu, bir hakikatin ifadesidir ama bir yerde kendisini tebcil/takdir manasına: |
'The Khalil (Friend) was Abraham'. |
"Halîl" denince, "O, İbrahim idi" buyurur. |
This is the perfection of my master, that when you mention anyone whilst praising him, he would praise the one you mentioned. |
O, benim Efendim'in kemâlidir; kimi O'nun yanında takdirkâr ifade etseniz, hemen onu öne çıkarır. |
If you said, 'Moses [son of Imran] comes after my Master', |
Bir gün deseniz ki, "Hazreti Musa (Musa İbn Imrân) benim Efendimden sonra geliyordur." |
he would say, as narrated in an authentic tradition: |
Hemen buyurur (sahih hadiste geçtiği üzere): |
'Do not prefer me over Moses, son of Imran'. |
"Beni, Musa İbn İmran'a tercih etmeyin. |
For when we are resurrected and collected in the Hereafter, I will see him hanging onto the columns or curtains of the Divine Throne. |
Zira öbür tarafta haşr u neşr olduğumuz zaman, onu Arş'ın kaidelerine veya örtüsüne tutunmuş olarak göreceğim. |
I do not know, if it is because of his reward for fainting on Mt Sinai, or because he was resurrected before me.' |
Bilemiyorum, O'nun o sâika ile Tûr'daki bayılıp gitmesine mukabil (mükafat) gelmiş de ondan dolayı mı, yoksa Benden evvel dirildi de ondan dolayı mı?" |
What humility! What modesty! |
Sana kurban olayım; bu ne tevazu, bu ne mahviyet, bu ne hacâlettir? |
He speaks and enters hearts in such a way that he does not attract envy or other negative reactions from anyone, and whilst doing this he does not sacrifice meaning or form. Even the most obstinate people say, 'Nothing can be said to this man!' |
Hiç kimsede kıskançlık duygusu, tepki hissi uyarmayacak şekilde, bir üslup, bir ifade ile öyle gönüllere giriyor ki, katiyen aslı-usûlü, üsluba feda etmiyor; en mütemerrid insanlar bile, "Vallahi buna bir şey denmez" diyorlar. |
The Qur'an says: 'So wait patiently for your Lord's judgment, and do not be like the companion of the fish, when he called out choking inwardly (with distress) (Al-Qalam, 68:48). |
Kur'an-ı Kerim, "Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma" (Kalem, 68:48) buyuruyor. |
The companion of the fish, Prophet Yunus, son of Matta. |
Sâhib-i Hût, Hazreti Yunus İbn Mettâ. |
Based on his independent reasoning, he departs from his people, boards a ship, is thrown into the sea, and is swallowed by a fish. |
O, bir içtihad ile, kavmine bela geleceği zaman kavminden ayrılıyor, gemiye biniyor, denize atılıyor, balık yutuyor; "Ya Rabbî. |
'My Lord. You are God, and there is no deity but You.' |
Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. |
'All-Glorified You are (in that You are absolutely above having any defect). Surely, I have been one of the wrongdoers.' |
Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. |
'Surely, I have been one of the wrongdoers (who have wronged themselves)' |
Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. |
'I await your forgiveness, my Lord' (Al-Anbiya 21:87). |
Affını bekliyorum Rabbim" (Enbiyâ, 21:87) diyor. |
It is possible that some, whilst reading the Quran, might think: |
İhtimal ki, bunu Kur'an-ı Kerim'de duyan insanların bazılarının aklından geçebilir: |
'I wonder what Yunus ibn Matta did, that God Almighty punished him?' |
"Acaba Yunus İbn Mettâ ne yaptı ki, Cenâb-ı Hak, böyle yaptı, O'nu -min vechin- tecziye buyurdu? |
And he got up and prayed in that way against that punishment.' |
O da kalktı o tecziyeye karşı öyle niyaz etti." |
With respect to matured people's confronting themselves—in the series of articles published in the Caglayan magazine entitled 'The Prophetic Horizon of Confronting One's Self'—that topic is explored; anyone who is curious can read that article. |
Büyüklerin kendileri ile yüzleşmesi mevzuunda -Çağlayan Dergisi'nde neşredilen "Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku" başlıklı seri makalelerde- o meseleye de temas ediliyor; merak edenler bakabilirler. |
I glorify and sanctify You; there is no other one that is Worshipped by Right, that is the True Desired One. |
Seni tesbih u takdis ederim; Sen'den başka Ma'bud-u bi'l-hak, Maksûd-u bi'l-istihkak yoktur. |
You are purified from all attributes of deficiency. |
Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın. |
The word 'Subhan' (The All-Glorified) expresses this. |
"Sübhân" kelimesi, bunu ifade ediyor. |
He says, 'I was without doubt, I was absolutely, amongst the oppressors'. |
"İnnî" diyor, "Şüphesiz ben, katiyen ben, zâlimlerin tâ kendisinden oldum" diyor. |
When he faces himself, he says this. |
O, kendi ile yüzleşirken, bunu diyor. |
Now, I think, when you hear this, you will say, 'I wonder what he did?' |
Şimdi, zannediyorum, siz de bunu duyduğunuz zaman, "Acaba ne yaptı?" dersiniz. |
To prevent the possibility of people mistakenly wondering 'What did he do?', the monument of humility, our Prophet says, 'Do not prefer me over Yunus ibn Matta'. |
O "Ne yaptı?" mülahazasına, yanlış mülahazasına meydan vermemek için, tevazu âbidesi o Büyük İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Beni, Yunus İbn Mettâ'ya tercih etmeyin" diyor. |
Do you see the greatness? |
Anlıyor musunuz büyüklüğü? |
Greatness is through humility, modesty, shame, denying oneself. |
Büyüklük; tevazudan, mahviyetten, hacâletten, kendini nefyetmekten geçiyor. |
As Bediüzzaman states, 'Negation of a negation is an affirmation. If non-being is negated, existence is proved. |
Hazreti Pîr'in ifade buyurduğu gibi, "Nefy-i nefiy, isbattır"; "yok", yok olsa, "var" olur. |
You are a 'nothing', in terms of your essence. |
Sen, bir "yok"sun, zâtın itibarıyla. |
What are you? |
Sen nesin? |
You are something—like the frames that come one after the other on the cinema screen—that come from Him. |
O'ndan gelen -peşi peşine gelen karelerin birbirini sinema şeridinde takip ettiği gibi- bir şeysin. |
Some people who have expressed this matter have said, 'the Unity of Existence'; and known everything, in one regard, is He; some have said 'the Unity of Witnessing'; and known everything that can be heard or felt is He; Western philosophers have perhaps expressed the same ideas, even though it might be a little bit different, in Pantheism, Monism, and Mysticism. |
Bu mülahazayı ifade eden bazıları, "vücûd" demiş; her şeyi -bir yönüyle- O'ndan ibaret bilmiş; bazıları "şuhûd" demiş; duyulan ve hissedilen her şeyi O'ndan ibaret görmüş; Batılı düşünürler, Panteizme, Monizme vararak -biraz farkla da olsa- belki aynı mülahazaları seslendirmişler, Mistisizm mülahazası içinde. |
Yes, that is all you are; frames that come one after the other; that is all. |
Evet, sen, osun sadece; peşi peşine gelen, birbirini takip eden, eksiksiz birbirini takip eden karelerden ibaret; hepsi o kadar. |
Therefore you are, 'nothing'; 'nothing', in my opinion, should not claim 'existence'. |
Dolayısıyla sen, "yok"sun; "yok" -bence- "var"lık iddiasında bulunmamalı. |
'One who exists in his non-existence does not know non-existence while he exists; |
"Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu |
Strangers to this state are unaware of the pleasure in communion with the Beloved', says a poet. |
Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan" diyor şâir. |
When a person is nothing, like this, he thinks he is something, 'I exist' he thinks. |
Böyle yok iken bir insan, kendini bir şey zannediyor, "Varım" zannediyor. |
Then when he reaches existence, like some people who have reached existence in our day, when he suddenly finds himself in villas, his head spins: |
Bir de varlığa erince, günümüzde varlığa eren birileri gibi birden bire kendini villalar içinde bulunca, başı dönüyor: |
'This isn't enough; I also need some fleets. |
"Bu, yetmedi; bana filolar da lazım. |
Not only on land; I also need to show my power on the sea. |
Sadece karalar benim değil ya; ben, denizlerde de arz-ı endam etmeliyim. |
Everyone needs to see me there as well.' |
Herkes beni orada da görmeli." |
Who knows, maybe if he thinks himself to be something... |
Kim bilir belki kendini bir şey zannediyorsa... |
'The Angels should also observe me; the spiritual beings should also see how I navigate there, like how the fish swim, with the fleets I have made/ordered to be made'... |
"Melekler de seyretmeli; ruhânîler de benim orada nasıl balıkların yüzdüğü gibi yüzdüğümü görmeli, o yaptığım/yaptırdığım filolarım ile" filan... |
'We have three. |
"Üç tane yaptık. |
Just three; the lowest of the multiple. |
Yahu, üç bu; kesretin en azı. |
What if it's five? |
Beş olsa? |
Why shouldn't it be? |
Neden olmasın? |
It should be five; because God is one; He likes odd numbers. |
Beş olsun; çünkü 'Allah, birdir; teki sever.' |
Let it be five.' |
Beş olsun." |
Then it became five. |
Sonra beş oldu. |
'Why shouldn't it be seven? |
"Yedi niye olmasın ki? |
Why shouldn't it be nine? |
Dokuz niye olmasın ki? |
Why shouldn't it be eleven (a blessed number)? |
On bir -mübarek bir rakam- niye olmasın ki?" |
Long-term worldly ambitions; a worldly ambition which has found development and improvement in the dirt of the delusion of immortality; as if he/she will live in this world for eternity. |
Bir tûl-i emel; tevehhüm-ü ebediyet menhus toprağında neşv ü nema bulmuş bir tûl-i emel; sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi. |
Look, if not tomorrow then the other day, if not the other day then the day after, you will go to the Other Side and undertake the punishments for the things you have done. |
Yahu, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha sonraki gün öbür tarafa gideceksin ve ettiklerinin cezasını göreceksin. |
You will repent for the things you have done and cry. |
Ettiklerine nâdim olup ağlayacaksın. |
You will cry and you will feel compassion for those who opposed you. |
Ağlayıp, sana karşı bile olsa, şefkat duyanların içini dağlayacaksın. |
They will burn, they will be burned. |
Yanacaklar, yakılacaklar. |
Even today, they say this for you: |
Bugün bile onlar, senin için diyorlar ki: |
|
"Allah'ım. |
If you want to punish these oppressors, I entreat you, do not punish them with Hell. |
Bu zâlimlere, hâinlere ille de bir ceza vermek istiyorsan, bahtına düştüm, Cehennem ile cezalandırma. |
Whatever you want to do, do it in this world; I entreat you, do not burn my heart on the Other Side. |
Ne yapacaksan yap, dünyada yap; öbür tarafta -bahtına düştüm- benim yüreğimi yakma. |
I cannot bear it. |
Ben, dayanamam. |
Because I saw them at mosques at times. |
Çünkü onları bazen camide gördüm. |
Did they have ablution or not? |
Abdestli miydi, değil miydi? |
They called themselves 'Muslim'. |
'Müslümanım.' diyorlardı. |
Was that truly from their heart? |
Gerçekten o, kalblerinin sesi miydi? |
Was it 'inner assent' or just 'verbal affirmation'? |
'Tasdîkun bi'l-kalb' miydi, yoksa sadece 'ikrârun bi'l-lisan' mıydı? |
How should we know?' |
Ne bilelim biz?" |
Islamic theology considers them believers, when they express 'verbal affirmation'. |
İkrârun bi'l-lisan'da bulununca, onu Usûlüddin uleması, "mü'min" sayıyor. |
Because we cannot know one's true intention. |
Çünkü içini bilemeyiz biz onun. |
Our noble Prophet warns such a person. |
Öyle birisini, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikaz ediyor. |
Who is 'such a person'? |
Kim o "öyle birisi"? |
It is his much loved, most beloved, Usama ibn Zayd. |
Çok sevdiği, canından aziz bildiği, Üsâme İbn Zeyd. |
God's Messenger adopted his father Zayd ibn Haritha, but was not of his blood. |
Allah Rasûlü, onun babası Zeyd İbn Hârise'yi evlatlık edindi ama evladı değil, mevâlîsinden. |
That noble Usama, the son of Zayd, corners an enemy in battle. |
İşte o Zeyd İbn Hârise'nin oğlu Hazreti Üsâme, bir yerde savaşta düşmanı sıkıştırıyor. |
The enemy finds refuge under a tree. |
Düşman, bir ağacın altına sığınıyor. |
When he is cornered there, he says, 'There is no deity but God, Muhammad is the Messenger of Allah'. |
Orada sıkışınca, "Lâ ilahe illallah, Muhammedun Rasûlullah" diyor. |
He believes the enemy said this 'out of fear', and kills him. |
O da "Korkudan bunu söyledi" diye onu öldürüyor. |
When this report reaches to the Pride of Humanity, Usama says, 'He only said it out of fear O Messenger of God'. |
Bu haber, İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşınca, o "Korkusundan söyledi yâ Rasûlallah" diyor. |
This is the person God's Messenger loved more than his own life, and appointed him as the commander for the armies that marched towards the Byzantines. |
Allah Rasûlü'nün, canından artık sevdiği ve ruhunun ufkuna yürürken Bizans'a karşı gönderdiği ordunun başına kumandan yaptığı insan. |
I believe Usama ibn Zayd was twenty something years old; however was very skilled, and equipped like his father. |
Zannediyorum Üsâme İbn Zeyd, yirmi küsur yaşında ya var ya yok; fakat kabiliyetli, babası gibi donanımlı. |
Even the noble Umar participated in that army as a soldier. |
Hatta Hazreti Ömer, o ordunun içinde bir er olarak sefere iştirak ediyor. |
Later, despite being the caliph, Abu Bakr says to the commander in chief Usama: |
Sonra Hazreti Ebu Bekir efendimiz halife olmasına rağmen, başkumandan Hazreti Üsâme'ye diyor ki: |
'If only you gave Umar to me so that he may be apart of the consultation of certain matters.' |
"Ömer'i bana versen de bazı meselelerin meşveretine iştirak etse." |
What kind of manners are these? |
Bu ne terbiyedir bunlarda? |
What kind of maturity is this? |
Bu nasıl olgunluk? |
Revert back to the 'being a shiny mirror' example so that the matter can be better understood. |
Biraz evvelki o "parlak ayna olma" mülahazasına ircâ edin ki mesele anlaşılsın. |
'Give Umar to me so that I may consult with him certain matters.' |
"Ömer'i bana ver ki bazı meseleleri istişare edeyim." |
Yes, the person whom the Messenger of God loved says, 'That man forcibly said the testimony of faith, in fear, with compulsion.' |
Evet, Allah Rasûlü'nün o sevdiği insan, "O adam kelime-i şehadeti zorundan, korkudan, ikrah ile söyledi" diyor. |
God's Messenger says: |
Buyuruyor ki, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam): |
'Did you split open his heart and check?' |
"Yarıp kalbine mi baktın?" |
Thus the main issue is having faith by 'inner assent or confirmation of the heart'; but we cannot know that. |
Demek ki esas mesele, imanın "tasdîkun bi'l-kalb" olmasıdır; fakat onu da biz bilemeyiz. |
Verbal affirmation, in one way, is the translation of the confirmation of the heart. |
"İkrârun bi'l-lisan" (dil ile söylemek) bir yönüyle, onun (kalb ile tasdikin) tercümanıdır. |
And when a person says it in such words, then you must accept it to be so. |
Ve öyle deyince bir insan, siz de onu öyle kabul etme mecburiyetindesiniz. |
Especially if they come to the mosque, especially if they are seated in the front row... |
Hele bir de camiye geliyorsa, hele bir de ön safta yerini alıyorsa... |
Why? |
Neden? |
Because sitting in the front row, especially behind the Imam, is multiplied in reward compared to other rows. |
Çünkü ön safta, hususiyle imamın arkasında durma, diğer fertlere göre sevabı kat kat onun. |
Especially if he is in that place... |
Bir de orada duruyorsa... |
Although in all of these matters, being seen in the mosque, specifically behind the Imam, and also getting up before everyone else for Prayer, as if saying 'look at where I am standing' and in doing so using one of the religion's holiest facets, Prayer, for one's own worldly gain. |
Fakat bütün bu mülahazalarında camide görünme, bir de ön safta imamın arkasını kollama, bir de herkesten evvel ayağa kalkma, "Bak nerede duruyorum ben, bilin ha" filan der gibi bir hal sergileme ve böylece dince en mukaddes bir şey olan namazı kullanma gibi şeyler de olabilir. |
However, we must make our judgments according to the apparent reality. |
Ne var ki biz zahire göre hüküm vermek zorundayız. |
Prayer is the key principle which runs our religion, in the words of the Imam of Alvar: |
"Sefine-i din"i yürüten bir şeydir namaz, Alvar İmamı'nın ifadesiyle: |
'Prayer is the pillar of religion, its light |
"Namaz, dinin direğidir, nurudur |
Prayer drives the ship of religion |
Sefine-i dini, namaz yürütür |
Prayer is the master of all worship |
Cümle ibadetin namaz piridir |
Can there be Islam without Prayer?' |
Namazsız, niyazsız İslam olur mu?" |
When you look at it from that perspective, and say something about that matter, I think a distant voice, from a realm of more than 1400 years ago, a voice from another realm will say, 'Did you split open his heart? How do you know' it would say. |
Bu şekilde gördüğünüz zaman, e artık siz bir şey deseniz onun hakkında, size -zannediyorum- çok uzaktan, bin dört yüz küsur sene evvelki bir âlemden, öteki âlemden gelen bir ses, "Yarıp kalbine mi baktınız? Ne biliyorsunuz" falan diyecektir. |
'What do you know, that you are calling people "renegade" or "hypocrite"?' and such-and-such. |
"Ne biliyorsunuz da, 'Dönme.' diyorsunuz, 'Münafık.' diyorsunuz?" filan. |
That voice will come and hit the ear of the conscience; hit the ear of the conscience. |
Gelir o ses, tın tın vicdan kulağına çarpar; tın tın vicdan kulağına çarpar. |
If their punishment is to burn in the fire of Hell, we wouldn't want it; because our bosoms will burn there. |
Cezaları, Cehennem'de yanmaları ise şayet, onu istemeyiz; çünkü orada bizim yüreğimiz yanar. |
Look, instances of oppression and cruelty continue to take place one after the other. |
Bakın, zulüm tabloları birbirini takip ediyor; tabloya, tablo ekleniyor. |
And all of it is being recorded in the deeds of those tyrants. |
Ve hepsi, o zalimlerin hesabına kaydoluyor. |
There are hundreds, or even thousands of people who have a connection with each person who is facing oppression and cruelty. |
Zulüm gören her bir fert ile irtibatlı belki yüz insan, belki bin insan var. |
Say there are a hundred thousand souls wailing in distress today; with the women, children, the elderly, and the youth. Say there are a hundred thousand people groaning in suffering, who have been ripped away from their homes and families. |
Yüz bin insan, bugün ızdırap ile inliyorsa, kadını ile, erkeği ile, çocuğu ile, yaşlısı ile, genci ile, ihtiyarı ile yüz bin insan inliyorsa, yurdundan yuvasından edilmiş ise... |
This number can be multiplied greatly to understand the true extent to which how many people are suffering from all this cruelty. |
Bunu yirmi ile, otuz ile, kırk ile, elli ile -alakadarlık cihetiyle- çarptığınız zaman, milyonlar yapar. |
You are torturing millions of people, making them weep in pain. |
Milyonlara ızdırap çektiriyorsunuz, kan kusturuyorsunuz, ağlatıyorsunuz. |
They are prostrating in Prayer, and as they put their forehead on the floor, what comes to their mind is 'O God, do with them as they deserve' instead of 'Glory be to God, the Most Exalted'. |
Namazda başlarını yere koyuyorlar; "Sübhane Rabbiyel a'la" diyeceklerine, akıllarından geçen şey, "Allah'ım, bunların haklarından gel" oluyor. |
I also say: |
Ben de diyorum: |
'O God, we refer those tyrants to you. |
"Allah'ım o zalimleri sana havale ediyoruz. |
O God, we refer those tyrants to you. |
Allah'ım o zalimleri sana havale ediyoruz. |
Do not let them achieve their evil ambitions. |
Onları kötü emellerine ulaştırma. |
Help us against them. |
Onlara karşı bize yardımcı ol. |
|
Onlara karşı bize yardımcı ol. |
Let them fall on their own traps which they have set up for our suffering. |
Bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde olsun. |
Yes, let them fall on their own traps which they have set up for our suffering, and let an evil fate always be with them. |
Evet, kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde dolaşsın. |
O God, let them fall on their own traps which they have set up for our suffering, and let an evil fate always be with them.' |
Allah'ım, bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde olsun." |
Yes, this is the extent to which the matter has come. |
Evet, işin encâmı, bu. |
May God Almighty protect them from suffering in the afterlife. |
Öbür tarafta Cenâb-ı Hak, çektirmesin. |
Let them be punished for all that they have done in this short, temporary life. |
Çekecekleri şeyleri bu dar dünyada, dar alanda çeksinler. |
Let us not weep for their fate when they are destined to eternal punishment in Hell. May God not punish them as such. |
Cehennem'e koymakla, Mahşer'de terazinin günahlarından dolayı kırılması karşısında bizi ağlatmakla, Allah (celle celâluhu) onları öyle cezalandırmasın. |
May He give them the lightest of punishments, the punishment of this world. |
Cezanın en hafif faslıyla, yani dünyada cezalandırsın. |
Even if God were to punish them with death in this world, it would still be favourable; because what value does this have in regards to the eternal life? |
Onları dünyada ebedî ölüme mahkûm etse bile, yine o hafif kalır; çünkü ebedî âleme nispeten ne kıymeti var ki bunun? |
Yes, I said it with this consideration. |
İşte, o mülahaza ile dedim. |