• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Farklı Kültür Ortamları ve Temel Disiplinler

Soru: İnsanın dini yorumlaması ve genel mülâhazalarının oluşmasında, içinde yaşadığı siyasî, içtimaî ve iktisadî şartların tesiri söz konusu olabilmektedir? Farklı kültür ortamları içinde bulunan fertler, mezkûr şartların tesiri altında kalarak yanlış anlayış ve yanlış yorumlara düşmemek için hangi hususlara dikkat etmelidir?

Farklılık Mülahazası Şeytan'dandır

Farklılık ortaya koyma gayreti hep şeytandandır. Kendini farklı düşünme, kıdem farklılığına girme, gelecek adına pay sahibi olma arzusu.. bunların hepsi şeytanî tuzaklardır. "Hele bana bir fırsat verilse, bak ben nasıl konuşurum. Kalemimi nasıl konuştururum.." gibi mülahazalar İnsanı Odetta'nın akıbetine sürükler. Ruhunun taşlaşacağı bir son onu bekler.

En büyük belalardan birisi İnsanın kendini farklı görmesidir. İnsanlığın başına büyük felaketler bundan dolayı gelmedi mi? Kendini üstün soy, ari ırk sayanlar dünya savaşlarına sebebiyet verdiler.

"Kul peygamber ol"; Allah'ın, Nebi'sine telkini budur. Biz, bütün İnsanlığı cennete götürecek bir yol bulsak, yine de farklı İnsanlar değil; kabul buyururlarsa "İnsanlar içinden bir İnsan" olduğumuz mülahazasını sürekli muhafaza etmeliyiz. Biraz mürekkep yalayanlar farklılık sendromundan kurtulamıyorlar. Sanki mürekkepte bir virüs var, ondan hastalık kapıyorlar.

Faydalı tenkidin esasları

Faydalı tenkidin esasları

Soru: Hemen her meselede daha iyiyi ve güzeli yakalamanın önemli bir vesilesi sayılan "tenkid"in müspet ve faydalı olması hangi hususlara bağlıdır? Âdâp açısından, tenkit eden ve edilen kimselerin gözetmeleri gereken esaslar nelerdir?

Cevap: Bir söz, fiil ve davranışı kritik etme, onun menfi ve müspet yanlarını ortaya koyma ve olanla olması gereken arasında mukayese yapma mânâlarına gelen tenkit, ideale yürümek için kullanılan önemli ilmî esaslardan biridir. Bu yönüyle o, selef-i salihîn döneminden itibaren kullanılagelmiştir. Mesela, Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) nakledilen rivayetlerin sıhhatini tespit etmek için senet ve metin tenkidi yapılmıştır. Esasında sadece hadis sahasında değil, umumî mânâda, nassların delâlet ettiği mânânın anlaşılması, âyet ve hadislerin tevil ve tefsirinin yapılması gibi mevzularda hakikatin ortaya çıkması adına tenkit metodu, ilk dönemden itibaren, kendisine başvurulan önemli bir disiplin olmuştur. Bu ilmî disiplin sayesinde, çok sağlam bir filtre oluşturulmuş ve İslâm'ın içine karıştırılmak istenilen yabancı fikirlerin önüne geçilmiştir. Münazara ilminin de geliştirilmesiyle birlikte yapılan müzakerelerde müsademe-i efkâr ve müdavele-i efkâr sayesinde ortaya konulan yorum ve içtihatlar değerlendirilmiş, kritiğe tâbi tutulmuş, muhkemâtla test edilmiş ve böylece bârika-i hakikatin ortaya çıkması sağlanmıştır.

Hususiyle senet tenkidi alanında öyle ciddî bir birikim oluşmuştur ki, cerh ve tâdil açısından hadis râvilerinin değerlendirilmesi ve kritiğe tâbi tutulmasıyla ilgili ciltlerce eser yazılmış ve böylece Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) nakledilen rivayetlerin doğruluğu tespit edilmiştir. Ne var ki ulema böyle önemli bir mevzuda tenkitte bulunurken bile, maksadı aşan beyanlarda bulunmamaya son derece önem vermiş ve hassasiyetle hareket etmişlerdir. Mesela, nakd mevzuunu ilk defa sistemli olarak ortaya koyanlardan birisi olan Şu'be İbn Haccac Hazretleri, hadis ricâlinin tenkidiyle alakalı olarak, "Gel, Allah yolunda biraz gıybet edelim!" ifadesini kullanmış ve böylece hem bu işin yapılmasının zaruretine, hem de bunun sadece Allah rızası için yapılması gerektiğine dikkatleri çekmiştir.

Evet, bizim dünyamızda, bilhassa hicrî ilk beş asır itibarıyla, gerek dinî, gerekse pozitif ilimler sahasında, en güzele ulaşma adına tenkit metodu kullanılmıştır. Dolayısıyla günümüzde de her zaman bu ilmî usûle müracaat edilebilir; yeter ki tenkit edilen konuda insaf elden bırakılmasın, edep muhafaza edilsin ve mesele hep hassasiyetle ele alınıp takdim edilsin. Bu noktada tenkit âdâp ve usûlü diyebileceğimiz bazı esaslar ortaya çıkmaktadır ki, onları şu şekilde hulasa edebiliriz:

İnsaf ve yumuşak üslûpla çözülen kilitler

Tenkide tâbi tutulan konu, çok sağlam bir üslûpla ortaya konulmalı ve sunuş esprisi açısından konuşma tarzının insanî olmasına azamî derecede dikkat edilmelidir. Yani tenkit, muhatabın tepki vermeyeceği, rahat kabul edebileceği bir tarzda yapılmalıdır. Şayet siz, belli problemlerin çözümüyle ilgili sahip olduğunuz alternatif düşüncelerinizi, makul yaklaşımlarınızı insaflı, yumuşak ve insanî bir üslûpla ortaya koyarsanız, başkaları tarafından saygıyla karşılanırsınız ve fikirleriniz de kabul görür. Mesela siz bir konuyla alâkalı fikrinizi beyan ediyorsunuz. Fakat muhatap olduğunuz kimse bunun tam aksini düşünüyor. Böyle bir durumda şayet siz, "Efendim, ben bu meseleyi böyle biliyordum. Fakat sizin ifadelerinize baktığımda meselenin farklı bir yanı olduğunu da gördüm." şeklinde bir mukabelede bulunursanız, belki de karşı taraftaki kişi bir süre sonra tekrar size gelecek ve "Daha önce konuştuğumuz mesele, sizin dediğiniz gibiymiş." diyecektir. Bu defa da siz, "Teşekkür ederim, ne kadar da insaflısınız." diyerek mukabelede bulunacaksınız. Bu itibarla insan, hakikatin saygıyla kabullenilmesi ve sinelere mâl edilmesi adına gerekirse kendi benliğini, kendi tecrübe ve bilgi birikimini biraz ayaklar altına almalı ama hakkın hatırını hep yüksekte tutmalıdır. Başka bir ifadeyle, makulün makul karşılanması arzu ediliyorsa, başkalarının çok defa makul olmayan düşünceleri bile kendi makuliyeti içinde değerlendirilmeli, onlara karşı sineler her zaman açık tutulmalı ve onların hak ve hakikati kabullenebileceği bir samimiyet ortamı oluşturulmalıdır.

Umuma konuşma ve perdeyi yırtmama

Tarih şahittir ki, hangi sahada olursa olsun, başkalarının düşüncelerine saygı duymayan, onları sahte para gibi sürekli bir kenara atan ve "boş" olarak gören bir insan, hiç farkına varmaksızın, kendisine faydalı olacak pek çok "dolu"yu da zayi edebilir. Bu açıdan sahte para da olsa, bakır, demir, kurşun da olsa, hepsinin belli ölçüde saygıyla karşılanması bir prensip olarak benimsenmelidir. Böyle hareket edilebildiği takdirde, ortaya konulan doğruların muhataplara kabul ettirilmesi adına çok isabetli bir yol keşfedilmiş olacaktır. Aksi takdirde, ne kadar güzel fikir ve projeler ortaya konursa konsun, insanların alnına tokmakla vuruyor gibi onların dem ve damarlarına dokunduracak şekilde ifade edilen sözler asla hüsnükabul görmeyecektir. Hatta tenkit edilen mevzu, sarih nasslarla çerçevesi belirlenmiş dinî konudaki bir yanlışlık olsa da, üslûba dikkat edilmediği takdirde tepkiyle karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır. Mesela siz bir arkadaşınızın harama baktığına şahit oldunuz. Şayet siz aranızdaki perdeyi yırtacak bir üslûpla onun karşısına geçer ve "Sen şöyle şöyle yapıyorsun. Azıcık panjurlarını kapa da günaha karşı böyle açık durma!" derseniz, bu tenkidiniz onu -Allah korusun- şeytanî mülahazaların vekili hâline getirebilir. Hususiyle muhatabınız, tavır ve davranışlarının tenkit edilmesine hazır değilse, eleştirileri hazmedip sindiremiyorsa, sizin ona karşı yapacağınız her eleştiri tepkiye sebebiyet verecek, onun içinde hakka karşı saygısızlık duygusunu uyaracak ve belki de onu kendi değerlerine düşman hâle getirecektir. Böyle bir kişi kendisine anlatılanların hak olduğuna inansa bile, tepesine vurulmasından kaynaklanan ruh travması sebebiyle bâtılı hak göstermek için kafasında ne felsefeler ne felsefeler oluşturacak, yorganı başına çektiği anlarda bile kafasında sürekli kendisine yöneltilen eleştirilere vereceği cevabı kurgulayacaktır.

Bu açıdan bir meselenin kritiği yapılırken, şahıslar doğrudan muhatap alınmadan dolaylı anlatım yolu tercih edilmelidir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir ferdin kusur veya yanlışına muttali olduğunda, bunu onun yüzüne söylemiyor, insanları bir yerde topladıktan sonra genele konuşuyor ve yarası olan o zatın da bu konuşmadan dersini almasını temin ediyordu. Mesela Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) zekât memuru olarak bir bölgeye gönderdiği bir şahıs, halktan topladığı vergileri teslim ederken, "Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi." deyince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) minbere çıkmış, doğrudan o şahsı muhatap almadan şu ikazda bulunmuştur: "Ben sizden birini Allah'ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, 'Şu size aittir, bu da bana hediye edilendir.' der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da hediyesi ayağına gelseydi ya?" (Buhârî, eymân 3; Müslim, imâret 26)

Bir de tenkidi kimin yaptığı çok önemlidir. Eğer birisine bir şey anlatılması gerekiyorsa, "illa ben anlatacağım" dememeli, bu vazife o şahsın çok sevdiği başka bir insana bırakılmalıdır. Zira böyle bir durumda o sevilen zatın tenkitleri bile iltifat kabul edilecektir. Evet, söylediğiniz sözün tepki alacağını düşündüğünüzde, onu bizzat kendinizin söylemesi yerine sözü bir başkasına bırakmalısınız. Zira önemli olan, hakikatin kimin tarafından ifade edildiği değil, onun sinelerce kabul edilmesidir.

Söz buraya gelmişken Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Efendilerimizle ilgili anlatılan bir menkıbeyi nakletmek faydalı olacaktır. Her ne kadar bu menkıbe sıhhatli hadis kitaplarında yer almasa da, ibret alınması gereken önemli dersler ihtiva ettiği muhakkaktır. İşte bu menkıbeye göre; Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Efendilerimiz, abdest almak için bir yere geldiklerinde orada, abdest alırken etrafa su sıçratan ve uzuvlarını tam yıkamayan bir zat görürler. Derin firaset sahibi bu iki nadide fıtrat, kendi aralarında ne yapacaklarını kararlaştırdıktan sonra ona yaklaşır ve ondan kendi aldıkları abdestlerini kontrol etmesini isterler. Daha sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Ali'den (radıyallahu anh) nasıl görmüşlerse o şekilde güzelce abdest alıp "Amca hangimizin abdesti daha güzel oldu?" derler. Aleyhinde herhangi bir tân u teşnide bulunulmayan ve yanlışı yüzüne vurulmayan bu kişi de vicdanen çok rahat bir şekilde, "Evladım, ikinizinki de güzel. Asıl benim abdestim güzel değilmiş." der. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, yanlışı düzeltme ve doğruyu göstermede kullanılan üslûp, sunuş tarzı ve kullanılacak malzeme, tenkit edilen meselenin kabulü adına çok önemlidir.

Tenkide tahammül edebilen bir muhatap yetiştirmek

Öte yandan, muhatapları, tenkitler karşısında tahammül edebilir bir seviyeye getirmek ve onlarda hakka saygı düşüncesini uyarmak da meselenin ayrı bir yönünü teşkil eder. Bu ufku yakalayan sahabe-i kirâm, gördükleri hataları çok rahat bir şekilde birbirlerine söylüyorlardı ve bu durum, onların arasında herhangi olumsuz bir tepkiye de sebebiyet vermiyordu. Mesela Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün hutbe verirken evlilik meselesini kolaylaştırma adına bir kısım stratejilerden bahseder ve bu arada mehrin de herkesin kaldırabileceği bir seviyede tutulması gerektiğini hatırlatarak evliliklerde mehir olarak çok para istememeleri konusunda insanları ikaz eder. Aslında onun dile getirdiği bu mesele, bir kısım suiistimallerin önünü alma adına oldukça makul bir çözümdür. Bugün itibarıyla da bu meselede gösterilecek anlayış ve hassasiyetin içtimaî bir problemi çözme adına eda edeceği fonksiyon açıktır. İşte Hazreti Ömer Efendimiz, bu duruma dikkat çekerken arkadaki maksurede duran yaşlı bir kadın onun bu sözleri karşısında perdeyi sıyırır ve "Yâ Emire'l-Mü'minîn! Bu konuda senin bildiğin, bizim bilmediğimiz bir âyet veya hadis mi var? Zira Kur'ân-ı Kerim,

وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآَتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا فَلَا تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْئًا
"Bir eşinizden ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da, içinden ufak bir şey bile almayın." (Nisâ Sûresi, 4/20) buyurmak sûretiyle bu mevzuda bir miktar tayin etmiyor." der.

O gün itibarıyla, dünyanın iki süper gücüne kendisini dinlettiren, Türkiye'nin yirmi misli kadar büyük bir devletin reisi olan halife-i ruy-i zemin, yaşlı bir kadının bu sözleri karşısında hemen durur ve dudaklarından şu kelimeler dökülür: "Yâ Ömer! Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun." (el-Beyhakî, es-Sunenü'l-kübra, 7/233) Bildiğiniz üzere, Hazreti Ömer Efendimiz'in bu hususiyetinden dolayı kendisine "el-vakkâf ınde'l-hak" demişlerdir. Yani o, hak söz konusu olduğu bir yerde, yokuş aşağı giden bir arabanın fren yemesi gibi anında durmasını bilen bir insandır. İşte insanlarda bu duygunun hâsıl edilmesi gerekmektedir. Bunun için de herkes kendisine yönelecek tenkitlere hazır hâle gelmek için bir kardeş edinerek ve onunla bir anlaşma yaparak ona, kendi tavır ve davranışlarında gördüğü her türlü aykırılığı ve kusuru çok rahatlıkla kendisine söyleme salâhiyeti vermesi gerekir.

Netice itibarıyla bazı meseleleri tenkit etmeyi, daha doğrusu tashih etmeyi düşünen bir kişi, öncelikle ifade edeceği mevzuları çok iyi araştırıp doğruyu söyleme adına ciddî bir ceht ve gayret ortaya koymalıdır. İkinci olarak bir meseleyi kritiğe tâbi tutarken mutlaka karşı tarafın hissiyatını göz önünde bulundurmalı ve onun söylenilenleri hazmetmeye hazır olup olmadığını hesaba katmalıdır. Tepki alacağını bildiği yerlerde, bir hakikati "İlle de ben ifade edeyim." dememeli ve hakikatin dile getirilmesi işini, sözü daha tesirli olan insanlara bırakmalıdır. Bazı devirlere nispeten enaniyetin çok öne çıktığı ve insanların eleştiriye tahammül edemedikleri günümüz şartlarında, bu hususlara dikkat edilmesi daha bir önem kazanmaktadır. Tenkide uğrayan insanlar da, hakkın hatırını her şeyden âli tutmalı ve eleştirilere tepkiyle karşılık vermek yerine teşekkürle mukabelede bulunmalıdır. Zira Hazreti Pîr'in dediği gibi, sırtında akrep olduğunu haber veren yani ona kusurlarını gösteren bir insana ancak rahmet okunur ki, bu da bir olgunluk ifadesidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

 

Faydasız ve faydalı “keşke”ler

Fethullah Gülen: Faydasız ve faydalı “keşke”ler

Soru: Furkan Sûresi’nde yer alan,

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا يَا وَيْلَتَا لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا
“İşte o gün zalim, parmaklarını ısırır ve şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!” (Furkân Sûresi, 25/27-28)

şeklindeki hayıflanma, ağlayıp sızlanma hâli hangi yanlışlıkların ahirete yansımasıdır? Ötede faydasız “keşke”lerin ağına düşmemek için burada dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Âyet-i kerime وَيَوْمَ“İşte o gün” ifadesiyle dehşet verici bir günden haber vererek başlıyor ve akabinde, yüz ekşiten böyle bir günde zalim kişinin esef ve pişmanlık duyguları içinde parmaklarını ısıracağını bildiriyor. Arapçada bir idyum olan “parmak ısırma” tabiri, insanın telehhüf (esefle hayıflanma, ağlayıp sızlanma), teessür (üzüntü ve kederle iki büklüm olma) ve tahassür (hasretle yanıp yakılma) duyguları içindeki pişmanlık hâlini ifade etmek için kullanılır.

Âyetin devamında, zalimin pişmanlık duygusu şu ifadelerle dile getirilir:

يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا
“Keşke o şanı yüce peygamberle beraber aynı yolu tutup gitseydim.”

Zalimin duyduğu pişmanlık sadece bununla sınırlı değildir. O, hasret ve keder içindeki pişmanlık hâlini bir de şu ifadelerle dile getirir:

يَا وَيْلَتَا لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا
“Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!” Yani “keşke falan haini, densizi dost edinip, onun alkışçısı olmasaydım! Keşke sapıkların yoluna gitmeseydim!”

Ne var ki onun ahiretteki bu “keşke”leri kendisine hiçbir fayda vermeyecek, bilâkis nedametini ikileştirecektir. Farklı bir tabirle orada “keşke” demek, beyhude enerji sarf etmek olacağından, sadece insanın musibetini katlayacaktır. Vakıa, pişmanlık ifade eden bu sözler ahirette söylenebileceği gibi, belki can hulkuma gelip, el el ile ayak ayak ile “elveda”, “elfirak” ettiği veya ahiret âlemine ilk adım sayılan berzah hayatına girildiği zaman da söyleniyor olabilir. Ancak her ne zaman söylenirse söylensin şurası muhakkak ki, bu ifadeler, eldeki fırsatları göz göre göre kaçırıp zayi eden bir insanın esef, hasret ve hicran dolu sözleridir.

“Keşke”lerin en büyüğü

Ahirette insanı, üzüntü ve pişmanlıkla iki büklüm hâle getirecek, onu içten içe yakıp kavuracak ve esefle “keşke” dedirtecek pek çok günah ve yanlışlık olsa da, bunların en başta geleni küfürdür. Çünkü baştan başa bütün kâinat, cümle cümle, kelime kelime, harf harf Allah’ı ilân etmektedir. Evet, insan önyargısız ve insaflı bir şekilde kâinat kitabına kulak verdiğinde, ondaki hangi kelime, hatta hangi harfi dinlese hepsinden “Lâ ilâhe illallah” sesini işitecektir. Bu apaçık gerçekten dolayıdır ki, İmam Maturidî Hazretleri, kendilerine peygamber gönderilmemiş insanların bile Allah’ı bilmekle mükellef olduklarını ifade etmiştir. Vakıa, kendilerine peygamber gönderilmeyen kişiler, her ne kadar Allah’ı (celle celâluhu) yüce vasıfları ve esmâ-i hüsnası ile tanıyamasa ve Zât-ı Baht’ı nübüvvet ve vahiy ölçüleri içinde bilemeseler de, onlar kâinat kitabına baktıklarında mutlaka bir yaratıcı olduğuna hükmedeceklerdir. Nitekim cahiliye döneminde Hazreti Ömer Efendimiz’in amcası Hazreti Zeyd, böyle bir düşünceyi; “Bir yaratıcı olduğunu biliyorum. Ama benden istediği nedir, onu bilemiyorum. Ah keşke benden isteği nedir, onu bilsem ve ölesiye yerine getirseydim.” (Bkz.: Buhârî, menâkıb 24) meâlindeki ifadelerle dile getirmiştir. Hâsılı, insanı ötede pişmanlıkla kıvrandıracak, içten içe yakıp kavuracak en büyük “keşke”, imandan mahrum bir hâlde ruhunu teslim etmektir.

Hidayete erdikten sonra tekrar dalâlete düşme de ötede insana “keşke” dedirtecek büyük günahlardan bir diğeridir. Zira imanla küfür, hidayetle dalâlet arasında ince bir perde vardır ve insan küçük bir hareketle kendini hemen öbür tarafta bulabilir. Bundan dolayıdır ki, inanan insanlar olarak biz, sünnetleriyle beraber kıldığımız beş vakit namazda günde kırk defa Cenâb-ı Hak’tan sırat-ı müstakim talebinde bulunuyor; daha sonra da صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْdiyerek, (Fâtiha Sûresi, 1/6-7) Allah’ın nimetleriyle donattığı insanların yoluna tâbi olmayı istiyoruz. Başka bir âyette Allah Teâlâ’nın nimetlerine mazhar olan kimselerin, nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kimseler olduğu ifade ediliyor. (Nisa Sûresi, 4/69). İşte biz her gün namazlarımızda kırk defa Cenâb-ı Hak’tan bizi bu dört zümrenin yoluna hidayet eylemesini diliyoruz. Arkasından da,غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ(Fatiha Sûresi, 1/7) demek suretiyle, Allah’ın azamet ve rahmetine sığınıyor ve böyle bir hidayetten sonra, “Allah’ım bizi gazaba uğramış ve sapmışlar güruhundan olmaya mahkûm eyleme!” diyoruz.

Demek ki, “Artık biz yolumuzu bulduk. Bu vakitten sonra bu yolda hiç kaymadan, düşmeden, sürçmeden, devrilmeden, kündeye gelmeden, şeytanın oyunlarına takılmadan hedefimize varırız.” şeklindeki düşünce sadece bir kuruntudur. Zira hiç kimsenin, bulunduğu yolda son nefesini teslim edinceye kadar yürüme teminatı yoktur. Hatta bu konuda emniyete kapılan bir insan, kendi emniyetini tehlikeye atmış demektir. Zira akıbetinden emin olan bir kimsenin, akıbetinden endişe edilir. Bu itibarla insan her an, hidayetten sonra tekrar dalâlete düşebileceği endişesiyle tir tir titremeli ve bu konuda sürekli ciddî bir metafizik gerilim içinde bulunmalıdır. Evet, insan, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa kendisini nefsiyle baş başa bırakmaması ve şeytanların “hemz ü lemzinden” sıyanet buyurması için sürekli Cenâb-ı Hakk’a yalvarmalıdır. Çünkü kendisiyle cennetler peylenen, rıdvan kazanılan ve Cenâb-ı Hakk’ın cemâline namzet olunan iman hakikati çok kıymetli bir cevherdir. Bu kıymetli cevheri çalmak isteyen, ağını kurmuş bekleyen insî ve cinnî şeytanlar vardır. O hâlde insana düşen vazife, bu kıymetli cevhere sahip çıkmak, insî ve cinnî şeytanların saldırılarına karşı onu koruyup kollamak ve bu mevzuda sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaktır.

İnsanı yerin dibine batırabilecek zaaflar

Hazreti Pîr’in Hücümat-ı Sitte’de saydığı virüslere yakalanma da, sırat-ı müstakimden bir sapma olduğundan, insana ötede çok acı “keşke”ler çektirtebilir. Esasında orada anlatılan altı virüsten her biri, insanı tek başına yere serebilir. Yani makam arzusu, şöhret düşkünlüğü insanı tek başına kündeye getirdiği gibi korku da tek başına onu kündeye getirebilir. Aynı şekilde açgözlülük, ırkçılık düşüncesi, bencillik, tembellik ve rahata düşkünlük de tek başına insanı ölüm yatağına düşürebilir. Bunların her biri tek başına insanı yere serdiğine göre, bir de bu mel’un zaafların hepsi aynı anda bir insanda toplanmışsa, bunlar o insanı sadece yere sermez, -hafizanallah- yerin dibine batırır. Evet, iman ve İslâm dairesi içinde bulunsa da, insanın her an, bu tür virüslere yakalanma ihtimali vardır. Mesela salih bir daire içinde bulunduğu hâlde bir insan, şöhret duygusuna kapılarak din adına ortaya koyduğu amellerin çehresini kirletebilir. Bir başkası ise ortaya koyduğu seçkin eserler ile kendisinden bahsedilmesini ve parmakla gösterilen bir insan olmayı arzu edebilir; arzu eder de bu durum onu yerin dibine batırabilir. Ayrıca insanın maruz kaldığı böyle olumsuz bir duygu, daha başka negatifliklere de bir çağrıdır. Mesela şöhret duygusu gelip bir kere insanın sırtına bindi mi, onun insana daha başka ne türlü kötülükler yaptırabileceğini kestiremezsiniz.

İşte bütün bunlar Müslüman bir daire içinde bulunduğu hâlde, her inanan gönlün karşı karşıya kalabileceği tehlikelerdir ve -Allah korusun- öbür dünyada insana “keşke” dedirtir. Evet, ihlâs düsturlarını kendisine rehber edinmediğinden ötürü, ortaya koyduğu başarıları kendine bağlayan, şöhret uğruna kullanan ve tebcil ü takdir peşinde koşan kişi, ahirette, “Keşke bir takdir, bir alkış uğruna bütün bu amelleri kendi elimle kendim zayi etmeseydim, boşa çıkarmasaydım! Bir hiç uğruna boşluğa yelken açmasaydım! Keşke sonucu ölüm olan akıntılara kapılmasaydım!” gibi kuru telehhüf, teessüf ve tahassürlerle kıvranacak ve hep pişmanlık soluklayacaktır. Fakat ne acıdır ki, onun bütün bu sızlanışlarının kendisine hiçbir yararı olmayacak, bilâkis onun ızdırabını katlayacak ve musibetini ikileştirecektir.

Faydasız “keşke”lerden koruyacak kalkanlar

İşte bu sebepledir ki, mü’minler burada akıllıca davranmalı, bir taraftan küfür ve dalâletten kurtulmayı Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lütfu saymalı, diğer yandan da küfür ve dalâlete götürücü yollardan uzak durmalıdır. Zira Hz. Pîr’in de dikkat çektiği üzere, her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, her bir günahın kalbde bir leke meydana getireceğini ve bunların zamanla kalbi kaplayacağını beyan buyurmuştur. (Tirmizî, tefsiru sûre (83) 1) Çünkü kalbde oluşan her bir leke, başka bir lekeye çağrıdır. Cenâb-ı Hak günah, isyan ve kötülüklerle kirlenen ve zamanla kararan kalbler için,

كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapa geldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifîn Sûresi, 83/14)

buyurmuştur. Eğer kalbi karartan günahlar tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ“Allah onların kalblerini mühürledi.” (Bakara Sûresi, 2/7), وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ“Onların kalbleri mühürlendi.” (Tevbe Sûresi, 9/87) âyet-i kerimelerinde ifade edildiği üzere zamanla kalbin mühürlenmesi de gerçekleşebilir ki, artık bu kalbler, gökten inen dupduru mesajdan bile bir şey anlamaz hâle gelir ve neticede öte tarafta “keşke, keşke” der dururlar.

Ahirette bu tür faydasız “keşke”lerin ağına düşmemek için, burada yapılması gerekene gelince; o da hayat boyu, kulluk mükellefiyetlerini ciddî bir havf ve reca dengesi içinde arızasız ve kusursuz bir şekilde yerine getirmeye çalışmaktır. Bunu gerçekleştirmek de haşyet duyan bir kalbe bağlıdır. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ خَشَعَتْ جَوَارِحُهُ“Şayet onun kalbinde huşu olsaydı, organları da haşyet içinde olurdu.” (el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 2/172) buyurmuştur. Zira bir insanın kalbindeki haşyet, onun tavır ve davranışlarına da akseder ve zamanla onun aza ve cevarihi de haşyetle tir tir titrer hâle gelir. Öyle ki, böyle bir insanın gözünün irisinde bile, bir havf titreyişinin bulunduğu görülür. İşte insan, bir taraftan Allah’ın azamet ve ululuğu karşısında hicap duygusuyla iki büklüm olur; diğer taraftan O’nun rahmetinin enginliğine güvenir ve hayatını böyle bir hassasiyet ve denge içinde sürdürürse, ötede de “ah-vah”larla, “keşke”lerle nedamet yaşama durumuna düşmekten kendini korumuş olur.

Aynı zamanda insan, sohbet-i cânânla da, ahirette “keşke”lerle inleyebileceği feci bir akıbete sürükleyecek olumsuzlukların önüne daha baştan geçebilir. Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle;

Her nefeste Allah adın de müdâm,
Allah adıyla olur her iş tamam.

Aynı hakikati başka bir hak dostu da şöyle dile getirir:

Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!

Evet, eğer biz oturup kalktığımız her yerde hep O’ndan bahseder, meclislerimizi O’nunla nurlandırır ve zamanımızı O’nunla âdeta buutlara sığmayan bir derinliğe ulaştırabilirsek, ötede bize “keşke” dedirtecek pek çok olumsuzluğun da önünü almış oluruz.

İstiğfar edalı “keşke”ler

Soru: Faydasız “keşke”ler yanında, faydalı “keşke”lerden de bahsedilebilir mi? Bu mevzuda ölçü ne olmalıdır?

Ötede insana hiçbir yararı olmayacak, bilakis onun ızdırabını katlayacak ve musibetini ikileştirecek “keşke”ler olduğu gibi, niyetin belirleyiciliğine göre, dinimiz tarafından tasvip ve hatta takdir edilen “pozitif keşke”ler de vardır. Mesela Seyyidina Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) dediği “keşke”ler bu türdendir. Bilindiği gibi o bir yerde şöyle der: “Keşke ‘kelâle’ ayetinin ne ifade ettiğini Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) sorsaydım; sorsaydım da, bu konuyu insanların içtihadına bırakmasaydım!” Yine o, mirasta ninenin hakkının ne olacağı hususunda aynı pişmanlığını dile getirir. Çünkü bu konu Kur’ân’da tasrih edilmemiştir. Aynı şekilde o, başka bir zaman şöyle demiştir: “Keşke, Halid’i Perslerin üzerine gönderdiğim zaman, Ömer’i de Romalıların üzerine gönderseydim de, bu iki gailenin hakkından birden gelseydim.” (Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 1/62) Kanaatimce, dini doğru anlama ve onu dosdoğru bir şekilde hayata hayat kılma adına derinden derine duyulan bir ızdırap ve muhasebe duygusunun sonucu olan bu tür “keşke”ler Sıddık-ı Ekber’e öyle sevap kazandırmış ve onu öyle bir mertebeye çıkarmıştır ki, bunu bizim anlayabilmemiz mümkün değildir. Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun ağırlığını bir yerde şöyle dile getirir:

لَوْ وُزِنَ إِيمَانُ أَبِي بَكْرٍ بِإيمَانِ أَهْلِ الْأَرْضِ لَرَجَحَ بِهِمْ
“Şayet Ebû Bekir’in imanı bütün insanların imanı ile tartılsa, muhakkak onun imanı diğerlerinden ağır gelirdi.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/69)

O ki, Sıddık-ı Â’zam’dır. O ki, Allah’ın izniyle, iki sene, üç ay, on küsur gün içinde, Devlet-i Âliye’nin 150 senede yapamadığını yapmıştır. O, tiranların yaptığı gibi değişik devletlerin tepesine binmemiş, bilakis fethettiği yerlere ruhunun ilhamlarını boşaltmıştır. Evet, o, adımını attığı, nazarını tevcih buyurduğu her yerde ruh-ı revan-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açmasını temin etmiştir. Esasında, Hazreti Ömer döneminde gerçekleşen büyük fetih ve inkişaflara zemin hazırlayan da o olmuştur. Dolayısıyla bu “keşke”ler, zaten kamet-i kıymeti bütün insanlardan daha büyük olan o zatın kıymetine daha bir ağırlık katmıştır.

Aynı şekilde her bir mü’min için, o mü’minin derecesini yükseltecek bu tür “pozitif keşke”ler vardır. Mesela, “Keşke gençliğimi daha iyi değerlendirebilseydim! Keşke her gece iki saatimi ayırıp, yüz rekât namaz kılabilseydim! Keşke kendimi nefsanî arzulardan koruyabilseydim! Keşke gençliğin feveranı anında, beşerî garizelerin sürekli şehevî duyguları kamçıladığı hengâmda dahi elime, ayağıma, gözüme, kulağıma tam mânâsıyla sahip çıkabilseydim! Keşke hiç ağyara bakmasaydım da gözümün içine hiçbir yabancı hayal girmeseydi!” İşte şimdiye kadar olmasa da bundan sonra amele dökme niyet ve düşüncesiyle ya da pişmanlık duygusu içinde ağızdan dökülen bütün bu “keşke”ler insanın derecesini yükselten “keşke”lerdir. Fakat öbür tarafa bırakılan ve orada seslendirilen “keşke”ler, sadece bir teessüf ve tahassürden ibarettir. Burada dile getirilen pişmanlıklar ise, bir mânâda istiğfardır. İnsan, onları her hatırlayışında “estağfirullah” der. Hatta edip eyledikleri karşısında bir kere “estağfirullah” demeden hicap duyar; duyar da, “elfü elfi estağfirullah” diyerek, tevbe, inabe ve evbe ruhuyla sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınır. İşte, insan bütün bunlarla rahmet kapısının tokmağına dokunursa, öyle ümit edilir ki, Allah da (celle celâluhu) onun bu sızlanışlarını cevapsız bırakmaz, engin rahmet ve lütfuyla ona muamelede bulunur.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Fedakârlık ölçüsü ve infakta denge

Fethullah Gülen: Fedakârlık ölçüsü ve infakta denge

Soru: Allah rızası yolunda yapılan hizmetlerin bir sınırı var mıdır? Hayatını eğitim hizmetlerine vakfetmiş bir insanın maddî-mânevî fedakârlık ölçüsü ne olmalıdır?

Cevap: Bilindiği üzere Allah’la münasebet açısından insanların hepsi aynı seviyede değildir. Belki aralarında seradan Süreyya’ya kadar fark vardır. Başka bir ifadeyle, her bir insanın, iman, mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyak seviyesine göre Cenâb-ı Hak’la farklı bir münasebeti söz konusudur. Mesela dinin bütün emirlerini kılı kırk yararcasına hassasiyetle yaşayan, bunlarla yetinmeyip nafilelerle de Allah’a yakınlık yolları arayan insanların yanında, Cenâb-ı Hakk’ın kendileri için farz kıldığı mükellefiyetlerle yetinen insanlar da vardır. Fakat şurası muhakkak ki hangi seviyede olursa olsun hiçbir kimsenin Allah’la münasebet ve irtibatı hafife alınamaz. Zira bunu hafife alma, Allah’ın değer verdiği şeyi hafife alma demektir. Biraz daha açacak olursak, fitnelerin kol gezdiği bugünkü kaygan zeminde kelime-i tevhidi, kelime-i şehadeti söyleyen, beş vakit namazını kılan, Ramazan-ı Şerif’te orucunu tutan, şartlarını taşıyorsa zekâtını verip hac farizasını eda eden ve bütün bunların yanında “falancı” “filâncı” denilip değişik saldırılara maruz kalmasına rağmen durduğu yerde sağlam duran bir insan önemli bir duruş sergiliyor demektir. Öyle inanıyoruz ki, böyle bir insan ötede Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütuflarına mazhar olacaktır. Çünkü bu gibi şartlar altında Allah rızası için yapılan her bir amelin, Allah nezdinde apayrı bir kıymeti vardır. Bu sebepledir ki, mal ve canlarıyla bir hizmete sahip çıkan insanların yapmış oldukları hiçbir fedakârlık asla küçük görülmemeli ve onların her yardımı mutlaka takdirle karşılanmalıdır.

Güzellikler alkışlanmak suretiyle gayretler şahlandırılmalı

Konuya infak açısından baktığımızda Asr-ı Saadet’te sahabe-i kiram efendilerimizin arasında bile seviye farklılığının olduğu görülecektir. Mesela Tebuk Seferi öncesi onlar infaka çağrıldıklarında, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz bütün servetini vermiş, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, “Çoluk çocuğuna ne bıraktın?” sorusuna ise, “Onlara Allah ve Resûlünü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bıraktım.” şeklinde cevap vermiştir. (Ahmed İbn Hanbel, Fezâilü’s-sahâbe 1/360) İşte bu, sıddıkiyet mertebesidir. O, Allah’a ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sadık, İslâm’ı kabul etmede de prototip bir Müslüman’dır. Hazreti Ömer Efendimiz ise servetinin yarısını getirip vermiştir. (Ahmed İbn Hanbel, Fezâilü’s-sahâbe 1/360) (Tabi bu arada şunu da vurgulamak gerekir: Hazreti Ömer Efendimiz, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in çok gerisindeydi, demek ona karşı saygısızlık olur. Zira Hazreti Ömer Efendimiz’in de kendisine göre racih/ağır basan yanları vardır.) Hazreti Osman ve Abdurrahman İbn Avf gibi sahabî efendilerimiz ise beş yüz deve civarında tasaddukta bulunmuştur. (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/115) O günün imkânlarına göre bunu bugün beş yüz Mercedes bağışlama şeklinde düşünebilirsiniz. Hazreti Ali Efendimiz, işin içine ayrı bir ihlâs derinliği katarak, malının bir kısmını gizli bir kısmını ise açık infak ediyordu. Açık infak ederken başkalarına güzel örnek olma gibi bir vazife eda ediyor ve başkalarından geri kalmadığını gösteriyor; gizli infakta bulunurken ise bunu sadece Allah’ın bilmesini arzu ediyordu. Fakat bunların yanında bilhassa ilk dönem itibarıyla, bu hayır kervanına iki-üç avuç dolusu hurmayla, üç beş kuruşla iştirak edenler de vardı. Aslında insanların tabiatı icabı bu her zaman böyle olmuştur. Evet, her şeyini verenlerin yanında, malının yarısını, çeyreğini veya onda birini verenler olmuştur. Dolayısıyla günümüzde de aynı şeylerin olabileceğini unutmamalı, en küçük fedakârlıklar bile takdir edilip alkışlanmalıdır.

Şunun da bilinmesi gerekir ki, küçük fedakârlıkları takdir edip alkışlamak, meselenin bir yönünü teşkil eder. Meselenin diğer yönü ise insanlara sürekli seviye kazandırma peşinde koşmak, yeni yeni hayır kapılarını işaret ederek onlara yeni hedefler göstermektir. Zira bir insan için, yapabildiği asgarî vazifelerin ötesinde yapabileceği daha nice güzel, salih ameller vardır. Bu açıdan insan, hiçbir zaman dûn himmet olmamalı, himmetini hep âli tutmalıdır. Her sabah bir kez daha vicdanında Allah’ı daha derince duymaya çalışmalı, daha derince dinin ruhuna vâkıf olmaya gayret etmeli, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile kalbî münasebetini daha bir güçlendirme yolları aramalı ve çıtayı hep yükseltmeye çalışmalıdır. Ulaştığı seviyeyi ise hiçbir zaman yeterli görmemeli, sürekli “Hel min mezîd – Daha yok mu?” diyerek atını mahmuzlamalı ve hep atını daha ilerilere sürmelidir. Hatta bir gün fenâ fillâh ve bekâ billâh mertebesine erse, yani sübuhât-ı vech şuaatı karşısında bütün varlık gözünden silinip gitse, bütün fani ve gelip geçici şeyleri bir kenara atsa, cismani ve nefsani yanıyla yok olduktan sonra vücud-u câvidânîsiyle yeniden varlığa erse, kalb, ruh ve hisleriyle farklı bir diriliş yaşasa ve böylece başının, yükselebileceği noktanın semasına değdiğini görse, yine de bütün bunlara rağmen “Allah’ım bana istidadımın üstünde kabiliyetler ihsan eyle ve bu kabiliyetlerde inkişaflar ihsan eyleyerek lütuflarını sağanak sağanak başımdan aşağı yağdır!” diyerek himmetini hep âli tutmalıdır.

Evet, ister kalb ve ruh hayatında, isterse hakka hizmet yolunda insanların seviyesi farklı farklı olsa da, bilinmesi gerekir ki, işin en asgarî seviyesini yapabilenler için de her zaman terakki yolu açıktır. Onlar sahip çıktıkları bir hizmetin, özünü ve esasını içlerinde duydukça daha candan ona sahip çıkacaklar, yapmaları gerekli olan hizmetleri yapa yapa, âdeta gönüllerine işleye işleye bir süre sonra bütün bunlar tabiatlarına mâl olacaktır. Öyle ki gün gelip de ihtiyaç kalmadığı, onlardan hakka hizmet yolunda bir şey istenmediği, “Gel, şu işe omuz ver.” denmediği bir durumda, kendilerini derin bir boşlukta hissedecek, bu hâli ölüm gibi görecek, ızdırapla iki büklüm olacak ve infakta bulunma adına değişik arayışlara gireceklerdir. Fakat böyle bir seviyenin kazanılması zamana, aktif bir sabırla o işe sahip çıkmaya ve o işi içselleştirmeye bağlıdır.

Muhataplar çok iyi tanınmalı

Konuya aydınlık kazandıracak bir yaklaşım da şu şekildedir: Bazıları meseleyi Medine-i Münevvere’deki mukayyet şer’î hükümler açısından değerlendirmeye tâbi tutup farzları yerine getirmekle iktifa ederler. Eğer bunlar mallarının kırkta bir zekâtını veya ürünlerinin onda bir öşrünü veriyorlarsa, vazifelerini yapıyorlar demektir. Bazıları da meseleyi Mekke’deki ıtlaka göre ele alır, infakı emreden Mekkî âyetlerde belli bir miktarın tayin edilmediğinden yola çıkar ve verebileceklerini vermeye çalışırlar. İşte bu noktada hakka hizmet yolunda belli hizmetlerin yapılmasına öncülük eden, başkalarının da bu örfaneye iştiraklerini sağlamaya çalışan rehber konumundaki insanların, basiret ve firasetle hareket edip muhatapları çok iyi tanımaları önem arz etmektedir. Şayet onlar yapılanları az görür veya insanlara kaldıramayacakları yük yüklemeye kalkarlarsa muhataplarda –Allah korusun– bir isteksizlik, bir bıkkınlık ve bir nefret duygusunun oluşmasına sebebiyet verebilirler. Bu noktada bir ölçü olması adına bugünkü gibi hatırladığım bir hatıramı nakletmek istiyorum. İzmir Bozyaka’da insanların yardımına başvurulmuştu. Orada meselenin ehemmiyetiyle ilgili bir konuşma yaptıktan sonra emaneten yatıp kalktığım odama doğru yönelmiştim. Birisi merdivenlerden hızlı hızlı yukarıya doğru çıkarak yanıma geldi. Kamudan emekli olan bu zatı tanıyordum. Emeklilik parasıyla satın almış olduğu evinin anahtarlarını elime attı ve sonra, “Aşağıda herkes bir taahhütte bulundu. Benim bundan başka sermayem yok. Ben de evimin anahtarlarını veriyorum.” dedi. Bu göz yaşartıcı tablo karşısında ben ona dinde böyle bir mükellefiyet olmadığını söyleyip anahtarları geri iade ettim. Daha sonra da “Git, çoluk çocuğunla evinde otur. Rabbim sana verdikçe, sen de infakta bulunursun.” dedim. Kanaatimce şayet mesele böyle bir espriye, böyle bir dengeye bağlı olarak ele alınmazsa, dinde zorlamaya gidilmiş olur. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ (Bakara Sûresi, 2/256) kavl-i kerimiyle dinde zorlama olmadığını beyan buyurmuştur. Evet, ister insanların dini kabulünde, isterse diyanet adına yapılacak amellerde din adına bir kısım şeyleri yapmaya zorlama yoktur.

Evet, İslâm dini, kolaylık zeminine oturtulmuştur. Onu bazı insanların tabiatını aşacak şekilde zorlaştırırsanız, dini yaşanmaz hâle getirmiş olursunuz. Bu defa maksadınızın aksi bir durumla karşılaşırsınız. Siz insanlardan civanmertlik göstermelerini istediğiniz, onların ellerini taşın altına sokmalarını arzuladığınız bir durumda dini yaşanmaz hâle getirdiğinizden dolayı hadiseler aleyhinizde tecelli eder ve böylece siz mağlup duruma düşersiniz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)

إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ
“Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Kim bu dini zorlaştırırsa din ona galip gelir.” buyurmuştur. (Buhârî, îmân 29; Nesâî, îmân 28)

Bu açıdan rehber konumunda olanların muhataplarını çok iyi tanıyarak, kim neyi, ne ölçüde kaldırabilir, bunu çok iyi hesap ederek, basiret ve firasetle hareket etmesi gerekir.

Böyle akıllıca hareket etmenin aynı zamanda ilahi bir ahlak olduğu da unutulmamalıdır. Zira Yüce Allah, لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا (Bakara Sûresi, 2/285) buyurmak suretiyle hiçbir kimseye takatinin üstünde bir mükellefiyet yüklemediğini ifade buyurmuştur. O hâlde, insanlara takatlerini aşacak, onları ezecek iş teklif etme yerine, yaptıkları güzellikleri alkışlamak suretiyle onları sevindirmeli, iştiyaklarını arttırabilecek yollara müracaat edilmelidir.

İnfakta süreklilik

Aslında insanların infaka zorlanarak ellerindeki imkânların alınması, onların çarklarını çevirememelerine sebep olacaktır. Oysaki onların çarkının dönmesi ve işlerinin büyümesi, daha sonra Allah yolunda daha fazla infakta bulunabilmelerini sağlayacaktır. Bu açıdan da vermeye doyamayan infak kahramanları aşk u iştiyaka gelerek dökülüp saçılsalar bile sizler dengeli davranmalı, uzun vadeli düşünmeli ve meseleyi sürekliliğe bağlamalısınız.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, yapılacak hizmet kalemlerinin çokluğundan dolayı muhataplarından daha fazla fedakârlık talep ve beklentisinde bulunan insanlar, işlerini monotonluktan kurtarma adına meselenin muhkemata bağlı yanları ihlâl edilmeksizin sürekli formatla oynamalı, inandıkları değerleri her defasında yeni bir renk, yeni bir desen ve yeni bir şiveyle sunmalı ve böylece muhataplarda sürekli bir aşk u heyecan dalgası oluşturmalıdır. Hiçbir zaman unutulmamalı ki,

كُلُّ جَدِيدٍ لَذِيذٌ
“Her yeni şey lezzetlidir.”

Bu açıdan sizin farklı farklı damarları kullanarak sunacağınız mesajlar, yeni bir tat, yeni bir neşve oluşturacak, dolayısıyla muhataplarca hüsnükabul görecektir. Aksi durumda meseleyi monotonlaştırdığınızda, insanlarda kanıksama hissi oluşur ki, bu da bıkkınlık hâsıl eder. Dolayısıyla siz de sunduğunuz mesajların gönüllerde yankı bulması noktasında zorlanırsınız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Fedakârlık ve Adanmış Ruhlar

Soru: Maddî ve manevî füyûzât hisleri ne demektir? Bu füyûzât hislerinden fedakârlığın ehemmiyeti nedir?

Cevap: Füyûzât, çoğalma, taşma, bolluk ve bereket mânâlarına gelen "feyiz" kelimesinin cem'idir (çoğuludur). Feyiz, dünyada, kalbî-ruhî hayatın derinleşmesini ve insanın iç enginliklere ulaşmasını netice veren ilhamlar, mevhibeler ve Cenab-ı Hakk'ın lutfettiği vâridât-ı Sübhaniyedir. Ahirette ise feyiz, insanın Cennet'e ulaşması, Rıza'ya kavuşması ve Cemâlullah'ı görme şerefine nâil olması gibi mazhariyetlerdir. Sorunuza cevap verirken "feyiz" kelimesini, manevî haz ve zevk şeklinde anlamak ve o mânâda kullanmak herhalde daha uygun olsa gerektir.

Maddî füyûzât hisleri, insanın meşru dairede zevk ve lezzetlerden istifade etmek isteyişi demektir. Allah'ın helal kıldığı çerçevede yeme-içme, rahat etme; israf, lüks ve fanteziye girmemekle beraber Cenab-ı Hakk'ın lutfettiği nimetlerden meşru dairede faydalanma; cismaniyet ve maddî hayat itibariyle onları kullanma duygusu hem kula verilmiş bir hak hem de insan olmanın muktezasıdır. Fakat, bu istifade etmenin de bir sınırı vardır; bir insanın, hak etmediği ya da dinin cevaz vermediği şeylerden faydalanması doğru değildir; çünkü öyle bir işte Allah'ın rızası yoktur. Cenabı Hak, nelerden istifade etmeyi mübah kılmışsa, onlardan yararlanma kulun hakkıdır; bir kul, isterse bu hakkı kullanır, isterse de onu kullanmayıp gelecek nesiller adına ayrı bir kıymet hükmüne bağlar, onların kullanmasını sağlar.

Manevî füyûzât hisleri ise, bir insanın iman-ı billah, marifetullah, muhabettullah ve latîfe-i rabbâniye ile ulaşabileceği ruhanî zevkleri arzulaması; Cennet'e girme ümidiyle ve Cennet nimetlerinin hayaliyle yaşaması demektir. Allah'a iman etme ve marifetullaha ermenin ruhî ve kalbî hayat itibariyle çok derin bir zevki vardır. Cenabı Hakk'a yakınlıkta dünyevî nimetlerle elde edilemeyecek çok engin hazlar bulunur. Allah'a imanla başlayan ve O'nun sevgisine doğru devam eden yolun her adımında ayrı bir sürprizle karşılaşılır. İşte, bu yolda yürüyen bir insanın tattığı zevk ve lezzetler manevî füyûzât hisleridir. Bazen, o yolun yolcusu, daha da ileriye gidebilir; velilere seyr u süluk-i ruhanî neticesinde derin bir kısım şeyler lutfedildiği gibi, o da bazı harikulade şeylere mazhar olabilir. Mesela, insanların içini okur; gelecekte vuku bulacak bazı hadiselerle alâkalı bir kısım bilgiler Cenab-ı Hak tarafından kalbine ilham edilebilir; ya da ibadet ü taatten o kadar lezzet alır ki, kulluk adına eda ettiği her şeyi bir kevser zemzemesi içinde yudumlar, adeta Cennet hayatını burada yaşıyor gibi olur. Bunlar, insanın manevî yönü ve kalbî-ruhî hayatı itibariyle duyabileceği zevklerdir. Bunların bir damlası, insanın maddesi ve cismaniyeti itibariyle tattığı zevk ve lezzetlerin batmanlarına tercih edilir. Kalbî ve ruhî hayat itibariyle tadılacak olan bir damla zevk, bedenî ve cismanî hazların bin batmanına galip gelir, ağır basar.

Adanmışların Fedakârlığı

İşte, maddî ve manevî füyûzât hislerinden fedakârlık deyince, bu zevk ve lezzetlerin her iki çeşidini de davası uğrunda feda eden adanmışlar akla gelir. Bir davaya dilbeste olmuş ve ona adanmış bir ruh hem maddî hem de manevî füyûzât hislerinden el çeker; onları gaye ve hedef yapmaz. Bu, insanın maddî- manevî zevk ve lezzetleri davasına kurban etmesi, vermesi gerekli olan şeyler bir yana, verme mecburiyetinde olmadığı şeyleri bile bağlandığı o dava hatırına gözden çıkarması ve terk etmesi demektir ki; bu davranış adanmış olmanın bir gereğidir.

Malumunuz olduğu üzere, Üstad hazretleri de, bu "terk" meselesini değişik yerlerde anlatır; acz, fakr, şevk, şükür, şefkat ve tefekkür yolunu izah ederken, Nakşibendî tarikatında bir esas olan "terk" mesleğine de değinir. Evet, Muhammed Bahauddin Nakşibend hazretlerinin yolunda dört şeyi terketmek lazımdır ki; bu esas Farisî bir beyitle ifade edilmiştir:

"Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk,
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk"

Rıza-yı ilahîye vasıl olabilmek için terkedilmesi gereken dört şeyden ilki dünyadır. Mesnevi-yi Nuriye'de, dünyayı terketmenin ölçüsü verilirken, "dünya hayatına ait işlerden kazandığına sevinmeme, kaybettiği şeye de üzülmeme" esası zikredilmektedir. Yani, dünyayı terketmeyi başaran bir insan, bütün yeryüzü onun olsa, dünya kadar mal-mülk edinse de çok sevinmeyecek, nimete şükretmekle beraber, "Bu kazancım önemli değil Allahım; çünkü benim için Sen ve Senin rızan önemlidir." diyecek; bütün dünyayı kaybetse de sabırla mukabelede bulunacak ve mahzun, mükedder olmayacaktır.

Dünyayı terk etme mevzuuna en güzel misallerden biri Hazreti Eyyûb aleyhisselam'ın hâlidir: Hazreti Eyyûb'un sabır ve tevekkülünü sadece yakalandığı hastalıklarda, maruz kaldığı yara-berede değil, hayatının ve geçirdiği imtihanların tamamında görmeye çalışmak lazım. Allah Teala, onu çok çeşitli şekillerde imtihan etmişti. Eyyûb aleyhisselam bir gün, koyunlarının kurtlar tarafından telef edildiğini; diğer bir gün, ekinlerinin rüzgar ve fırtınayla mahv olduğunu öğrenmiş, bu haberler karşısında hiç şikayette bulunmadığı gibi tam bir teslimiyet içinde eşine "Üzülme! O malı-mülkü bana Rabbim vermişti; şimdi de aldı. Hamd olsun, onları bana verip istifade ettirene ve sonra da emanetini geri alana!.." demişti. Bir başka gün de, bir zelzele sonrasında çocuklarının öldüğünü haber almış, onlara olan şefkatindan dolayı gözlerinden yaşlar gelse de, yine aynı sabır, tevekkül ve teslimiyetle "Bana emanet çocuklar verip sonra da geri alan Allah'a hamd olsun" demişti. Her felaket sonrasında Şeytan, Hazreti Eyyûb'un yanına koşup "Sen ibadet ediyorsun, kendini bütün bütün kulluğa veriyorsun ama Allah çocuklarının canını aldı, malını-mülkünü telef etti. Dahası, hastalığın da gün geçtikçe şiddetleniyor; hâlâ mı ibadet u taat diyeceksin?" sözleriyle onu isyana sürüklemeye çalışıyordu ama boşuna uğraşıyordu. Eyyûb aleyhisselâm bütün dert ve belalar karşısında sabrını muhafaza ediyor, Allah'tan gelen musibetleri gönül hoşnutluğuyla karşılıyor ve "Hamdolsun Allah'a; O vermişti, yine O aldı." diyordu. Bunu söylerken de, "O'nun verdikleri bir emanet, ben de bir emanetçiydim; beni emanet yükünden kurtardı." diyecek kadar inşirah içinde bulunuyordu. (Tabii ki, bu vakanın da rivayet edildiği şekliyle cereyan edip etmemesinden ziyade faslı ve anlatmak istediği önemlidir.)

İşte insan, dünya işlerinden kazandığı şeyleri bu anlayış içinde karşılar; onların bazılarını ya da hepsini kaybedince de yine aynı hâl ve tavrını korursa, o, dünyayı terketmiş demektir. Dünyayı terk etmek demek, hiç kazanmamak, mal-mülk sahibi olmamak demek değildir. Öyle olsaydı, inanan insanları ortak işler kurmaya, daha çok kazanmaya ve zengin olmaya teşvik etmenin de bir mânâsı kalmazdı. Hayır, mü'min bir insan da çok çalışmalı, çok kazanmalı; ama çalışıp kazanmasını sadece kendi rahatına, yeme-içmesine, yat, kat, villa ve yazlık sahibi olmasına bağlamamalı. Bir mü'min, Karun kadar dahi zengin olabilir; meşru dairede dünyanın bütün zevklerinden istifade edecek imkanları elde edebilir; bunda bir problem yoktur. Asıl problem, imkanlarını tamamıyla kendi nefsi adına kullanmasında, fedakârlıkta bulunması gereken yerlerde infakta bulunamamasında, zamanla şımarması, küstahlaşması ve nihayet servetinin altında ezilip kalmasındadır.

Halilurrahman ve Terk-i Dünya

Bediuzzaman hazretleri, dünya hakkındaki bir başka değerlendirmesinde, bu dünyanın kesben değil kalben terkedilmesi gerektiğini söyler. Eğer, insan dünyayı bu espri içinde anlayabilirse, tam bir ehl-i dünya gibi çalışıp kazanabilir ve bir Karun gibi zengin olabilir. Çünkü, böyle biri iktiza ettiği an, elinde-avucunda ne varsa, hepsini Rabbisinin rızası istikametinde infak edebilir. Bu konuda Hazreti İbrahim'le alâkalı olarak anlatılan menkıbe çok ibretâmizdir: Melekler Cenab-ı Hakk'ın, İbrahim aleyhisselama "Halilim" demesindeki hikmeti sorarak hullet ve dostluğun servetle bağdaşıp bağdaşmayacağını öğrenmek isterler. Evet, Allah ona "Halil" demişti. Peygamber Efendimiz kendisine "Allah'ın dostu" diyenlere karşı; "O, Hazreti İbrahim'di" buyurmuştu. Gerçi, Kendisi de Habibullah'tı ve Habib, Halil'den üç kadem ilerdeydi –bu mevzuyu Kalbin Zümrüt Tepeleri'ndeki "hullet" bahsine havale edip geçelim- Fakat, Efendimiz "Halil, Hazreti İbrahim'dir" diyerek dedesini işaret ediyordu. İşte, Hak dostluğuyla servetin aynı çizgide buluşup buluşamayacağını istifsar eden melekler, Allah'ın izniyle, Hazreti İbrahim'i ziyaret ederler. Melekler, uzun bir yoldan gelmiş, saçı- sakalı dağınık, üstü-başı perişan bir misafir edasıyla İbrahim Nebi'nin yanına gelip aç olduklarını söylerler. O da bir koyun kesip, pişirir ve ikram eder. Melekler, yemeğe başlarken "Bismillah" yerine, kendilerine has bir zikir sayılan "Subbûhun Kuddûsün (Rabbunâ ve) Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" derler. Bu tesbih, vahiyle yunup yıkanmış o pak gönüle öyle tesir eder ki, "Aman, bu ne güzel bir söz" der ve koyunlarının dörtte biri karşılığında o sözü tekrar etmelerini yalvarırcasına ister. Hani, çok profesyonel birisinden bir makale yazmasını istersiniz de, daha makale bitmeden, yazdığı iyi bir dibaceye, bir mukaddimeye bile hayran kalırsınız; kalırsınız da, o cümleleri ancak o şahsın biraraya getirebileceğine kanaat getirirsiniz. Hele, biraz da yazıdan, üsluptan anlıyorsanız hayranlığınız daha da artar. İşte, o tesbihin mânâsındaki derinliği de, Allah'la alâkası açısından tesbih u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman çok iyi anlıyor; anlıyor ve "koyunlarımın yarısı sizin olsun, n'olur bu sözü bir kere daha tekrar edin.." diyor. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile söyleyince, o tesbih Hazreti İbrahim'in letâifinde öyle bir tesir icra ediyor ki, dünyayı kesben değilse de kalben terketmiş olan o büyük Nebi, bir kere daha aynı tesbihi duymak için malının tamamını vermeye de razı oluyor.

Evet, servetin başında böyle iğreti durma, Hâlik-ı kainat adına veya O'nun adını yüceltme ve O'nun rızasına ulaşma uğrunda hemen her şeyi çok rahatlıkla elinin tersiyle itecek kadar dünyayı kalben terk etme çok önemlidir. "Acaba İbrahim Nebi gerçekten böyle bir fedakârlıkta bulunmuş mudur?" Hazreti İbrahim'in bu kıssası bir menkıbe olsa da ya da üstureye benzese de, Halilurrahman'ın bütün hayatı o tür fedakârlık ve teslimiyet örnekleriyle doludur. Hazreti Hacer'i götürüp otsuz, susuz, ağaçsız, insansız bir yere bırakmasından oğlunun boğazına bıçağı çalmasına, Mısır, Şam ve Mekke arasında hicret mekikleri dokumasından ateşe atılması esnasında "Rabbim hâlimi biliyor ya!.." demesine ve teslimiyetine kadar ömrünün her anı onun bu fedakârlığı yapabileceğini göstermektedir.

Yine aynı konuda bir başka menkıbe anlatılır: Bir adam, "Benim ayağım, bütün velilerin omuzları üzerindedir.." diyen şu veliyi göreyim düşüncesiyle Abdulkadir Geylani Hazretleri'nin evine gider. Kapıdan içeri girince, köpeklerin boynunda altın tasmalar görür. Bu durum karşısında iyice şaşıran adam, "Köpeklerinin boynuna altın tasma takacak kadar dünyaya dalmış bir insan nasıl veli olabilir?!." diye içinden geçirir. Hazretin huzuruna vardığında, daha o bir şey söylemeden, Hazret, "Efendi! Efendi! Biz onları gönlümüze sokmadık; pisi pise layık gördük, pisin boynuna taktık." deyiverir. İşte, terk-i dünya budur; dünyevî her türlü imkan mevcuttur; ama kesben terkedilmeyen dünyaya kalben sırt dönülmüştür. Niyet ve amel bu olduktan sonra da dünya malının hiç mi hiç zararı yoktur. Asıl önemli olan, ihtiyaç anında bütün dünyevî imkanları din-diyanet adına, i'la-yı kelimetullah ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanma hesabına feda edebilmektir.

Ey Yâr Senden Dönmezem!..

"Terk-i ukbâ"ya gelince; adanmış insanda dava uğruna ortaya koyduğu cehd ve gayrete mukabil ahireti kazanma mülahazası da olmamalıdır. Bir insan, Allah'a kulluğunu, ibadet ü taatini, evrâd u ezkârını, hatta i'la-yı kelimetullah yolunda mücahedesini, icabında zindanlara girmesini, değişik belalar altında kalıp prenslenmesini, sıkıntılara maruz kalmasını.. doğrudan doğruya Cennet'i kazanmaya bağlıyor ve bütün bunlarla Cennet'e girmeyi esas maksat yapıyorsa, o insan, kazanma kuşağında kaybediyor demektir. Adanmış bir insanın başına, bunların hepsi gelebilir; fakat o bunlarla ahireti peyleme peşine düşmemelidir. Demelidir ki, "Allahım, eğer ben bütün bunlarla Sana yaklaşıyorsam, kendimi çok talihli bir insan sayacağım. Ben, başka değil, sadece Senin rızanı arıyorum."

Evet, adanmış bir ruh yapıp ettiği her şeyi ve başına gelen bütün musibetleri sadece O'nun hoşnutluğunu kazanma hedefine bağlamalı ve Nesimi gibi:

"Bir cefâkeş âşıkem ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr senden dönmezem" demelidir.

Azeri Şair, Allah hakkında "neccar" tabirini kullanıyor. Cenab-ı Hakk'ın öyle bir ismi yoktur; fakat şair O'na isnad ettiği bir fiile binaen kendince bir de isim uyduruyor. "Neccar" marangoz, testere kullanan demektir. "Erre", Oğuz dilinde testere mânâsına gelir. Nesimi şöye devam ediyor:

"Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr senden dönmezem."

İşte dava adamı da başına testereler bile konsa, hançer ile yüreği de yarılsa yine de hâline razı ve Rabbinden hoşnut olmalı, O'nun rızasını tahsile çalışmalıdır. Fuzuli ne güzel söyler:

"Ya râb, belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
Az eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni" der.

Evet, bu ölçüde bin belaya maruz kalsa da, adanmış ruh, Allah yolunda başına gelenlerin hepsine katlanacak; fakat katiyen bunları –haşa ve kella- Allah'tan bir şey koparmak için vesile yapmayacak, bir peyleme mevzuu haline getirmeyecek ve asla bir sermaye gibi görmeyecek. İbadet ü taatini de, belalara sabrını da dünyevî-uhrevî semerelere bağlamayacak. Belki diyecek ki, "Ben hak yolundayım, Allah da beni imtihan ediyor." Cenab-ı Allah demiyor mu: "Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz." (Bakara, 2/155) Yani, Rabbimiz buyuruyor ki "Sizi malla, canla, korkuyla imtihan edecek ve sizi size göstereceğim. Nesiniz, kaç gram geliyorsunuz, neye ne kadar katlanıyorsunuz, nerede ve ne karşısında tahammülsüzlüğe düşüyorsunuz; siz kendinizi göreceksiniz. Çünkü öbür tarafta vicdanınızla yüzleşirken hakkınızdaki hükmü yine siz vereceksiniz." Ne kadar önemli bir mesele!.. Allah, sizi istintak eder de –STV'deki Büyük Buluşma'da olduğu gibi- vicdanınızla yüzleştirir. Büyük Buluşma'da ölenleri hesaba çeken insan, insanın vicdanını temsil ediyor. "Şimdi hazır mısın hakkında verilecek hükme?" diyor orada. Bunlar, Kur'an ve Sünnet'e uygun ifade tarzları. Onun gibi, bizim de hiçbir iyi ve başarılı yanımız öbür alemi peylemeye matuf olmamalıdır. Her şey Cenab-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanmaya bağlanmalıdır ki, terk-i ukbâ derken de bu mânâlar kastedilir.

Allah'ın Kulları Nerede!

Onun içindir ki, ahiret beklentilerinden sıyrılamamış, Allah'a tamamen yönelememiş ve cennet arzusuyla kulluk yapmayı terk edememişler için Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri "İbadü'l-Cennet", yani, "Cennetin kulları" demiştir. Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde iki büklüm olsa ve namaz kılsa da, sadece Cehennem endişesiyle tir tir titreyerek ibadet eden kimseler hakkında "İbâdu'n-Nar" yani "Cehennemin kulları" demeyi uygun bulmuştur. Dünyevî beklentilerden kurtulamayan, ona kalben sırtını dönemeyenleri de "dünyanın kulları" olarak adlandırmıştır. Halbuki Cehennemden kurtuluş ya da dünyevî arzular kulluğun hedefi olamayacağı gibi, Cennet de amel ve ibadet için esas maksat olamaz. İbadet, Hak emrettiği için ve O'nun rızasını elde etmek maksadıyla yapılır. Evet, ibadetin gerçek sebebi, Allah'ın emridir. Herhalde Cüneyd-i Bağdadî hazretleri sözünü noktalarken de şöyle seslenmiştir: "Pekala, bunca kul içinde Allah'ın kulları nerede?"

Terkedilmesi gerekenlerden biri de insanın kendi nefsidir. "Terk-i hestî", insanın kendi benliğini de terketmesi, nefsini düşünmemesi demektir. Değişik vesilelerle arzettim: Mesela, namazda sen aradan çıkacak, artık kendini unutacaksın.. sadece O'nu düşünecek, namazınla O'nu başbaşa bırakacaksın.. ağzından çıkan her kelimeyle O'nun rızasına vurguda bulunucaksın. Namazının her anında O olacak; senden bir parça ya da nefsin hesabına bir mülahaza kalmayacak orada. Muhammed Bahauddin Nakşibendi bu hâle de terk-i hestî, kendini terketmek, diyor.

Bütün bu terklerden sonra, insanın aklına "Ben dünyayı terkettim, ukbayı terkettim, kendimi de terkettim. Ben, O'nun uğruna her şeyden vazgeçmiş bir insanım" şeklinde bir duygu ve düşünce gelebilir. Şâh-ı Nakşibend orada bir terkden daha bahsediyor ve "terk-i terk" de lazım diyor. Yani, bu terkleri de terketmen; terkettiğini de unutman gerek. "Şunu terkettim, bunu terkettim" mülahazasına takılıyorsan onları hiç bırakamamış sayılırsın." Terketmen gerekenleri Belh'de bıraktığın ara sıra da olsa aklına geliyorsa, demek ki sen hâlâ saraydaki İbrahim Edhem'sin, Belh'i unutamamışsın.

Evet, maddî-manevî füyüzat hislerinden sıyrılma çok önemlidir. Onları terk etme hususunda çok ciddi bir kazanç söz konusudur. O mülahazaları aklınızdan sildiğiniz zaman dört buudlu bir terk hayatı yaşarsınız. Dünyayı terk derinliği, ahiret beklentilerini terk enginliği, kendi kendinizi terk ufku ve bütün terkleri terk aşkınlığına ulaşırsınız. Bu aşkınlıkla da bütün terk ettiklerinizin ötesinde O'nu bulursunuz.

İnsan kendine ait hiçbir beklentiye girmemeli.. bir arkadaşınızın değişik zamanlarda dediği gibi; adanmış bir ruh, kendisine Abdulkadir Geylânîlik bile verilse, "Allahım, ben sadece Senin rızanı istiyorum" deme mevzuunda kararlı olmalı. Bundan sonra, bir peygamber gelmesi mümkün değildir. O kapı artık mühürlenmiştir. Birisi "Ben nübüvvetin rüyasını gördüm" dese, hiç tereddüt etmeden ona, "Sen kezzabın ta kendisisin!" diyebilirsiniz. Çünkü, Hâtem-i Divân-ı Nübüvvet ile o iş bitmiştir. Fakat, vilâyet yolu kapanmamıştır; Allah bundan sonra da pek çok İmam-ı Rabbânî, pek çok Şâh-ı Geylânî, pek çok Muhammed Bahauddin Nakşibendî ve pek çok Hasan Şâzelî yaratabilir. İşte, insan öyle hâlisane bir kulluğa tâlip olmalıdır ki, Hasan Şâzelî hazretleri onun ayağının ucuna kadar gelse, "Ben kendi devrimde şu hakikatin temsilcisi ve Allah'ın matmah-ı nazarıydım, Cenâb-ı Hakk –tabir caizse- bir mercek gibi benden insanlığa bakıyordu. O'nun nazarı önce bana çarpıyor, benden de bütün insanlığa yayılıyordu. Şimdi ise, benim vazifemi sen omuzuna alacak ve o hakikatin bugünkü temsilcisi sen olacaksın." dese, adanmış ruh, gönül rahatlığıyla "Allah'ım, ben bunu istemiyorum, sadece Seni istiyor, sana sadık bir kul olmayı diliyorum." diyebilmelidir.

Hasılı, Rasûllullah (sav) Efendimiz buyurmuşlardır ki: "Her kim Allah için olursa, Allah da onun için olur." Evet, sırf Allah için olma, dava adamının vasfıdır ve böyle bir insan, ellerini açtığı her zaman Allah'ın rahmet ve inayetini yanında bulacaktır. İnsan, Allah'ın rızasını tahsile çalıştığı yolda maddî-manevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunduğu nisbette O'na daha yakın olacaktır.

Fikir çilesi

Soru: Efendim, çileyi anlatırken fikir çilesini zirveye koyuyor ve en büyük çilenin o olduğunu ifade ediyorsunuz. Fikir çilesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Evet, davâ-yı nübüvvetin vârisleri için çile, halk içinde Hak’la beraber olma; İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarıyla çevresinde ibadet iştiyakı uyarma; açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ederek, başkalarında da dinî hisleri harekete geçirme ve herkeste inanma duygularını geliştirme gayretinde bulunmaktır. Böyle bir yol, aynı zamanda sahabi mesleğidir.

Bize göre çile, ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ulülazmâne diğergâmlığın da başka bir unvanıdır ki, biz ancak bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın rızasına erebileceğimizi düşünürüz. Evet, çile, hakikat erinin, alâkadar olduğu daire içinde nereye ateş düşerse düşsün, yangını kendi sînesinde hissetmesi; maddî-mânevî her mustaribin ıstırabını rûhunda duyması; “Istırabı çekmeyen bilmez” şeklindeki bencilce mülâhazaya karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşçasına hissetmesi demektir.

Mürekkebi ve muk’abıyla değişik çilelerden bahsedilebilir. Fakat çile ve ıstırabın en büyüğü fikir çilesi ve ıstırabıdır. Fikir çilesi; düşünmek, düşündürmek ve varlık bilmecesinin sırrını çözmeye çalışmak, en zor meseleler karşısında dahi pes etmeden sürekli uğraşmak demektir. Fikir çilesinin en engin yönünü ise düşünceyi vahyin semeresiyle buluşturmaya çalışmak, sonra da bu büyük terkibi, aç ve susuz gönüllerin hazmedebilecekleri şekilde onlara da duyurup tattırmak ve bıkıp usanmadan bunu tekrar edip durmaktır.

Evet, fikir çilesinin yiğitleri, ıstırap süvarileri, sürekli vahyin semeresiyle insan aklının ürünlerini buluşturma gayretindedirler.

Fikir iffeti

Fethullah Gülen: Fikir iffeti

Zaman zaman dikkat çekilen “fikir iffeti” ya da “düşünce namusu” ifadelerini açabilir misiniz?

Düşünce ile birlikte aksiyon, bize, hakikî var olmanın yolunu gösteren, şiddetli fırtınalar karşısında kendimiz olarak kalmamızı temin eden ve aynı zamanda kendimizi müspet mânâda değiştirebilmemizi sağlayan en önemli iki dinamiktir. İcmalî mânâdaki bir düşünce, aksiyondan önce gelse de, tafsilî manadaki düşünce, aksiyonun içinde gelişir. Yani her ne kadar kişi, önce belli bir konunun üzerinde yoğunlaşıp onun hakkında i’mal-i fikirde bulunsa ve o mevzuu doğru okumaya çalışsa da, meselenin hazmedilmesi, kabullenilmesi ve sağlam temellere oturtulması, planlanan mevzuların hayata geçirilip yaşanmaya başlanmasından sonra gerçekleşir. Çünkü düşünülen mevzuların hayata taşınması ve bu arada zarurî olarak bir kısım açılımlarla karşı karşıya kalınması, işin içindekileri daha derin düşüncelere çekip götürecek ve böylece başlangıçtaki icmalî düşünceler, sarsılmayan blokajlara oturacaktır. İşte gerek icmalî gerek tafsilî olsun, aksiyona dâyelik yapan bütün niyet ve düşüncelerimizde bağlı kalmamız gereken en önemli esas, fikir iffetidir. Bu itibarladır ki, fikir iffetine sadık kalmayı karakterimizin bir gereği gibi görmeli ve şartlar ne olursa olsun onu gözümüz gibi korumalıyız.

Müstakim düşünceler müstakim davranışlar doğurur

Bu konuda başkaları bize karşı farklı farklı tavırlar sergileyebilirler. Fakat el âlemin yanlışlığı bizi hiçbir zaman başka bir yanlışlığa sevk etmemelidir. Evet, biz temel değerlerimiz itibarıyla başta nerede duruyorsak, şartlar ne olursa olsun hep o temel düşünceye bağlı kalmalıyız. Yoksa bir kere, şunun bunun tavır ve davranışlarına göre duygu ve düşüncelerimizde bir kısım inhiraflar yaşayacak olursak bunun devamı gelir ve sonunda doğru yoldan ayrılmış oluruz. Oysaki biz, başkalarının, bizi değil saptırmasına, meşgul etmesine bile meydan vermemeli ve kendi düşünce dünyamız, düşünce seyrimiz ve düşünce çağlayanımız adına provokasyon sayılabilecek her türlü tesirden uzak kalmaya çalışmalıyız. Zira provokasyonların esas hedefi, iyilik yolunda bulunan insanları gaye-i hayallerinden alıkoyma ve onlara başka bir yön ve şekil vermeye çalışmaktır. Farklı bir tabirle provokasyonlardaki asıl maksat, bir hedefe varmaktan ziyade hedefe doğru giden insanları alıkoyup onları başka bir yöne doğru saptırmaktır.

Bu sebepledir ki, müstakim düşünceyi temsil eden insanlar, başkalarının ortaya attıkları tutarsız ve asılsız isnatlar karşısında asla değişmemeli -elbette ki iftiralar karşısında, tavzih, tashih, tekzip ve hatta tazminat hakkını kullanma her zaman için mahfuz- ve hep iffet ve ismetlerini muhafaza gayreti içinde olmalıdırlar. Evet, biz sürekli müstakim düşünmeliyiz ki, bu nazarî düşünce üzerine bina edeceğimiz amel ve fiiller de müstakim olsun. Yoksa esen her fırtınayla birlikte biz de başımızı alır bir tarafa savrulursak, yürüdüğümüz güzergâhı kaybeder, patikalara düşer ve neticede yolunu yitirmiş insanlar gibi yol kaybına maruz kalırız.

Güzel düşünen hayatından lezzet alır

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde müminin sükûtunun tefekkür, konuşmasının ise hikmet olması gerektiğini ifade buyuruyor. (Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned, 1/421) Bu nurlu beyanı nazar-ı itibara alarak diyebiliriz ki, insanın güzel şeyler düşünüp güzel şeyler kurgulaması onun için bir ibadet olur. Hatta gerçekleştirilmesi çok mümkün görünmeyen düşüncelerle meşgul olma, enerjimizi boşa sarf etmek anlamına gelse de, yine de insan, “İmkânım olsa da, şu dünyanın renk ve desenini daha güzel ve daha canlı bir hâle dönüştürebilsem” diye bir düşünce ve mülahaza içinde bulunursa, zannediyorum o insanın hayal ve tasavvurları bile ibadet rengine bürünür. Şu hâlde mü’mine düşen vazife, oturup kalkıp kendini bu tür güzel mülahazalara bağlamak ve hayatını hep bu mülahazalar çerçevesinde sürdürmektir. Hz. Bediüzzaman da, Mektubat’ta; “Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”diyor. Demek ki, insanın, hayatını bir lezzet zemzemesi hâline getirmesi ve Cennet koridorlarında yürüyor gibi bir hayat yaşaması onun güzel düşünmesine bağlıdır.

Ayrıca, insanda bir düşünce kabiliyeti bulunduğundan dolayı, şayet o, bu kabiliyetini müspet yola kanalize etmezse, bu kabiliyet onu, nefsanîlik ve bohemlik gibi negatif yollara çekebilir. Hatta düşüncenin de berisinde, hayır istikametinde kullanılmayan tasavvur ve tahayyüller bile insanı bu türlü olumsuzluklarla karşı karşıya getirebilir. Bundan dolayıdır ki, mü’min bir ömür boyu hep inandığı değerlere ait duygu ve düşüncelerle oturup kalkmalı, onlarla dolup taşmalı, sürekli okuyup düşünmeli, hayatında hiçbir boşluğa fırsat vermeksizin her zaman temel kaynaklardan beslenmesini bilmelidir. Aynı zamanda vicdan mekanizmasından vize almayan duygu ve düşüncelere kapalı duracak kadar iradesinin hakkını vermelidir. O bütün gayretine rağmen olumsuz esintilere maruz kalırsa, bu durumda da, bir hadis-i şerifte tavsiye buyrulduğu üzere hemen o atmosferden kurtulmaya çalışmalıdır. Zira düşünce iffetine dokunabilecek hayallere açılan bir insan öyle bir noktaya ulaşır ki, sahilden çok uzaklara açılmış biri gibi, içine daldığı olumsuzluklardan bir daha geriye dönme fırsatını bulamayabilir. Evet, insan, içinde beliren kin, nefret, gayz, şehvet gibi duyguların önünü hemen kesmezse, bunlar bentleri yıkarak insana belli kararlar aldırabilir ve belli fiilleri irtikâp ettirebilir.

İnsan bu mevzuda bir taraftan iradesinin hakkını vermeli diğer yandan da Allah’tan sıyanet dilemelidir. Bunu yapabildiği takdirde o, Allah’ın inayetiyle, hayatını, sıyanet serası altında sürdürecektir. Fakat yine de en müstakim insanların bile devrilebileceği asla unutulmamalı ve hep teyakkuzda olunmalıdır. Sendeleyip düşeceğimiz durumda yapılması gereken ise, ceddimiz Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) yaptığı gibi hemen; “Rabbimiz, nefsimize zulmettik, şayet kusurumuzu bağışlayıp bize merhamet buyurmazsan apaçık maruz-u hüsran oluruz.” (Â’raf Sûresi, 7/23) diyerek belimizi doğrultmak ve yeniden O’na yönelmektir.

Fikir sûretini giymiş heva ve hevesler

Düşünce namusu adına dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de, heva u heveslerin fikir suretine girerek insanı yoldan çıkarma ihtimalidir. Bu durumda, neyin heva u heves, neyin fikir olduğunu tespit edebilmek için kullanılacak ölçü ise, şer’î kıstaslardır. Mesela bir kişi, seni üzecek, canını sıkacak söz ve tavırlar sergilediğinde ona karşı öfkeleniyorsan, burada öncelikle, hak ve hakikatin zarar görüp görmediğine bakman gerekir. Şayet böyle bir durum yoksa, sen nefsin adına öfkeleniyorsun demektir ki, bu da gösterilen tepkinin heva ve heves kaynaklı olduğu mânâsına gelir. Kötülüklere maruz kalındığında Kur’ân’ın vaz’ ettiği ölçü ise şudur:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ
İyilikle kötülük bir olmaz. O hâlde sen kötülüğü en güzel tarzda savmaya bak. (Fussilet Sûresi, 41/34)

Buna göre bir insan size karşı kötülük yaptıysa, öncelikle ona karşı yapılacak muamele, tebessüm ve güler yüzle onun şiddet ve hiddetini kırmaya çalışmak olmalıdır. Fakat bu kötülük mukaddesata ve umumun hukukuna dair bir mesele ise insanın bu noktada affetme hakkı olmaz. Çünkü insan sadece kendisine ait haklarda hakkından feragat edip müsamahalı davranabilir. Allah kimseyi Kendisine ait hakların affedilmesi mevzuunda vekil tayin etmemiştir. Dolayısıyla kimse Allah’a ait haklarda vekâlete teşebbüs edemez. Aksi takdirde hukukullaha karşı saygısızlık yapılmış olur.

Asıl konumuza dönecek olursak, evet, sağlam bir dayanağı olmayan heva ve hevesler bazen fikir suretine girerek şeytanın ve nefs-i emmarenin de dürtüsüyle kendisini insana bir fikir gibi gösterebilir ve insan da bunun tesirinde kalarak bir kısım yanlışlıklara girebilir. Bunu birbirine veryansın eden insanların yer aldığı bazı tartışma programlarında görebilirsiniz. Onlar âdeta muhalefete kilitlenmiş gibi, karşı taraf doğru yanlış ne derse desin, hep bunun aksini söylerler. Muhalfarz tartıştığı insanlardan birisi onlara “Ben Allah’ın izni ve inayetiyle şimdi size Cennet’e ulaştıracak bir yol göstereceğim” dese, akabinde o kişinin bir el işaretiyle Cennet’in kapıları ardına kadar açılsa ve onlar da bütün çarpıcılığıyla oradaki güzellikleri görse yine de, “Hayır biz bu Cennet’e girmek istemiyoruz. Burada daha çok şeyler kazanmamız gerekiyor. Sen bunu yapmakla bizi atalet ve meskenete sevk ediyorsun.” diyebilirler. Yani onlar en makul söz ve düşüncelere bile mutlaka demagoji yaparak karşılık vermeye çalışırlar. İşte bu türlü sözler, şeytanın dürtüleriyle söylenmiş olan heva ve heves kaynaklı sözlerdir. Fakat insan bir yanılgı eseri olarak bütün bunları kendisinin düşünüp kurguladığını zanneder.

Bazen mü’minler içinde de şeytanın ve nefs-i emmarenin bu tuzağına düşenler olabilir. Mesela böyle bir kişiye ölüm hatırlatıldığında, dünyada yaşama, çoluk çocuk tutkusu, hayattan zevk alma gibi istek ve arzularını hizmet kılıfına bürüyüp heva ve hevesin dürtüsüyle, “Benim burada kalıp daha pek çok kişiye hak ve hakikati duyurmam lazım.” diyebilir. Hâlbuki samimî bir mü’minin bir taraftan Rabbine duyduğu iştiyaktan dolayı burnunun kemiklerinin sızlaması, Efendimiz’e kavuşma arzusuyla dopdolu olması, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin oturduğu sofrada oturarak onlarla aynı atmosferi paylaşmayı istemesi ama diğer yandan da “Rabbim, tezkeremi doldurup doldurmadığımı bilemediğimden dolayı acele edip Sana karşı saygısızlıkta bulunmaktan korkuyorum.” deyip temkinli hareket etmesi gerekir. Bu noktada vicdan çok önemli bir hakemdir. Dolayısıyla insan, ağzından çıkan sözleri vicdanına mutlaka test ettirmeli, her türlü tercih ve kararında onun kadirşinas ölçülerine başvurmalıdır. Bunu yapabildiği takdirde o, heva ile hüdayı, arzu ve heveslerle aklîlik ve mantıkîliği birbirine karıştırmaktan korunmuş olacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Filistin ve intihar saldırıları

Dünyanın çeşitli yerlerinde Müslümanlara yapılan eziyet ve işkenceler kalbimin ritmini bozdu. Filistin’deki masum insanlara revâ görülen eza ve cefa ise bütün bütün kolumu kanadımı kırdı. Duadan başka elimizden bir şey gelmemesi ruhumu derinden hırpaladı. Ve zaten büyük oranda damarları tıkalı olan kalb, bu kadar acıya tahammül edemedi. Arkadaşlar ambulans çağırıp hemen hastaneye kaldırdılar. Hastanede de çok sıkıldım. Hayli zor günler yaşadım. Fakat Cenâb-ı Hakk’a karşı hiç şekvacı değilim. Yaşım altmış dört; Allah Teâlâ bu yaşa kadar getirdi. Çok güzel insanlar, pek samimî ve hasbî dostlar tanıdım. Şimdiye kadar çok güzel günlerimiz oldu; milletimin vefasını hep yanıbaşımda gördüm. Bundan sonra ise, artık son günlerimi bu şekilde hasta olarak geçireceğimi kabullendim.

Şekerle beraber bir de kalb hastalığı olunca ve bunlara bazı diğer rahatsızlıklarım da eklenince gerçekten çok hırpalanıyor, cesedimi ruhumun sırtında bir yük gibi taşımak zorunda kalıyorum. Ama her şeye rağmen Allah’a sonsuz şükrediyorum. Dünyanın dört bir yanındaki insanların, mesela Filistinliler’in çektiği ıstırapları düşününce kendi dertlerimi unutuyorum. Tanklar, bombalar altında ezilen mazlumların iniltileri bazen kendi kalb atışlarımı duymama bile mâni oluyor.

Ayrıca, din adına yapıldığı söylenerek içine düşülen yanlışlıklar da belimi büküyor. Mesela, Filistin halkı her kesimiyle çok sıkıntılı günler geçirse bile intihar saldırıları doğru değildir. Hedefi ve kimin öleceği belli olmayan saldırılara girişmek; sadece öldürmek için üzerine bombalar bağlayarak hiçbir şeyden habersiz, masum çoluk çocuğun da bulunduğu insanlar arasında pimi çekmek Müslümanca bir hareket olamaz. İslâm, savaşın en kızıştığı noktada bile olsa “Nasıl ölünür, nasıl öldürülür, düşmana karşı nasıl mücadele edilir?” meselelerinde bazı kural ve kaideler koymuştur. Kadınların, çocukların ve savaşa bizzat katılmayan insanların öldürülmesi diye bir şey yoktur dinimizde. Filistinlilerin çaresizliğini anlamakla beraber içine düşülen bu mücadele yanlışlığı ve bir kısım insanların tavrıyla İslâm’ın ve bütün inananların mahkûm edilmesi karşısında çok üzülüyorum.

Ama onun bunun yanlışlıklarını görme yerine bizler yine kendimize bakalım. Cenâb-ı Allah’la irtibatımızı gözden geçirelim. Nefsimize karşı her zaman savcı, diğer insanlara karşı da avukat gibi olabiliyor muyuz, bunun üzerinde duralım. Başkalarının sadece kelime-i şehadet getirmekle dahi kurtulabilecekleri ve cennete girecekleri hakkında hüsn-ü zan edelim; ama kendimizi oraya hiç ehil görmeyelim; “Tam eda edemediğim bu namazla, hakkını veremediğim nimetlerle, yerine getirmekte geciktiğim şu hizmetlerle ben cehennemden nasıl kurtulurum?!” endişesini taşıyalım.

Allah Teâlâ ile irtibatta olmanın yerini hiçbir şey tutamaz. İnsan için en güzel nimet ona karşı kulluk vazifesini tastamam yerine getirebilme gayretidir. Her an,

Bulduğumu sende buldum,
Bâtıl şeylerden kurtuldum;
Gelip kapında kul oldum;
Rabb’im sana döndüm yüzüm!

Dünyalar seninle cennet,
Nimet senden kime minnet?
Gel kuluna merhamet et!
Rabb’im sana döndüm yüzüm!

diyerek acz-u fakr şuuruyla ona yönelmek, onun rahmetinin enginliğini duymak, onunla doymak, ondan gayrı hiçbir şeye gönül vermemek Allah’ın bir kula bahşedeceği en büyük lütuftur. İşte daima bu duyguyu yakalamaya çalışmak, yapılan iyi işlerde kat’iyen kendine pay çıkarmamak, kendi nefsini yok saymak ve şahsî kredi peşine düşmemek Müslümanın şiarı olmalıdır.

Fişe Fiş!

Soru: Son günlerde, bazı illerimizde, vali, vali yardımcısı ve kaymakam gibi mülkî idare amirlerine kadar hemen her kesimden insanın Jandarma tarafından fişlendiği haberleri medyada sıkça yer alıyor. Genelkurmay Başkanlığı bu iddialar üzerine bir açıklama yapsa ve fişlemelere sahip çıkmasa da, fişleme metinleri ve bu çirkin işin belgeleri ortalıkta dolaşıyor. Bu iddiaları ve böyle bir meseleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eskiden "fişlemek" denince, akademik çalışma yapan bazı kimseler aklıma gelirdi. Çünkü, bir profesör arkadaşımız kariyer yapanların çoğunun durumunu anlatırken meseleyi esprili bir şekilde ele alır; "Kitapların fihristlerine bakarlar, konularına göre onları tasnif ederler, sonra birer birer fişlerler, sonra alt alta getirip işlerler ve nihayet bu fişleyip işlemelerinden kitaplar meydana getirirler." derdi. Fakat, üzerinde çalıştıkları mevzuyu elli defa hallaç etmemiş, içlerine sindirememiş ve bilgi havuzlarına yerleştirememiş bu insanların, hafızalarında bir şey olmadığından ve bilgiler sadece o fişlerde kaldığından dolayı tezlerini savunacakları jüri önünde bile takılıp kaldıklarını söylerdi. İşte, fiş ve fişleme dendiğinde, daha ziyade, o arkadaşımızın "mütefeşfişûn" (!) diye adlandırdığı fişlemeyi meslek edinen bir kısım sözde ehl-i ihtisası hatırlardım.

Sizin sorduğunuz fişlemeye gelince; onu düşününce daha ziyade aklıma despotlar, tiranlar ve firavunlar geliyordu. Çünkü, kendileri gibi düşünmeyen ve kendilerine benzemeyen kimseler hakkında dosyalar oluşturanlar, onları tespit edip haklarında idam fermanı imzalayanlar ve "karşı cephe" gördükleri bu insanlara asla hayat hakkı tanımayanlar Stalin gibi, Lenin gibi zorbalardı. Fişlemek Nazi liderinin işiydi, Mussolini'nin işiydi. Eski devirlerde de Ramsesler, Amnofisler, İbn Şemsler insanları fişliyorlardı. Zira, onlar herkesi kendilerine benzetmek istiyor ve kendilerine benzemeyen kimseleri de önce fişliyor, sonra da onların haklarından geliyorlardı. Evet, tarih boyunca, fişlemek hep tiranların şiarı olagelmişti; dolayısıyla, bu manada fiş ve fişleme denince hep zorbaları ve firavunları hatırlar olmuştum.

Şahsen, böyle çirkin bir işin bizim nezih toplumumuzda da yapılacağına asla ihtimal vermezdim. Fişleme sistemini elinde bulunduran, şahıslar hakkında dosyalar tutup fişler oluşturmak için bir kısım gizli elemanlardan bir grup oluşturan, sonra da âlemi kendine benzetmek, kendine benzemeyen herkesi "öteki" ilan ederek dışlamak ve dolayısıyla toplumu parçalamak, bölmek, kutuplara ayırmak için uğraşan zamâne zorbalarının bizim toplumumuz gibi nezih bir toplum içinde de var olabileceğine asla inanmazdım.

Toy Delikanlılar

Gerçi belli bir dönemde, aynı fişlemeyi bazı İttihatçılar da yapmışlardı. Fakat onlar, devlet idaresinden anlamayan cahil kimselerdi. Balkanlarda bir kaç eşkiya güruhunu bastırınca o gün devlet idaresinde söz sahibi olan bazı insanların gözüne girmiş; palazlanıp güçlenmiş ve sonra da gelip kendi hükümdarlarını alaşağı etmişlerdi. Kendileri gibi düşünmeyenlere hiç müsamaha göstermeyen bu toy delikanlılar kimsenin sözlerine kulak vermemiş ve koskocaman devleti bir macera uğruna savaşa sürüklemişlerdi. Onlar bir çürük ipliğe hülya dizmiş ve "Eski ihtişamımızı istirdat edeceğiz." hayaliyle, Almanlarla birlikte macerâvârî dünya ‎ savaşının içine atarak koca bir devletin payimâl olmasına sebebiyet vermişlerdi. Birbirini takip eden hatalar neticesinde, Osmanlı paramparça olup gitmiş ve devletler muvazenesinde denge bozulmuştu. O bir muvazene unsuruydu ve geniş bir coğrafyada huzurun teminatıydı. Onun gölgesinde hiç kimse kavgaya tutuşmaya ve kan dökmeye cesaret edemiyordu; o, bölgede hâkimken, insanlar canavarlar gibi birbirlerini yemiyordu ve etrafta kan seylapları görünmüyordu. Evet, bugün Yahudi'nin de Hristiyan'ın da, İsrailli'nin de Filistinli'nin de itiraf ettikleri bir gerçek var ki, o güçlü devlet yıkıldığı günden beri bu bölge bir daha huzuru göremedi. O gün İttihatçıların dümen suyunda giden birisi, Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesinden kısa bir müddet sonra, Devlet-i Aliye'ye tâbi toplumların, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağınık olduğunu görüp bin pişmanlık içinde, "Abdülhamit'in Rûhâniyetinden İstimdat" dilenmiş ve ‎ pişmanlığını şöyle ifade etmişti:

"Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?
Feryadım varır mı bârigahına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.

Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan.
Asrın en siyasî padişahına.

'Padişah hem zalim, hem deli' dedik,
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz 'belî' dedik,
Çalıştık fitnenin intibahına!.

Divane sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz
Sade deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına!"

İşte, filozof ünvanıyla o gün ihtilalin ideologluğunu yapan şair, iş işten geçtikten sonra bunları söylüyordu. Merhum Ahmet Kabaklı, bu türlü hadiseleri naklederken "ba'de harâbu'l-basra" derdi. Bunu söylerken Arapça dil kaidelerine uymaz, bu sözdeki terkibi "harabi..." değil de "harabu..." şeklinde telaffuz ederdi. Zannediyorum, onun iğrab hatasında ayrı bir espri vardı; ona göre mesele o kadar tersti ki, orada izafet bile ismi cer etmiyordu. Evet, iş işten geçtikten sonra yapılanların yanlışlığı anlaşılmıştı ama maalesef o devirde de benzeri fişlemeler yapılmış; millet fertleri grup grup işlenmiş, fitne uyarılmış ve toplum içinde kamplar oluşmasına zemin hazırlanmıştı.

Medyaya Düşen Fişler

O gün bugündür zannediyorduk ki, bu türlü fişlemeler tarihin o karanlık dönemine gömüldü ve tamamen unutulup gitti. Heyhat ki, son zamanlarda bazı illerde en yüksek idarî amirlerden hâkim ve savcılara, milli eğitim müdürlerinden nüfus memurlarına kadar hemen herkes hakkında fişler tutulduğunu ve dosyalar hazırlandığını medyadan öğrendik. Bu insanların sadece kendileri hakkındaki değil aile ve akraba çevresiyle alakalı bilgilerin de kayda geçirildiğini ve "dinî görüşe sahip", "sol fikirli", "nurcu", "çocuğunu falan okula yazdırmış", "eşinin başı kapalı" ya da "eşi dirseklerine kadar eldiven takar" gibi notlar düşüldüğünü okuyup dinledik. Bu notların pek çoğunun gerçeği yansıtmaktan çok uzak ve çelişkilerle dolu olduğunu, mesela, iki sene önce "radikal İslamcı" (ne demekse) diye işaretlenen kimseye iki sene sonra "Maocu" dendiğini gördük. Meselenin daha da vahim tarafı, gazete ve televizyonlarda bu fişlemelerin Jandarma tarafından yapıldığına dair haberlerin yer aldığına şahit olduk.

Bu hadiseyle alakalı düşüncelerime geçmeden önce bir kere daha ifade etmeliyim ki, fişlemeler bana Lenin'i hatırlatıyor, Stalin'i hatırlatıyor. Fiş ve fişleme dendiği zaman Deli Hitler aklıma geliyor, despot Mussolini'nin resmi hayalimde beliriyor. Dahası, zihnime hücum eden bu fotoğraflar delilik gibi ortak bir sıfatta birleşiyor. Evet, bir yönüyle bunların hepsi deliydi; hatta –bağışlayın– sadece deli değil hem edepsiz idi. Keşke böyle bir delilik sadece onlara bağlı kalsaydı; akıllı gibi gördüğümüz bir milletin bazı fertleri için bu meselelerin sözü hiç edilmeseydi. Hele hele toplumun değer atfettiği bir kurumun temsilcileri, o türlü iddialara hiç mevzu olmasaydı.

Ben, insanlar hakkında çeşit çeşit fişlemelerin yapılmasına "evet" diyebilecek bir vatansever ve milletperver olabileceğine inanmıyorum. Özellikle de, bu milletin içinde yetişmiş, hakkını vere vere belli bir noktaya gelmiş, feleğin çemberinden elli defa geçmiş ve hak ederek belli bir seviyenin kahramanı olmuş bir insanın kendi valisini, kendi kaymakamını ve kendi hâkimini fişleme gibi bir aptallığa girebileceğine ihtimal vermiyorum. Onca okumuş, okumasını hayattan elde ettiği tecrübelerle değerlendirerek belli makamlara gelmiş, bir sürü akıllı insan içinde belli bir yeri, belli bir konumu ihraz etmiş ve toplumun teveccühünü kazanmış bir kimsenin, bunca avantajlı yanlarını birden bire sıfırlayabilecek böyle büyük bir aptallığa düşeceğine inanmıyorum. Bu çirkin işin bu vasıfları haiz bir ya da birkaç kişi tarafından yapılabileceğine inanmamaya da kararlıyım. Genelkurmay Başkanlığı'nın, iddialar üzerine yazılı açıklama yaptığını ve fişlere sahip çıkmadığını duydum. Fakat, bu sözlerimi Genelkurmay'ın bu konudaki tekzip, tavzih ve tashihini tasdik manasına da almamanızı dilerim. Ben, bu milletin bir ferdi olarak, belli konumun insanlarına öyle bir pespâyeliği kendi vicdanımda yakıştıramadığımdan dolayı bunları ifade ediyor ve bu çirkin işin millete güven vermesi gereken bir kesim tarafından yapılabileceğini bir türlü kabul etmek istemiyorum. Dilerim, düpedüz aptallık saydığım bu işin içinde bir yanlışlık olsun.

"Pespâyelik" ve "Aptallık" Değilse ya Nedir?

Sizin şu nezih atmosferinize de kendi üslubuma da yakışmaz ama bu fişleme işine "aptallık" ve "pespâyelik" dedim ve bunlardan daha uygun bir söz bulamadım. Neden? Çünkü, içinde yaşadığınız toplumun bazı fertlerini fişlemeniz kendi ayağınızın altını kazmanız demektir. Siz kalkar bu toplumu belli kamplara ve belli gruplara ayrırır, değişik isimler altında böler parçalarsanız; falana "ırkçı", filana "ülkücü" derseniz; falanı "nurcu", filanı "tarikatçı" diye adlandırırsanız milletin birlik ve bütünlüğünü paramparça etmiş ve cepheler oluşturmuş olursunuz. Dahası, eğer kulaktan duyma kuru bilgilerle, dedi-kodularla ve delilsiz iddialarla insanları mahkum etmeye kalkarsanız, dünyada mahkum edilmeyecek insan kalmaz; hatta gün gelir siz de boynunuza bir mücrim yaftası geçirilmekle karşı karşıya kalırsınız.

Ayrıca, çarşaf çarşaf ortaya serilen fişlerden anlaşılıyor ki, kimini babasının külahından, takkesinden, tesbihinden dolayı fişliyorlar; kimisini hanımının başörtüsü sebebiyle kayda geçiriyorlar; hatta "dedesinin babası şöyleydi, dayısının oğlu böyleydi" türünden iddialarla insanları karalıyorlar. Her şeyin ötesinde, bu türlü suçlamalar hukukun mantığına terstir. Hukuka göre; suçta da cezada da şahsîlik esastır. Bütün dünyada, hukuka saygılı sistemler nezdinde, "Hiç kimse bir başkasının suçundan dolayı cezalandırılamaz." Şayet siz, dedesinden dolayı torununu, annesi sebebiyle kızını cezalandırırsanız, gayr-i hukukî hareket etmiş ve hukuk karşısında bir âsî durumuna düşmüş olursunuz. Kaldı ki, medyaya yansıyan fişlerde bir suç şeklinde kayda düşülen hususların çoğu hiçbir hukuk sisteminde suç sayılamayacak cinsten isnatlardır. Dolayısıyla da, böyle mantıksız bir işe "aptallık" demek en yumuşak bir tavsif olsa gerektir. Çünkü, belli bir seviyeyi temsil eden ve aklı başında olan insanların bunu yapmaları mümkün değildir.

Ya Sizi de Fişlerler ve Kütüklerinizi Ortaya Dökerlerse!..

Diğer taraftan, şayet siz, ona "ırkçı", buna "ülkücü", diğerine "turancı", öbürüne "nurcu" ve bir başkasına da "tarikatçı" deyip bu yakıştırmaları insanları karalamak için kullanırsanız, bu defa bazıları da kalkıp sizin kütüklerinizi araştırmaya girişmezler mi? Yarın bir yerde, bir kitapta, bir mecmuada ya da bir internet sitesinde, "Falan yerdeki adam Nastûriymiş!" derlerse ne dersiniz? "Filan adam Süryâniymiş!" deyip her yere yayarlarsa ne yaparsınız? Milletin teveccüh ettiği makamları tutanlar hakkında "şu Nusayrî", "bu Sabataycı", "o dönme", "öbürü Ermeni", "diğeri Rum" şeklinde alternatif fişler oluşturulur, iddialar ortaya atılır ve bunlar kulaktan kulağa yayılırsa, ne eder ve ne cevap verirsiniz? Tekrar milletin güven ve itimadını sağlamak için elinizden ne gelir? Acaba ağzınızla kuş tutsanız o güveni yeniden elde edebilir misiniz?

Bu fitnenin kapısını bir kez aralarsanız, Türkiye'de herkes birbirine bir kulp takar; bugün siz falanı-filanı bazı yanlarıyla karalarsınız; elinizdeki imkanları fişlemede kullanırsınız.. fakat, "Keser döner, sap döner, gün olur hesap döner"; bir gün gelir, fırsatlar başkalarının ellerine geçer. İşte o zaman da, onlar sizi Nastûrîliğinizle karalar mı karalamaz mı?! Süryânîliğinizi dile dolar mı dolamaz mı?! Yakın geçmişte kendi döneminin millî eğitim bakanı, devlet büyüklerinden bir tanesi için "O Süryânî'dir" demişti ve bu söz tekzip edilmemişti. Şayet, siz bu tür fişlemelere müsaade ederseniz, gün gelir herkes birbirine bakarken "Acaba bu Nastûrî mi?" "Bu Süryânî mi?" "Bu Ermeni mi?" "Bu Rum mu?" kuşkusuyla bakmaya başlar. Neticede, bu güzel ülkede birlik ve beraberlikten eser kalmaz.

Öyleyse, özellikle de çok kritik bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde, milletimizi "şu", "bu" gibi kamplara ayırmak vatana, millete ihanet olur. Hayır, bu ülkede "şu", "bu" yoktur; bu vatanın insanları vardır. Türkiye, kıtaların kesiştiği bir noktadadır; değişik değişik kavimlerin uğrayıp geçtiği ve birbiriyle karışıp kaynaştığı bir mevkidedir. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak, Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda Atatürk, "Kim kendini Türk hissediyorsa o Türk'tür; o bu ülkenin vatandaşıdır." demiş ve bir beraberlik mülahazası ortaya koymuştur. Kendi şahsî görüşleriyle o mülahazayı delmeye kalkanlar, saygı duyduklarını söyledikleri bir insanın sözünü delmiş sayılırlar ki, bu başta –bağışlayın– ona karşı küstahlık va terbiyesizlik olur.

Bu açıdan, meseleye bakarken sadece bazı insanların fişlenmesi zaviyesinden bakmamalı. Bunu, herkesin birbirini fişlemesine ve milletin bölünmesine zemin hazırlama gibi değerlendirmeli ve böyle çirkin bir işe asla rıza gösterilmemeli. Aksi halde, nüfus kütükleri ortada.. nüfus kayıtlarına sıra gelirse, kimin soyunun ne olduğu ve nereye dayandığı iki dede sonra meydana çıkar; kimin Ermeni, kimin Süryânî ve kimin Nastûrî olduğu belli olur. Peki belli olsa ne olur? Bir dönemde kavga vesilesi yapılan hususlar bir kere daha ortaya dökülür ve fitne ateşi yeniden alevlenir. Şayet, dün ayrılıklara ve ihtilaflara sebep teşkil eden duyguları bugün tekrar tahrik eder, hortlatır ve onlara reenkarnasyon yaşatırsanız, ülkeyi sonu gelmez kavga ve kargaşaların içine atmış olursunuz.

Öyleyse, geçmişte kavgaya vesile olmuş bütün mülahazaları maziye gömüp, çatışmalara sevk eden bütün düşünceleri elden geldiğince baskı altına alıp birlik ve beraberliğimizi korumalıyız. Evet, biz, çoluğu-çocuğuyla, kadını-erkeğiyle hepimiz tek milletiz ve –Başbakan'ın yüksek sesle ifade ettiği gibi– birbirimizi seviyoruz. Ülkenin her bucağı aynı kıymette bizim gönlümüzde; bu vatanın her yanına âşığız. Odamda, bu ülkenin her tarafından gelen yetmiş çeşit toprak var; ben Kâbe'den gelmiş gibi onları alıp gözüme sürüyor ve öpüyorum. Hiçbir ilin toprağını ayırmadığım gibi hiçbir yörenin insanını da ayırmadan hepsinin ayağına yüz sürerim. Vatanımın her karış toprağını aziz bildiğim gibi onun her ferdini de bir parçam kabul eder, herkese saygı duyarım. Kanaatimce, şayet meseleye bu mülahazalarla yaklaşmazsak ve bir kısım toy insanların acemice, cahilce, muhakemesizce oynadıkları oyunlara aldanırsak, –hafizanallah– zaten bir parça kalmış ülkemizi iftiraka ve fitneye kurban vermiş ve halkımızı da birbirine düşürmüş oluruz.

Kışkırtan da Kışkırtmalara Şiddetle Karşı Koyan da Aynı Ekipten

İşte görüyorsunuz, zaten bazıları halkı sürekli tahrik ediyor, provokasyon peşinde koşuyor ve her yanda kan gövdeyi götürsün diye uğraşıyorlar. Aylarca evvel, "Bazı şer güçler kirli oyunlar peşinde; haince planlar yapıyorlar ve planlarını gerçekleştirmek için milislerini de hazır bekletiyorlar. Bir anda ülkenin dört bir yanında halkı kışkırtanlar, galeyana gelmiş görünenler ve onlara karşı koyanlar hep aynı ekipten. Büyük provokasyonlarla Türkiye'yi kan gölüne çevirmek istiyorlar." dediğim zaman, kendini bilmez ve işgüzar bir talihsiz Meclis'te benim hakkımda soru önergesi vermek istedi.. "Bu iddialarını isbat etsin" dedi. İşte, hadiseler isbat ediyor. Görünen köy kılavuz istemez. Türkiye'nin gelişmesini, ilerlemesini, güçlenmesini, Avrupa Birliği'ne girmesini ve devletler muvazenesinde kaybettiği yerini ihraz etmesini istemeyenler, halkı ırkî mülahazalarla birbirine düşürmeye çalışıyorlar; hoşgörüyü, diyaloğu, konuma saygıyı ve barış atmosferini dinamitliyorlar.. ve maalesef, toplum içindeki değişik güç ve kuvvetler tearuzların ve tesakutların ağında, zıtlaşmaların ve karşılıklı çelmeleşmelerin arasında birbirlerini yiyor ve başkalarına karşı koyacak tâkat bulamıyorlar. Bu açıdan, ülkeyi iç içe kısır döngülerin ortasına atabilecek böylesi teşebbüslere karşı asla müsamahalı olmamalısınız. Gerekirse bu uğurda ölmeye rıza göstermeli, iftiraklara karşı göğsünüzü germeli ve –birinin dediği gibi– "İlle de kan dökmek istiyorsanız, gelin beni öldürün. Ama ne olur birbirinize el kaldırmayın!" demelisiniz. Ne adliyeyi askeriyeyle, ne askeriyeyi hükümetle ve ne de devletin idarecisini, valisini, kaymakamını, hâkimini başka müesseselerin temsilcileriyle karşı karşıya getirmemeli, bu konuda çok hassas davranmalısınız.

Eşkiyayı Fişleyen Var mı?

Mevzuyla alakalı son bir hususu daha arz etmek istiyorum: Medyanın eline düşen fişlere bakılırsa, herkes için çok ciddi bir takip söz konusu. İnsanların en mahrem halleri bile mercek altında. Takip etme ve fişleme çerçevesi şahısları aşarak aile fertlerine ve hatta bir iki kuşak aşağı ya da yukarı soy kütüklerine kadar uzanmış. Mesela, dedesinin külahı bahane edilerek torunun önü kesiliyor. Annesinin başörtüsünden dolayı kaymakamlığa giden yolda oğlun önüne engel konuyor. Buzdolabında ya da çöp kutusunda içki şişesi olup olmadığına bile bakılıp, şayet varsa bu bir modernlik emaresi, yoksa irtica işareti kabul ediliyor. Bütün bu kareleri yan yana getirince görüyorsunuz ki, herkes –emniyet ifadesiyle– yakın takibe alınmış. Demek ki, evlerin içi böceklerle doldurulmuş, kameralar ve vericiler işbaşında; herkesin annesinin başının örtüsüyle, eşinin giydiği elbiseyle meşgul olunuyor.. yediği-içtiği bile kayda geçiriliyor.

İşte, bu noktada insan sormadan edemiyor: Allah aşkına, onca takip imkanınız ve bu konuda teknolojiyi sonuna kadar kullanma gücünüz varsa, hemen her gün bir delikten çıkıp gelerek Mehmetçiğin kanını döken eşkiyayı niçin takip etmiyorsunuz? Neden bu imkanlarınızı, gözünüzün içine baka baka şehirlerinizin ortasına kadar inen ve onca askerimizi şehit eden haydutları izlemek ve haklarından gelmek için kullanmıyorsunuz? Niye ülkenin dört bucağında provokasyonlar çıkaran, halkı kışkırtıp kaos ortamı hazırlayan ve anarşiye sebep olan hainleri tesbit etmek ve cezalandırmak için uğraşmıyorsunuz?

Şayet, öyle bir gücünüz varsa, Kuzey Irak'ı kontrol altında tutun. Eğer denetlemeniz icab ediyorsa, Suriye'yi denetleyin. Bütün kapıları çok sıkı kontrol edin, giriş noktalarını yakın takibe alın; ülkenize tek şakinin sızmasına dahi meydan vermeyin; içeriye kamyon kamyon silah sokan, uyuşturucu taşıyan mücrimlere göz açtırmayın. Televizyon haberlerine göre, her gün tonlarca eroin, morfin ve daha bilmem hangi uyuşturucu çeşidi tırlarla Türkiye'ye akıtılıyor. Sonra onlar ne oluyor belli değil; yakalananlar kaçırılanların ne kadarı kimse bilmiyor. O kadar kanlı katil, bugüne dek hiç görmediğimiz silahları ülkemize sokuyorlar; onlar nereye gidiyor, kimin eline geçiyor ve onlarla hangi cinayetler işleniyor bu da belli değil.

Şimdi eğer sizin fişleme kabiliyetiniz varsa, suçluyu tesbit edebilme imkanları elinizdeyse ve azıcık insafınız, bir nebze iz'anınız da kalmışsa, madem Cumhuriyet'e ve Demokrasi'ye zarar verebilecek insanları belirleme istidadına sahipsiniz, o zaman masum vatan evladını izlemekten vazgeçip bu ülkenin temeline dinamit yerleştiren zalimleri takip etmeniz gerekmez mi?! "Dedesinin dedesi falan yere mensupmuş" bahanesiyle özbeöz Anadolu insanının peşine hafiyeler takacağınıza, sırf geçmişiyle ve ruh köküyle alakası olduğu için onu fişleyeceğinize ve dedesinden dolayı torunun yoluna engeller koyacağınıza, bu milletin temel dinamiklerinin dibine bomba koyan uğursuzları takip etmeli ve fişleyecekseniz onları fişlemeli değil misiniz?!

Sorumlular Mutlaka Hesaba Çekilmeli

İşte bütün bu hususları düşününce, belli bir noktayı ihraz etmiş bir insanın ya da bazı insanların böyle bir cinnete ve hezeyana girmesine ihtimal vermiyorum. Bu işin içinde bir yanlışlık olduğunu zannediyorum. Belki, kendi başına buyruk bir kaç insan böyle şeni' bir suçu işlemiş ve belli bir kesime isnad etmişlerdir diye düşünüyorum. Çünkü, öyle bir aptallığı toplum için hayatî ehemmiyeti olan bir kurumun bünyesindeki bir insana yakıştıramıyor ve mantıklı bir mahmil arıyorum. Bu ülkede, durumdan vazife çıkaran kimselerin hiç de az olmadığı herkesin malumu. Fakat, bir iki memur yapmışsa bile, bu bir skandaldır; onların amirlerinin mutlaka bu meseleye el atmaları, işin üzerine gitmeleri ve sorumlular hakkında kanunî muamele başlatmaları gerekmektedir. Her hukuk devletinde, fişleme bir suçtur; bizim tâbi bulunduğumuz idari sistem de böyle bir işe cevaz vermez. Bu itibarla da, aklı başında olan insanlara düşen vazife, bu işin sorumlularını bulup hukuka teslim etmek ve kendi müesseselerini aklamaktır, temsil ettikleri kurumun ak olduğunu ortaya koymaktır.

Bunları söylemek bana düşer miydi düşmez miydi, bilemeyeceğim. Ne var ki, ben bir Türk vatandaşıyım ve bu milletin bir ferdiyim; onunla alakalı her mesele beni de çok alakadar ediyor. Türkiye'nin bir avuç toprağının birileri tarafından çalınacağının hayali bile yüreğimi ağzıma getiriyor. Kimsenin vatanseverliğini ve milletperverliğini sorgulama gibi bir niyetim yok; fakat, kendi açımdan rahatlıkla diyebilirim ki, Türkiye'yi çoklarının sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Çünkü, benim dünyada başka bir şeyim yok; bir Türkiyem var gözümde tüten; dağıyla taşıyla, insanlarıyla hatıralarıyla ve bir de yetmiş yerinden gelen, odamın her yanını süsleyen ve bana okyanus ötesinden vatan kokuları sunan toprağıyla...

Hiç garazım yok bu sözlerimde; kimseye karşı nefretim de yok. Otuz seneden beri aleyhimde yazı yazan bir insan bile öbür âlemde karşıma çıksa, zannediyorum, orada kendi mutluluğumu unutur, elinden tutup onun için bir iyilik yapmak isterim. Otuz sene boyunca hilaf-ı vakî beyanlarını köşesine taşımaktan hiç sıkılmayan ve belki bin defa tekzip edilmesine, tashih ve tazminat davalarında suçlu bulunmasına rağmen yine de karalama kampayasını sürdüren, hatta iftiralarıyla başkalarını da idlâl eden bir insan hakkındaki mülahazam bile bu istikamettedir ve bu benim ruh haletimin gereğidir. Sun'î Mevlânâlık yapmıyorum; içime Allah'ın koyduğu şefkati seslendiriyorum. Ben insanım; bu düşüncemi de insanlığımın icabı sayıyor ve öbür türlüsünü karakter bozukluğu, cinnet ve hezeyan olarak kabul ediyorum.

Allah inayetini ülkemizin ve milletimizin üzerinden eksik etmesin; yanlış iş yapanlara akıl ve fikir ihsan eylesin. Yanlış hiçbir iş yapmadıkları halde ciddi töhmet altında bulunanları da Cenâb-ı Hak en yakın zamanda aklasın, her iki dünyada da yüzlerini ak etsin!..

Fitne ateşi ve Dua

Fethullah Gülen: Fitne ateşi ve Dua

Soru: Mümtehine Sûresi'nde yer alan,

رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ "Rabbimiz, bizi inkâr edenlerin elinde bir fitne, bir imtihan unsuru yapma (bizi onların baskı ve işkencesi altına düşürme), bizi bağışla. Rabbimiz, yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!" (Mümtehine sûresi, 60/5) âyetinden almamız gereken dersler nelerdir?

Cevap:: Bir önceki âyet-i kerimede Hazreti İbrahim'in isminin açıkça zikredilmesinden bu duanın Hazreti İbrahim'e (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ait olduğunu anlıyoruz. Önceki âyette Cenâb-ı Hak, Hazreti İbrahim ve onunla beraber olan mü'minler hakkında şöyle buyurur:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır." (Mümtehine sûresi, 60/4)

Meallerle, hele düz, basit ve sathî şekilde verilen meallerle Kur'ân-ı Kerim'in gerçek derinlik ve enginliğinin anlaşılması mümkün değildir. Bu sebeple meseleyi biraz daha açarak âyetin muhtevasını şu şekilde idrak aynamıza yansıtmaya çalışalım: "Hazreti İbrahim ve onunla birlikte olanların sözleri, hâlleri, tavırları ve davranışları itibarıyla yaşadıkları o mükemmel hayatları içinde, yaşama adına arayabileceğiniz örneklerin hepsini bulabilirsiniz. Zira onlar, âdeta mücessem birer örnektirler."

İşte Cenâb-ı Hak, önce Hazreti İbrahim'in müstesna konumunu vurguladıktan sonra, onun hayat-ı seniyyelerinden örnek alınabilecek davranışlardan bir tanesi olarak da sonraki âyette bu duayı nazara vermiştir.

Hazreti İbrahim'in duasının anlaşılması biraz da "fitne" kelimesinin iyi anlaşılmasına bağlıdır. Bu sebeple öncelikle "fitne" kelimesi üzerinde bir nebze durmak gerekmektedir. Arapların "altını taştan-topraktan ayırma" ameliyesi için kullandığı "fitne" kelimesi genel anlamı itibarıyla "deneme, test etme, potadan geçirme, hası hamdan tefrik etme" (Bkz.: İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab 13/317) manalarına gelmektedir. Ancak dinî literatürde fitne kelimesinin bu aslî manayla irtibatlı geniş bir kullanım sahası vardır. Meselâ kargaşa çıkarma, bozgunculuk yapma, hercümerce sebebiyet verme ve insanları birbirine düşürmeye fitne dendiği gibi, insanın ahiret hayatını kaybetmesine yol açabilecek bedenî ve cismanî arzuları, mal-mülk, evlâd ü iyal, sıhhat, gençlik, makam-mansıp gibi imtihan vesileleri de fitne olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca inanan insanların, inandıkları değerlerden dolayı zulüm, işkence ve baskılara maruz kalması; değişik dayatmalarla dine-diyanete aykırı şeylere zorlanması; Müslümanca yaşamadan ötürü mahkemelerde süründürülmesi, zindanlara atılması, sürgünlere gönderilmesi de birer fitnedir. Söz konusu âyette geçen fitne kelimesinden anlaşılan işte bu son tarif çerçevesinde ifade edilen fitnedir.

Zaman zaman fitne kelimesinin yerine kullanılan "imtihan" kavramı da fitne mefhumunun anlaşılması adına önemlidir. Bilindiği üzere imtihan "mihnet"ten gelir. O da gümüşün ateşte eritilip saflaştırılması ameliyesi için kullanılmaktadır. (Bkz.: ez-Zebîdî, Tâcü'l-arûs 36/153) Bu açıdan meseleye bakıldığında, yüce bir mefkûreyi omuzlarına alan insanlar çeşit çeşit fitne ve mihnetlere maruz kalacak; din, diyanet, ahlâk ve fazilete savaş açanlar, onların kendi değerlerine bağlı bir hayat yaşamalarını istemeyecek, onları inandıkları yoldan geri döndürmeye ve kendileri gibi bir hayat yaşamaya zorlayacaklardır. Hazreti İbrahim ve onunla beraber olanlar da, ihlâs, samimiyet ve kararlı duruşlarından dolayı kâfir ve fâcirler tarafından zulüm ve işkencelere maruz kalmış, yurtlarından yuvalarından sürülmüş, ateşlere atılma gibi ağır tazyiklere uğramışlardır. Bütün bunlar karşısında Hazreti İbrahim, rehberliğinin bir gereği olarak ellerini açmış ve yanındaki mü'minlerle beraber رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ "Rabbimiz, bizi kâfirler için bir imtihan yapma (bizi onların elinde ateşe sokulan, dövülen, ardından örsler üzerine konulan ve sonra da üzerinde çekiçlerin inip kalktığı bir şey hâline getirme!). Rabbimiz bağışla bizi! Yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!" diyerek Cenâb-ı Hak'tan zalimlerin zulmünden selâmet ve kurtuluş talebinde bulunmuştur. Böyle bir duayla esasen insanın fıtrat ve cibilliyetindeki âcizlik ve zayıflık dile getirilmektedir. Zira imtihan çok zordur. İnsan, örs üzerinde durmaya, çekiçler altında ezilmeye ve ateşin içinde kalmaya dayanamayabilir. Bu açıdan Hazreti İbrahim yüksek firasetiyle böyle bir belâ ve musibetten Allah'a sığınmıştır.

Hak yolunun cilvesi

Esasında hak yolunda bulunuyor olmanın değişmez kaderidir belâ ve musibetler, fitne ve mihnetler. Zira bir insan, Allah karşısındaki duruşunun sağlamlığı ve ciddiyeti ölçüsünde ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrün hedefi hâline gelir. Şayet siz, sahip olduğunuz iman, dava düşüncesi ve ortaya koyduğunuz kıvam ile karşı taraf için endişe verici bir insan hâline gelmişseniz, onlar sizin yakanızı hiçbir zaman bırakmazlar.

Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ أَشَدُّ النَّاسِ بَلاءً "Yâ Resûlallâh! Belânın en şiddetlisine maruz kalan insanlar kimlerdir?" diye sorulduğunda O (aleyhissalâtü vesselâm), şöyle cevap vermişti: اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ "Peygamberler, ondan sonra da derecesine göre diğer insanlardır." (Bkz.: Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Bu hadis-i şeriften de açıkça anlaşılacağı üzere, belânın en şiddetlisi, en çetini, en altından kalkılmazı peygamberlere gelir. Ondan sonra da derecesine göre diğer mü'minlere. Bu açıdan diyebiliriz ki, eğer biz peygamberlerin maruz kaldığı imtihanların aynısına maruz kalsaydık, bunların altından kalkabilmemiz mümkün değildi.

İmtihanları doğru okuma

Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) fitneden kurtuluş ve selâmet talebinin hemen akabinde وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا "Rabbimiz bağışla bizi!" diyerek mağfiret talebinde bulunmuştur. Zira mü'min, sırf hak yolunda bulunuyor olduğundan dolayı hedef hâline gelse, belâ ve fitnelere maruz kalsa da, o, her türlü belâ ve musibet karşısında bunun kendi hata ve günahlarından kaynaklanma ihtimalini düşünür, bundan dolayı da Allah'tan (celle celâluhu) af ve mağfiret talebinde bulunur/bulunmalıdır.

Evet, insan, başına gelen belâ ve musibetlere bir Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) felsefesiyle yaklaşmalıdır. Bilindiği üzere o, yaşanan kıtlığı kendi günahlarına bağlamış, başını yere koymuş ve "Allah'ım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammedi mahvetme!" demiştir. İşte bu, kâmil mü'min tavrıdır. Bir yere bir yıldırım düşse veya bir yeri sel bassa insan, "Acaba benim günahlarım yüzünden mi bu oldu?" demelidir. Evet mü'min, maruz kaldığı bütün belâ ve musibetleri kendi günahlarından bilmeli, aynı zamanda bunların kendisi için bir keffâretü'z-zünûb (günahlardan arınma) vesilesi olduğunu düşünmelidir.

Diğer yandan mü'minlerin, Allah'ın ihsan etmiş olduğu bir kısım nimetleri kendilerinden bilme ve meydana gelen bir kısım güzellikleri kendilerine bağlama şirkine girmeleri de onların başına bir kısım musibetlerin gelmesine sebep olabilir. Zira Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yapılan hizmetlerin içine şirkin girmesini asla istemez. Tevhid adına yapılan işlerin içine şirkin girmesi kadar nezd-i ulûhiyette ağır bir günah ve çirkin olan başka bir davranış yoktur.

Şirk dediğimizde sadece taştan, odundan yapılan bir kısım putlara, totemlere Allah'ı ortak koşma; Lât, Menat veya Uzza'ya kulluk yapma aklımıza gelmemelidir. Bu açık olan bir şirktir. Bunun yanında bir de şirkin gizlisi vardır. Konuyla ilgili hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir." demiş, sahabe-i kiram efendilerimizin وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ "Küçük şirk ne demektir?" sorusuna da اَلرِّيَاءُ "O, riyadır." cevabını vermiştir. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 4/253)

Böyle bir şirk, başka bir hadiste ise şöyle bir benzetmeyle açıklanmıştır: "Şirk, karanlık bir gecede karıncanın taşın üzerinde gezinmesinden daha gizlidir." (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/403; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/70) Demek ki riya o kadar sinsi ve gizli bir şirktir ki, çoğu zaman insan onun farkına varamamakta, varamadığından dolayı da ibadet ü taati ve hak yolundaki hizmetleri berheva olup gitmektedir.

Allah (celle celâluhu) yolunda koşturan insanlar yaptıkları işlere şirk bulaştırdığı zaman Cenâb-ı Hak, cebr-i lutfî olarak onlara yer yer ehl-i dalâleti musallat edip kulaklarını çekebilir. Eserlere baktığımızda Hazreti Üstad'ın gerek "Şefkat Tokatları" bahsinde gerekse de Lâhikalarda bu konuyla alakalı çok sayıda misal serdettiğini görmekteyiz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, maruz kalınan belâlar, işlenen cinayet ve cürmün büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Hata ve günahın büyüklüğüne göre gelen tokatlar, şefkat tokadı olabileceği gibi, nıkmet/azap tokadı da olabilir.

Kader adalet eder

Bu itibarla yapılan işlere egosantristçe mülâhazalar karıştırılması, meselâ yazılan bir yazının beğenilmesi veya bânisi olunan bir inşaat karşısında takdir beklentilerine girilmesi tokat yenilmesine sebebiyet verebileceği gibi, onca emeğin, semeğin, terlemenin, yorulmanın hepsini uçurup götürebilir. Üstelik bütün bunlar neticesinde Allah, mü'minleri fitneye tâbi tutarak onları kâfirlerle te'dip edebilir. Her ne kadar ehl-i dalâlet zulüm işlese de, kader adalet eder. Böyle bir sıkıntıya maruz kalmak günahlara keffarettir. Fakat bilinmesi gerekir ki bu tür fitne ve imtihanların günahlara keffaret olması da belli şartlara bağlıdır.

Eğer mü'minler, maruz kaldıkları sıkıntıların kendi hatalarından kaynaklandığının farkına varır, tevbe ve istiğfarla Allah'a yönelir, "Tevbeler tevbesi yâ Rabbi! Milyon kere milyon estağfirullah!" diyerek ciddî bir pişmanlıkla O'na yalvarıp yakarırlarsa başlarına gelen fitneyi kendileri hakkında yararlı hâle getirebilir ve günahlarının affına vesile kılabilirler.

Nitekim Hazreti Pîr, ehl-i dalâlet ve ehl-i dünyanın kendisine yapmış olduğu zulümlerin sebebini anladığını ifade etmiş ve bunu, iman ve Kur'ân hizmetini, maddî ve mânevî terakkisine âlet etmesine bağlamıştır. (Bkz.: Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2, s.73-74) (Aslında onun, iman ve Kur'ân hizmetini maddî-mânevî terakkisine âlet ettiğine dair en ufak bir şey bilmiyorum. Ama o, kendi muhasebe ufku açısından meseleyi böyle değerlendirmiştir.) Demek ki insan, Allah yolunda yapmış olduğu hizmetler karşılığında ne dünyevî ne de uhrevî herhangi bir beklentiye girmemelidir. Evet o, ne takdir ve alkış beklentilerine, ne de "Ben şu işleri yapayım ki, seyr ü sülûk-i ruhânîde mertebe kat edeyim; bir basamak daha yukarıya çıkayım; Cennet'e gireyim; Firdevs'e nail olayım." gibi uhrevî beklentilere bile girmemelidir.

Aksi takdirde çekilen çile, sıkıntı ve meşakkatler günahlara keffaret olmayabilir. Mesela fitneye maruz kalan bir insan, "Ben, Allah yolunda koşturup duruyorum. Ne yaptım ki bunlar başıma geldi." der, bir taraftan kendisinde eksik ve kusur görmez, diğer yandan da hâlinden şikâyet ederse, bu defa çektiği sıkıntıları beyhude çekmiş olur. Üstelik böyle bir kişi –hafizanallah– kadere taş atma ve Allah'ın kazasına rıza göstermeme günahına girmiş olur.

Rabbim, son nefesimize kadar Kendi yolunda hizmet etmeyi, tevbe ve istiğfar şuuruyla hayatımızı nurlandırmayı, arınmış ve tertemiz bir hâlde ötelere yürümeyi hepimize nasip eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Fütüvvet ruhunun temsilcileri

Fethullah Gülen: Fütüvvet ruhunun temsilcileri

Soru: Fütüvvetin, geçmişten bugüne değişik tariflerle geniş bir çerçevede ele alındığını görüyoruz. Günümüz şartları açısından fütüvvet nedir ve yiğit kime denir?

Genç, yiğit ve delikanlı manalarına gelen “fetâ” kelimesinden türemiş olan fütüvvet, tepeden tırnağa inançla dopdolu olmanın, herkese karşı güzel ahlakla muamelede bulunmanın, başkaları için yaşama anlayışına kilitlenmenin, farklılık mülahazasına girmeden vazifeye sahip çıkmanın, mukaddes değerler uğrunda her türlü fedakârlığa katlanmanın, bir kuluçka sabrıyla, vakt-i merhunu beklemenin çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmenin, akıl ve mantığı ihmal etmeden, aynı zamanda çağı ve zamanı da hesaba katarak bütün kötülüklere karşı başkaldırmanın ve bütün bunlar neticesinde sinesine çarpan eza ve cefalar karşısında paniklememe ve sarsılmamanın unvanı olagelmiştir.

Hadis-i şerif olarak rivayet edilen hoş bir sözde:

لاَ فَتٰى إِلَّا عَلِيٌّ وَلاَ سَيْفَ إِلَّا ذُو الْفِقَار

“Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi de kılıç bulunmaz.” (Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl 5/390) ifadeleriyle, Hazreti Ali’nin her haliyle fütüvvetin temsilcisi bir kahraman olduğuna dikkat çekilmiştir. Aslında fütüvvet Hazreti Ali’den çok önceye dayanır. Enbiya-ı izâm efendilerimizin her birisine fütüvvetin çok âli seviyede önemli birer temsilcisi nazarıyla bakılabilir. Çünkü onlar kendileri için değil gaye ve mefkûreleri için yaşamışlardır. Öyle peygamberler gelmiştir ki, kendisine tabi olanlar birkaç kişiden ibarettir. Öylesi de vardır ki, hiç ümmeti yoktur. Fakat böyle bir durum karşısında onlar hiç diriğ etmeden vazifelerini yapmaya devam etmişlerdir.

Neticeyi Allah’tan bilmek

Peygamberân-ı izâm’ın kendilerine verilen risalet vazifesini en güzel şekilde yerine getirmeleri, tekvinî emirlere riayet ederek vazifelerini hep fetanet ufkunda sürdürmeleri, her durumda fevkalade stratejik hareket etmeleri, fakat bütün bunların yanında neticeyi Allah’tan beklemeleri fütüvvetin önemli bir derinliğini teşkil eder. Evet, bidayette vazife aşkıyla yanıp tutuşma, neticede ise vazifeyi yapmış olmanın itminanını yaşama fütüvvet ruhunun önemli bir göstergesidir. Diğer bir ifadeyle, kişinin irşat ve tebliğ vazifesini yaparken, “Elhamdülillah, insanlar beni dinlemeseler bile, ben Rabbimin emrini yerine getirdim. Rabbim beni bu vazifeyi yerine getirmekten azletmedi.” mülahazalarına bağlı kalması ve inkisar yaşamadan, ümitsizliğe düşmeden vazifesine devam etmesi iman ve Kur’an hizmeti adına çok önemli bir husustur.

Zaten tarih boyunca fütüvvet ruhunun hakiki temsilcileri, kendileri için dikilen çarmıhların gölgesinde de olsa sürekli vazifelerini yapmış, baştakilerin baskı ve sindirmelerine aldırmamış, hayatı istihkar etmiş ve hep bildikleri yolda yürümeye devam etmişlerdir. Hazreti Mesih, Romalıların bütün zulüm ve baskılarına ve aynı zamanda belli bir grubun Romalıları tahrik ederek onun üzerine yürümelerini sağlamasına rağmen hiçbir zaman vazifesi uğruna hırz-ı can etmekten geri durmamış ve neticede nazarlarını öbür âleme tevcih ederek farklı bir hayat mertebesine yürümüştür. Bu itibarla denebilir ki, onun temsil ettiği fütüvvet, şu anda bulunduğu ufka yükselmesi için âdeta bir rampa vazifesi görmüştür.

Kehf Sûresi’nde geçen, Hazreti Musa’nın fetâsıyla beraber yolculuğu ve onların Hazreti Hızır’la buluşmalarının anlatıldığı kıssada ise fütüvvetin farklı bir buuduna dikkat çekilmektedir. Buna göre fütüvvetin önemli derinliklerinden birisi de, fiziğin dar kalıplarına mahkûm kalmayarak metafiziğin enginliklerine açılmak, böylece kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip sonra da seyahatini bu yörüngede devam ettirmektir. Böyle bir hayat seviyesinde cismaniyet bütün bütün ortadan kalkmasa, belli bir zaruret çizgisinde devam etse de, insanın arzu ve istekleri ikinci plana çekilir. Bu açıdan konumuzla alakalı mezkûr kıssalardan anladığımız önemli bir husus da şudur: İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine de vâkıf olmaya çalışmalıdır.

Adanmışlık ve fütüvvet

Fütüvvetin en önemli faktörlerinden biri de adanmışlık ruhuna sahip olmadır. Yani insanın kendisini gaye-i hayaline adaması ve onun dışındaki bütün mülahazaları aradan çıkarmasıdır. Adanmış bir ruh demelidir ki, “Benim aslî vazifem ne yapıp edip yeryüzünde nâm-ı celil-i sübhanîyi î’lâ etmektir.” Esasında, daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, nâm-ı celil-i sübhani zatında âlidir. Fakat onun âlem tarafından da duyulması için gayret sergilenmesi gerekir. Mefkûresine adanmış bir insan bütün duyguları, düşünceleri, yaptığı hamle ve hareketleriyle bu gaye peşinde koşmalı ve kendisini bu istikamette istikrara mazhar kılması için Cenab-ı Hakk’a dua dua yalvarmalıdır. Öyle ki, insan, evinin yolunu ve çocuklarının çehresini bile unutacak kadar yaşatma arzusuyla dopdolu olmalıdır. Fakat şunu da hemen ifade edelim ki, kişinin eşi, çocuğu, annesi-babası.. hasılı hukukunun söz konusu olduğu her kim varsa, onlara karşı, kerhen ve zorlanarak bile olsa yapması gereken vazifeleri, üzerine düşen sorumlulukları elden geldiğince yerine getirmeye çalışması da bu yolun ayrı bir esasıdır.

Fütüvvet ve dik duruş

Adanmışlığın yanı başında fütüvvete ait çok önemli diğer bir husus da, sabitkadem yerinde durabilmektir. İnsan, başına gelen bütün hadiseler karşısında, “Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ; ikisi de câna safâ, lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (İbrahim Tennûrî) diyerek durduğu yerde dimdik durabilmelidir. Dimdik durmaktan kastımız, insanın paniklememesi, devrilmemesi ve ne olursa olsun yaptığı vazifeyi asla terk etmemesidir. Yoksa Allah karşısında bir mümine yaraşan, soru işareti gibi hep iki büklüm olmaktır. Hatta bununla da yetinmeyerek bir halka vaziyetini alarak yerlere kapanmaktır. Zira insan Allah karşısında bir halka olduğu zaman, O’na en yakın hale gelir. Dolayısıyla bu iki hususun birbirine karıştırılmaması gerekir.

Gerçek yiğitlik kendini sıfırlayabilmektir

Gönüllüler hizmetine kendini adamış insanların bu ölçüde bir performans ve kıvam ortaya koymalarının yanı başında onların en büyük farklılıkları, farklılık mülahazasına girmemeleridir. Dıştan onları fotoğraflayan insanlar, onların ortaya koydukları fedakârlık karşısında belki de, “Prototip sözü, bu insanların halini ifade etmeye yetmez.” diyeceklerdir. Onların öyle bir manevî derinliği olacak ki, kıtır kıtır ellerini kollarını kesseler, başlarına testere koyup biçseler yine de “Settar senden dönmezem.” diyeceklerdir. Fakat bütün bu yiğitliklere rağmen onlara düşen, âlemden farklı bir yanları olmadığı mülahazasını ruhlarına işlemeleridir. Hatta farklılık mülahazası onların hayallerinden bile geçmemeli, ezkaza geçtiğinde de büyük bir günah işlemiş gibi hemen tevbe seccadesine koşmalıdırlar. Sa’y ve gayretlerine terettüp eden güzellikler hakkında ise onlar şöyle düşünürler: “Bütün bunlar belli bir dönemde birilerinin attığı tohumların neşv ü nema bulması, neşv ü nema bulan o çemenlerin başağa yürümesi, her bir başağın da binler mahsul vermesinin bir neticesidir. Bizden evvelkilerin halis ve samimane gayretleri bu güzellikleri netice vermiştir. Fakat daha önce ekilen tohumlara nezaret etme, çapacılığını yapma, tımar etme ve o fidanların da ağaç olup meyveye durması, içinde yaşadığımız bu döneme denk geldi. Bu itibarla, bize bir farklılık isnadı asla doğru değildir.” Zaten meydana gelen bütün bu güzellikleri, insanın kendisine mâl etmesi hem başkalarının hakkını yeme hem de Allah’a karşı bir saygısızlıktır.

Diğer taraftan fütüvvet; yaşı, başı, kıdemi ve tecrübeyi silmeyi gerektirir. İnsan bazen yaş-baş, bazen kıdem, bazen de insanların kendisine teveccüh etmesi gibi sebeplerle kendisinde bir şeyin var olduğu vehmine kapılabilir. Vakıa, viladet itibarıyla turnikeye önce girmiş ve işi önde götüren kimselere karşı “rehber, efendi, pîr…” gibi saygı belirten ifadeler kullanılması hem terbiyenin gereğidir hem de bu üslup, arkadakilerle öndekilerin imtizacını sağlar. Evet, mesih, mehdi gibi galatlara, kutup ve gavs gibi abartmalara girmeden ve meseleyi başkalarını tenfir edecek şekilde aidiyet mülahazasına bağlamadan küçüklerin büyüklere karşı saygı duyup hüsn-ü zan beslemesi fertler arasındaki ahengi temine vesile olur. Fakat kendisine saygı duyulan şahıslar, “sıfır olma” mülahazasını tabiatlarına mal edememişlerse, hüsn-ü zannın verdiği makamlara dilbeste olup değişik vehimlere kapılabilirler. Mesela onlardan bazıları şöyle düşünebilir, “Yaşım altmış olmuş. Dünden bugüne pek çok insan bana “abi” diyor. Beni hocası görerek gelip önümde diz çöküyor. Demek ki bende bir şeyler var.” İşte bunlar aldatıcı ve insanın kayıp düşmesine hatta mahvolup gitmesine yol açacak derecede tehlikeli düşüncelerdir. Tecrübenin gereklerini yerine getirmenin bir sorumluluk mecburiyeti olması ayrı bir meseledir. Fakat insanın ister tecrübesine, ister zekâsına, isterse fetanetine bağlı teveccühleri bir faikiyet mülahazası haline getirip başkaları üzerinde tahakkümde bulunması apaçık bir haddini bilmezlik ve katmerli bir terbiyesizlikten başka bir şey değildir.

Fütüvvetin olmazsa olmaz hususiyeti: Tevazu

Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol.” sözü bizim için de çok önemlidir. Eğer bir insan fütüvvetin temsilcisi olmak istiyorsa, kendisini fark edilmezliğe salmalıdır ki, bilinmesin. Kanaat-i acizanemce bu, fütüvvete ait çok önemli bir derinlik ve çok önemli bir disiplindir. Ben, Hazreti Pir’in hayat-ı şahsiyelerine muttali olamadım. Fakat birinci saffı teşkil eden talebelerinden dinlediğimiz kadarıyla, Hazreti Pir, onların üstadı olmasına ve onlar da bir yönüyle ona medyun bulunmalarına rağmen, o, hiçbir zaman, onlar üzerinde bir faikiyet izhar etmemiştir. Kendisini hep “kardeşiniz” ifadesiyle takdim etmiş ve bu hususa işaret ettiği bir yerde şöyle demiştir: “Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile sahabe-i kiram arasındaki münasebet de, bize bu konuda çok önemli dersler vermektedir. Sahabe-i kiram efendilerimiz, Allah Resûlü’nü tanıdıkça ve o makamın, o atmosferin hakkının ne olduğunu keşfettikçe Efendimiz’e karşı incelerden ince bir edep ve nezaketle saygılı davranıyorlardı. Mesela, hutbe irad ettiği zaman insanları büyüleyecek kadar güçlü konuşan, Kur’an okuyuşuyla müşriklere bile tesir eden, Allah’ın kendisini güzellikler abidesi bir insan haline getirdiği Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh), Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) huzuruna omuzu düşük girer ve O’nun huzurunda hep başında bir kuş var gibi dururdu. Zannediyorum, onun, Efendiler Efendisi’nin huzurunda söylediği sözlerin bütünü bir araya getirilse iki yüz kelimeden fazla olmadığı görülecektir.

Peki, kendisine karşı bu derece saygı duyulan zat kimdir? Hadis kriterlerine takılsa da, bütün velilerin altına mühür bastıkları bir sözde Allah (celle celaluhu), Efendimiz için; “Sen olmasaydın bu eflâkı yaratmazdım.” buyuruyor. Çünkü gerek kâinat kitabının şerh edilmesinde, gerekse teşriî emirler mecmuası olan Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmasında O, bizim için eşsiz bir rehberdir. İşte böyle bir Rehber-i Ekmel’e karşı saygılı davranmak sahabenin vazifesi; öyle bir saygı O’nun hakkıydı. Evet, O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), bir yere ayak bastığı zaman değil orada oturan insanlar, arzın altındaki çürümüş kemikler bile ayağa kalkmalıydı. Fakat kendisi için toparlanılıp ayağa kalkılınca, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.” diyordu. Aynı şekilde O, kendi işini kendisi görüyordu. Belki gerektiğinde yemeğini kendisi yapıyor, kapları kendisi yıkıyor, yatağını da kendisi yapıyordu. Aslında azıcık kapıyı aralasa, gerek hanenin içindekiler, gerekse dışarıdaki insanlar hemen koşar ve o işi asla O’na bırakmazlardı. Fakat Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât) buna müsaade etmiyor ve kendi tabi işlerini kendisi görüyordu. Çünkü büyükte büyüklüğün alameti tevazu, mahviyet ve hacalettir. Büyük görünmeye gelince o, küçük insanların bir kompleksidir. Başkalarının teveccühünü, payesine paye ekleyerek onlara karşı bir tahakküm vesilesi yapmak büyüklere yakışmayan bir tavırdır. Allah Resûlü (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) ise kendisine yakışmayan hiçbir şeyi hiçbir zaman iktisap etmemiştir. Evet, yaptığı her şey O’na öyle yakışmıştır ki, mele-i âlâ’nın sakinleri bile bu yapılanlara imrenmiş ve hayranlık duymuşlardır. Hâsılı, bütün derinlik ve enginlikleriyle fütüvvetin de zirve temsili O’nun yaşayışında bize en güzel örnek olarak sunulmuştur.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gaflet ve ülfete yenik düşmemiş dua

Soru: Duada ülfet ve ünsiyet perdesini yırtma adına neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Dua etmek isteyen bir insanın, huzur-u ilâhîde bulunuyor olma şuuruyla ellerini kaldırması, ağzından çıkan kelimeleri şuurluca telaffuz etmesi ve lağv u lehvden uzak durması çok önemlidir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ
“Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını kabul etmez.” (el-Hâkim, el-Müstedrek 1/670)

buyurmak suretiyle, gaflet hâlinde ve şuursuzca yapılan duaların Cenâb-ı Hak katında makbul olmadığı uyarısında bulunmuştur. Bu açıdan ülfet ve ünsiyetin duanın taravet ve halâvetini alıp götürmemesi ve ağızdan çıkan kelimelerin partal bir söz hâline gelmemesi için öncelikle duanın dindeki yeri ve öneminin iyi bilinmesi gerekir.

Dua: İbadetin omuriliği

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem),

اَلدُّعَاءُ مُخُّ اْلعِبَادَةِ
“Dua, ibadetin omuriliğidir, özüdür.” (Tirmizî, daavât 2)

buyuruyor. Nasıl ki omurilik, bünye için hayatî bir öneme sahiptir; onda bir sakatlık meydana geldiği zaman insan felç olur ve yatağa düşer; hatta bazen de ölür. Aynen öyle de dua, Allah’la insan arasındaki kulluk münasebetini ayakta tutan bir omurilik gibidir. İnsan, Allah’a hakikî kul olup olmadığını ancak dua ile ortaya koyar.

Dua, aynı zamanda Cenâb-ı Hak’tan sebepler üstü talepte bulunma demektir. Bu da hakikî tevhid şuuruna erme adına çok önemlidir. Zira bir insan ellerini kaldırıp Allah’a teveccüh ettiği zaman, artık onunla Allah arasında herhangi bir sebep yoktur. Sebepler Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine bir perdedir. Fakat dua eden bir insan, bütün bu perdeleri aşarak doğrudan doğruya Hazreti Aziz ü Cebbar’ın kapısının tokmağına dokunur, isteyeceğini yalnız O’ndan ister ve böylece halis tevhid ufkuna yelken açmış olur.

İşte sebepleri arkada bırakıp Allah’ın huzurunda bulunuyor olma şuuruyla dua eden bir mü’min, dilinden dökülen bütün sözlerin kalbinden de vize almış olmasına dikkat etmeli; ağzından çıkan her bir kelimeyi kalbin ifadesi hâline getirmelidir. Diğer bir tabirle o, gönlüyle dili arasında bir çelişkinin yaşanmasına meydan vermemelidir. Dili ne söylüyorsa, kalbi de aynı mânâyı tefekkür etmelidir. Mesela o, “Allah’ım ne olur beni rıdvanına ulaştır ve rızanla serfiraz kıl!” dediği zaman, kalbin ritmi de bu sözlere ayak uydurmalı ve kalb ona göre atmaya başlamalıdır. Şayet bu ikisi arasında bir tenakuz meydana gelir de dil başka söyler kalb de başka düşünürse, bunlardan hangisine cevap verileceği mevzuu muallakta kalır. Bu itibarla insan, Allah huzurunda dururken düalistçe hareket etmekten kaçınmalı ve dil ile kalbinin ikilem yaşamasına meydan vermemelidir. Aslında insan, sadece duada değil, diğer ibadetlerini eda ederken de hep şuurlu bir şekilde hareket etmelidir. Mesela namaz kılan bir insan, kalbin kastı olan niyetiyle amelin içine girmeli ve elden geldiğince bu ibadetini kalbî amel hâline getirmelidir. Çünkü insanın ortaya koyduğu ameller, kalbindeki iz’an ile yakînin ve Allah’a bağlılığın dışa vurması ölçüsünde O’nun nezdinde bir mânâ ifade eder.

İman ve dua

Esasında böyle bir şuur derinliği, her meselede olduğu gibi duada da, öncelikle Allah’a sağlam inanmaya bağlıdır. Bir insan Allah’a ne ölçüde inanıyorsa, yapmış olduğu dua da o ölçüde derin ve keyfiyetlidir. İnanmada problemi olan ve yakîn zaafı yaşayan bir insan ise kalb ve dil bütünlüğüne asla ulaşamaz. Bu açıdan diyebiliriz ki, eğer bir insan söylediklerini içten söyleyemiyor, duanın heyecanını dolu dolu gönlünde duyamıyorsa, ortada önce iman, yakîn ve mârifet problemi var demektir. Dahası bir insan, küfür seylaplarını umursamıyor; insanların dalâlet ve tuğyanı karşısında rahatsızlık duymuyor; onların iman etmesini, en az bir yuvaya kavuşma veya bir çocuk sahibi olma ölçüsünde önemsemiyor; ellerini kaldırıp, “Allah’ım! Ne olur yeryüzündeki bütün insanların kalblerini İslâmiyet’e karşı feth u neşr eyle! Bahtına düştüm Allah’ım! Gerekirse benim canımı al ama insanların kalbine imanı koy!” demiyorsa, bir açıdan o, iman problemi yaşıyor demektir. Böyle bir insanın evvelâ iman esasları hususunda ciddî bir rehabiliteye ihtiyacı vardır.

Vâkıa, hepimizin iman esasları konusunda ciddî rehabiliteye ihtiyacı vardır; zira biz farkına varsak da varmasak da, Hazreti Pîr’in ifadesiyle -maalesef günümüzde- fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfür, zihinleri ciddî ifsat etmekte (Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.20 (Beşinci Mektup)); işlenen her bir günah, kalbe giren her bir şüphe ve tereddüt kalb ve ruhta yaralar açmaktadır. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a)) Nifak, cehalet ve enaniyet çağında tahkik bütün bütün yıkılıp gittiği gibi, taklit bağları da çözülmüş durumdadır. Evet, eskiden insanlar, önlerindeki bir rehberi veya kanaat önderini görüyor, onun yaptığını yapıyor ve böylece hiç olmazsa taklitle iman serasının içine giriyor, kendilerini muhafaza altına alıyorlardı. Maalesef günümüzde insanların pek çoğu böyle bir imkândan dahi mahrum bulunmaktadır.

Aslında bir insan, kendisini dinlese, çevresinde cereyan eden hâdiselerin çehrelerine baksa sonra da onları doğru okusa, her şeyde O’nu duyacak-hissedecek ve Cenab Şehabeddin gibi, “Varsın İlâhî! Yine varsın, yine varsın! Aklımda, hayalimde, hissimde hep varsın!” diyecektir. Her aynada O’nun cemâlini müşahede eden bir insan yeri geldiğinde ağaca koşup onu öpecek, çemenlere sarılacak, toprağa yüzünü gözünü sürecek, bazen O’nun Nur isminin kesif bir gölgesi olan Güneş’e teveccüh edecek ve bir yönüyle deli gibi yaşayacaktır. Böyle bir insan ise O’nun varlığı karşısında ihsan şuuruna sahip olacak, O’nu görüyor gibi davranacak ve O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket edecektir. İşte ancak böyle bir yakîn ufkuna ulaşan insan, ellerini kaldırdığında, ülfet ve ünsiyetin hakkından gelecek, sebepleri aşacak, O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracaktır.

İç heyecan ve titreyişlerin sesi

Evet, ihsan şuuru içinde duada huzur, hudu ve huşu çok önemlidir. Öyle ki insan, derin bir konsantrasyonla Allah’a yönelmeli ve dua ederken kendisinden geçmelidir. Ben, Hazreti Pîr’in talebelerinden Tahiri Mutlu Ağabey ve Ahmed Feyzi Ağabey’i gördüm. Onlar, dua ederken iç heyecanlarını dile getirir, âdeta kıvranır ve kendilerinden geçerlerdi. Aslında onlar, Üstatlarından gördükleri tavrı sergiliyorlardı.

Burada sizin için de bir mazeret sayılabilecek bir hususa bir kez daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Maalesef biz, doğru dürüst namaz kılan, samimî dua eden, gönülden Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunan insanları tekyede de, medresede de, camide de görmedik. Bu konuda bize öncülük yapacak, ufkumuzu açacak, kapıyı aralayarak hakikatin dırahşan çehresini gösterecek rehberlerimiz olmadı. Her birimiz birer ümmî olarak kaldığımız yerde kalakaldık. Seyyid Kutup, bu türlü mülahazalara girdiğinde, “Biz, Müslüman mıyız?” diyerek hâl-i pürmelâlimizi ifade ederdi.

Fakat her şeye rağmen, hakikî imanı elde etmeyi ağır bulmayın ve elde edilmez sanmayın. Siz, hele bir dertlenin ve ızdırapla O’na yönelin. İşte o zaman bakın, Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler ve size ne tür sürpriz kapılar açar.

Öyleyse gelin, içimizdeki katılıkların izale olması, kulluğun içimizde bir inşirah hâsıl etmesi ve imanda derinleşebilme adına gece kalkalım, dört rekâtlık bir hacet namazı kılalım; ardından da, “Allah’ım! Sen’den bu gece beni ihsan şuuruna ulaştırmanı istiyorum. Senden, ne keramet, ne ikram ne şu ne de bu, başka bir şey istemiyorum. Tek isteğim, Seninle münasebette derinleşebilmek. Sen aklıma geldiğinde başka şeylerin gözümden silinip gitmesi ve Senin mârifetinle meşbu yaşamaktan başka bir şey istemiyorum!” diyelim. Bunu derken de, ağzımızdan çıkan her bir kelimenin şuur damgası taşımasına dikkat edelim. Israrla geceleri Allah’tan bunu isteyelim. Bir gece, iki gece, üç gece.. kalkalım, delice Allah’a yalvaralım. Ben, burada sizi itham edercesine bir tavırla, “İçinizde, Allah’tan mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyak isteme adına hayatında bir hafta peşi peşine gece kalkıp hâcet namazı kılıp arkasından da böyle bir istekte bulunmuş olan var mı?” diye sormak istemem. Çünkü böyle bir soru karşısında olumlu cevap alacağım insanın çok fazla olmayacağı kanaatini taşıyorum. Bu da bizim, meseleye verdiğimiz önemi gösteriyor. Fakat unutmamak gerekir ki, مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Bir şeyi talep eden, talebinde ciddî olur ve gereken gayreti de gösterirse istediğini elde eder.”

Bazen hac için Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da bulunan insanların hâline bakıyor ve uzaktan bu şuuru arıyorum. İçlerinde delice Allah’a dua eden, heyecanla köpüren birileri olup olmadığına bakıyorum. Eğer orada bin tane insan samimî olarak elini açsa ve bin ağızdan âli mülahazalar Cenâb-ı Hakk’a yükselse, külliyet kesbeden böyle bir duanın geriye çevrilmesi mümkün değildir. Hatta benim bu konudaki inancım şudur: Şayet orada bulunan üç milyon insan ellerini kaldırsa ve “Allah’ım bu arzı değiştir!” deseler, ayaklarının altındaki arz birden bire değişikliğe uğrar ve farklı bir âlem olur. Heyhat! Âlem-i İslâm’ın var olduğu günden bu yana günümüzde olduğu kadar derbeder ve perişan olduğuna, bu kadar dağıldığına şahit olunmamıştır. Ama demek ki insanlar, bu felâketleri, bu zillet hâlini bütün fecaatiyle duyamıyorlar. Şayet duysalardı, en azından bir dua ölçüsünde bundan kurtulma cehtleri olurdu. İnsanlar bu ızdırabı hissetmedikleri gibi etraflarındaki küfür dalgalarının darbelerinden rahatsızlık da duymuyorlar. Dolayısıyla da küllî bir duaya yönelme lüzumunu hissetmiyorlar.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Böyle bir ızdırap ufkuna bir anda ulaşılmazsa da, insanın kendini zorlaması, bu istikamette ciddî bir ceht ve gayret ortaya koyması gerekir. Ellerini kaldırdığında, “Verirsen verirsin, vermezsen vermezsin.” tavrıyla dua etmesi ise Allah karşısında küstahlık ve terbiyesizliğin ifadesidir. Hâlbuki insan, dua ederken âdeta bir dilenci gibi olmalı, hâli ve tavrıyla, “İstiyorum Allah’ım, bahtına düştüm, kurban olayım istiyorum! Lütfet Allah’ım! Öldür beni ama isteklerimi kabul et!” demelidir. Evet, mü’min, nazarını hep yüksek zirvelere dikmeli ve bu isteklerini içinden gelerek dillendirmelidir ki, Cenâb-ı Hak da ona lütfuyla cevapta bulunsun. Çünkü bir insanın teveccühü ne kadarsa, ona o kadar teveccüh edilir; nazarı ne ölçüde ise, ona o ölçüde nazar edilir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gafleti dağıtacak iksir: Zikir

Soru: Gaflet nedir, gaflet perdesini yırtacak farklı zikir türlerinden bahsedilebilir mi?

Gaflet; dalgınlık, dikkatsizlik, insanın çevresinde olup bitenleri fark edememesi, eşyayı mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle bilememesi, görememesi, hissedememesi gibi mânâlara gelir. Başka bir ifadeyle gaflet; insanın yürüdüğü yolda yapması gerekli olan şeyleri tam olarak sezememesi, akıbetinden habersiz ve endişesiz yaşaması demektir.

Gafleti dağıtacak birçok önemli iksirden bahsedilebilir. Meselâ tedebbür, tezekkür, tefekkür ve teemmül gibi hususlar gafleti dağıtacak önemli birer vesiledir. Hz. Pîr’in âsâr-ı bergüzidesine bakacak olursanız, onların gafleti dağıtmaya matuf bu tür dinamiklerle dolu olduğunu görürsünüz. Evet, onun eserlerinden hangi birine el atsanız, sizi farklı tefekkür vadilerinde dolaştırdığına şahit olursunuz. Okuduklarınızla basar ve basiret ufkunuz açılır; açılır da gördüklerinizi doğru görüp doğru değerlendirmeye başlarsınız. İhsas ve ihtisaslarınız, kalbinizin derinliklerine kadar nüfûz eder, uyuyan duygularınız âdeta yeniden dirilir ve vicdan mekanizmanız birdenbire harekete geçer.

İçten ve samimi bir şekilde eda edilen ibadetler de gafleti dağıtacak önemli bir vesiledir. Meselâ kalbin sesi olarak okunan bir ezan, gafletinizi dağıtıp nazarlarınızı semaya çevirir ve sizi namaza hazırlar. Böylece siz, mescide doğru giderken heyecanla dopdolu bir hâlde oraya yürürsünüz. Bazen şadırvan başında aldığınız bir abdest, bazen dinlediğiniz yürekten bir kamet, bazen içten getirilen bir tekbir, bazen de namaz kıldıran imamın gönlünün sesiyle okuduğu bir Fatiha, sizi heyecana gark ederek farklı bir dünyanın içine çekebilir. Öyle ki yaşadığınız âlemde sanki farklı bir buutta dolaşıyor gibi olursunuz. Dolayısıyla bunların hepsi belli ölçüde insanın gözündeki ve gönlündeki gaflet perdelerini kaldırır ve onu kendi özüyle buluşturur.

Uyuyan duygular ve heyecan paylaşması

Bütün bunların yanında gafleti dağıtan en önemli vesilelerden biri de zikrullahtır. Sofîler, daha ziyade hatm-i hâcegânlar tertip ederek, zikir halkaları oluşturarak Allah’ın (celle celâluhu) değişik isim ve unvanlarını teker teker ve¬ya birkaçını bir arada tekrar etmek suretiyle zikrullahı eda ederler/etmişlerdir. Her bir tarikin kendine mahsus takip ettiği bazı usûl ve formatlar vardır. Bu usûl ve formatların da farklı insanlar üzerinde kendine göre ayrı bir tesirinin olduğu söylenebilir. Meselâ kimileri, omuzları birbirine temas edecek şekilde el ele tutar ve bir halka teşkil ederler. Serzakir de aralarına girer ve böylece zikre başlarlar. Kimileri ise, benzer zikir halkaları oluştursalar da, daha çok hafîliği esas alırlar. Bu halka teşekküllerinde, lisan bir taraftan “Lâ ilâhe illallâh”, “Sübhânallah”, “Elhamdülillâh”, “Allahuekber” derken, diğer taraftan insanların el ele tutmalarıyla bir yönüyle bir heyecan paylaşması gerçekleşir. Değişik vesilelerle namazla ilgili üzerinde durduğumuz bir hususu bu noktada bir kez daha hatırlamakta fayda var: Eğer imam, namazda Kur’ân okurken, bütün mâsivâ gözünden silinip gidecek şekilde gönlünü Allah’a verir ve bir aşk u heyecan çağlayanına kendini salıverirse, ondaki bu heyecan belli ölçüde arkadaki insanlara da intikal eder. Aynı şekilde safların içinde kalbi Allah’la irtibata geçmiş bir insandan yükselen bir hıçkırık, birdenbire saflara sirayet edip herkesi teyakkuza geçirir. Böylesine heyecanlı bir ruhun ağlaması, bir mânâda, “Uyanın, aklınızı başınıza alın ve sıyrılın şu gafletten!” demek gibidir.

Dolayısıyla asıl önemli olan, zikrin hangi keyfiyet ve derinlikte icra edildiğidir. Evet, zikrullah içten ve samimi bir şekilde gerçekleştirildiğinde bu durum diğer fertlere de sirayet eder. Oradaki insanları yaşadığımız üç buutlu âlemden alır ve ayrı bir âleme götürür. Onlar hiç farkına varmaksızın Cennet sokaklarında geziyor, Firdevs yamaçlarında tenezzühte bulunuyor, Cuma tepelerinde Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede ediyor ve “Ben sizden razıyım.” sözüyle ifade edilen rıdvan-ı ekbere mazhar olduklarını hissediyor gibi olurlar. İşte bütün bunlar o gaflet perdelerini paramparça ederek, görülmesi gerekli olan şeyleri gösterir, duyulması gerekli olan şeyleri duyurur ve insanın kendini bilip özüne ermesine kapı aralar.

Tabiî zikir sadece bazı şeyleri dille vird-i zeban etmek demek değildir; aynı zamanda o, bazı şeyleri anmak ve hatırlamak suretiyle tefekkür etme ameliyesidir. Bu açıdan, meselâ, Mus’ab ibn Umeyr ve Sa’d ibn Muaz gibi zatları, kahramanlıkları ve hakka yürüyüşleriyle hatırlamak da bir zikirdir. Böyle bir hatırlama, gaflet içinde bulunan insanın gafletini dağıtacak, yeniden kendine gelip kendini keşfetmesine, konumu itibarıyla kendini doğru okuyup doğru yorumlamasına ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın mârifetine doğru yürümesine vesile olacaktır. Evet, insanın kendini doğru okuması, konumunu belirlemesi, durduğu yer ile durması gerekli olan yere bakması ve aradaki mesafeyi ölçmesi gibi enfüste yapacağı bütün tefekkür, tedebbür ve tezekkürler zikir kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Tezkir veya sohbet-i Cânan

Bir misal olması açısından ifade edeyim. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Zerr Hazretleri’ne hitaben şöyle buyurur:

جَدِّدْ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
وَخُذِ الزَّادَ كاَمِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ
وَأَخْلِصْ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden haberdardır.” Allah Teâlâ bizi gördüğüne ve her hâlimize nigehbân olduğuna göre insana düşen de her şeyi Allah için yapmasıdır.

Evet, her davranışı Cenâb-ı Hak tarafından görülen ve ahirette de buna göre muamele görecek olan bir insanın böyle önemli bir mevzuda gaflete düşmemesi çok önemlidir. İnsan hiçbir zaman unutmamalı ki, herkes için ölüm mukadderdir. Hiç kimseyi burada tutmak mümkün değildir. İnsanın önünde, anne karnından başlayarak çocukluktan, gençlikten, olgunluktan, yaşlılıktan, kabirden, berzahtan, sırattan geçen ve derken Cennet –Allah idhal buyursun– veya Cehennemle –Allah muhafaza eylesin– neticelenecek upuzun bir yolculuk vardır. Önünde böyle çetin bir yolculuk bulunan bir insanın gaflete düşmesi anlaşılır gibi değildir.

Bu hususla alakalı Kur’ân-ı Kerim’de, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben şöyle buyrulmaktadır:

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

“Habibim! Tekrar tekrar hatırlat; çünkü zikir ve hatırlatma mü’minler için mutlaka yararlıdır.” (Zâriyât sûresi, 51/55) Burada bahsi geçen zikir, sadece lisanla yapılan zikir değildir. Yani burada, “Lâ ilâhe illallâh” demekten ziyade, bu hakikatin mü’minlere değişik üslûp ve versiyonlarıyla, tasrif yoluyla hatırlatılması emredilmektedir. Daha sonra da böyle bir hatırlatmanın mü’minlere faydalı olacağı bildirilmektedir. Demek ki, bizim böyle bir hatırlatmaya her zaman ihtiyacımız vardır. İsterseniz konuyu sohbet-i Cânan meselesine irca edebilir ve birbirimize karşı devamlı bazı hakikatleri hatırlatma gibi bir sorumluluğumuz olduğu ve bu sorumluluk yerine getirildiği takdirde çok önemli neticelerin hâsıl olacağı sonucuna ulaşabilirsiniz. Evet, laubalilik ve mâlâyaniyâta karşı kapalı kalma ve aktüaliteye girmeme adına böyle bir hatırlatma çok faydalı ve çok önemlidir. Zira nefsin hoşuna giden aktüel konular, mâlâyanî mevzular girdap gibidirler. Eğer kendinizi onlara kaptırırsanız, alır ve sizi sizden uzaklaştırırlar. Siz, sizden uzaklaşınca da:

نَسُوا اللّٰهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ

“Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.” (Haşir sûresi, 59/19) âyet-i kerimesinin tehdidine maruz kalırsınız. Bir mânâda âyet-i kerime diyor ki, onların nefisleri kendileri için bir mirsattı, bir temâşâ yeriydi, bir müşâhede merkeziydi. Onu bir dürbün ve teleskop gibi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a ait âsâr-ı bergüzideyi, esmaya ait mecâlîyi ve O’nun tecellîlerine ait mezâhiri temâşâ edeceklerdi. Fakat onlar gaflete daldılar da, Allah’ı unuttular. Allah da onlara kendilerini unutturdu ve onları kendi darlıklarına, düşünce, mantık, cismaniyet ve beden darlıklarına mahkûm etti.

Bu sebeple mü’minler tezkiri bir vazife bilerek sürekli birbirlerine hatırlatmada bulunmalıdırlar. وَذَكِّرْâyetinden sonra,

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri ve insanları, başka değil, sadece Beni bilip Bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56) âyet-i kerimesinin geldiğini düşünecek olursak, esas hatırlatılması gerekli olan hususun ne olduğunu da anlamış oluruz. Yani nazarlar hep kulluk ve mârifete doğru çevrilmelidir. Kabiliyet ve istidadı ölçüsünde her bir ferdin önüne ârif-i billâh olma yolu açılmalı, derecesine göre herkesin eşya ve hâdiselere farklı bakması, onları farklı görmesi ve onlar hakkında farklı düşünmesi temin edilmelidir. Daha doğrusu teker teker her bir ferde, kendi darlıklarını bir kenara bırakıp O’nun gördürmesiyle görme, O’nun işittirmesiyle işitme, O’nun tutturmasıyla tutma ve O’nun hissettirmesiyle hissetme ufku gösterilmelidir.

Gayretullah

Bir deve kervanı yola çıkmış giderken yolda fakir bir dervişle karşılaşırlar. Derviş, kervancıbaşına kendisini de almalarını rica eder. Kervancıbaşı bu isteği kabul eder ve yola revan olurlar. Bir zaman sonra yolda haramiler kervanı basar ve neleri var neleri yok hepsini alırlar. Dervişe de malı olup olmadığı sorulunca, “Benim hiç param yok; ama kervancıbaşının değerli bir yeleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz” der. Haramiler yeleği alırken kervancıbaşı hiçbir şey söylemez; ama dervişe çok gönül koymuştur. Öyle ya, ona o kadar iyilik yapmasına karşılık böyle bir tavırla karşılaşmıştır.

Bir zaman sonra, kervan ahalisi bütün varlığını kaybetmiş bir halde bekleşirken devletin askerleri çıkagelir. Haramiler derdest edilmiştir. Bütün gasbedilen mallar sahiplerine iade edilir. İşte o anda kervancıbaşı dervişe yanaşır ve der ki: “Baba, aşk olsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de tuttun eşkıyalara benim yeleği haber verdin.” Derviş de der ki: “Oğlum, bu haramiler o kadar zulmettiler ki, baktım gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmış. Senin yelek, işte o dört parmak yerine geçti.”

Evet, Allah (celle celâluhû) zalimleri iflah etmez. Ancak mazlumun Allah’ın gayretine dokunduracak liyakati kesbetmesi gerekir. Eğer o, bu seviyenin eri değilse ve yöneleceği kapıya tam yönelememişse ceza te’cil edilebilir. Bugün Müslümanlara revâ görülen zulmü ve bu zulmün gayretullaha dokunmasını da bu zaviyeden ele almak gerekir.

Bir mü’min yabancı dil öğrenirken gönlünün derinliklerinden içeri “İngilizcem, Almancam, Fransızcam olsun; kariyer yapayım; aranan adam ben olayım...” düşüncesi girerse ve bu, onun tek derdi haline gelirse Cenâb-ı Allah razı olmaz. Her şey “Onu nasıl anlatır, rızasını nasıl kazanırım?” duygu ve düşüncesine bina edilmelidir.

Bir transatlantikle yolculuk yapanlar için, güvenlik seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun, bir kaza ihtimaline binâen gemiye flikalar koyuyorlar, can yelekleri ve işaret fişekleri koyuyorlar, acil kurtarma planları hazırlıyorlar... Şu dünya yolculuğunda öbür hayatımızı garanti altına almak için bir hazırlık yapmıyorsak buna ne denebilir? Muhtemel bir kaza için bu kadar hazırlık yapan bir insan, gelmesi yarın kadar kesin ebedî ahiret hayatı adına hazırlık yapmıyorsa o divane değil midir?

Sahih midir bilemiyorum; ama oldukça ibretli bir hikâyedir Hz. Ali’nin bir dehrî (materyalist) ile diyaloğu. Dehrî, Hz. Ali’ye “Bu dünyada boş yere yorulup duruyorsunuz. Ya cennet cehennem yoksa?” der. Hz. Ali’nin cevabı şu şekilde olur: “Sizin dediğiniz doğruysa ben bir şey kaybedecek değilim. Ama benim dediğim doğruysa ve cennet var ise siz ne kaybedeceğinizin farkında mısınız?”

Gayretullah

Soru: Farklı yazı ve sohbetlerde bir kısım günahların veya zulümlerin gayretullaha dokunabileceğinden bahsediliyor. Allah’ın “Gayûr” olmasının ve “gayretullaha dokunma” tabirinin ifade ettiği anlamlar nelerdir?

Cevap: Bilindiği üzere Allah’ın bildiğimiz isimleri arasında “Gayûr” diye bir isim yoktur. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de varid olan, gerek hadis-i şeriflerde sayılan, gerek geniş olarak Muhyiddin İbn Arabî’nin üzerinde durduğu, gerekse Cevşen’de yer alan esma-i ilâhiyeye bakıldığında -sıfat ya da mübalağalı ism-i fail kipinde- böyle bir isme rastlanmaz. Ne var ki bir ismin, bildiğimiz esma-i hüsnâ içerisinde yer almaması, gerçekte olmadığı anlamına gelmez. Çünkü Allah, isimlerinin bir kısmını Kur’ân vasıtasıyla bize talim etse, bir kısmını Peygamberlerine bildirse de O’nun nezd-i ulûhiyetinde saklı tuttuğu, sadece kendisinin bildiği isimleri de vardır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu âlemler, sadece bizim bildiğimiz fizikî âlemlerden ibaret değildir. O’nun, bilemediğimiz farklı âlemlerde tecelli eden isimleri vardır. Fakat bunları bilme ve bunlara inanma bizi çok alâkadar etmediği için bize bildirmemiş olabilir.

Gayretullaha Dokunan Fiiller

Bununla birlikte -soruda da ifade edildiği üzere- hadislerde Allah’ın “gayreti” üzerinde durulmuştur. Dolayısıyla onun, önemli bir hulûk-ı Rabbanî olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ Ebû Hüreyre’nin rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: إِنَّ اللهَ يَغَارُ وَإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ أَنْ يَأْتِيَ الْمُؤْمِنُ مَا حَرَّمَ عَلَيْهِ “Allah gayret tecellîsinde bulunur, mü’min de gayûr davranır; Allah’ın gayreti, kulun işleyeceği haramlara karşıdır.”(Buharî, nikâh 6; Müslim, tevbe 36) Konuyla ilgili diğer bir hadis ise şu şekildedir: مَا أَحَدٌ أَغْيَرُ مِنَ اللهِ وَمِنْ غَيْرَتِه حَرَّمَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ “Allah’tan daha gayûru yoktur; bu gayretindendir ki O, açık-kapalı fuhşiyatı haram kılmıştır.” (Buhârî, nikâh 107; Müslim, tevbe 32-36)

Yine konuyla alakalı olarak, bir gün Sa’d İbn Ubade’nin aile mahremiyetinin korunmasıyla ilgili söylediği bir söz üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: أَتَعْجَبُونَ مِنْ غَيْرَةِ سَعْدٍ لَأَنَا أَغْيَرُ مِنْهُ وَاللَّهُ أَغْيَرُ مِنِّي “Sa’d’ın gayretine mi hayret ediyorsunuz? Ben Sa’d’dan daha gayûrum, Allah da benden.” (Buhârî, hudûd 42; Müslim, talâk 17)

Allah insanları selim bir fıtratta yaratmıştır. Onlar için bir kısım yasaklar koymuş ve günaha girmeden iffetli ve temiz bir şekilde yaşamanın yollarını göstermiştir. Eğer insanlar, bir kısım yaramaz çocukların üstünü başını kirletmesi gibi, Allah’ın koymuş olduğu sınırlara riayet etmez ve günahlara girmek suretiyle doğuştan gelen temiz fıtratlarını bozar, kalb ve vicdanlarını kirletirlerse bu durum Allah’ın gayretine dokunacaktır.

Biraz daha açacak olursak, Allah, bizi yokluktan varlığa çıkarmış, var etmekle kalmayıp hayat ve şuur ihsan etmiş, akıl ve fikir vermiş ve aynı zamanda gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar vasıtasıyla bize hidayet yollarını göstermiştir. Yani O, bir taraftan bizden kulluk vazifemizi yerine getirmemizi talep ederken, diğer yandan da kendisiyle münasebetlerimizi doğru tesis edebilmemiz adına gerekli olan şeyleri lütfetmiştir. İnsanın bütün bunlara rağmen inhiraf etmesi, fısk u fücura girmesi, münkeratı irtikâp etmesi ve böylece doğuştan gelen temiz fıtratına toz kondurması gayretullaha dokunan bir husustur. Çünkü Allah, insana pek çok nimet ihsan etmiş, doğru yolu göstermiş, onun elinde bir mazeret bırakmamıştır.

İnsan günah işlediğinde Allah’ın yaratmış olduğu temiz fıtratı kirletmesinin yanı sıra aynı zamanda O’na karşı gelmiş olacaktır. Zira Allah’ın koymuş olduğu sınırların aşılması ve koyduğu yasakların çiğnenmesi, Allah’a isyan etme ve başkaldırma demektir. İşte yukarıdaki hadislerde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kendisine başkaldıranlara karşı gayûr davranacağını ifade buyurmuştur.

Hiç şüphesiz gayretullaha dokunacak en büyük başkaldırı ve isyan ise O’na şirk koşmak ve O’nu inkâr etmektir. Hazreti Bediüzzaman’ın konuyla ilgili ortaya koymuş olduğu izahlar açısından meseleye bakacak olursak, Allah’ı inkâr eden bir kişi, sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden kâinattaki bütün tekvinî âyetleri görmezden gelmiş demektir. Rabbimizin bunca âsâr-ı bergüzidesiyle Kendisini anlatmasına ve tanıtmasına mukabil hâlâ körlük yaşama ve bu eserlerin şehadetlerine göz yumma, kulak tıkama ve hatta onları tezyif ve inkâr etme öyle büyük bir cinayettir ki bunun gayretullaha dokunmaması mümkün değildir.

Gayretullahı bir yönüyle ırzına, namusuna, malına, ülkesine, hürriyetine tecavüz edildiğinde insanların karşı koymasına veya devletin, kanunlarını çiğneyen vatandaşlarına cezaî müeyyideler uygulamasına benzetebiliriz. Çünkü insan tabiatında, zikredilen bu değerleri korumaya karşı bir gayret vardır. Kimse gözünün önünde ırzının çiğnenmesine, namusunun payimal edilmesine tahammül edemez. Aynı şekilde Allah’ın da kendi vaz’ ettiği kuralların ayaklar altına alınmasına, koyduğu sınırların çiğnenmesine -tahammül tabirini onun hakkında kullanmak doğru olmaz- rızası yoktur. Yani sizin bu konuda gayret göstermeniz ve yapılan zulümlere tahammül edemeyip karşı koymanız neyse, Allah’ın da Zât-ı Ulûhiyet’ine yaraşır şekilde böyle bir gayreti söz konusudur. O, mühlet verse de sonunda kendisine yapılan küstahlığı cezalandırır.

Allah’ın Mühlet Vermesi

Cenâb-ı Hak, kullarının kötülüklerini, hata ve günahlarını cezalandırmakta acele etmez. Akıllarını başlarına almaları ve yapageldikleri hatalarını terk etmeleri için onlara mühlet üstüne mühlet verir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Allah’ın fasık, facir ve zalimlere verdiği mehil karşısında, مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ey Rabbimiz, ne kadar halimsin!” sözüyle soluklanmış ve duygularını baskı altına almıştır.

Eğer ademoğlunun irtikâp ettiği günahlara verilecek cezalar insanların hakemliğine bağlanmış olsaydı, belki de şimdiye kadar yeryüzünde hiç kimse kalmazdı. Fakat Allah, bir âdet-i ilâhiye olarak kullarını cezalandırmada acele etmiyor. Nitekim bir âyet-i kerimede bu konudaki ahlâk-ı ilâhiye şu şekilde beyan edilmiştir: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ “Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandıracak olsaydı dünyada tek canlı bile bırakmazdı. Fakat onları takdir ettiği bir vadeye kadar bekletir. Vadeleri gelince ne bir an öne alabilir ne bir an erteleyebilirler.” (Nahl Sûresi, 16/61)

Evet, Allah’ın rahmeti gazabının önüne geçtiği için O (celle celâluhu), insanları cezalandırmakta acele etmez. Fakat günah ve zulüm bataklığına gömülmüş bir insan Allah’ın kendisini kahretmediğini görüp daha da şımarmamalı; bilakis kendisine verilen süreyi düşünüp ürpermelidir. Çünkü Allah imhal (mühlet verme) etse de asla ihmal etmez. Âyet-i kerimede de zerre miktarı iyilik yapanın da kötülük yapanın da mutlaka bunun karşılığını göreceği ifade buyrulmuştur. (Bkz.: Zilzâl sûresi, 99/7-8)

Şurası bilinmelidir ki isyan deryasına yelken açmış bir insana mühlet verilmesi de onun için ayrı bir imtihandır. Eğer kişi, başına bir musibet gelmediğini görüp, bunun böyle devam edeceğini düşünerek yanlış yoldan geriye dönmez, hatta kendisini daha da gaflete salarsa imtihanı kaybeder. Fakat basiretli davranır, aklını başına alır, derlenip toparlanır ve eksiklerini telafi etmeye yönelirse kazanır. Çünkü Allah’ın, günahkâr kullarını hemen cezalandırmamasının önemli bir hikmeti de budur.

Aksi takdirde had bilmezlere, sınır tanımazlara Allah hadlerini bildirir. Bir gün gelir işlenen günah ve zulümler gayretullaha dokunur ve o zaman Allah asi ve zalimlerin iflahını keser. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, إِنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ “Allah zalime (zulmünden dönsün diye) imkân, fırsat ve mühlet verir.Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflâh etmez, canını çıkarır.” (Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) buyurmuş ve arkasından da Kur’ân-ı Kerim’in şu âyetini hatırlatmıştır: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ القُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin derdest etmesi işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azapla derdest etmesi pek acı, pek çetindir!” (Hûd sûresi, 11/102)

İcraat-ı Sübhaniye Karşısında Saygı

Hemen cezalandırmama ve mühlet verme, sünnetullahtır yani Allah’ın bir kanunudur. O, kurmuş olduğu bu sistemde bazı şeylere belirli bir vakte kadar müsaade etmektedir. Biz, her zaman meselenin mahiyetini anlayamayabiliriz. Bu açıdan aklımızın ermediği meseleler karşısında itiraz veya şikâyet ifade eden tavırlardan kaçınmalıyız. Cezayı hak eden zalimlere niçin gayretullahın dokunmadığı mevzuunda zaman zaman hayret ve şaşkınlık yaşasak da icraat-i sübhaniye karşısında her zaman, “Her işte bir hikmeti vardır; abes fiil işlemez Allah.” demeli ve sabretmeliyiz. Muttali olduğumuz veya maruz kaldığımız her hâdiseyi sabır ve şükür duygularıyla karşılamalı, her ne olursa olsun Rabbimize saygıda kusur etmemeli, O’nun hiçbir icraatını sorgulamamalıyız.

İnsanın heyecanlı olacağı yerler olduğu gibi sakin, sabırlı ve temkinli olması gereken yerler de vardır. Mesela bir mü’minin, baştan sona kadar dinin bütün emirlerini yaşama, yaptığı amelleri iç ve dış dinamikleriyle tastamam eda etme, Allah rızasını kazanma, Zât-ı Ulûhiyet’i herkese tanıtma, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlama, sorumlu olduğu hizmetleri yerine getirme, elli farklı handikapla karşı karşıya kalsa, elli defa plân ve stratejileri alt üst edilse ve bütün tabyaları işgal edilse yine de “vira bismillah” deyip yeniden hizmete koyulma gibi mevzularda dopdolu bir heyecan ve gerilime sahip olması gerekir. Çünkü kalbin, yapılan davranışların yanında olması, eda edilen amellere iç heyecanların katılması hakiki Müslümanlığı anlama ve yaşama adına çok önemlidir.

Fakat insan, Cenab-ı Hakk’ın tasarrufları, icraatları, meşieti hususunda temkinli olmalıdır. Velev ki bunlar karşısında hırpalansın ve incinsin. Velev ki Allah, karşısına, onun isteklerine, plânladığı hususlara muhalif bir kısım vakıalar çıkarmış olsun. Bütün bunlar karşısında yapılması gereken şey, hoşa gitmeyen ve iç yakan hâdiseler vuku bulduğunda öncelikle bunları sabır ve rıza ile karşılamak, arkasından da bunlar üzerinde tefekkür ve teemmülde bulunmaktır. Yani bu tür durumlarda mutlaka heyecanlar baskı altına alınmalı ve iradî hareket edilmelidir.

Acaba bu hâdiselerin arka plânında ne vardır? Bizim için ne tür mânâlar ifade etmektedir? Günah, hata veya gafletlerimiz bunlara sebebiyet vermiş olabilir mi? Bunlar ne tür hata ve günahlardır? Yoksa Allah, bazı hususlar hakkında bizim gözümüzü açmak, dikkat kesilmemizi temin etmek için bizi ikaz etmek, uyarmak mı istemektedir? Ya da zahiren hakkımızda zararlı gibi duran bela ve musibetlerle bizi bileyip, olgunlaştırmayı ve yarınki daha büyük problemlerin üstesinden gelebilecek bir kıvama ulaştırmayı mı murat buyurmaktadır?

İşte temkinle, bütün bu hususlar değerlendirmeye alınmalı ve sonrasında da yapılması gereken neyse o yapılmalıdır. Zira yerinde değerlendirilen heyecan bizim için bir kıymet ifade ettiği, hatta dikey olarak kurbet ufkuna yükselmemize vesile olduğu gibi, yerinde kullanılan tedbir, temkin ve sabır da aynı şekilde bizi amudî olarak o ufka yükseltecektir.

Meseleye Hz. Pir’in farklı yerlerde temas ettiği şu düsturla yaklaşabiliriz: مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ (Biraz açarak meal verecek olursak şöyle diyebiliriz:) “Her kim kadere iman ederse, zihin ve ruh dünyasındaki bulanıklıklardan kurtulur; tahayyül ve tasavvurunu kirli düşüncelerden korumuş olur; iç dünyası itibarıyla da emniyet ve itminana erer.” Şunu da hatırda tutmak gerekir ki bir insanın zihnini ve kalbini temiz tutma ve oraya gelen kirli düşünceleri defetme adına ortaya koyacağı her türlü ceht ve gayret, sevap defterine ibadet gibi kaydolacaktır.

Bardağı Taşıran Son Damla

Evet, Allah Teâlâ’nın, akıllarını başlarına almaları adına günah ve zulüm bataklıklarında çırpınan kullarına mühlet verdiğini, isyanlarında devam etmeleri durumunda ise onları derdest edip cezalandırdığını ifade etmiştik. Fakat biz, bardağı taşıran son damlanın hangisi olduğunu, işlenen günahların ne zaman gayretullaha dokunacağını ve zalimlerin ne zaman cezalandırılacağını bilemeyiz.

Bununla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır: Hac yolculuğu yapan bir kervanın önünü eşkıyalar keser ve kervandakilerin üzerlerindeki bütün kıymetli mallarını alırlar. Kervanın içinde ehlullahtan bir zat vardır. Yalnız olarak hac yolculuğuna çıkmış fakat sonra o da bu kervana katılmıştır. Eşkıyaların reisi onu emniyet ve güven vaat edici görünce doğru söyleyeceğini düşünerek yanına gider, “Başka kimsenin üzerinde bir malı kaldı mı?” diye sorar. O da, “Kervancı başının sırtında çok kıymetli bürümcük bir gömleği var.” der. Onlar, bunu da alırlar.

İyilik yapıp kervanına aldığı bir zatın böyle yapması kervancı başına çok dokunur ama hüsn-ü zan ettiği bu zata bir şey de demek istemez. Kısa bir müddet sonra devletin muhafızları eşkıyaların hepsini yakalar ve kimin nesi çalınmışsa gelip alması için etrafa haber salarlar. Kervandakiler de gider ve çalınan eşyalarını geri alırlar. O zaman kervancı başı bu zata niye gömleğini onlara haber verdiğini sorar. O da şöyle cevap verir: “Bu zalimlerin yaptıklarına baktım. Gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmıştı. Zulümleri biraz daha artıp gayretullaha dokunması için böyle yaptım.” der.

Neticede bu bir menkıbedir. Menkıbelerin de aslından ziyade faslına, vermek istediği mesaja bakılır. Buradan anlıyoruz ki her şeyin bir gayretullaha dokunma kertesi vardır. Zulüm bir işlenir, iki işlenir, üç işlenir ve bir sınırdan sonra gayretullaha dokunur.

Gayretullah’ın Tecelli Keyfiyeti

Biz, gayretimize dokunan saldırı ve tecavüzler karşısında rahatsız olur, huzursuzluk duyar ve bunu önleme adına elimizden ne geliyorsa yaparız. Fakat rahatsız olma veya huzursuzluk duyma gibi tabirler bizim hakkımızda kullanılsa da bunlar Zat-ı Ulûhiyet’e nispet edilemez. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de O’nun gazaplanmasından söz edilir. Burada da biz meseleyi lazımıyla anlamalıyız. Yani bir insan öfkelendiğinde ne yaparsa Allah’ın gazaplanmasını da -O’nun münezzehiyeti mahfuz- buna göre anlamaya çalışmalıyız. Biz, nasıl ki suç işleyenleri, başkasının hukukuna tecavüz edenleri adalet eliyle cezalandırıyorsak, Allah da asi ve zalimleri gerek bu dünyada gerekse ahirette farklı şekillerde tecziye edecektir.

Her ne kadar sapkınlık ve dalâlet yolunda olanlara bir süreliğine mühlet verilse de gayretullaha dokunduğu zaman işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir. Bu ceza, bazen bela ve musibetlere maruz kalma şeklinde gelebileceği gibi bazen de asi ve zalimlerin ölüm anında imanlarının ellerinden alınmasını netice verebilir. Fakat cezanın her zaman için bu dünyada geleceğini beklemek de doğru değildir. Hususiyle küfrün cezası çok ağır olduğu için ahirete kalacaktır.

Yaşar Tunagür Hoca’dan ya kendi yaşadığı ya da yakın bir tanıdığının başından geçen şöyle bir hâdise dinlemiştim. Bir çocuk, bir çeşmenin başında kovasını doldururken oraya beygirini sulamak için birisi gelir. Onun önüne geçerek beygirini sulamak ister. Çocuk henüz işi bitmediği için beklemesini söyleyince de adam haksız yere ona bir tokat vurur. O, buna hiçbir karşılık vermeden doğrudan hocasının yanına gelir ve olup biteni anlatır. Hocası demek ki ehl-i hâl bir insanmış ki durumun farkına varır ve şöyle der: “Derhal o zatın yanına git ve sen de ona bir şeyler söyle! İlahî takdire kalırsa cezası şiddetli olur.” Bunun üzerine o da koştura koştura çeşmenin başına gelir. Fakat bir de bakar ki beygiri bir çifteyle adamı yere sermiş.

Bütün bunların yanında, zalimin zulmünün gayretullaha dokunması mevzuunda mazlumun tavrının da çok önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Bazen zalimin zulmünü, mazlumun kendi nefsine yaptığı zulüm nötrler. Yani Allah, zalim hakkında hükmünü vereceği zaman, onun zulmü yanında mazlumun gerçekten konumunun hakkını verip vermediğine de bakar. Eğer mazlum Allah’a vefalı bir kul değilse, yürekten O’na yönelememişse, hatta bir kısım olumsuz tavırlar içinde bulunuyorsa Allah zalimin cezasını tehir eder. Bu itibarla gayretullahın tecelli etmesi için bir taraftan işlenen zulümlerin bir safhaya ulaşması gerekirken, diğer yandan da mazlum ve mağdur konumundaki insanlarda onu kırabilecek tavır ve davranışların bulunmaması gerekir.

Dolayısıyla mesele dönüp dolaşıyor, yine bizim kendi nefsimize bakmamız gerektiğine geliyor. Şunu bilmeliyiz ki Allah hiçbir kuluna zerre miktarı zulmetmez ve kimsenin hakkını zayi etmez. Fakat biz bazen farkına varmadan çok küçük şeylerle kendi kendimizi zayi edebiliriz. Bu açıdan zalimlerin durumuna bakıp, Allah’ın nasıl olup da onlara mühlet verdiğine şaşırmamalı; bilakis bu türlü meselelerde öncelikle kendi durumumuzu nazar-ı itibara almalıyız. “Acaba zalime mühlet verilmesine sebep olabilecek ne tür hatalarımız var?” demeliyiz. Yüz davranışımızın yüzü de isabetli olsa ve doğruluk abidesi gibi yaşasak bile yine de “Eğer bende bir eğrilik ve inhiraf varsa ve ben yapılan hizmetlerin ahengini bozuyor, onlarda aritmiye sebep veriyorsam benim için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” diyecek kadar yürekli davranmalıyız. Meseleye böyle yaklaşırsak ne kaderi tenkit ederiz ne Zât-ı Ulûhiyet hakkında saygısız mülâhazalara gireriz ne de başkaları hakkında su-i zan ederiz.

Not: Gayret kelimesi, Arapça’da ve dinî bir terim olarak, Türkçemizdeki kullanımdan farklı bir şekilde, kıskanma anlamına, “gayur” ise kıskanan, kıskanç manasına gelir. Yani sevdiği birinin üzerine titreme, kıyamama, neticesinde de onu başkalarına yar etmeme gibi manalar taşır. Cenâb-ı Hak için bu manaların hiçbiri hakikatte bahis mevzuu olmayacağı, O her türlü zaaftan münezzeh bulunduğu için kelimeyi, bu tür çağrışımlardan uzak tutma adına tercüme etmemeyi tercih ediyoruz. Hadislerde varid olması da hakikat itibariyle değil, lazımı itibariyledir. Yani nasıl ki bir insan sevdiği birini herkesten kıskanır, onun üzerine titrer, onun kendisinden uzaklaşmasına razı olmaz; Cenab-ı Hak’da bu, herkesten fazladır. O, kulunun, günahlarla kendisinden uzaklaşmasına razı olmaz. (Editör)

Geçim standardı

Televizyon haberlerinde dönem dönem dört kişilik ailenin aylık geçim standardı adına rakamlar veriliyor. Esas alınan ölçüler nelerdir tam bilmiyorum; ama verilen rakamlara bakınca görülüyor ki bu standartları, hele bizim ülkemizdeki insanların yakalaması çok zor. Bununla beraber bu rakamların sürekli tekrarı, haberdeki üslûbun tam olarak ayarlanamaması insanları şükürsüzlüğe, kanaatsizliğe itiyor. Ben hatırlıyorum çocukluğumda insanlar sadece yoğurtla kahvaltı yapıyorlar; ama tarlada, bağda, bahçede hamarat bir şekilde de çalışıyorlardı. İnanın, hiç mübalâğa etmiyorum; çünkü ben de onlardan biriydim. Yoğurtla kahvaltı ediyor, akşama kadar hayvanları güdüyordum. Sabun bulamıyorlardı insanlar, kil ile çamaşırlarını yıkıyorlardı. Bit salgınından kırılıyordu millet. Veba salgını geldiğinde yediden yetmişe birçok insan ölüyordu. Çokları bir öğün yemek yiyordu. Evet –Allah o günleri bir daha yaşatmasın– şartlar çok zordu; ama hiç kimse de halinden şikayet etmiyordu.

Hayır hayır, yanlış yaptığımız kanaatindeyim. Bu haberlerle, daha doğrusu bu yaklaşımla milleti şükürsüzlüğe sevkediyoruz. Allah’a karşı şikâyete yönlendiriyoruz. Yeni bir üslup bulmalıyız haberlerin veriliş tarzında. Hem yalan olmamalı, gerçekleri yansıtmalı, halkı doğru bilgilendirmeli hem de bulduğuna kanaat etmeli, nankörlüğe girmemeli insanlar. Aksi takdirde ne verirseniz verin, isterseniz iki üç milyar verin doyuramazsınız siz onları.

İsraf... Bütün insanlığın iktisadî anlamda belini büken bir kanser o. Geçenlerde sordum arkadaşlara banyolarda kullandığımız kâğıt havluların fiyatlarını. Bir rakam söylediler, ucuz veya pahalı önemli değil, önemli olan onun tam tekmil kullanılması, israf edilmemesi. Bilmem medâr-ı fahr olur mu; ama örnek olması açısından söylemekte mahzur görmüyorum; burada mecburiyetten dolayı kullandığımız kâğıt havluların her bir parçasını üç dört kere kullanıyorum ben. Önce elimi yüzümü siliyorum, sonra ayaklarımı kuruluyorum, sonra da banyo tabanını siliyor, ondan sonra atıyorum. İsraf olur, diye lüzumsuz yanan ışıkları hemen söndürüyorum. Ama aynı hassasiyeti her yerde göremiyorum. Yemeden içmeden tutun, giyinmeye kadar her şeyde israf hâkim hayatımıza.

Bediüzzaman Hazretlerinin İktisat Risalesi’nde ortaya koyduğu düsturlara bakın. Hapishanelerde işkenceler, sıkıntılar, açlıklar, susuzluklar ve bunların karşısında sarsılmaz bir iman, ahirete bakış, kadere rıza... Ve sonra bakıyorsunuz, o sıkıntılara maruz kalan insan sürekli şükürle, Allah’a hamd-u senayla dimdik ayakta. Bizim de aklı başında, iyi yetişmiş, maksadını güzel ve takılmadan ifade eden insanlara ihtiyacımız var. Ta ki çıksınlar televizyon programlarına bu örnekleri dile getirsinler, girsinler halkın içine mazhar olduğumuz Allah’ın lütuflarını nazara versinler, insanları nankörlükten kurtarsınlar, onun bize olan lütuf ve ihsanları karşısında tam bir kulluk sergilememiz gerektiğini anlatsınlar.

Bazıları benim Amerika’da dört senedir sürgün olduğumu söylüyor. Ne sürgünü Allah aşkına?! Asıl inançsızlık hesabına hareket eden insanlar yapayalnız, tecrid-i mutlak yaşıyorlar ya da yaşamışlar. Mesela; Troçki’yi düşünün. Meksika’da tecrid-i mutlak içinde, bahçeli büyük bir villanın arkasındaki kulübecikte yaşamış yıllarca. Stalin’in korkusundan dışarı çıkamamış. Fakat kaderin garip tecellisi, o kulübecikte de bulmuşlar ve öldürmüşler adamı.

Evet, Allah bir gurbet yaşatıyor burada bize, size ve hepimize; ama bu gurbet ahirette bir kurbet (yakınlık) vesilesi olabilir. Öyleyse niye şikâyet edeceksin ki? İnsanî hisler, vatan, memleket, eş dost, akraba diyorsanız, elbette… İnsanın bunları özlemesi kadar tabiî bir şey olamaz. Ama bunları özlerken Allah’ın sağnak sağnak üzerimize gönderdiği lütuf ve ihsanlara karşı nankörlük yapmamamız lâzım. Biz hiçbir zaman mahrumiyet denilen şeyi kâmil mânâda yaşamadık. Mesela Bediüzzaman Hazretlerinin çektiğinin onda birini ne ben çektim ne de siz. Baksanıza şu ifadelere; “Yirmi sekiz sene çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum” diyor; deyip vak’ayı rapor ediyor; ama halinden hiç şikâyetçi değil. “Huz mâ safâ da’ mâ keder. (Safâ vereni al, keder vereni bırak.)” diyerek her şeyin iyi ve güzel yanını görüyor. Bardağın boş değil, dolu tarafına bakıyor.

Hâsılı, Allah’ın nimet ve ihsanlarına karşı şükürle mukabelede bulunmak zorundayız. Elimizdeki bütün imkânları hep onu anlatmaya, onu sevdirmeye, onu takdir etme ve ettirmeye matuf kullanmak mecburiyetindeyiz. İnsanların içlerinde herhâlukârda memnun olma duygusu uyarmalıyız. Hastalık-sıhhat, ıstırap-rahat, zenginlik-fakirlik... Her hâlukârda... İşin özü; insanların iniltilerinde bile şükür nağmesi, şükür terennümü duyulmalı.

Geçmiş, hâl ve gelecek

Fethullah Gülen: Geçmiş, hâl ve gelecek

Soru: Dün, bugün ve yarını mahrutî bir bakış açısıyla değerlendirmeye tâbi tutmanın önemi üzerinde duruluyor. Bu hakikati gerek fert gerekse toplum açısından hayatımıza nasıl tatbik edebiliriz?

Cevap: Geçmiş, hâl ve istikbal sadece şu anı yaşayan insanlar için üç farklı zaman dilimi olsa da, zaman üstü yaşayabilenler için bunlar bir vahidin üç ayrı yüzünden ibarettir. Her şeyi cismanî zevkleri hesabına değerlendirenler,

Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme,
Bir gelecek günü boşuna yâd etme,
Geçmiş, gelecek masal hep,
Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!

mülâhazalarıyla sadece şimdiki zamanda serâzât yaşamayı tercih ederler. Fakat kalb ve ruh ufkunda seyahat eden insanlar, bu üç zaman dilimini birden mütalâaya alır ve bunlardan hiçbirini diğerine feda etmezler. Zira bunlardan birinin ihmal edilmesi, diğerleri için de çok ciddî bir eksiklik meydana getirecektir. Mesela geçmişinden kopuk yaşayan ve hâli değerlendiremeyen insanların yeni bir gelecek kurmaları mümkün değildir. Nitekim Ziya Gökalp’in “Harâbisin, harâbâtî değilsin, gözün mâzidedir, âti değilsin.” sözlerine karşılık, bir yönüyle geçmişle alâkasını devam ettiren Yahya Kemâl, “Ne harâbî ne harâbâtiyim / Kökü mâzide olan âtiyim.” demiştir.

Geçmişin hızıyla geleceğe yürümek

Geçmiş; gelecek için tasavvur ve kurguları olan insanların ümitli olmalarını gerektirecek pek çok heyecan verici güzel örneklerle doludur. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da anlatılan peygamber kıssaları bu hakikatin en çarpıcı misalleridir. Bu örneklerin en baş döndürücü olanı ise Hazreti Sultanu’l-Enbiyâ’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatıdır. Bilindiği üzere O (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlığın kopkoyu karanlıklar içinde bulunduğu, katmerli bir vahşetin, katmerli bir zorbalığın ve katmerli bir cehaletin yaşandığı bir dönemde gelmişti. Yani cahiliye dönemi insanları “Neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorularının cevabını bilmiyordu ve bilmediğinin farkında da değildi. Ayrıca her yerde bir tiranlık ve zorbalık hâkimdi. Kuvvetli zayıfı eziyor ve millete kendi düşüncelerini dayatıyordu. Toplum, duygu, düşünce ve hisleriyle kirlenmişti. Bu karanlık tabloyu merhum Akif şu ifadelerle resmeder:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi,
Fevzâ bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.

Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hamlede kayserleri ve kisraları yere sermiş ve insanlığı, bu karanlık ve kasvetli atmosferden kurtarmıştı. Evet, günümüzdeki telekomünikasyon imkânlarının olmadığı, gazete, radyo, televizyon ve internetin bulunmadığı, her şeyin insanların ses ve soluğuna emanet edildiği bir dönemde, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın izni ve inayetiyle çeyrek asır gibi çok kısa bir zamanda müthiş bir inkılâp gerçekleştirmişti. Bu, öyle baş döndüren bir hâdiseydi ki Seyyid Kutup, Resûl-i Ekrem ve O’na tâbi olan sahabe-i kiramın yaptığı işlerin, ancak Kur’ân’ın bir mucizesi olarak izah edilebileceğini ifade etmişti. İşte eğer geçmiş, böyle bir dinamizm kaynağı olarak görülüp istifade edilirse insan şu neticeye ulaşır: Geçmişte böyle bir diriliş faslı yaşandı ise, bu tür bir diriliş günümüzde bir kere daha niçin yaşanmasın ki!

Saadet Asrı’ndan sonraki dönemlerde yaşanan hâdiselerde de bizim için bir ümit ve güç kaynağı vardır. Mesela Müslümanlar güçlenip devletler muvazenesindeki yerlerini aldıkça, çeşitli husumet cepheleri oluşmuş; bir dönem Moğollar gelmiş, başka bir dönemde ise Haçlılar hücuma geçmişlerdir. Birisi giderken öbürü gelip musallat olmuş; fakat Allah’ın izni ve inayetiyle bunlar her gelişlerinde yıkılmayan ve parçalanmayan İslâm surlarına çarpıp geriye dönmüşlerdir. Bazen Alparslan Hazretleri’ne, bazen Kılıçarslan’a, bazen de Selahattin’e çarpıp dağılmışlardır (Allah’ın rahmeti ve gufranı onların hepsinin üzerine olsun). İslam ümmeti olarak kaç defa kefeni gömlek yapmışız ama netice itibarıyla ölüm çukurları Allah’ın izniyle yeni bir ferah-feza iklime dönüşmüş ve üzerinde reftare dolaşacağımız bağ ve bahçeler hâline gelmiştir. O hâlde şu an biz pek çok husumet cephesinin tasallutu altında bulunuyor olsak da, neden bir kez daha bütün bunları aşarak yeni bir diriliş yaşamayalım?!. Neden insanlığın yüzü bir kere daha gülmesin?!. Neden milletimiz hak ve adaleti gerçekleştirme istikametinde devletler muvazenesindeki yerini bir kez daha elde etmesin?!.

“Tarih siyah beyaz bütün sayfalarıyla okunmalı ama mazideki kin ve nefretler hortlatılmamalı!..”

Tarihe bu nazarla bakıldığında Cenâb-ı Hakk’ın, Söğüt’ün bağrında metamorfozla bir tırtıldan bir kelebek yarattığı görülecektir. Birkaç yüz çadırdan ibaret olan bir avuç insan, aradan daha yüz elli sene geçmeden dünyanın kaderine hâkim olmuştur. Öyle ki, Batılılar kendi aralarında Devlet-i Âliye’ye “Osmanlı İmparatorluğu” demeye başlamışlardır. Bu bir kabullenmenin göstergesidir. Zira Devlet-i Âliye, daha önce haçlı seferleriyle doludizgin üzerine gelen bir dünyayı durdurmuş ve onları Avrupa Kıtası’na sıkıştırmıştır.

Tarihte meydana gelen bütün bu hâdiselerin arka planlarıyla birlikte doğru okunması ve onlardan ibret alınması gerekir. Hazreti Muaviye’nin diğer sahabiler arasında öne çıkan önemli özelliklerinden birinin, onun tarihî tetkikleri olduğu ifade edilir. O, yanındaki yardımcılarına sürekli tarihten dersler yaptırır ve kendisine göre onlardan ibret tabloları çıkarırmış. Hazreti Muaviye için söylediğimiz bu ifadeler garipsenmemelidir. Zira Hazreti Ali’nin hakkını muhafaza etmenin ve hakkın ona ait olduğunu teslim etmenin yanı başında, Hazreti Muaviye’nin de İslâm toplumuna yaptığı küçümsenmeyecek pek çok faydalı icraat vardır. Mesela onun döneminde, Allah’ın izni ve inayetiyle Roma İmparatorluğu dize getirilmiştir.

Vâkıa, hâdiseler ayniyet çizgisinde cereyan etmese bile, şurası muhakkak ki misliyet ölçüsünde tarihî devr-i daimler vardır. Şayet biz, geçmişi doğru okuyup bu devr-i daimlerden ibret alarak günümüzü değerlendirebilirsek, engellere takılmadan, yürümemiz gerekli olan noktalara doğru yürüyebiliriz.

Yalnız geçmişi bir hazine gibi bilip değerlendirmeye çalışırken şu hususa dikkat etmek gerekir: Aynı toplumun farklı kesimleri olarak geçmişte birbirimizi incitme, rencide etme, birbirimizin içini kanatma gibi yaptığımız bazı hata ve günahlar olabilir. Bunların romanlarda ve filmlerde olduğu gibi günümüzde bir kere daha yeniden acı acı resmedilmesi ve böylece olmuş bitmiş hâdiselerin günümüzde yeniden hortlatılarak kavga vesilesi yapılması kanaatimce doğru değildir. Elbette ki tarihte yaşanmış bu hâdiseler birer vakıadır, inkâr edilemez; ama onları bugün birbirimize karşı kullanmamız ve kavga vesilesi yapmamız doğru değildir. Bunu söylerken “tarihin sadece beyaz sayfalarına bakalım” da demek istemiyoruz. Aksine tarihî hâdiseler acı-tatlı bütün yönleriyle tetkike tâbi tutulmalı ve böylece aynı hatalara düşmeme gayreti içinde olunmalıdır. Yani biz, geçmişimizdeki sıkıntılı dönemleri de tahlil etmeli, badireleri nasıl aştığımızı iyi bilmeli; fakat bunu yaparken tarihte yaşanan kin ve nefretleri yeniden hortlatmamalı, şefkat stratejileriyle o ibret tablosunu günümüz ve geleceğimiz için bir projektör gibi kullanmaya çalışmalıyız.

Gelecek tasavvuru olmayanın istikbali de olmaz

İstikbale gelince, ahirete inanan gönüller için yarından başlayıp öbür âlemdeki ebediyetlere kadar uzanan bir gelecek vardır. Çakırkeyif bir hayat yaşamayı gaye edinenler ise, ne geçmişi ne de geleceği düşünürler. Onlar geçmişi kurcalamak suretiyle bir hakikate ulaşacaklarına inanmadıkları gibi, geleceği düşünmek suretiyle de keyiflerini kaçırmak istemezler. Hakka adanmış ruhlar için ise geçmiş çok önemli olduğu gibi, gelecek de çok önemlidir. Onların gelecek adına ümitleri, beklentileri, mefkûreleri, tasavvur ve gaye-i hayalleri vardır. Fakat bazılarının iddia ettiği gibi bu beklentilerin, makam mansıp sevdasıyla, dünya nimetlerinden istifade etmekle bir alakası yoktur. Bilakis onların gaye-i hayalleri, her yerde hak ve adaleti tesis etme, barış ve huzurun temsilcisi olma, bütün dünyaya bir kere daha kardeşlik duygusunu duyurma, küreselleşen dünyada birlikte yaşama kültürünü geliştirme ve böylece her yerde sımsıcak bir huzur atmosferi oluşturabilmektir. Nurlarda da ifade edildiği gibi eğer insanın böyle bir gaye-i hayali olmazsa, zihinler enelere döner ve etrafta gezer. Enaniyetinin altında kalıp ezilmiş fertler ise, her şeyi bencilliklerine, şahsî çıkarlarına ve hâlihazırdaki zevk u safalarına bağlı götürürler.

Oysaki insan ahsen-i takvime mazhar yaratılmıştır. O, hem dündür, hem bugün, hem de yarın. Dolayısıyla onun mutlaka yarınlar adına ümit ve idealleri olmalıdır. Aksi takdirde o, -hafizanallah- kendi bencilliğine takılır kalır; takılır kalır da ya bir egoist veya bir egosantrist ya da takdirlerle başı dönen, bakışı bulanan, kendini kaybeden bir narsist olur. Yarınlar adına gaye-i hayalleri olan bir insana gelince o, bir ihya insanı, bir diriliş kahramanı ve bir abide şahsiyettir. O, ruhunun ilhamlarını sürekli başkalarına üflemeye çalışır. Gelecek adına yapacağı işlerin plan ve projelerini bugünden hazırlar ve imkânlar elverdiği ölçüde de onları realize etme peşinde koşar.

Zamanın altın dilimi: Hâl

İnanan bir gönül için, içinde bulunduğu zaman da çok önemlidir. O, içinde bulunduğu anı, zamanın altın dilimi olarak görür, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan etmiş olduğu imkânları, vakit fevt etmeksizin o altın zaman dilimi içinde değerlendirmeye çalışır. Aslında biz hepimiz Cenâb-ı Hakk’ın sevk ve insiyakıyla belli bir noktada bulunuyoruz. Bize düşen vazife, bulunduğumuz konumu en verimli bir şekilde değerlendirmektir. Öyle ki, bizi götürseler ve ot dahi bitirmeyen bir dağın başına atsalar, orada bile elimize bir çekiç, bir tane de çivi almalı ve kayadan toprak çıkarmaya çalışmalıyız. Arkasından da aşağıdakilere, “Yukarıya üç tane tohum gönderebilir misiniz?” diye seslenmeli ve kayaların üzerini dahi yeşillendirme peşinde koşmalıyız. Yani mü’mini götürüp bir kayanın başına koyduklarında bile, o, Hazreti Musa’nın asasını vurup kayadan su çıkardığı gibi, kayadan su çıkarmasını, toprak elde etmesini ve neticede kayanın üzerinde bile tohum ekmesini bilmelidir.

Evet, insan, içinde bulunduğu imkânları değerlendirme açısından dûn himmet olmamalıdır. Herkesin bulunduğu konum itibarıyla mutlaka yapabileceği bir kısım güzel işler vardır. Allah’ın ihsan ettiği her şey, içinde bulunduğumuz anı değerlendirmek suretiyle İslâm’ın ufkumuzda şehbal açması istikametinde kullanılmalı ve bu konuda herkes elinden geleni yapmalıdır. Hatta insan bu konuda sık sık kendini sorgulamalı ve şöyle demelidir: “Acaba ben Allah’ın bana bahşettiği imkânlar açısından yapmam gerekli olan işleri şu an tam olarak yapabiliyor muyum? Yoksa bu hâlimle ben, miskinlik illetiyle malul bir hasta mı sayılırım?”

Hâsılı, geleceğin fikir işçileri ellerinde bulunan imkânlarla neleri realize edebileceklerini iyi hesap etmeli ve bunları gaye-i hayallerini gerçekleştirme istikametinde verimli olarak kullanmalıdırlar. Onlar, en olumsuz şartlarda bile olmaz gibi görünen işlerin altına girerek hâli değerlendirmeli ve Allah’ın izni ve inayetiyle insanlığın yeni yeni baharlar yaşamasına vesilelik yapmalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Geleceği inşa edecek fikir mimarları

Fethullah Gülen: Geleceği inşa edecek fikir mimarları

Bazı öğretmenler, bir kısım maddî mahrumiyet ve zorlukların yanında, öğrencilerin haylazlığı, okuma ve öğrenmeye meraklı olmamaları gibi hususların kendilerini zaman zaman etkilediğini ifade ediyorlar. Bu konudaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.