• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Gerçek Âlim ve Sosyal Sorumluluk

Soru: Gerçek âlimden kastedilen nedir? Âlimler tarih boyunca sosyal hayatta ne gibi fonksiyonlar görmüştür? Günümüz toplumunda onları ne gibi sorumluluklar beklemektedir?

Cevap:Hemen ifade etmek gerekir ki her şeyi en iyi bilen olması yönüyle âlim dediğimizde ilk akla gelen Yüce Allah’tır. Nitekim O’nun ilim kökünden gelen üç farklı mübarek ismi vardır. Bunlar; Âlim, Alîm ve Allâm’dır. Son iki isim “mübalağa kipi” diye ifade edilen bir kalıp içinde gelmiştir. Dolayısıyla onlar Allah’ın ufkumuzu aşacak şekilde ilm-i muhit sahibi olduğuna delâlet eder. Ayrıca Yüce Allah hakkında kullanılan Allâmu’l-guyûb ismi de, O’nun şehadet âlemleri yanında bütün gayb âlemleri hakkında da idrak edilemeyecek enginlikte ilim sahibi olduğunu göstermektedir. Bu açıdan da O, kâinattaki zerrelerden damarlarımızın içinde cereyan eden kandaki alyuvarların hareketine kadar her şeyi bilmekte, sevk ve idare etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de yer alan, وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf Sûresi, 50/16) âyet-i kerimesi de buna işaret etmektedir.

Hakiki ve İzafi İlim

İşte bütün bunlardan ötürü hakiki anlamda âlim dediğimizde, Allah akla gelir. İzafî anlamda ise her şeyi en iyi bilen, bilgisinde isabet eden ve hakiki ilim sahibiyle münasebete geçebilen insanlar peygamberlerdir. Hususiyle onlar içinde de ulu’l-azm olanlardır. Yani Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’dir (aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm). Ahzâb sûresinde yer alan şu âyet-i kerimede ulu’l-azm peygamberlere dikkat çekilmiştir: وَإِذْ أَخَذْنَا مِنَ النَّبِيِّينَ مِيثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَإِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا “Hatırla, bir vakit peygamberlerden söz almıştık. Sen’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da… Onlardan sapasağlam bir söz aldık.” (Ahzâb sûresi, 33/7) Yüce Allah, burada ismi geçen peygamberlerle bir mukavele yaptığını ve onlardan sağlam bir söz aldığını ifade etmiş, onlara hususi baktığını ve hususi teveccühte bulunduğunu ima etmiş ve bununla onları şereflendirmiş ve yüceltmiştir. Bu yönüyle onlar, nezd-i ulûhiyetin gözü sürmeli hususi varlıklarıdır. Bunları öyle bilmek, öyle yâd etmek ve öyle saygı duymak gerekir.

Tekrar ifade etmek gerekirse, izafi plânda âlim olanlar, ulu’l-azm peygamberler başta olmak üzere Yüce Allah’ın bütün nebi ve resûlleridir. Çünkü onların, Allah’ın muhit ilmi ile irtibatları vardır. Onlar, vahiy vasıtasıyla bu kaynaktan beslenirler ve bu kaynaktan gelen bilgileri değerlendirme ve onların delâlet ettikleri manaları anlama açısından da üstün istidatlara sahiptirler. Bu açıdan onlar, Yüce Allah’tan gelen vahyi de doğru bir şekilde anlar ve gereğiyle amel ederler. Eğer hakiki ilim kaynağından gelen semavî kitaplar, izafi ilme sahip olan yüce nebiler tarafından gerçeğe uygun olarak yorumlanmasaydı, bizim onlardaki bilgileri bütüncül ve doğru bir şekilde kavramamız mümkün olmazdı. Şayet Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tefsir ve tevile tâbi tutulmasaydı, biz, onu anlama ve onunla amel etme noktasında çoğu yerde hata ederdik.

Söz buraya gelmişken şunu da ifade etmek gerekir ki bazı kimselerin “Kur’ân Müslümanlığı” adı altında Sünnet’i hafife almaları ve dışlamaları, Kur’ân’ın anlaşılmasında Resûl-i Ekrem’in tefsir ve tevillerine yer vermemeleri onların, hakikatten ne kadar uzak düştüklerini ve dinin ruhundan ne derece habersiz olduklarını göstermektedir.

Evet, öncelikle ilmin hakikati Allah’a dayansa ve daha sonra izafi plânda enbiya-i izâm gelse de, biz yine izafiyet açısından ilim sahibi büyük zatlar için de âlim ve hatta allâme kelimelerini kullanıyoruz. Kur’ân’da yer alan şu âyet-i kerimede de ilimde derinleşmiş kimselerin hususiyetine dikkat çekilmiştir:  وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا “Onların (müteşabih âyetlerin) gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler, ‘Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir.’ derler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/7)

Bu âyet-i kerimenin, lafz-ı celâleden sonra vakıf (durak) olup olmamasına göre iki farklı yorumu yapılmıştır. Yukarıdaki mealde, vakıf olmasına göre mânâ verilmiştir. Buna göre Yüce Allah, ilimde derinleşen ulemanın, mânâsında açıklık bulunmayan müteşabih âyetlerin yorumunda detaya inmekten sakındıklarını ve onun gerçek anlamını Allah’a havale ettiklerini bildirmektedir. Burada durulmayıp vasıl yapıldığı zaman ise şu şekilde mânâ vermek mümkün olur: “Müteşabih âyetlerin gerçek yorumunu hakiki manasıyla Allah ve nisbi manasıyla da ilimde rüsuh bulmuş âlimler bilirler.”

Ulema Geleneği

İşte bu anlamıyla gerek Asr-ı Saadet’te gerekse sonraki dönemlerde büyük âlimler yetişmiştir. Onlar istidat ve kabiliyetlerine göre bir veya birkaç alanda çok derinleşmişlerdir. Mesela bir Hz. Ebu Bekir’in derinliğini anlayabilmemiz pek mümkün değildir. Belki o da engin bir tevazu ve mahviyet içinde olduğundan kendisi kendi derinliğinin farkında değildi. Bu yüzden detaya ait bazı meseleleri bile gelip Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) soruyordu. Mesela O’na gelip, giydiği entarisinin eteğinin uzun olduğunu, bunun kibir sayılıp sayılmayacağını soruyordu. Zira o, ilminin enginliği ve derinliği ölçüsünde fevkalâde mütevazi idi; tam bir mahviyet ve tevazu insanıydı. Çünkü o, bütün hayırların sırlı anahtarının tevazu, bütün kötülüklerin şerli anahtarının da kibir olduğunun şuurundaydı.

Hz. Ebû Bekir, aynı zamanda adil ve oldukça başarılı bir devlet idarecisiydi. Daha önce muhtelif vesilelerle dile getirdiğim bir hakikati bir kez daha hatırlatmak istiyorum. İnsanlık tarihinde devlet idaresinde onun ulaştığı başarıya ulaşmış ikinci bir devlet adamı göstermek çok zordur. Çünkü o, üst üste problemlerin geldiği bir dönemde devlet idare etmiş ve iki seneyi aşan bir süre içerisinde Allah’ın izni ve inayetiyle bütün bu problemlerin üstesinden gelmeyi başarmıştır. Bütün bunların yanında o, ibadetlerinde de çok ileridir. Hatta onun yaptığına ibadet değil, ubûdet denilmesi daha doğru olur. Çünkü o, -tabiri caizse- namazlaşmış, oruçlaşmış, haclaşmış ve âdeta Efendimiz’in bir timsali hâline gelmiştir. Şeklen O’na benzediği gibi, ibadet hayatıyla da adım adım O’nu takip etmiştir.

Hz. Ebû Bekir’den sonra gelen diğer halifeler de -Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm)- devlet idarecisi olmalarının yanı sıra aynı zamanda ilimde de derinleşmiş insanlardı. Bunların her birisinin kendisine has ayrı faziletleri söz konusu idi. Mesela Hz. Ali, ilm-i ledünne dair enginliğiyle Efendimiz’in vilâyetini temsil ediyordu. Sadece dört halife de değil, sahabe içerisinde Abdullah İbn Mesud, Abdullah İbn Abbas ve Muaz İbn Cebel gibi çok sayıda ilim sahibi insan vardı. Mesela bunlardan birisi olan Ebû Hüreyre, sahabenin en çok hadis nakledeniydi; Hz. Âişe kendi dönemine ait birçok ilimde söz sahibiydi. Öyle ki mübarek anamızın o dönemin ilim dalları ile ilgili neredeyse bilmediği bir şey yok gibiydi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu genç yaşında seçmesi, saadet hanesine alması ve kadınlık âlemiyle ilgili pek çok dinî meselenin onun vasıtasıyla ümmete intikal etmesi rastlantıya bağlı işler değildir. Bu evliliği, bedenî hazlarla irtibatlandırmak akıl, mantık ve insafa gözünü kapamak demektir. O yüksek firaset ve fetanet onun ileride ne tür bir vazife göreceğini keşfetmiş ve bunu eda etmesi adına onu nur evine almıştır. O da hususiyle Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürümesinden sonra pek çok ilmî meselede kendisine müracaat edilen ve soru sorulan birisi olmuştur. Tabiinin dev imamları onun kapısına gelmiş ve kendisine sütre arkasından soru yöneltmişlerdir.

Ne var ki o dönem itibarıyla âlimler, isimsiz birer müsemma idiler. Bu yüzden de onların hiçbirisi âlim olduğunu iddia etmemiş, başkaları da onlar için “allâme” gibi mübalağalı vasıflar kullanmamıştır. Aynı şekilde o dönemde âlim yetiştirmek için kurulmuş Daru’l-fünûn gibi özel müesseseler de yoktur. Sahabe döneminde böyle olduğu gibi, tâbiin döneminde de böyle çok sayıda âlim vardır.

Gerek ilk dönem itibarıyla henüz isimsiz birer müsemma olarak varlıklarını devam ettiren seleflerin, gerekse sonraki dönemlerde toplum içerisinde âlim olarak bilinen şahısların İslâm dünyasındaki yerleri çok büyüktür. Özellikle beşinci asra kadar âlimler hem teşriî emirlerin izahı hem de tekvinî emirlerin keşfi mevzuunda çok önemli hizmetler gerçekleştirmişlerdir. Onlar Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri, hadislerin tedvini, onlardaki fıkhî hükümlerin çıkarılması, bütün bu ilimlerin usûl ve yöntemlerinin tespit edilmesi gibi mevzularda önemli eserler telif etmiş ve sonraki nesillere büyük bir ilmî miras bırakmışlardır. Onlar sadece bununla da yetinmemiş, Kur’ân ve Sünnet’ten aldıkları dinamizm ile bunlara bağlılık çerçevesinde tekvinî emirleri didik didik etmişlerdir. Onlar hakikat ve araştırma aşkıyla eşya ve hâdiseler üzerinde öyle durmuş ve onlardan değişik fenlerle alâkalı öyle prensipler çıkarmışlardır ki, bir yönüyle Batı Rönesans’ına giden yolu açmış ve bu yolda yürüyecekler için köprüler kurmuşlardır. İbn Sina, Harizmî, Cabir, Râzî ve Zehravî gibi devasa kametler teşriî emirleri çok iyi bilmenin yanında, tekvinî emirler mevzuunda da ortaya koydukları eserlerle uzun asırlar Batı düşüncesine tesir etmişlerdir. Gün geçtikçe bunlar yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Haklarında eserler telif edilmekte, müzeler kurulmaktadır.

Mektep, Medrese ve Tekye’nin Birbirinden Ayrılığı

Günümüzde hâlâ ulema geleneği devam etse ve kısmen önemini korusa da, bunun beşinci asırdan sonra alanının daraldığı da bir gerçektir. Yeryüzünde gün bitiminde ışığın karanlığa yenik düşmesi ve bir süre sonra karanlığın hâkim olması gibi, gün geçtikçe ilmî çalışmalar da canlılığını yitirmeye ve azalmaya başlamıştır. İlk beş asırdaki ilmî faaliyetlerde görülen dinamizm, daha sonraki devirlerde yavaş yavaş etkisini kaybetmiştir.

Medreselerin, fen bilimlerini faydasız görerek kapı dışarı atmaları ve aynı zamanda İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatından da uzaklaşmaları ise bizim için tam bir felâket olmuştur. Hâlbuki Müslümanlığı kalbî-bedenî ve dünyevî-uhrevî yanları itibarıyla hakiki manada temsil edenler, onu kalbî ve ruhî hayat seviyesinde yaşayabilenlerdir. Maalesef bir dönemden sonra medreseler sadece sarf, nahiv, meânî, beyan, bediî ve belâgat gibi dil ilimleriyle, az miktarda fıkıh, tefsir, kelâm ve hadis ilimlerinin okutulduğu mekânlar hâline gelmiştir. Âlimlerin vazifesi sadece ders okutmaktan ve insanlara vaaz u nasihat etmekten ibaret görülmüş, İslâm’ın ruhî hayatı tekye ve zaviyelere mahkûm edilmiş ve teşriî emirler de tekvinî emirlerden koparılmıştır.

Bir hakikatin üç yüzünü temsil eden medrese, mektep ve tekyenin birbirinden koparılmasıyla, bunlar arasındaki vifak ve ittifak da bozulmuştur. Burada yaşanan ihtilaf ve iftirak ise Allah’ın yardım ve tevfikinin kesilmesine sebep olmuştur. Zira nasıl ki insanlar arasındaki vifak ve ittifak Allah’ın insanları muvaffak kılması için en doğru bir davetçi ise, aynen öyle de İslâm’ın ruhî hayatı, pozitif ilimler ve dinî ilimlerin birbirinden koparılıp ayrı düşürülmesi ve bunların ayrı ayrı güzergâhlar takip etmeye başlamaları da Yüce Allah’ın tevfikinin kesilmesine sebebiyet vermiştir.

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere günümüzde hakikatin bu üç yüzünü aynı anda temsil eden insan kalmadığından, gerçek ilim insanlarının bulunduğunu söylemek de zordur. Âlim olarak görülen insanların bazısı sadece pozitif ilimleri biliyor ve dolayısıyla natüralizme açık duruyor; bazıları sadece medrese ilimleriyle meşgul oluyor; bazısı da tekye ve tarikatlarda İslâm’ın ruhî hayatını temsil etmeye çalışıyor. Bu itibarla da belki bunların hepsi bir şeyler biliyor ama herkes her şeyi bilmiyor. Bu da bize günümüzde hakiki ulema hasreti yaşatıyor. Bu koordinasyonun yeniden sağlanması gerekiyor. Bu üç kesimin yan yana gelmesi, omuz omuza vermesi ve ortak bir akıl oluşturmaları inşâallah Müslümanların ikinci Rönesansı olacaktır.

Gerçek Kanaat Önderleri

İslâm tarihine göz atıldığında, âlimlerin toplumun yönlendirilmesinde de önemli fonksiyonlar eda ettikleri görülecektir. Mesela Raşid Halifeler, kendileri de âlim olmalarına ve kendi ilim ufukları itibarıyla pek çok problemi çözebilme kabiliyetine sahip bulunmalarına rağmen, sahabenin önde gelen âlimlerini yanlarında tutmuşlar ve önlerine çıkan her problemi onlarla müzakere etmişlerdir. Sahabe efendilerimiz, bilmedikleri bir meseleyi bilen birisine sorma konusunda hiç çekinmedikleri gibi, aynı zamanda gördükleri hata ve yanlışları düzeltme ve başındaki yöneticiyi ikaz etme noktasında da çok rahat davranmışlardır.

Esasen yöneticilerin ulemadan istifade etmesi ve ulemanın topluma rehberlik yapması nispeten sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Mesela Selçuklu veziri olan Nizamülmülk tarafından Nizamiye Medreseleri kurulmuş ve bunların başına İmam Gazzâlî’nin de hocası olan İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî getirilmiştir. Onun ayrılmasından sonra ise yerini İmam Gazzâlî doldurmuştur. Onlar, Nizamiye medreselerinin başında bulunduğu dönemde konumlarının hakkını vermiş ve ilmî ağırlıklarıyla herkese kendilerini kabul ettirmişlerdir. İmam Gazzâlî, bir dönemden sonra Din-i Mübin-i İslâm’a başka bir yolla daha iyi hizmet edileceğine inanarak baş müderrislik makamını terk etmiş, fakat fikir ve düşünceleriyle halka rehberlik yapmaya ve yöneticilere yol göstermeye devam etmiştir.

Osmanlı Devleti’nde de bidayetten itibaren ulemanın toplum içerisinde ve yöneticiler nezdinde hep ağırlıklı bir yeri olmuştur. Mesela Osman Gazi Hazretleri, kendi döneminde önemli bir kanaat önderi olan Şeyh Edebalî’den çok istifade etmiş ve onun kızıyla evlenmiştir. Öyle ki onun Osman Gazi’ye verdiği nasihatler bugün bile yöneticilere ışık tutmaya devam etmektedir. Aynı şekilde İkinci Murat (cennetmekân) çok defa Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin fikrine müracaat etmiştir. Keza Fatih’in etrafında Molla Hüsrevler, Akşemseddinler hiç eksik olmamıştır. Kanunî her türlü ihtişamına rağmen yapacağı icraatlarla ilgili Ebussuud Efendi’den fetva almıştır. Yavuz Sultan Selim (aleyhi’r-rahmetu ve’l-gufrân) hayatı boyunca Zenbilli Ali Efendi’nin gözünün içine bakmıştır.

Günümüzde de âlim ve kanaat önderi olarak görülen şahsiyetler vardır. Hiç şüphesiz bunlar bulundukları konum itibarıyla önemli hizmetler yapmaktadırlar. Dolayısıyla da boş değillerdir. Fakat günümüzdeki kocaman boşluğu bertaraf etmeye gücü yetecek kadar bir âlim topluluğu bulunmadığını da ifade etmek gerekir. Maalesef günümüz insanı çok ciddi bir boşluk içinde bocalayıp durmaktadır. O, Hazreti Yusuf’un düştüğü kuyudan daha derin bir kuyuya düşmüştür. Onun, düştüğü bu çukurdan kurtarılabilmesi için çok ciddi bir firaset ve kiyasete ihtiyaç vardır. Fakat ne yazık ki toplumumuz bu ölçüde ilim ve fikir sahibi kanaat önderlerinden yoksundur.

Halk, bazı şahısları büyük gördüğünden onlara teveccüh edebilir ve onları büyüklük tahtına oturtabilir. Onlar da bu krediyi kullanarak bir şeyler yapabilirler. Fakat asıl olan, insanların duygu ve düşüncelerini besleyecek, toplumu doğru yola yönlendirecek ve insanların yanlış iş yapmalarına meydan vermeyecek âlimlerin varlığıdır. Çünkü toplum bu tür âlimler ve kanaat önderleri yetiştirebildiği takdirde, pek çok yanlıştan salim kalacak ve müstakim bir çizgide yol alacaktır. Zira bu tür âlimler halka rehberlik yapmanın yanında, toplumu ve devleti idare eden insanların da güvenini kazanacak ve onlara nüfuz ve tesir edeceklerdir. Sonrasında da bu güven ve nüfuzlarını, onları popülizmden uzaklaştırma, tiranlar gibi hareket etmeden koruma ve halkın maslahatlarını gözetmelerini sağlama istikametinde kullanacaklardır.

Hiçbir insan kendi kendine yetmez. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in kendi vezirleri olduğunu ifade etmek suretiyle bu konuda bize önemli bir ders vermiştir. (Bkz.: Tirmizî, menâkıb 17; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/290) Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise bu hakikate şu sözleriyle dikkat çekmiştir: إِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِالْأَمِيرِ خَيْرًا جَعَلَ لَهُ وَزِيرَ صِدْقٍ إِنْ نَسِيَ ذَكَّرَهُ وَإِنْ ذَكَرَ أَعَانَهُ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهِ غَيْرَ ذَلِكَ جَعَلَ لَهُ وَزِيرَ سُوءٍ إِنْ نَسِيَ لَمْ يُذَكِّرْهُ وَإِنْ ذَكَرَ لَمْ يُعِنْهُYüce Allah bir devlet başkanı hakkında hayır murat ettiği zaman, ona unuttuğunu hatırlatan, hatırladığını da yapmaya yardım eden doğru sözlü bir yardımcı verir. Şayet Allah Teâlâ o devlet başkanı için hayır dilemezse, ona unuttuğunu hatırlatmayan, hatırladığını da yapmaya yardım etmeyen kötü bir yardımcı verir.” (Ebû Dâvud, imâre 4)

Bu itibarladır ki bir yöneticinin meşgul olduğu alanla ilgili kendisini yeterli görmesi, yetersiz olduğunun delilidir. Dolayısıyla böyle birisinin eninde sonunda derbeder olacağından da şüphe edilmez. Maalesef yakın tarihte de “Ben, bana yeterim.” diyen nice diktatör hem kendi hayatını hem de halkının hayatını fiyaskolara boğmuştur. Böyle bir fiyaskodan kurtulmanın yolu ise yöneticilerin, çevrelerinde İmam Gazzâlî, Zenbilli, Akşemseddin, Ebussuud Efendi, Şah Veliyyullah Dihlevî gibi insanları bulundurmaları ve onların görüş ve mütalaalarına başvurmak suretiyle yürüdükleri güzergâhı emniyet altına almalarıdır. Beri tarafta ulema ve kanaat önderleri de, yaşantılarıyla güvenilir birer insan olduklarını ortaya koymalı, kendilerini bir siyasi cereyana kaptırmamalı, fikirlerini siyasî mülâhazalara feda etmemeli ve elde ettikleri krediyi sadece idarecileri doğru yola yönlendirme istikametinde değerlendirmelidirler.

Maalesef günümüzde her iki cenahta da ciddi bir eksiklik göze çarpmaktadır. İçine düştüğümüz boşluk çok derin olduğu gibi, gerek idare edenlerde, gerekse onlara rehberlik yapma konumunda bulunan insanlarda ciddi bir kısım boşluklar vardır. Daha da kötüsü onlar bu boşluklarının farkında değillerdir. Böyle iç içe boşluklar bir araya gelince, işin doğrusu problemlerin çözümü de çok bilinmezli bir denklem hâline gelmiştir. Fakat her şeye rağmen milletimiz bu güne kadar çok önemli âlimler ve idareciler yetiştirmiş ve İslâm’a önemli hizmetler yapmıştır. Onun geçmişte yapmış olduğu bu türlü iyilik ve güzellikler, gelecekte yapacağı iyilik ve güzellikler için de yanıltmayan en güçlü referanstır. 

Gerçek başarı ve kıvamın korunması

Gerçek başarı ve kıvamın korunması

Soru: Gönüllüler hareketinin vesile olduğu eğitim ve öğretim faaliyetlerine bakıldığında bilim olimpiyatları gibi alanlarda çok iyi başarıların elde edildiği görülüyor. Adanmışlık ruhu ve insanî faziletler açısından da istenen seviyede bir başarıya ulaşıldığı söylenebilir mi? Bu konudaki –şayet varsa– eksikliklerin sebepleri nelerdir?

Cevap: Takdir edilen, başarılı görülen işlerin arkasında bildiğimiz, bilemediğimiz pek çok faktör vardır. Mesela sistemli çalışma, iyi bir performans ortaya koyma, ciddî bir azim, ceht ve kararlılık sergileme, meşveret ruhu ve kolektif şuur esaslarına bağlı hareket etme gibi faktörler meselenin elle tutulan, gözle görülen dış yüzüne aittir. Bu görünür esasların yanında bir de insanın iç dünyasıyla alakalı hususlar vardır ki, bu alanla ilgili başkaları hakkında kesin bir hükme varmak mümkün değildir. Mesela yapılan işlerde insanların iç dünyaları itibarıyla kendilerini ifade etme gibi bir maksatları olup olmadığını, yaptıkları hizmetleri kendi hesaplarına bağlı götürüp götürmediklerini ve onların Allah’la olan münasebetlerini biz bilemeyiz. Biz hem zahire göre amel etmek hem de başkaları hakkında hüsnüzanda bulunmakla sorumluyuz. Bundan dolayı ortaya konulan bütün başarıların mimarlarının samimi olduklarına inanır; hakikatine muttali olamadığımız meselelerde “Yarıp kalbine mi baktın!” tehdidini hatırlayarak başkalarının iç dünyasını sorgulamaktan sakınırız. Zira iç âleme ait bu tür hususiyetler tamamen Allah’la kişiler arasındadır, dolayısıyla bizim hüküm verme alanımızın dışında kalmaktadır. Şayet bu konuda bir endişemiz varsa ellerimizi açar,

اَللّٰهُمَّ يَا مُحَوِّلَ الْحَوْلِ وَالْأَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَا إِلَى أَحْسَنِ الْحَالِ
Ey esmâ-i hüsnâsının ve sıfât-ı ulyâsının değişik tecellîleriyle kullarını halden hale sokan Allahım! Lütfunla, inayetinle, kereminle bizim halimizi de en güzel hale tahvîl eyle!

deriz.

Ayrıca eğitim gönüllüleri tarafından ortaya konulan performansa ve bu performansın mütemadi olmasına bakıldığında, bu işlerin kolay elde edilemeyecek, ciddi bir meşakkate katlanmayı ve zamana sabretmeyi gerektiren işler olduğu görülmektedir. Bu sebeple bütün bu işlerin gösterişe, alâyişe ve şova bağlı yapılabileceğine ihtimal vermek zor. Hususiyle yurtdışında hizmet eden insanların karşı karşıya kaldıkları sıkıntılara bakıldığında, yapılan bu hizmetlerin çok ciddi bir inanmışlığa ve adanmışlığa bağlı olduğu anlaşılacaktır. Dolayısıyla zahirle hükmetme ve hüsnüzanda bulunmanın yanı sıra yapılan hizmetlerin zorluğu açısından da mesele değerlendirildiğinde, ilim, irfan yolunda ortaya konan bu işlere sahip çıkanların, inanmış ve samimi insanlar olduklarını düşünmek bize düşen vazifedir.

Emanet ve sorumluluk şuuru

Mesela onlar, Allah’ın izni ve inayetiyle sahip oldukları fazilet ve meziyetleri gönül dili, hal şivesiyle temsil etmek suretiyle dünyanın değişik yerlerinde sulh adacıkları oluşturmak, farklı kültür ve anlayışlar arasında hoşgörü ve diyalog köprüleri inşa etmek istiyorlar. Hani nasıl ki insanlar, bazı jeolojik hadiseler karşısında bir kısım dalgakıranlar oluşturup bir yerdeki felaketin başka bir yere ulaşmasını ve oradaki insanların da bu felaketten müteessir olmasını engellemeye çalışıyorlar. Aynen öyle de bu adanmış ruhlar da farklı toplum ve kültürler arasında şartlanmışlık ve cehaletten kaynaklanan çatışma ve vuruşmaları engelleme adına dalgakıranlar oluşturmak, kitle psikolojisiyle daha da alevlenebilecek bu tür olumsuzlukların yayılmasına engel olmak için eğitim ve diyalog faaliyetlerinde bulunuyorlar. İşte kendilerini böyle bir misyonu eda etmeye adamış insanların manevî açıdan da çok donanımlı olmaları gerekmektedir ki, böyle ağır bir emaneti taşıyabilsinler. Evet, onların Allah’a iman ve tevekkülleri çok güçlü olmalıdır ki, her bir hadise karşısında bütün başarı ve muvaffakiyetlerin Allah’tan, olumsuz bir kısım hadiselerin ise kendi su-i taksirlerinden kaynaklandığının farkına varabilsinler. Başkalarının onlar hakkında su-i taksir kesip biçmeleri ve “Acaba bu olumsuzluklar, onların hangi hatalarının neticesi!” şeklinde düşünmeleri elbette ki doğru değildir. Fakat Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın bu konudaki sarih ifadelerinden de anlaşılacağı üzere insanın, başına gelen maddî-manevî her türlü olumsuz hadiseye kendisinin sebebiyet verdiğini bilmesi gerekir.

İşin esası niyet duruluğu

İnsanın görünen, maddî bir kısım hata ve kusurlarının belli bazı olumsuzluklara sebebiyet vermesi gibi, niyet bozukluğu, konumunun hakkını vermeyip nefsanîliklere yönelmesi, içten içe kendi hesaplarına takılması gibi bir kısım menfi niyetler de kader-i ilahî tarafından o kişinin cezalandırılmasına ve bir kısım falsolar yaşamasına sebebiyet verir. Aslında sadece sebebiyet verme mevzuunda değil, genel itibarıyla işlerin hâsıl olup olmaması mevzuunda fiziğin yanında metafizik etkilidir. Bizim fizik ötesini görmememiz neticeyi değiştirmez. Zaten bizim gördüğümüz sadece hadiselerin sebepler dünyasına bakan yanıdır. Mesela tohumu toprağa atma fizik âlemi içinde cereyan eden bir hadisedir. Fakat bu tohumun rüşeym halinde topraktan çıkmasında burada göremediğimiz daha başka sebepler de rol oynamaktadır. Biz toprağı, suyu, güneşin şualarını görsek de, tohumun kuvve-i inbatiyesini göremiyoruz. Hatta sebepler dünyasında yer almasına rağmen tohumun büyümesinde etkili olan havayı bile göremiyoruz. Aynen bunun gibi, insan ve toplum hayatında cereyan eden hadiselerin de fizik âlemine ait yönleri yanında fizik ötesi âleme ait yönleri bulunmaktadır. Mesela bazı güzel neticelerin hâsıl olması adına, azim, kararlılık, temadi duygusuna bağlı kalma, ihlâs, samimiyet, vefa, dik durma, yüce bir gaye-i hayale bağlı hareket etme, Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşietine saygılı olma gibi şeyler öyle manevî sebeplerdir ki, belki bunların her birinin maddî sebeplerin ötesinde müessiriyeti vardır. Mesela, çocukluğundan itibaren hep güzel düşüncelerle oturup kalkan ve çok büyük hülyalar peşinde koşan bir insanın bu düşünce ve hülyalarını mevsimi gelince Cenâb-ı Hakk’ın nasıl fiilî bir iş halinde kabul buyuracağını ve onun önünü açarak tahayyül ettiği şeyleri gerçekleştirme adına nasıl imkânlar lütfedeceğini bilemeyiz.

Bunun tersi de mümkündür. Yani kötü duygular, bulanık niyetler, içten hesaplı hareketler, haset ve kıskançlıklar menfi bir kısım neticelerin ortaya çıkması adına önemli birer sebeptir. Mesela, hasetle alakalı Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النًارُ الْحَطَبَ
Haset etmekten sakının! Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.

buyurmak suretiyle hasedin yapılan güzel amelleri nasıl zayi ettiğine dikkatleri çeker. Demek ki, içteki bir çekememezlik duygusu olan haset esasında öyle bir Allah belası ki, sizin yapmış olduğunuz güzel amelleri yiyip bitiriyor. Mesela birisi sırf kıskançlık ve çekememezlikten dolayı, sevmediği insanları engelleme adına bir tepki hareketi olarak bir okul yapar. Fakat onun içindeki bu menfi duygu bir gün o okulun ya manen ya da maddeten cayır cayır yanmasına sebebiyet verir. Yani Cenâb-ı Hak niyet bozuk olduğundan dolayı o insanın içindeki bu olumsuz duygularla onu cezalandırır. Ancak kendini haset ve kıskançlığın girdabına kaptırmış insanların bu tür manevî sebepleri anlamaları mümkün değildir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki, tevfik-i ilahiye ulaşma yolunda manevî sebepler de en az maddî sebepler kadar önemlidir. Ne var ki, Hazreti Pîr’in ifadesiyle “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” Hâlbuki insan basar (maddi göz) yanında bir de basirete (kalb gözü) bağlı şeylerin olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Basiretin arkasında idrak, ihsas, ihtisas, iman, Allah’ı bilme duygusu, ilham ve varidatlar vardır. Bunların mevcudiyetlerini görmezlikten gelmemek gerekir. Bazıları bunların farkında olmasalar bile öyle insanlar vardır ki, manevî unsurları çok iyi tanır, bilir, onların dilinden anlar ve âdeta fizikî bir objeyi elde çeviriyor gibi onları ellerinde evirip çevirirler.

Gerçek ve kalıcı başarı için, kendini Allah’a adamış insanların tevfik-i ilahiye ulaştıran maddî ve manevî sebepleri çok iyi bilmeleri ve bu sebeplerin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin şuurunda olmaları gerekir. Başka bir ifadeyle, adanmış ruhlar hizmet adına değişik yerlerde planlar yaptığı, okul ve üniversite gibi kurumların açılmasıyla ilgili projeleri oturup konuştuğu ve bütün bunlarla dünyanın dört bir yanında ruhlarının ilhamlarını müstaid gönüllere duyurmaya çalıştığı gibi aynı zamanda manevî kıvam mevzuunda da onların tam tekmil hazırlıklı olmaları gerekir. Ayrıca bir kısım olumsuz hadiseler karşısında sarsılmama, yılmama ve Allah’ın izni ve inayetiyle fırtınalara karşı dimdik ayakta durabilme de manevî saiklerin kıymetini bilmeye bağlıdır.

Kıvamda süreklilik

Bu istikamette günde birkaç defa kendisiyle yaka paça olan ve aklından geçen günahları bile affetmeyecek ölçüde mert oğlu mert davranan mana erleri, sürekli rehabilitasyonlarla kendileriyle beraber arkadaşlarının da seviyesini yükseltmeli ve manevî kıvamlarına temadi kazandırmalıdır. Zira kıvamı yakalamak kadar, onda temadi de çok önemlidir. Bazen insan öyle manevi makamlara ulaşır ki, varlığı çok farklı duyar, çok farklı görür, çok farklı hisseder ve çok farklı değerlendirir. İhsan şuuruyla oturur kalkar ve her an Allah tarafından görüldüğünün farkındadır. Fakat önemli olan bu his ve şuurun temadi etmesidir. Çünkü aradaki inkıtalar bazen çok ciddi kazanımları alır götürür. Evet, kazanılan pek çok şey bir anda gider boşluğa dökülüverir. Bu açıdan bir taraftan kıvam kazanılmalı, diğer taraftan da hangi konum elde edilmişse, o konumda kıvamın temadisi sağlanmalıdır.

Hâsılı, siz maddi sebepler açısından çok güçlü olsanız, hatta elinizde fezayı bile kontrol altında tutacak uydularınız bulunsa, yine de bütün bunlar hak rızasına ulaşma adına meselenin sadece bir yanını teşkil eder. Bilmelisiniz ki, sizin asıl güçlü yanınız, gücü sonsuz olan Allah’ın havl ve kuvvetine itimat etmeniz ve O’nunla münasebetinizi hep güçlü tutmanızdır. Bence adanmış ruhlar birbirlerine hep bu hakikati telkin etmeli ve bu hakikat istikametinde hayatlarını örgülemelidirler.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gerçek dindarlık ve karakter sahibi olma

Soru: Bir mü’minin, kötü söz ve muamele karşısında karakterinde çatlama ve kırılma yaşamaması için dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap:Kendi düşünce dünyamız ve terminolojimiz açısından karakter, İslâm’ın emretmiş olduğu amel ve ibadetlerin, ihsan şuuruyla yani Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla yerine getirile getirile insanda bir tabiat hâline getirilmesidir ki siz buna İslâmî karakter de diyebilirsiniz. Buna göre mü’minin karakterli olması derken bizim anladığımız, onun Allah’la münasebetlerini sağlam tutması; İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) -konumuna yakışır şekilde- fevkalâde saygılı olması; gerek şahsî, gerek ailevî, gerekse içtimaî vazifelerini tastamam yerine getirmesi ve bütün hayatını bu istikamette dosdoğru sürdürme gayreti içinde bulunmasıdır.

Nafile ibadetlerle temrinat

Bir insanın böyle bir karaktere sahip olması ciddî bir cehd ü gayrete vabeste olduğu gibi, bir ömür boyu onu muhafaza etmesi de oldukça zordur. Fakat mü’min, böyle bir zora talip olmalıdır. Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
“Sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.” (Hûd sûresi, 11/112)

âyet-i kerimesini de ihtiva eden Hûd Sûresi’nin kendisini ihtiyarlattığını ifade buyuruyor. (Bkz.: Tirmizî, tefsir(56) 6) O hâlde hakikî mü’minin gaye-i hayali, Efendiler Efendisi’nin yaşadığı bu ufka, yaklaşabildiği kadar yaklaşmak olmalıdır. İşte zorlardan zor bu mesele, ibadet ve amellerde temrinat yapa yapa tabiat hâline getirilebilirse, iradenin üzerindeki yük kısmen hafifleyecek ve insan yapması gerekli olan mükellefiyetleri daha rahat yerine getirecektir.

Aslında nafile ibadetlerin böyle bir fonksiyonu bulunduğu söylenebilir. Mesela uzun, sıcak ve bunaltıcı yaz günlerinde bir ay boyunca oruç tutması insanın nefsine ağır gelebilir. Fakat bildiğiniz gibi Sahib-i Şeriat, mü’minlere haftanın pazartesi ve perşembe günlerinin yanı sıra her ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri oruç tutmayı nafile bir ibadet olarak tavsiye buyurmuştur. (Bkz.: Buhârî, savm 56, ehâdîsü’l-enbiyâ 37; Müslim sıyâm 181) İşte kısa ve serin günlerde bu nafile oruçları tutan bir insan oruç tutmaya alışacağı için, uzun ve sıcak yaz günlerinde açlık ve susuzluk karşısında daha mukavemetli olacak ve Allah’ın izniyle daha kolay bir şekilde bu farz vazifeyi eda edecektir.

Zekât ibadeti için de aynı husus geçerlidir. İslâm, yerine göre kırkta bir, yirmide bir, onda bir veya beşte bir oranında, sahip olunan malların zekâtının verilmesini farz kılmıştır. Eğer insan az bir miktar dahi olsa sadaka nev’inden kendisini vermeye alıştırmadıysa, İslâm’ın farz kılmış olduğu zekât mükellefiyetini yerine getirmekte zorlanabilir. Fakat o, az da olsa tasaddukta buluna buluna nefsini buna alıştırmış ve zamanla vermeyi tabiat hâline getirmişse, zekâtı ödeme konusunda iradesi çok fazla zorlanmayacaktır.

Aynı şekilde vaktinin müsait olduğu daha rahat bir vakitte nafile namaz kılmayı tabiatına mal eden bir kimsenin, şartların daha ağır olduğu sabah namazı veya diğer farz namazları eda etme konusunda nefis ve hevanın önüne çıkarttığı engelleri aşması daha kolay olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde:

إِنَّ اللهَ جَعَلَ لِكُلِّ نَبيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ اللَّيْلِ
“Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84)

buyurarak, bir mânâda, “Sizin cismanî ve bedenî şeylerden lezzet aldığınız gibi, Ben de Rabbime ibadet etmekten lezzet alıyorum” demek istemiş; tabiat hâline gelmiş ibadet u taat düşüncesini nazara vermiştir. İşte her bir Müslüman’ın hedefi, böyle bir ufku yakalamaya çalışmak olmalıdır. Vâkıa herkes böyle bir zirveyi ihraz edemeyebilir fakat bu yolda olmak ve onu talep etmek de çok büyük bir fazilettir. Allah (celle celâluhu) bu konuda gösterilen cehd u gayretleri ibadet sayacak ve bununla o kişinin derecesini yükseltecektir.

Kaçınılması gereken negatif ameller için de aynı bakış açısını göz önünde bulundurabilirsiniz. Mesela bir insan; nefsinin aldanabileceği baş döndüren münkerat ve fuhşiyatla karşı karşıya kaldığında o esnada tam olarak iradesinin hakkını vermekte zorlanabilir. Fakat o, hayat çizgisi itibarıyla küçük büyük demeden her türlü haram fiile karşı kapalı bir hayat yaşamaya çalışır ve bunu tabiatının bir derinliği hâline getirirse, Allah’ın izni ve inayetiyle baş döndürecek, bakış bulandıracak münkerat ve fuhşiyatla karşılaştığında bile, kirlenmeden, herhangi bir çirkefe bulaşmadan o badireyi aşabilir.

Tavır ve davranışlarda istikamet

Bahsedilen bütün bu hususlar, mü’minin diğer insanlarla kurduğu münasebetler konusunda da geçerlidir. Evet, bir mü’min, Rabbisiyle münasebetleri yanında insanlarla olan muamelelerinde de dinin emirleri istikametinde hareket etmeyi karakter hâline getirmelidir. Biraz daha açacak olursak, şayet bir insan, kim olduğuna bakmadan herkesi sevgiyle kucaklama, karşılaştığı herkese tebessüm yağdırma, muhtaçlara yardım etme, çevresindekilere izzet ü ikramda bulunma gibi güzel sıfatları tabiat ve karakter hâline getirememişse, bir gün beklemediği çirkin bir muameleyle karşılaştığında farkına varmaksızın hırçın ve haşin bir tavır sergileyebilir. Böyle biri karşılaştığı her kötü muamele karşısında mü’mine yakışır şekilde mukabelede bulunmayı iradesine havale edeceğinden ciddî mânâda zorlanacak ve bazen falso yaşamaktan kurtulamayacaktır. Tavır ve davranışlarındaki bu zikzaklar ise onun inanılırlık ve güvenilirliğini zedeleyecektir. İnanan gönüller olarak eğer biz çevremizde inandırıcı ve güven vaat eden biri olmak istiyorsak, gerek ibadetleri, gerek haramlardan sakınmayı ve gerekse de muamelata ait hususları tabiatımızın bir buudu hâline getirmeliyiz.

Her şeye rağmen, kimi zaman insanın karakterinde, hâdisenin şiddetine göre çatlama ve kırılmalar meydana gelebilir. Karakterindeki kırılma, o insanın, gayret-i diniyesinden kaynaklanabileceği gibi, bazen de birilerinin hiçbir insaf ölçüsü tanımayan iftira ve hakaretlerinden, onun dem ve damarına dokundurmasından da kaynaklanabilir. Bu durum karşısında insan hiç farkına varmaksızın bir anda negatif bir havaya girebilir. Karşılıklı atışmalar ve tartışmalar yaşanabilir; kalbler kırılabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, ne olursa olsun, karakterinize uymayan bir tepki verdiğinizde inandırıcılığınızı zedelemiş olursunuz. Bu itibarladır ki hakikî bir mü’min, en alçakça saldırı ve tecavüzler karşısında bile karakterinden taviz vermemelidir. Mukabele edecekse bile, bu, edep ve ahlâk abidesi bir mü’mine yakışır şekilde olmalıdır.

Yüksek karakterli sabır kahramanları

Aslında Kur’ân-ı Kerim,

وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ
“Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126)

âyet-i kerimesiyle mü’minlere saldırılara misliyle karşılık vermeye ruhsat vermiştir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimenin devamında yüksek karakter sahiplerine şöyle seslenmiştir:

وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ
“Eğer sabrederseniz bilmelisiniz ki, hiç şüphesiz sabretme, dişini sıkıp katlanma, sizin için daha hayırlıdır.”

Çünkü bir kere bile olsa karakter kırılması yaşayan bir insan, hem muhataplara karşı güvenini sarsmış hem de daha sonraki yanlışlara kapı aralamış olur. Karakterinde böyle bir çatlak meydana gelen kişi ise, hiç olmayacak yerde falsolar yaşayabilir. Bu sebeple şartlar ne olursa olsun her yerde karakteri korumak ve onu hiç deldirmemek ve kırmamak gerekir.

Hususiyle iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş adanmış ruhlar, sevgi ve müsamaha ufuklarını her yerde korumalıdırlar. Maruz kaldıkları en deni saldırılar karşısında bile onlar yol ve yön değiştirmemelidirler. Yunus Emre, “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek.” diyor. Son kısmı biraz değiştirerek, isterseniz siz “Kur’ân talebeleri gönülsüz gerek.” diyebilirsiniz. Evet, onlar, kırılsalar da kırmamalı, incinseler de incitmemelidirler. Çünkü netice itibarıyla incitilen bir gönüldür. Gönül ise, realite planında olmasa bile, potansiyel olarak arş-ı Rahman’dır. (Bkz.: İbn Kayyim, el-Fevâid s.27) Başka bir ifadeyle gönül, bir ağacı meydana getirecek çekirdek konumundadır. Vâkıa bazıları itibarıyla çekirdek konumundaki bu yüksek değer, kuvve-i imbatiyesi olan bir toprağa yerleşmediğinden, uygun atmosferi bulamadığından, nemle bütünleşemediğinden, güneş şualarıyla kucaklaşamadığından ötürü inkişaf edememiş olabilir. Ama siz, Allah’ın (celle celâluhu) potansiyel olarak arş-ı Rahman’ın izdüşümü olarak yarattığı yüce bir varlığa karşı saygısızlık yapamazsınız.

Bu noktada zihne hemen, “Peki mü’min kötülükler karşısında sessiz mi kalacak, onları engellemek için nasıl bir tavır sergilemelidir?” sorusu gelebilir. Öncelikle bilinmesi gerekir ki, mü’min, şahıslara değil kötü sıfatlara karşı tavır almalıdır. O, cehalet, ilhad, nifak ve temerrüt gibi sıfatlara karşı gösterdiği tavrı, insanın mânevî değerini öldürücü ve kahredici olan bu sıfatları gidermeye matuf kullanmalıdır. Başka bir ifadeyle mü’min, ateşe doğru giden veya uçurumun kenarına doğru sürüklenen evlâdı karşısında nasıl bir korku ve ızdırapla çırpınıp duruyorsa, olumsuz sıfatlara sahip olan insanlar karşısında da aynı ızdırabı duymalı, tavsiye ve ikazlarıyla onlara yol göstermeye çalışmalıdır. Bu durumu,  Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir temsille tasvir etmektedir. O, şöyle buyuruyor: “Benimle sizin misaliniz ancak ve ancak ateş yakan ve o ateşe haşerat ve pervaneler düşmeye başlayınca da onları ateşten uzaklaştırmaya çalışan adamın misaline benzer. Ben sizin eteklerinizden tutup çekiyorum. Siz ise Benim elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz.” (Buhârî, enbiyâ 40; Müslim, fezâil 17-19)

Evet, hakikî mü’min, bir rahmet ve şefkat abidesidir. Şimdi siz, şefkat ve merhametin yeryüzündeki temsilcileri olarak, Cehennem’e doğru sürüklenip giden bir insana, “Canın Cehennem’e! Madem oraya gitmek istiyorsun hadi git o zaman!” mı dersiniz; yoksa Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi onu gittiği bu kötü yoldan geri çevirip, içinde bulunduğu atmosferden uzaklaştırmaya mı çalışırsınız? Bunlardan birincisi vicdanı kararmış insanın vasfı, diğeri ise gerçek mü’min sıfatıdır. Bu açıdan kötü evsafa karşı tavır almak Allah hatırına çok önemli olduğu gibi, insanlık adına da çok yararlı bir davranıştır.

Rabbim, hepimizi en olumsuz hâdiseler karşısında bile yüksek karakterli bir insan tavrını sergileyen, İslâm’ı özümsemiş hakikî dindarlardan eylesin!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gizli ajanda ithamı ve cinnet psikolojisi

Fethullah Gülen: Gizli ajanda ithamı ve cinnet psikolojisi

Soru: Ne kadar şeffaf hareket edilirse edilsin, koyu bir önyargı ve şartlanmışlık içinde bulunan kimseler, gönüllüler hareketi hakkında “gizli ajandaları var” türünden iddiaları sürekli tekrar edip duruyorlar. Bu mevzudaki görüşünüzü ve adanmış ruhlara bu konuda düşen sorumlulukları lütfeder misiniz?

Cevap: Esasında sadece Türkiye’de değil, umumî mânâda bütün yeryüzünde çok ciddî seviyede bir paranoya yaşandığı, hemen her şeyden, herkesten şüphe ve endişe duyulduğu görülmektedir. Ancak şu an ülkemizde yaşanan paranoya, tarihte eşine az rastlanır bir seviyede. Bugün ülkemizde, Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla diyecek olursak, çok rahatlıkla imkânât, vukuat yerine konuyor, sonra da bu imkânât üzerinden insanlar hakkında en ağır hükümler kesilip biçiliyor. Hatırlanacağı üzere, Üstad Hazretleri, mahkemede karşısına çıkarılan asılsız isnat ve ithamlara mukabil bu hususa dikkat çekiyor; mahkeme hâkimi ve savcısının da bir cinayet işlemelerinin ihtimal dâhilinde olduğunu ve eğer ihtimallere göre insanlar derdest edilip istintaka tâbi tutulacaklarsa, onların da mahkemeye çıkarılmaları gerektiğini ifade ediyor. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.73 (Onuncu Söz, On İkinci Hakikat); Lem’alar s.440 (Otuzuncu Lem’a, Beşinci Şuâ, Beşinci Mesele))

İhtimaller üzerine hüküm bina edip insanların geleceklerine dair bir kısım kurgular oluşturmak ve hâlihazırdaki durumları itibarıyla onları potansiyel suçlu gibi göstermek ancak bir cinnet ifadesi olabilir. Fakat neylersiniz ki, bütün dünyada, özellikle de şimdilerde ülkemizde bir cinnet hâli yaşanıyor. Dolayısıyla böylesine cinnet yaşayan insanlara, kendinizi anlatabilmeniz bir hayli zordur. Bu sebeple, öncelikle bu realiteyi kabul etmek gerekir. Daha sonra da ümitsizliğe kapılmadan, bıkkınlık göstermeden hüsnüniyetinizi, ileriye matuf hiçbir hesabınızın ve gizli ajandanızın bulunmadığını söz ve beyanlarınızla, tavır ve davranışlarınızla her fırsatta ifade edip ortaya koymalısınız. Evet, bizim ajandalarımızda ne gizli hesaplarımız, ne de ileriye matuf herhangi bir planımız yoktur, olamaz da. Şuna buna müdahale etme, bir şeyleri değiştirme gibi heva ve heves peşinde koşma bizim duygu ve düşünce dünyamızdan fersah fersah uzaktır. Ben öyle zannediyorum ki, değil hayatını bu işe vakfetmiş, onun göbeğinde bulunan insanların rüyalarına, kenarından köşesinden gönüllüler hareketiyle münasebet tesis etmiş bulunan insanların dahi rüyalarına böyle bir arzu misafir olmamıştır. Bundan dolayıdır ki adanmış ruhlara, kendilerine isnat edilen şeyleri söylediğinizde, “Allah Allah! Siz neden bahsediyorsunuz ki!?” deyip, şaşkınlıkla yüzünüze bakacaklardır. Evet, onların hayal ve rüyalarında dahi, bu tür kurgular söz konusu değildir.

Makam beklentisi Allah’a karşı en büyük vefasızlık

Hakk’ın rızasını en büyük hedef bilenler daha başta dünyanın en pahalı şeyine talip olmuşlardır. Onlar bu gaye-i hayali peyleme istikametinde bütün ömürlerini tüketseler yine de bunu az görürler. Bu gaye-i hayale ulaşabilmek için de i’lâ-i kelimetullah yolunda koşturup durmayı, Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasını sağlama istikametinde çalışıp çabalamayı en büyük bir vesile bilirler. Bilhassa günümüzde dinin doğru şekilde anlaşılmasını sağlama, yanlış ve çarpık yorumların önüne geçme, onları tashih etme, ayrı bir önem arz etmektedir. Din adına hayırlı bir iş yaptığını zannedip de şiddete başvuran ve kan döken insanların tavır ve davranışlarının yanlış olduğunu anlatma, silm u selâmet kökünden gelen İslâm’ın gerçek hüviyetini ortaya koyma Allah rızasını tahsil etmenin en elverişli, en kestirme yollarından biridir. İşte günümüzde inanan gönüller olarak bizler, Rabbimiz’in rızasına ulaşmak için karınca kararınca böyle bir güzergâhı kullanma niyet ve gayretinde bulunuyoruz. Doğruluk emriyle gelen ve doğruluğu telkin eden İslâmiyet’in doğru anlaşılması istikametinde gayret sarf ediyor; onun evrenselliğini, bütün insanlığı kucaklayıcılığını gönüllere duyurmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda, değişik anlayış, dünya görüşü ve hayat felsefesine sahip insanlar arasında bir uzlaşı ortamı oluşturma, farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla da paylaşabileceğimiz müşterek hususların bulunduğunu ortaya koyma gayreti içindeyiz.

Şimdi siz ifade etmeye çalıştığımız bu yüce hakikatlere teşneyseniz, hayatınızı buna vakfetmişseniz, bunu bir adanmışlık şeklinde yerine getiriyorsanız, “şuna talipler, buna talipler” diye ileri sürülen şeyler karşısında şaşırır kalır ve onların dediklerine talip olmayı tenezzül sayarsınız. Hatta kanaatimce günümüzde, adanmış ruhların samimî gayretlerle –Allah’ın inâyetiyle– ortaya koydukları bu kıymetli hizmet, doğrudan doğruya iman hizmeti olması ve gönüllerin Allah’la buluşmasını hedeflemesi itibarıyla beldeler fethinin dahi on katı üstünde bir vazifedir. Bana deseler ki, “Eğer bu arkadaşlar içinde bugünkü hizmet anlayışından, duygu ve düşüncelerinden sıyrılırsan, sana Kanuni Sultan Süleyman’ın bile gidip geriye döndüğü Viyana’nın anahtarlarını vereceğiz.” Ben onlara karşı, “Allah aşkına siz, bende Rabbim’e karşı ne vefasızlık gördünüz ki, beni böyle bir tenezzüle çağırıyorsunuz?” derim. Evet, biz Allah’ın rızasına talip olmuşuz. Bundandır ki, bizim için önemli birer sermaye olan aklımızı, fikrimizi, düşüncelerimizi, hissiyatımızı, muhakememizi, mantığımızı Allah’ın bir kereliğine vermiş olduğu hayatı değerlendirme mevzuunda kullanmaya çalışıyoruz. Sadece bir kereliğine verilmiş olan ve her şeyiyle hesabı sorulacak olan bu değerli sermayelerimizi yersiz ithamlarda dile getirilen değersiz ve abes şeylere sarf etmeyi Rabbimize karşı bir saygısızlık sayıyoruz. İşte bu düşünceler kanaat-i âcizanemce, bu yola gönül koymuş herkesin vird-i zebanı olmalıdır. Bize düşen, her fırsatta, her yerde kapalı bir yanımızın olmadığını vurgulamak, tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymak, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce samimi bir şekilde bu konuları sorup öğrenmek isteyenlere izahını yapmaktır. Kalblerin sahibi Allah (celle celâluhu) olduğu gibi, hakikatin kalblere girmesini temin edecek olan da O’dur (celle celâluhu). Biz vazifemizi yapar, neticeyi O’na havale ederiz.

Kıskançlık ve hazımsızlıkla mukabele görmek bu yolun cilvesi

Bu mevzuda önemli diğer bir husus da, insan tabiatını nazar-ı itibara alarak bazılarının kıskançlık ve hazımsızlığını normal karşılamak gerekir. Unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak, Anadolu’nun bağrından çıkmış bu gönüllüler hareketine tarihte eşine az rastlanır pek çok lütuf ve ihsanda bulundu. Tarihimizde en güçlü olduğumuz dönem, Osmanlı dönemi içerisindeki hususiyle ilk üç asırlık dönemdir. Bu zaman dilimi içinde, Devlet-i Aliyye, yeryüzü muvazenesinde tam bir hâkim unsur olmuştur. Şu an ise, ülkemizin ekonomik imkân ve şartları ortadadır. Fakat Rabbimiz’e hamdolsun ki, o dönemde dahi ulaşılamayan coğrafyalara gidilmiş, Allah’ın izniyle, dünyanın yüz yetmiş ülkesinde, bu ülkelerin farklı şehirlerinde eğitim faaliyetlerinde bulunulmuştur. Böyle bir netice, yüz yetmiş küsur yerde Türkiye’nin güzel bir şekilde tanıtılıp anlatılması demektir. Medyaya da yansıdığı üzere bu eğitim müesseselerinden mezun olanlar, birer Türkiye dostu olarak, üniversite ve daha sonraki kariyerlerini ülkemizde yapmayı tercih etmektedirler. Bütün bunlara Allah’ın hususî teveccühü nazarıyla bakılmalı, bir kısım hazımsızlıkların olabileceği tabiî ve normal kabul edilmelidir.

Şeytan Hazreti Âdem’i (aleyhisselâm) kıskandığından dolayı mahvolup gitmiştir. (Bkz.: A’râf sûresi, 7/12-18) Tabiatına hâkim olan düşmanlıktan ve tabiatı tamamen kıskançlık ve hasede kilitlendiğinden dolayı o, gördüğü güzellikleri artık duyamaz ve değerlendiremez hâle gelmiştir. Şeytanın bu hâli, tıpkı kin ve düşmanlığa kilitlenip yumruk yumruğa birbirine girmiş veya bıçaklarını çekip birbirinin üzerlerine yürümüş insanların o kavga ortamındaki hâlet-i ruhiyelerine benzer. Siz, kendini kaybetmiş bu insanların yanına varıp, “Yahu siz Allah’ın kullarısınız; birbirinizin kardeşisiniz; kardeş kardeşe böyle yapar mı?” diye ikazda bulunsanız, dönüp bir bıçak da size saplayabilirler. Dolayısıyla o esnada o insanlara laf anlatabilmeniz mümkün değildir.

İşte her şeye karşı çıkan bazı kesimlerin ruh hâli bundan farklı değildir. Bu sebeple olumsuz ve negatif bir hissiyatla böylesine gerilmiş ve vücudunun kimyası bozulmuş insanların sizi hazmedemeyeceğini kabul etmelisiniz. Alabildiğine şeffafiyet içinde hareket etmenin yanında, elden geldiğince gıpta ve haset damarlarını tahrik edebilecek tavır ve davranışlardan uzak durmalısınız. Zaten temelde cüz’î iradeye bakan yönüyle yapılanlar küçücük şeylerdir. Fakat biz, o küçücük şeyleri dahi başkalarına mâl etmenin yollarını aramalıyız. Meselâ Cenâb-ı Hakk’ın sizi muvaffak kıldığı bir hizmet karşısında, “Bu, demokrasinin bir sonucudur.” diyerek yapılan o işi, zemin ve şartlara vermelisiniz. Başka bir muvaffakiyet karşısında da, “Cenâb-ı Hak, herkesin gösterdiği faaliyetlere semere ihsan ediyor. Eğer böyle bir hoşgörü ortamı olmasaydı ve umumî atmosfer bu şekilde muhafaza edilmeseydi biz bu faaliyetlerde bulunamazdık.” demelisiniz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, Allah yolunda koşturanlar için bu üslûp ve tavır, kendilerini şirk ve kibir uçurumuna düşmekten koruyacak en selâmetli bir yoldur.

Cenâb-ı Hak biliyor ve milletimiz gerçekleri görüyor ya!…

Utanma, arlanma duygularını ve hayâ hislerini bütün bütün yitirdiklerinden sabah-akşam size sürekli iftira, bühtan ve hakaretlerde bulunanların yaptıklarından elbette ki bir insan olarak müteessir olup üzülürsünüz. Ama ne gam! Her şeye nigehbân, her şeyi gören, her şeyi bilen Allah var! Hem bu dünyanın bir de âhireti var. Mahşer var, hesap var, kitap var, mizan var!

Aslında baştan beri mü’min karakterinin bir gereği olarak elimden geldiği kadar Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) yol ve usûlünü takip etmeye çalışıyorum. Hani hatırlarsınız, bir gün adamın biri Hazreti Ebû Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hazreti Ebû Bekir sükût etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ebû Bekir! O adamın sana söylediği her kötü sözde sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı.” buyurmuştu. (Ebû Dâvûd, edeb 96; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/189) Bundandır ki, sükûtun çığlıkları hep sesimin önünde uğulduyor… Bundandır ki, derûnî bir sükût murakabesine dalarak âdeta kendi his dünyamın dışına kaçıyorum… Bundandır ki çığlıklarımı içime gömüyor ve duygularımı sükûtun nevhalarıyla dillendiriyorum…

Allah her şeyin aslını biliyor ve insanlar da olup bitenleri, gerçekleri görüyor ya… Öyleyse ehl-i insaf kararını verir ve zaten veriyor da… Bakın bütün tehditlere, baskılara rağmen doğru bildiği yolda halkımız yürümeye, dur durak demeden Allah yolunda koşmaya, koşturmaya devam ediyor. Kendilerini ifade edebilecek imkân ve fırsatları bulan entelektüellerimiz de bütün engellemelere rağmen hak ve hakikate tercüman olmaya çalışıyor.

Vâkıa, doğruları yazan, Hizmet Hareketi’nin yolunu, yöntemini, duruşunu müdafaa eden insanları hemen ademe mahkûm etmek için elli türlü yola başvuruyorlar. Bir yazar, fakir hakkında veya hareket hakkında iyi ve lehte bir yazı yazsa hemen hışımla üzerine gidiliyor ve yeni bir yalanla o şahıs da bana nisbet ediliyor; hattâ o şahıs suç işlemiş kabul edilip, istintaka tâbi tutuluyor, tutuklanıyor da. Dahası, nerede dürüst ve milliyetperver bir insan varsa onu da harcamak için hemen bana nisbet ediyor, “bu da ondan” deyip bir yaygara koparıyorlar. Çalmamak, çırpmamak, ahlâklı olmak suçmuş, cürümmüş gibi muameleye tâbi tutuyor; namaz kılan, cumaya giden, infakta bulunan, sadaka ve zekât veren, fakir talebelere burs temin eden insanı bile benimle irtibatlandırıp bir teşkilât, bir örgüt yapısı arıyorlar.

Bir kez daha ifade edeyim ki, her türlü despotluğa, baskıya, zulme rağmen yine de insanımız bu güzelliklere sahip çıkıyor; kanun ve kurallar çerçevesinde kendilerini ülkesine, ülküsüne, insanlığa adamış ruhlar hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam ediyor. Onlar, başlarına gelen belâ ve musibetleri hak yolunun bir cilvesi kabul ediyor, bütün bunları birer imtihan olarak görüyor, inanç ve ümitle dopdolu bir hâlde neticesi şeker şerbet böyle bir imtihanın hakkını vermeye çalışıyorlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gizli Şirk

Ebu'l Leys Semerkandî Hazretleri'nin Tenbîhü'l Gafilîn'in ihlâs bahsinde naklettiği, Ahmed b. Hanbel Hazretleri'nin Müsned'inde geçen bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "İnne ahvefe ma ehâfu aleyküm eşşirkü'lesğar. Kâlû; me'şşirkü'lesğar? Kâle, erriya Allah Rasûlü, "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir." deyince Sahabe Efendilerimiz "Küçük şirk nedir?" dediler. Efendimiz (sav) de "Riya" karşılığını verdiler." Bir rivayette de "eşşirkü'lesğar" yerine "eşşirkü'lhafî (gizli şirk)" ifadesi vardır. Nedir Allah'a gizli gizli eşortak koşmak? Küçük dahi olsa gösteriş yapmaktır.. kendini ihsas etme, iradî olarak kendini sergilemedir.

Eğer namazda bazı duygular iradeyi aşkın gelirse ve insan bu sebeple değişik sesler çıkarırsa mazur olabilir. Meselâ, bir kul namaza öyle konsantre olmuştur ki, O'nun dizlerine başını koyuyormuş gibi hisseder kendini. Cenâbı Hak diz, baş ve ayaktan münezzeh ve mukaddestir; ama Recaizâde'nin dediği gibi "Allah'ım nerede ayakların!" ifadesi bir duyuşun ve sezişin seslendirilmesidir. İşte kul, o derece yoğun his ve ihsasların içindeyken boğazı yırtılacak kadar "Allah" dese de mazurdur. Zira o durumdaki bir insan ne yaptığının, ne dediğinin farkında değildir. Ona yaptığını haber verseniz, "Ben öyle bir şeyin farkında değilim, hatırlamıyorum." diyecektir. Meselenin temeli de budur. Böyle bir durumda değilken ibadete dıştan, iradî bir şey karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. O, telvis etme, saf ve dupduru bir işi bulandırma olur.

Fakat önemli bir nokta daha vardır ki; o da, biz bir başkasında ne görürsek görelim onun hakkında "riya yapıyor" diyemeyiz. Elimizde riya yapıp yapmadığını ortaya çıkarabilecek belli bir mihenk taşı yoktur. Allah'la irtibatlı mı söylüyor; iradî mi, gayrı iradî mi?.. aşk ve heyecanını mı seslendiriyor, yoksa kendisini ifade etmek, etrafa duyurmak için mi bağırıyor?.. Kur'an okuyor; ama acaba kendini ihsas maksadına matuf mu okuyor, Allah rızası için mi?.. şeklinde başkalarını sorgulamaya hakkımız yoktur. Elâlem etrafımızda değişik değişik sesler çıkarabilirler, bu bizi rahatsız da edebilir. Fakat onlar hakkında sûi zanna hakkımız yoktur. O kapı kapalıdır bizim için. İhtimal biz anlamasak da o insan çok farklı şeyler anlıyor ve dolayısıyla da bu sesler onun vicdanından kopup geliyor, gırtlağına çarpıyor, ses tellerine dokunuyor ve ses tellerine dokununca da bir udun, bir kemanın ses verdiği gibi ses veriyordur.. başkaları hakkında böyle düşünürüz. Kendimiz hakkında da sert ve katı davranır; çok küçük bir kaçamak, bir sızıntı bile olsa affetmeyiz onu.

Evet, bu iki şeyi birbirine karıştırmamalı, yanlış anlamaya girmemeli. Zikirde, fikirde öyle olduğu gibi, diğer tavır ve davranışlarda da başkaları için hep olumlu ve müsbet düşünmek, hüsnü zan etmek; kendimiz hakkında da mülâhaza dairesini daima açık bırakmak, "Acaba yine bir tuzak mı var nefsimde?" demek...

Hastalığıma ve halsizliğime rağmen Cenabı Hakk'ı anma gibi önemli bir mevzu hatırına zorla da olsa bu kadarcık birşey söyledim. Evet, zikir, Cenâbı Hakk'ın gizli açık nimetleri karşısında O'nu ins cin herkese ilân etmenin ünvânıdır ve inananlar için havadan, sudan daha önemlidir. Hem o kadar önemlidir ki, bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmeti vücudu kalmaz. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü'ttehâyâ) yeryüzünde "Allah! Allah!" diyenlerin kalmayışını kıyametin kopmasının bir habercisi olarak saymıştır.

"Melekler nasıl tesbihle yaşarsa, Peygamber Efendilerimiz de tebliğle yaşamıştır" sözünü nasıl anlamalıyız?

Melâikei kirâm, Allah'ın nurdan yarattığı, dolayısıyla nuranîliğe ve nuranîliğin açık olduğu şeylere açık, güzel şeylerden istifade etmek ve güzel şeylerle iştigal etmek üzere programlanmış nuranî ve latif varlıklardır. Revâihi tayyibe (güzel kokular) ve kelimâtı tayyibe (güzel sözler) gibi, selim fıtratın hoşuna gidecek koku, söz ve davranışlar onların da hoşlandığı şeylerdir.

"İleyhi yes'adü’l Kelimü'ttayyibü Güzel ve temiz sözler O'na yükselir." (Fâtır, 35/10) ilâhî beyanında buyrulduğu gibi "Sübhânallah", "Elhamdülillah", "Allahu Ekber", "Lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billâh" gibi mübarek sözler O'na yükselir ve ulaşır. Zannediyorum "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" zikri celîli bütün bu güzel sözlerin başında gelir. Sonra da biri binlere bedel "Sübhânallahi ve bi hamdihi Sübhânallahi’l Azim" zikrini hatırlamak gerekir ki, Cenâbı Hakk'ı tesbih mahiyetinde ifade edilen bu söz, Mesnevîi Nuriye'de de işaret edildiği gibi celâlî, cemâlî, vâhidî ve ehadî tecellileri bünyesinde toplar.

İşte bütün bu tesbih, ta'zim, tahmîd, tekbir ve zikirler bir yönüyle meleklerin gıdasıdır. Bu kerim şeyler melâikei kirâmın sürekli aradıkları, baktıkları, bulmak istedikleri ve onlara yakın bulunmaya çalıştıkları hususlardır.

Fakat melâikei kirâmın özel bir yanları daha vardır. Öyle anlaşılıyor ki, onların vazife ve sorumlulukları içinde en önemli mesele "tesbih"tir. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Adem'in onlara hususî bir meselede rüçhâniyeti (üstün olması) karşısında "Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel Alîmu'lHakîm Sübhansın Yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin." (Bakara, 2/32) demişlerdir. Bu söz bir hamd veya tekbir değil, tesbihtir. Böyle bir noktada hususiyle tesbihi seçmeleri bize, onların nezâheti fıtriyelerine, esas mahiyet ve tabiatlarına, varlığa ait bir kısım levsiyâtın hiç bulaşmadığını gösterir. Ayette hem bu durumun ifadesini görürüz, hem de Cenâbı Hakk'ın onların bu nezahetlerini göstermeye matuf suali ve meleklerin bu suale verdikleri cevapla onların yine temiz çıkmalarına ve aklanmalarına şahit oluruz.

Öyleyse melâikei kirâmın nezahetini ifadede tesbih çok önemlidir. İnsanlar tabiatlarının gereği bazen esbâbı işin içine karıştırabilir. Açıkkapalı, küllîcüz'î naturalizme girebilir. "Varlık" der, "kozmos" der; aklî oyunlar ve aklın hokkabazlıklarıyla rasyonalizmi işin içine sokabilir. Fakat meleklerin mahiyetinde öyle bir nezahet vardır ki, Zatı Ulûhiyet nasıl mukaddes, münezzeh, müsebbeh (tesbih edilen) ise, onlar da bunu ifade etmek için özel mahiyette donanımlı, bu işin memuru varlıklardır. İradeleri yüzde doksan dokuz hep hayır istikametinde işler. Kendilerine de bir irade verilmesi açısından iradenin hakkı diyebileceğimiz, yüzde bir oranında, meyelanlarını, meyelanlarındaki tasarruflarını kullanma hakkı varsa da bu çok yanıltıcı değildir.

Beşeri kendi tabiatıyla baş başa bıraktığınız zaman temayülleri nasıl tabiatının etrafında döner durur; melâikei kirâm da herhangi bir emirle mükellef olmasalar, yaratılış ve donanımları itibarıyla tabiatlarına terkedilseler, nezahet etrafında pervaz ederler, hep nezahete koşarlar. Bu hususlar göz önünde tutulduğunda, melâikei kirâmın tesbihten gıda aldıkları söylenebilir.

Enbiyâi izâm'a gelince, onların asıl vazifeleri tebliğdir. Bunu da yine meleklerde olduğu gibi mahiyet ve donanıma irca etmek mümkündür. Melâikei kirâm, iradelerinin hakkını verme alanı diyebileceğimiz o yüzde bir nisbetindeki iradelerini, Cenâbı Hakk'ın ikaz, irşad ve tenbihleriyle yanlışlık istikametinde kullanmazlar. Onlar hakkında "Lâ ya'sûnallâhe mâ emerahüm ve yef'alûne mâ yü'merûn" buyrulmaktadır; yani "Onlar Allah'ın emirlerinde O'na isyan etmezler ve ancak emrolundukları şeyleri yaparlar." (Tahrim, 66/6) Enbiyâi izâm ise insan olmaları yönüyle ve taşıdıkları tabiatları itibarıyla fenalıklara karşı melâikei kirâm kadar kapalı görünmemektedirler. Fakat Allah (cc) onları hem mâsum hem de masûn kılmıştır. Vazife ve misyonları masûniyetin yanında mâsumiyeti, mâsumiyetin yanında da masûniyeti gerektirir. İşte onların melâikei kirâma benzeyen böyle bir yanları vardır.

Fakat Enbiyâi izam'ı en büyük yapan şey, çok azîm bir imtihan olan tebliğ vazifesi ve bu tebliği kendi iradelerinin hakkını vererek kavramaları, anlamaları ve değerlendirmeleridir. Bu, kendi hayatiyetleri için de çok önemlidir. Yani, o vazifeyi yapmasalar yaşayamazlar; çünkü, Peygamberlik adına kondukları yerde durmamış, konumlarının hakkını vermemiş olurlar. Bundan dolayı ayeti kerîmede "Yâ Eyyühe'rRasûlü belliğ mâ ünzile ileyke min Rabbik, fein lem tef'al fe mâ bellağte risaletehu Ey Resul, Rabb'inden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, risalet vazifeni yerine getirmemiş olursun." (Maide, 5/67) buyurulmaktadır.

Bu ayette peygamberler için zımnî, olabilecek en yumuşak bir itab üslûbu vardır. Bunu kendi zaviyemizden ele alacak olursak diyebiliriz ki, bu misyon eda edilmediği zaman çok derin bir çukura düşmek ihtimali vardır. Yani peygamberken, âlâi illiyyîni kemâlâttayken, velinin kavsi uruclarıyla ulaşabileceği noktayı mebde' yapmışken, başkalarının ulaştığı son noktada işe başlamış bir insanken öyle bir yere düşersiniz ki, o yer düz insan yeri bile değildir. Düz zemine değil kovulmuş insan yerine düşersiniz. Bu talihsizliği yaşayan, yani o dergâhtan kovulan ve ilelebed matrud olan varlık da vardır.

Evet, tebliğ vazifesi Peygamberlerin hayatiyetleriyle alakalıdır. Bir Peygamberin hayatiyeti, vazifesini yapma hayatiyetidir. Onlar, kendilerine verilen soluklarla ne kadar vazife eda edebileceklerse onun hesabını yapar; soluklarını bir takvime bağlayarak kullanırlar. Vazifeleri adına yapacak bir şey kalmayınca da derler ki, "Artık bu solukları alıp vermemin bir anlamı yoktur." İsterseniz bunu da "Allahümme erRefika'lâ'lâ" mülâhazasına bağlayabilirsiniz. Çünkü, dünya ufku itibarıyla Peygamber Efendimiz'in (sav) yükseleceği yer kalmamıştır; dünya hayatı açısından, kendi kemalâtının arşına ulaşmıştır. Öyleyse, O terakkisine ancak öbür âlemde devam edecektir. Yani, öyle bir inkişafa ancak kudret ve meşîetin cereyan ettiği öbür âlem müsaittir. Hikmet ve esbab gibi belli perdelerin olduğu bu âlem, artık Hakîkatı Ahmediye'nin (aleyhissalatu vesselam) terakkisine müsait değildir. O, bir insanın yükselebileceği kubbeye yükselmiş, hatta kubbenin bazı yerlerini de çatlatmıştır. İşte O'nun yükselmesi "kâbı kavseyn", kubbeyi çatlatması da "ev ednâ" sırrını gösterir.

Evet, Enbiyâi izâm kendilerine verilmiş olan sayılı solukları hiç boşa kullanmamaya çalışırlar. Bu şuur, vazifeleri gereği böyledir. Peygamber olarak canlı kalmaları ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri adına bu gereklidir. Onlar asla emekli olmazlar. Allah (cc) nezdinde en önemli bir vazifeyi yapacak, hem de o vazifeyi dolu dolu yapacak, sonra da emekli etmiş gibi siz onu geriye çekeceksiniz!.. Bu hal O'nun kendi kıymetine göre bir hayat seviyesi değildir.. ayakları üzerinde yürüyorken sürünme demektir, uçuyorken yerde emekleme demektir. Dolayısıyla yaşama demek değildir. Öyleyse peygamberin peygamberce yaşaması da aslında tebliğ vazifesine bağlıdır.

Diğer taraftan, tebliğ vazifesi, peygamberlik misyonu olarak eda edilmesinin yanında insanların dirilmesi açısından ele alındığında daha fazla önem arz eder. Herkes üstünden bir mesajı alıp kendi seviyesinde ve dûnundaki insanlara ulaştırabilir; böylelikle vazifesini yapmış ve o sorumluluğun gereğini yerine getirmiş olabilir. Fakat aynı zamanda tebliğin kendi esprisi içinde, inandırıcı olarak, ısrarla, hiç bir beklentiye girmeden, "Ve mâ es'elüküm aleyhi min ecr, in ecriye illâ ala rabbi'lalemin Sizden hiçbir istek ve beklentim yoktur; mükafatımı sadece Allah'tan beklerim, O'ndan istediğim de benden hoşnut olmasıdır." (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180) denilerek yapılması, başkalarının dirilmesi adına çok önemlidir. Yani, her şeyden önce mübelliğin kendisi diri olacaktır o tebliğ vazifesini yapmakla. Sonra da, bu vazifenin çok önemli bir buudunu başkalarını diriltme teşkil edecektir. İnsanların içinde bulunacak, peygamberâne bir hayat yaşayacak ve böylece hiç kimse ona "gözünün üstünde kaşın var" demeyecek. O'nun haline bakan herkes, şeytanî mantığı, şeytanî aklı itiraz etse bile, melekî vicdanıyla diyecek ki, "Ben böyle diyor, böyle düşünüyorum; ama âlem de biliyor ki ben doğru değilim."

Bir ayeti kerime'de mealen "Ey Rasûlüm, onların söylediklerinin Seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar Seni yalancı saymıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar." buyruluyor. Yani, o zalimler esasen Seni tekzib etmiyorlar. Çünkü Senin tavırlarında yadırganacak, "Bu doğru değildir." denebilecek hiç bir şey yoktur. Demek ki, o insanlar da elli defa test etmişler ve Peygamber Efendimiz (sav) bu denenmelerden daima doğru, sadık ve emin çıkmış. Fakat onlar yine de Allah'ın ayetlerini inkar etmişler ve daha büyük bir cinayet işlemişler. O'nu Allah'ın elçisi olarak değerlendirmemişler de, "Ebû Talib'in Yetimi" olarak görmüşler. Bundan dolayı da "Sen...", "Sen...", "Sen..." demişler. Ben onların çirkin sözlerini söyleyemeyeceğim, çünkü O'na karşı bağlılık ve sadâkatım müsait değil onları ifade etmeye.

Peygamber Efendimiz (sav) doğruluğu bilinen, güvenilirliği kabul edilen bir insandı. Tebliğ vazifesini eksiksiz yapıyordu. Bununla beraber, O'nun tebliğden daha önemli bir yanı başka bir yerde de denildiği gibi hatta tebliğin bir kaç kadem önünde bir yanı vardı, o da temsildi. Temsil, O'nun hayatı dünyeviyesi ve hayatı uhreviyesi adına işleyen ve daima gelişip inkişaf eden, O'nun hasenât hanesine sürekli bereket akıtan bir husustur. Efendimiz (sav), tebliği ile mutlaka ümmetinin dualarından istifade ediyordur. Fakat ellerinden tutup insanları doğru yola götürmede kendi güzel ahlakıyla hüsnü misal olmasından dolayı, "essebebü ke'lfâil" sırrınca herkesin yaptığı işten O'nun defteri hasenatına da bir şeyler akmaktadır ve bu yönüyle de Efendimiz'in (sav) temsili tebliğinin önünde gelir.

Fahri Kainât Efendimiz bir peygamber ve peygamberlerin en büyüğü olduğu halde, ahvâli dünyeviye veya peygamberlik vazifesi itibarıyla maruz kaldığı şeyler karşısında, kendinden evvel gelen seleflerini okumaya çağrılmıştır. Çünkü, bizzat peygamberlik mefhumu örnek olmaya şayeste planlanmıştır. Kur'anı Kerim'de "Adem'i oku, (Mâide, 5/279) Nuh'u oku, (Yunus, 10/71) Hûd'u oku..." şeklindeki ifadelerle Hazreti Nuh, Hûd, Salih, Şuayb ve Lût (as) efendilerimiz ve bazı yerlerde de Hazreti İbrahim (Şuarâ, 26/69) ve Hazreti Musa (as) hatırlatılarak yedi tane çok önemli örnekten bahsedilmektedir. Efendimiz'e (sav), Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Lut gibi peygamberlerin hayat serencâmeleri vesilesiyle onların şahıslarında temsil edilen peygamberliği bir kere daha okuması emredilmiştir.

Bu emirle şahıslar değil, peygamberlik mefhumu ve mazmunu nazara verilmek suretiyle "Bu yolun erkânı budur; bu yolda tekerrür ede ede matlaşmış, renk atmış bir sözle ifade edeceğim kandan irinden deryaları geçme var, dikenli tarlalarda yürüme var." denilmiştir. Böyle çetin ve çetrefilli bir yolda yürürken, O'na daha önce aynı yol üzerinde yürüyenler gösterilmiş ve onların mukavemetleri, sarsılmadıkları vurgulanmıştır. Meselâ; Kur'an, ağır imtihanlara göğüs gerip yılmadan vazifesini yapması karşısında Eyyub (as) için takdirini ortaya koymakta: "Ni'me'labd, innehû evvâb O ne güzel kuldu! Zira, sürekli (Allah'a) rücudaydı." (Sâd, 38/44) buyurmaktadır.

İşte, Allah Teâlâ'nın, Peygamberini o vazife ile tavzif eden ve o vazifeye göre böyle donatan bir Sultan'ın, kapı kullarından birisine, o kul başımızın tacıdır bizim "O ne güzel kul, bakın kul böyle olur!" demesi ve Efendimiz'i (sav) onları yeniden bir kere daha okumaya çağırması temsil açısından çok önemlidir. Enbiyâi izam'ın temsili sürekli nazara verilmiştir.. verilmiş ve adeta "Geçmişte yaşayanlar öyle yaşadılar, Sultanı Enbiyâ da öyle yaşadı; eğer siz de birilerini yaşatma gibi bir mesuliyet altına girmişseniz, bir adanmışlığı kabul etmişseniz sizin için de yol budur." denmiştir. Dolayısıyla Efendimiz'e (sav) vazifesi hatırlatılırken geçmiş peygamberlere yapılan göndermeler bizim için de söz konusudur: Hazreti Nuh bizim için de örnektir.. Hazreti Hud'un, Hazreti Salih'in hayatından bizim de alacağımız pek çok ibret vardır. Allah'ın salât u selâmı İnsanlığın İftihar Tablosu ve onların üzerine olsun.

Ayrıca, Peygamber efendilerimiz vazifelerinin gereği, tebliğ ve temsil işini kemâli hassasiyetle öylesine yerine getirirler ki, bu mesele zamanla onların tabiatları haline gelir. Hem bu vazife onların tabiatıyla öyle bir bütünleşir ki; bunu, yemek yeme gibi bir şeye, hatta ailevî ahvâl içinde herhangi bir duruma da benzetemeyiz; bunlar çok küçük kalır temsilin fıtrat haline gelişi yanında.. çok küçük kalır, zira Peygamberlerin dünyayı hafife alarak, onu zerre kadar umursamayarak ve eviyurdu hiçe sayarak çok ciddi bir tehâlük içinde bu vazifeye koştukları görülür.

Meselâ, Efendimiz (sav), Hazreti Hatice'nin vefatıyla hicretten evvel ve hicretten sonra beş senelik bir dönemde yalnız kalmıştır. Fakat Hazreti Hatice validemize sadâkat ve vefası mahfuz o meseleyi hiç bir zaman problem olarak düşünmemiştir. Hicret ederken kızları vardır: Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma... hicreti tek başına gerçekleştirmiştir ve kerîmelerini arkada bırakıyor olması vazifesine engel teşkil etmemiştir. Çocuklarını müşriklerin bulunduğu yerde, kendisine kılıçlarını, bıçaklarını gayzla bileyenlerin içinde bırakmıştır. Yolda onlardan bir tanesi taarruza maruz kalmış, erken bir doğum yapmış ve o hastalıkla ölmüştür. Fakat Allah Rasûlü (sav) hayatı boyunca bunları bir kere bile mesele yapmamış, bunlar hakkında hiç konuşmamış, "benim kızım şöyle, oğlum böyle..." dememiştir.

Eğer siyerciler, tarihçiler söylemese onların ne zaman öldüklerini dahi bilemeyeceğiz.. hayatlarının ayrıntılarından haberdar değiliz. Çünkü O'nun bize bildirdiği şey, bildirilmesi gerekli olan şey davasıdır, dinidir. Ve O hayatını bu büyük vazifesine göre programlamıştır. Yurdunu davası için terketmiş; davası için terk etme mevsimi geleceği ana kadar da her gün ölümle burun buruna yaşamıştır.

Evet, Allah Rasûlü (sav), kendisini tebliğe o kadar vermişti ki, tebliğ O'nun tabiatı haline gelmişti. Bizim sabah kalktığımız zaman, "Acaba bu gün yedide mi, yedi buçukta mı, sekizde mi kahvaltı yapacağız?.." türünden şeyler düşünmemize mukabil O bunları hiç düşünmemişti. Yemeği unutmuş ve hatta bazen bir eşi olduğunu bile unutmuştu vazifesi hatrına. Allah (cc) "Aralarında adaletle muamele yapın, onların sizin üzerinizde hakları vardır." buyurunca bu konunun Allah hakkı olduğu ve bir Allah hakkı olarak onlara riayet edilmesi gerektiği için eşlerine karşı da mesuliyetinin gereğini yapmıştı. Ama bunun dışında temelde daima gözünde tüten ve tüllenen tek şey vardı, o da: "Dinimi daha açık, daha geniş nasıl tebliğ ederim." derdiydi.

Hasılı, meleğin tesbihten zevk ve lezzet aldığı gibi, O ve diğer peygamberler de tebliğle beslenmişler, tebliğle oturup kalkmışlar, tebliğle hareket etmişler ve hayatlarını bir tebliğ takvimi içinde yaşamışlardı.

Manevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz halinde ne yapmalıyız; kitap mı okumalıyız, evrâd u ezkârımızı mı artırmalıyız ya da nafile namaz mı kılmalıyız?

Belki bunların hepsini belli nisbetlerde yapmak icab eder. Her şeyden önce bir değişiklik, psikolojik tavır ve durum değişikliği gerekir. Psikologlar, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntı halini atabilmesi için bir hal, tavır ve durum değişikliğini tavsiye etmektedirler. Bazen insan ağır ve bunaltıcı bir kabz hali yaşayabilir; öyle bir durumda Cenâbı Hakk'a çok ciddi teveccüh etmesi iktiza eder. Tevbe ve istiğfar ile O'na yönelmesi gerekir. Bazen gönlün bir halvete girmesi, bir yere kapanıp yakarışa geçmesi, içini O'na dökmesi lazım gelir. Bazen de insanın arkadaşlarıyla oturup kendi durumunu ortaya koymasına, başkalarının düşüncelerini de yanına almasına, kendisi olarak ayakta duramayacağı düşüncesiyle başkalarına dayanmasına ihtiyaç vardır. Bazı şeyleri müzakere etmeli, lahûtîliğe açılmalı, biraz gönlünün sesini dinlemeli, ruhu sıkan o dış sâikler biliniyorsa dıştan gelen seslere, gelip çarpan gürültülere karşı biraz daha kapanmalı, vicdanda bazı şeyleri görmeye, duymaya ve hissetmeye çalışmalıdır.

Eskiden kulaklarımızı iki yandan da kapadığımız zaman duyduğumuz gürültü ve uğultunun Kevser'in sesi olduğunu söylerlerdi. Espriyle karışık söylenen bu sözün bence derin bir mânâsı vardır: Dıştan gelen ses ve gürültülere karşı kapandığınız zaman kalbinizin kan pompalamasını, vücudunuzdaki gürül gürül kan deverânını duyarsınız. Oysaki normal durumda o sesi farketmezsiniz. Parmaklarınızın ucunu kulaklarınıza ne kadar sıkı tıkarsanız, o sesi o kadar net duyarsınız. İşte imkan varsa insanlar, içlerindeki sesi duyabilmek için bir ortam hazırlamalılar; içlerine kulak vermeli, kendi özlerini dinlemeli ve oradaki Kevser çağıltısına ulaşmalılar.

Ayrıca bir kabz halinde yapılması gereken şey şahıstan şahısa, durumdan duruma da değişebilir. Önce ruhun sıkılması, kalbdeki heyecanın pörsüyüp solması, ruh dünyasının matlaşması arkasındaki sâikler düşünülmeli ve mücadele o sâiklere uygun bir plan dahilinde verilmelidir. Ruhdaki matlaşmayı açma, onu yeniden yeşertme yolları bulma, o hali hazırlayan sebepler gözetilerek ele alınmalıdır. Her insan dış yüzü itibariyle hasta görüntüsü sergileyebilir. Eğer meselenin üzerine sadece bir hastalık şeklinde gidilirse tedavi zorlaşır. Oysa meseleye hastalık değil de "hasta" açısından yaklaşılırsa, daha isabetli teşhis konulup uygun tedavi yolları bulunabilir. Değişik münasebetlerle tekrarladığım "hastalık yok, hasta var" prensibiyle her şahıs fert fert düşünülmeli, "bu şunun, bu da şunun hastası" şeklinde o ferdin durumuna uygun bir tedavi yolu takip edilmelidir.

Öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklaşma, bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hali size ait meselelerden dolayı olmuş olabilir. Küçük bir latife ve bir nükte ile o kilitlenmeyi açmak gerekir. Yerinde alıp bir tenezzühe çıkarmak, tenezzüh ufku itibariyle ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder. Bazen açıp bir kitap okumak, bir başka zaman da bazı şeyleri müzakere etmek faydalı olur.

Mesela, insanda ibadet ü tâata karşı bir ülfet hasıl olmuşsa ve bu hal kalbde bir sıkıntı meydana getirmişse, o noktada zorlamamak, muhatabın o durumda kaldıramayacağı şeyleri söylememek gerekir. O durumda daha yumuşak, ümit verici ve reca duygusunu canlandırıcı bir üslup kullanmak uygun olur. Hani ashâbı kirâm efendilerimiz, Kur'anı Kerim'in ardarda gelen emirlerinin yüklediği mesuliyet karşısında çok etkilenmiş, kendi duyuşları ve hassasiyetleri ölçüsünde adeta kemikleri birbirine geçmişti de o sırada Yusuf Sûresi nazil olmuştu. Ahsanü’l Kasas (en güzel beyan) olarak nazil olan bu sure çok büyük hikmetler ihtiva ediyor, Hakîm ve Alîm isimlerinin gölgesinde Enbiyâi İzam'la alakalı bir serencâmeyi anlatıyor, ailevî ve içtimâî hayat için önemli dersler veriyordu.. veriyordu fakat, bütün o önemli dersler bir kıssa çerçevesinde anlatıldığından dolayı hem sahabe rahat bir nefes alıyor ve hem de ilâhî beyanın kendilerine verdiği mesajı kavrıyorlardı.

Evet, kabz halinin sâikleri farklı farklı olabilir. Bir insan bir günah işlemiş ve uzaklaşmıştır.. bir başkası çok yakın olma fırsatı bulmuş, yakınlığın hakkını verememiş ve dolayısıyla uzak muamelesi görmüştür. Çok yakınlara celbedildiği halde, yakınların yapması gereken şeyi yapmadığı için uzaklara düşmüştür. Dolayısıyla o da kendini çok uzak görür. Böyle bir insanın içinde bulunduğu o ruh haleti mutlaka gözönünde bulundurulmalıdır.

Bilinmelidir ki; Allahın izin ve inâyetiyle her kapalı ve kilitli insanı bir şekilde açmak mümkündür. Fakat bir mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvuftaki mürşidlik mânâsına demiyorum, az da olsa insanların genel ufkunu kavrayan bir rehberi kastediyorum. Bazen bir insan, birdenbire bütün duyguları dumura uğramış gibi, olumsuz, nâmüsait bir ortamda yapraklarını salan çiçekler gibi kendini salmış olabilir. Böyle bir durumda onu iyi dinlemeniz gerekir. Gücünüz yetiyorsa gayet tatlı ve mülâyim bir eda ile onu dinlemek, bir psikanalize tabi tutmak, içini okumaya çalışmak ve sonra da içinde bulunduğu ruh haletine uygun bir üslupla o sıkıntılı durumunu gidermesine yardımcı olmak iktiza eder. Bu mevzuyu Ziya Paşa'nın sözüyle şimdilik bitirelim:

"Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye derman mı sanırsın.
En ummadığın keşfeder esrarı derûnun,
Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın."

Gıpta, Haset ve "Hayırda Yarış"

Kur'an talebelerinin, haset ve gıpta karşısındaki tavırları nasıl olmalıdır? Ayrıca, hayır yarışında önde koşanların, başkalarının iyilik duygularını da coşturmak için zekat ve sadakalarını açıktan vermelerini ve onların cömertlikleri karşısında imrenmekten kendilerini alamayan diğer insanların halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gıybet

Bir insan hakkında söylenen, “Aval aval yüzüme baktı” demek kadar da olsa, duyduğu zaman muhatabının hoşuna gitmeyecek her söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek, zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terk etmek gibi haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar “...dine ve millete hizmet” diyor; “...Burada bulunayım, bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım” diye düşünüyor; ama böyle çirkin bir günaha girmekten kendini korumuyor. Aslında bu tavır, dinin bir yanını kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını ise arkaya atma demektir. Kur’ân-ı Kerim, iman kalbinde oturaklaşmamış bazı insanlardan bahsederken “Bazısına inanıyor, bazısına inanmıyorlar” demekte; onların dinin bir kısım emirlerini uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini tenkit etmektedir.

Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme tembihlerine girmeye hakkımız yoktur. Mesela, arkadaşlardan bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp yerine lüks halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak da haram değildir. Hasırın üzerinde yatıp kalkma, başını bir tahtaya koyup uyuma, bir çeşit zühd olabilir. Hatta o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, el âleme caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa, o şahıs hakkında çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse kalkıp da “Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet hasırlarda oturuyordu; şimdi kanepelerde, halılarda oturuyor” falan diyemez. Hasırı, kanepeyi halı ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir; fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat’î haramdır. Bu mesele karşısında “Artık halılarda oturuyor, kanepeleri de değiştirdi; o tefessüh etti” demek gıybettir ve kat’iyen haramdır.

Bir insanın iki üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi düşünüyordur belki. Belki “Benim şahsımda din-i mübîn-i İslâm’ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün anlayışına göre şık olmam da gerekli” diyordur. Yani, belli mülâhazaları vardır edâ ettiği vazife adına. İşte gardırobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın o hali haram değildir; belki, küçük bir israftır. İsraf bile kendi içinde aynı seviyede değildir, farklı farklıdır. Onun bu haline kat’î olarak “Haramdır” diyemeyiz; fakat başka birinin “gırtlağına kadar israf içinde yaşayan adam” şeklinde onu kınamasının kat’î haram olduğunda şüphe yoktur.

Müttakîler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması lâzım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine girebiliyorlar ve kevser içeceklerine zakkum yiyorlar hiç farkına varmadan. Oysaki, oturup kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve cennetlikler gibi yaşamalı... Kimseyi; ama hiç kimseyi çekiştirmemeli. Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması, bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz. Kötülük, zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür, kalmasak da. Bediüzzaman, “mukâbele-i bi’l-misil” için “kâide-i zalimâne” demiştir; kötülüğe kötülükle karşılık vermek, zalimce bir tavır sergilemektir.

Dinin mehâsin-i ahlâk ile mütehallik olma ve mesâvî-i ahlâktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse; kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma, en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme, kobralara insanca yaşama âdâb ve erkânını öğretme, akreplere insanları ısırma usulünü unutturma yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşî hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık âdemoğludur. Problemler karşısında her fert, kendini gözden geçirse ve başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.

Hakikî Müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı zaman, herhangi bir problem olacağına inanmıyorum. Müslümanlar fert fert, ağızlarına, göz ve kulaklarına giren her şeye parola sorduğu zaman, hiçbir içtimaî problem kalmayacaktır. Allah (celle celâluhû) vifak ve ittifakı nasip edecektir, yeter ki her bir mü’min “Cennete girmek istersen incitme cânı!” sözüne uygun yaşasın.

Gönül darlığı

Gönül darlığı

Soru: İnsan bazen öyle gönül darlığına düşüyor ki, adeta boğulacakmış gibi oluyor ve ruh dünyasının bütün bütün karardığını zannediyor. Böyle bir halden kurtulmanın ve kalbdeki düğümü çözmenin çaresi nedir?

Gönül kapılarının sırlı anahtarı: Muhatabı tanıma

Fethullah Gülen: Gönül kapılarının sırlı anahtarı: Muhatabı tanıma

Soru: Sevgi ve diyalog düşüncesiyle dünyanın dört bir yanına açılım gerçekleştiren mefkûre muhacirleri çok farklı kültür ortamlarıyla karşılaşıyorlar. Bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: İnsanlığın huzur ve sulhuna kendini adamış ve bu uğurda gayret gösteren insanların, duygu ve düşüncelerini muhataplarına rahatça anlatabilmeleri için, öncelikle gittikleri yeri doğru okumaları, yöre halkı ve kültür ortamını çok iyi tanımaları gerekir. Denilebilir ki bu durum, temsil edilen duygu ve düşüncenin kutsiyeti ölçüsünde mühim bir vazifedir. Zira mefkûre insanı, içinde yaşadığı çevreyi ne kadar iyi tanıyabilirse, ruhuna ait ilhamları çevresindeki insanlara aktarması da o kadar kolay olacaktır.

Maalesef günümüzde bazı insanlar, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’e bağlı olduklarını, nübüvvet davasının mümtaz ve muallâ mirasçılarını örnek aldıklarını ifade ve iddia etmelerine rağmen bir kısım üslûp hatalarından dolayı değişik olumsuz tepki ve reaksiyonlara sebebiyet vermekte, İslâm’a karşı da şer cephelerinin teşekkülüne sebep olmaktadırlar. Hâlbuki en güzel yemekleri takdim ederken dahi, girilen bir kısım üslûp hatalarından dolayı, insanların midelerinin bulandığı bir gerçektir. Elbette ki vahye, din ve diyanete ait hakikatlerin hiçbir çirkin yanı yoktur, -hâşâ- onlarda mide bulandıracak en ufak bir şey bulunamaz. Aksine Kur’ân’ın her disiplini, her düsturu ilâhîdir. O ilâhîliğin hiçbir yanıltıcı ve insanların zihinlerinde şüphe uyandırıcı yanı yoktur. Aynı şekilde bu esasların birer açıklaması olan Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait sözler, selef-i sâlihînin temsil adına ortaya koyduğu tavır ve davranışlar da çok mükemmeldir. Fakat her yönüyle mükemmel olan bu esaslar, insanlara takdim edilirken muhataplar iyi tanınmaz, hissiyatları tam olarak anlaşılmaz ve empati yapılamazsa ciddî tepkilere sebebiyet verilebilir. Evet, doğrunun doğruluğu müsellemdir ve onun gökten inmiş semavî bir mesaj olduğunda şüphe yoktur. Fakat muhatapların hâl, tavır ve davranışlarının, yetiştikleri ortam ve kültürün o semavî hakikatleri dinleyip anlamaya ve onları kabullenmeye uygun olup olmadığının çok iyi hesap edilmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki, ilaç, hastaya göre verilir. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir.” (Bediüzzaman, Mektubât, s. 300 (Yirmi İkinci Mektup (Dördüncü Vecih) Olur ki o yörenin insanları, dile getirilen ve temsil adına ortaya konan yüce hakikatleri yetiştikleri ortam ve kültüre bağlı olarak yanlış algılayabilir, onları kendi başlarına inmiş birer balyoz gibi hissedebilirler.

Esasında bu durum, sadece gidilen ülkelerin insanları için değil, kendi insanımız için de geçerlidir. Bugün, bir makuliyet çizgisinde buluşan insanların, -tanıma konumunda olmayan ve tanımak istemeyen insanlar müstesna- kendi ülke insanları tarafından bile çok iyi tanındıkları kanaatinde değilim. Zira onlar, zaten görmüyor ve bir yönüyle “uzak körlüğü” yaşıyorlar. Ancak aynı safta onlarla birlikte omuz omuza namaz kılan ve aynı seccadeye baş koyan insanların da onları yeterince tanımadıkları kanaatindeyim. Bazen sanki yapılan onca güzellikleri hiç görmemiş, onlara dair yazılan eserleri hiç okumamış, anlatılan hikâyeleri hiç dinlememiş ve onların arka planını analiz edip bir sonuca varmamış gibi davranıyorlar. Yapılan güzelliklerin, dünya insanının gündemi hâline geldiği, farklı millet ve halkları bir araya getirmeye başladığı bir dönemde, kendi ülke insanımızın da bu güzelliklerden yeterince haberdar edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunu yaparken de kırıp incitmeden, ürkütüp kaçırmadan, “hizmetimiz, câmiamız” deyip âidiyet mülahazasına girmeden, tıpkı camiye gidişteki duygu ve düşüncelerde olduğu gibi, sadece fasl-ı müşterekler, ortak noktalar göz önünde bulundurularak karşılıklı güzelliklerin paylaşımı sağlanmalıdır. Nitekim her anlayış ve düşünceden insan, camiye büyük bir coşkuyla gelir, imamın arkasında saf bağlar ve kemerbeste-i ubûdiyet içinde Allah’a (celle celâluhu) kulluğunu arz eder.

İnsanı tanımada bazı ölçüler

Hak ve hakikatin gönüllerle buluşturulmasında bu kadar önem arz eden “Muhatabı tanıma hususunda ölçü ve kıstas nedir?”, denilecek olursa, insanı tanımada Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) isnat edilen şu hâdise bize bir bakış açısı verebilir:

Şöyle ki, yaşanılan hâdiseye göre, şâhitlikte bulunan bir kişiye Hazreti Ömer: “Ben seni tanımıyorum. Fakat benim seni tanımamam sana zarar vermez. Dolayısıyla seni tanıyan birisini getir.” der. Orada bulunanlardan birisi: “Ben onu tanıyorum ya Emîre’l-mü’minîn!” deyince, Hazreti Ömer: “Onu neyiyle tanıyorsun?” diye sorar. O da, “Onu adalet ve faziletiyle biliyorum.” cevabını verir. Bunun üzerine Hazreti Ömer, adama üç soru daha sorar: “O adam, gecesini-gündüzünü bildiğin ve girip-çıktığı yerden haberdar olduğun çok yakın bir komşun mudur? O adam, kişinin takvâsını ortaya koyan, dinar ve dirhemle alış-veriş yaptığın bir kimse midir? O adam, insanın güzel ahlâkını anlamayı sağlayan bir yolculukta arkadaşlık ettiğin biri mi?” Bütün sorularına, “Hayır.” cevabını alan Hazreti Ömer: “Sen onu tanımıyorsun.” der ve adama dönerek: “Git, seni tanıyan birisini getir.” buyurur. (el-Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr 16/180)

Bu hâdiseden de anlaşılacağı üzere birinci olarak, bir insanı tanıdığını söyleyebilmek için evvelâ onun gündüzleri ne işle meşgul olduğunu, gecelerini nasıl değerlendirdiğini; her gün yaptığı işlerin muhasebesi adına nasıl yanıp tutuştuğunu, hayaline gelip bulaşan ve hakikatte öyle olmasa bile onun “olumsuz” saydığı şeyler karşısında dahi bin kez “estağfirullah” deyip inlediğini bilebilecek kadar beraber bulunmak lazımdır.

İkinci olarak, onunla birlikte yolculuğa çıkmalı, yolculuğun meşakkatine beraber katlanılmalıdır. Bir mefkûre uğruna dünyanın çeşitli yerlerine birlikte seyahat etme ve haccın zorluklarına birlikte göğüs germe de bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. Zira insanların ne kadar halim selim davranabildikleri ya da zorluklara dayanamayıp öfkeye kapıldıkları, muvazenelerini kaybedip bir kısım depresyonlara girdikleri veya metanetlerini korudukları ancak böylesi yolculuklarda ortaya çıkabilir. Aksi hâlde, söz konusu meşakkatlere birlikte göğüs germeden, o insanların yeterince tanındığı söylenemez.

Üçüncü olarak, alış-veriş yapma ki insanlar, kılı kırk yararcasına ihkâk-ı hak etmeye matuf müspet veya menfi düşüncelerini ancak ticarette gösterebilirler. Dolayısıyla insanlarla bu anlamda bir ticaret yapılmamışsa, onların bu husustaki hassasiyetleri bilinmiyor ve yeterince tanınmıyorlar demektir.

Bir insanı tanıma adına burada sayılanlara ilâve olarak, hapishane gibi kapalı alanlarda hayatı  paylaşma hususu da zikredilebilir. Zira insanların küçücük meselelerde dahi nasıl birbirleriyle tartıştıkları, en akıllı ve ağırbaşlı insanların bile yapılan muameleler karşısında nasıl depresyonlara girip âdeta felç hâline geldiklerinin açıkça görülebileceği yerlerden birisi hapishane ortamıdır. Bunu, o ortamı yaşama tecrübesi olanlar iyi bilir. Dolayısıyla böyle bir ortamı paylaşmadan insanları yeterince tanımak mümkün değildir.

Söz konusu kriterler olmadan, insanlar hakkında, “Biz onları tanıyoruz, iyi insanlardır.” türünden sözler, en hafif ifadesiyle hilâf-ı vâki beyandır. Çünkü insanları tanımak ve onlarla ilgili bir hüküm verebilmek, mücerret sözden ziyade, ancak yukarıda sayılan disiplinler çerçevesinde mümkün olacaktır. Dolayısıyla bu prensiplere riayet edildiğinde onlara karşı nasıl davranılacağı, hangi lâl ü güher sözlerin onları reaksiyona sevk edip etmeyeceği, hangi tavır ve davranışların onların duygularını okşayacağı bilinebilir. Aksi hâlde, insanların önüne âdeta semâvî sofralar kurarken bile hiç farkına varılmadan onlar nefret ettirilmiş ve o değerlere karşı antipati uyarılmış olabilir.

Âzami gayret ve merdiven basamakları

Dine ait esasları hayata hayat kılma noktasında, tıpkı Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ“Artık Sana emrolunanı (başlarını çatlatırcasına) anlat.”(Hicr sûresi, 15/94) âyetiyle emir buyurulduğu ve O’nun da bu emri yerine getirmek için gecesiyle gündüzüyle ölesiye bir gayret sarfettiği gibi, fedâkârâne bir gayret sergilenmelidir. Ancak o hakikatler başkalarına anlatılırken Kur’ân’ın indirilişindeki tedriciliğe uygun hareket edilmelidir. Dolayısıyla konuyla alakalı sürekli tefekkür, tedebbür ve tezekkür yörüngeli belirli disiplinler geliştirilerek neyin, kime, nerede, ne kadar, nasıl söyleneceği iyi belirlenmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Bu açıdan bir kez daha ifade etmek isterim ki, çevreyi ve muhataplarımızı tanımak, mesajın kudsiyeti ölçüsünde mukaddes bir vazifedir. Zira ruhumuzun ilhamlarını sinelerine boşaltmak, onları tanıyabildiğimiz nispette kolay olacaktır. Aksi durumda ise insanların rencide edilebileceği, semavî hakikat ve yüce değerlere karşı onlarda antipati uyandırılabileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Sevdirmek maksadıyla Allah ve Resûlü’nü anlatırken üslûba dikkat edilmediğinden dolayı insanları Onlara düşman hâline getirmek ne acı! Dini, imanı yeni öğrenen insanlara, ilk önce Cehennem’in dehşetinden bahsederek onların dimağlarında tamir edilmez yaralar açmak, böylelikle onları dinden-diyanetten uzaklaştırıp bir daha da gönüllerini kazanılamaz hâle getirmek ne hazin bir durum! Allah (celle celâluhu), hak ve hakikatleri anlatırken üslûpsuzluğumuzdan dolayı rencide ettiğimiz ve kaçırdığımız insanlardan ötürü bizleri muaheze etmesin! Bizleri, affetsin ve mağfiret eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gönülden Dile Hikmet Pınarı

Soru: Bir hadis-i şerifte, "Kim sadece Allah rızası için kırk gün sabah namazına devam ederse, artık kalbinden diline hikmet akmaya başlar." buyuruluyor. Peygamber Efendimiz'in bu sözünü nasıl anlamalıyız? Kalbden dile hikmet akması ne demektir? Böyle bir neticeye ulaşmak herkes için mümkün müdür?

Abdullah ibn-i Abbas (radıyallahü anh) hazretlerinin naklettiği bu hadis-i şerif, küçük farklılıklarla pek çok kitapta yer almaktadır. Bazı kaynaklarda, Peygamber Efendimiz'in, sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kılmaya teşvik etme sadedinde söyledikleri bu sözün ilaveleri de zikredilmektedir. Mesela; bu iki namazı ilk tekbirlere yetişmek suretiyle kırk gün cemaatle kılan insanın hem nifaktan hem de Cehennem azabından kurtuluş beratı almış olacağı belirtilmektedir. Senedindeki bir inkıtadan dolayı bazılarınca zayıf kabul edilen bu hadis hakkında "hasen" hükmünü verenler de olmuştur. Bir kısım farklılıklara rağmen, aynı manayı ifade eden onlarca rivayet birbirini desteklemekte ve mühim bir hakikati nazara vermektedir. Evet, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurmuştur: "Kim sadece Allah rızası için kırk gün sabah namazını (cemaatle) kılarsa kalbinden lisanına hikmet pınarları akmaya başlar." (Bu şekildeki rivayet için bakınız: Müsnedüş- Şihab, 1/285)

Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehaya) "Men ehlasa lillahi" diyerek söze başlamış; her şeyden önce, yapılan ibadetin sırf Allah'ın rızasını kazanmaya matuf olması gerektiğine, yani ihlâsa işarette bulunmuştur. İhlâs; riyâdan uzak olma, kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, samimî ve dupduru bir gönülle Allah'a kullukta bulunma demektir. İhlâs; vazife ve sorumlulukları yalnızca O emrettiği için yerine getirme, yerine getirirken de sadece ve sadece O'nun hoşnutluğunu hedefleme ve ibadet ü tâatta, halkın görüp duymasından kaçınma, hatta halk mülâhazasını da bütün bütün unutma manasına gelmektedir.

Evet, ihlâs, yapılan bir işte sırf Hakk'ın rızâsını talep etmek; dolayısıyla da, riya ve süm'aya, görsünler ve desinler mülahazalarına girmemek ve ibadetlerde dünyevî bir hedef gözetmemektir. İşte, ancak bu esasa dikkat edilerek ortaya konan bir amel Allah indinde makbuldür. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Bir dirhem ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır." Öyleyse, bir insanın, sabah namazını cemaatle kılmaya devam etmesi neticesinde, kalbinden diline uzanan hikmet kanalından adeta "mâ-i zülâl" yudumlaması ve onu başkalarına da tattırması için ilk şart ihlâstır.

"İkâme"nin Manası

İkinci şart ise; bütün esaslarına uyarak, rükünlerini eksiksiz yerine getirerek, murâd-ı ilâhîde mahiyeti ne ise işte o şekilde ortaya koyarak namazı tastamam eda etmektir. Cenab-ı Hak, neye namaz demiş ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz vasıtasıyla namazı ne şekilde talim etmişse, yani, ilm-i ilâhîde şekillenen namaz ne ise, onu o şekilde yapıp ortaya koymaktır. Haddizatında, Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde "ikâme" tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü'l-İ'caz'da da belirtildiği üzere, "namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza mânâlarını gözetmektir". Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır.

Evet, namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanısıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya "ikâme" denmektedir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın da ifade ettiği gibi, bu kelimenin bir manası da "dikmek" veya "doğrultmak"tır. Dolayısıyla, "ikâme" tabiriyle, namaz, ancak cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilir ve onun güzelce dikilmesi suretiyle o yüksek din binasının inşa edilip ayakta tutulabileceği vurgulanır. Nitekim, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de "Namaz dinin direğidir." buyurmuştur. Bu açıdan da, namaz hem sırf Allah rızası için olmalıdır hem de "ikâme"nin manalarına uygun olarak eda edilmelidir.

Münafığa En Ağır Gelen Namaz

Söz Sultanı, bu lâl ü güher beyanında özellikle sabah namazını zikretmiştir. Hadis-i şerifin bazı farklı rivayetlerinde ve şerhlerinde yatsı namazına da yer verilse bile, umumiyetle üzerinde durulan sabah namazıdır. Doğrusu, insan tabiatına en ağır gelen namaz da sabah namazıdır. O vakitte uykusunu bölüp sıcak yatağını terk eden, abdest alıp cemaate yetişen bir insan, kendi tabiatına ve cismaniyetine başkaldırmış demektir. Mü'minler böyle zahirî bir meşakkati imanları sayesinde aşarlar. Fakat, münafıklara en ağır gelen namaz sabah namazıdır. Nitekim, Rasûlullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte, "Münafıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır gelen hiçbir namaz yoktur." demiş; bir başka hadiste de, "Şayet insanlar, cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Yatsı ile sabah namazlarını cemaatle kılmanın faziletini de bilselerdi, emekleyerek veya sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi." buyurmuştur.

Demek ki, cemaatin arasında sabah namazı için saf tutmak, âdeta bir pistten ya da bir rampadan yükselerek, kalbin ve ruhun derece-i hayatına sıçramak için harekete geçmek gibidir. "Bikadri'l-keddi tüktesebü'l-meâlî - Meşakkat ölçüsünde mükafat elde edilir." hakikatinin de ifade ettiği gibi, maddî–manevî her türlü muvaffakiyet ve zafer, bazı mahrumiyetlerin peşinden elde edilir. Bu bir âdet-i ilâhiyedir ki, insan, öteler hesabına ne kadar sıkıntıya katlanıyorsa, Allah da ona o kadar terakkî ihsan eder. Bu açıdan da, hadis-i şerifte, -hususiyle de- nefse çok zor gelen sabah namazını cemaatle kılmak, insan gönlünde hikmet pınarının coşması için önemli bir vesile olarak gösterilmiştir. Bu arada, nefse zor geldiği halde, sabah namazında bile cemaati ihmal etmeyen bir insanın, sair namazlarını da mutlaka cemaatle beraber kılma gayreti içinde bulunacağı da muhakkaktır.

Erbaîn ya da Çile

Diğer taraftan, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehaya) kulun gönlündeki hikmet menbaının taşması için Allah rızasını tahsil gayesiyle ve cemaatle kılınması istenen sabah namazına en az "kırk gün" devam etmek gerektiğini belirtmiştir. "Kırk" manasına gelen "erbaîn", aslında tam kırk gün demek değildir; bu sürenin bazen gün, bazen hafta, bazen ay ve bazen de sene itibarıyla belirlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, hadisi-i şerifte "erbaîn" kaydının bulunması da kesretten kinayedir; yani, asgarîsi kırk gün olan bir zaman dilimi îma edilmektedir.

Arapça "kırk" demek olan "erbaîn" ya da onun Farsçası "çile" tasavvuf ıstılahına girmiş kelimelerdir. Her iki kelime de, zevk u sefadan el çekerek, beden ve cismaniyeti aşma istikametinde, asgarî kırk gün olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşama manasına gelmektedir. Sofîler, Hazreti Mûsâ'nın, Cenab-ı Hak'la mülâkat hazırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını, İsrailoğulları'nın kırk yıllık "Tîh" hayatlarını ve hatta tam kırk gün olmasa bile, Peygamber Efendimiz'in Hira mağarasında geçirdiği günlerini "çile" ya da "erbaîn" dediğimiz bu uzlet ve halvet dönemine me'haz ve mesned kabul ederler.

Nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi için disiplinli bir hayatı ihtiyar eden insan, bir mürşidin rehberliğinde tam bir inziva hayatı tecrübe etmek üzere bir çilehâne veya halvethâneye girer.. orada az yer, az uyur, az konuşur.. zamanını tamamen ibadetle geçirir.. sürekli zikirle kalbine hayat üfler, gönlüne ötelerden bir pencere açılmasını ümit eder ve bütün benliğinde Rabbini duymaya çalışır. Bu halini kırk gün boyunca sürdürür. Şayet, bir erbaînde istediğini ve aradığını bulamazsa, ikinci bir erbaîn çıkarır; onda da olmazsa, ümidini üçüncü bir kırk güne bağlar. Çırağını böyle bir terbiyeye tabî tutan bir mürşit, ne yaptığını çok iyi bilir; talebesinin iç dünyasını iyi okur. Onun tavırlarına bakar; bazen firasetle, bazen fetanetle ve bazen de kerametle onu okur. Aslında okunmayacak gibi de değildir; zira, insan öyle bir kitaptır ki, hal, tavır ve davranışları okumasını bilenler karşısında kendini mutlaka ele verir. Bu açıdan da, mürşit, talebesinin bir ya da birkaç erbaîne daha ihtiyacı olduğunu söyleyebilir. Şu kadar var ki, bir insan bir eşikte kırk gün boyunca beklemiş, kapının açılması için gözünü o yana dikmiş ve vefa göstermişse, o vefası asla cevapsız kalmaz; mutlaka vefasına karşılık vefa bulur. O kapı ilk çalmada açılmamışsa bile ikinci ya da üçüncü defa çalındığında mutlaka aralanır. İşte, söz konusu hadis-i şerifte özellikle "kırk sabah" denmesi de bu manaları ihtiva etmektedir.

Ayrıca, bir insan, sabah namazını cemaatle kılma gibi bir meseleye belli bir süre ihtimam gösterir ve onu hiç kaçırmamaya çalışırsa, bir zaman sonra o mesele, o insanın vazgeçemeyeceği bir adete dönüşür. Daha ilk tekbirde saftaki yerini alma adetini birkaç ay devam ettiren insan, nihayet onu tabiatının bir derinliği, bir rengi ve bir deseni haline getirmiş olur. Artık o içinden gelerek ve severek cemaate koşar; bir vakitliğine bile olsa cemaati kaçırmak ona çok ağır gelir. Bu zaviyeden, Peygamber Efendimiz'in "kırk sabah" demesinde, cemaatle namazı tabiatın bir derinliği haline getirme gayesi de mevzubahistir.

İşte, Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanma haricinde hiçbir niyet taşımadan, riya ve süm'a gibi şirk işmam eden çirkinliklere girmeden ve dünyevî hiçbir beklenti gözetmeden en az kırk gün boyunca sabah namazını ta'dil-i erkan üzere ve huşu içinde cemaatle ikame eden bir insanın gönlünde bir hikmet menbaı kaynamaya durur; onun içine ötelerden bir kısım mevhibeler akar.. ve derken o mevhibeler birer söz cevheri olarak o kulun dilinden dökülmeye başlar.

Hikmet Pınarları

Hadisin metninde "Yenâbîü'l-hikmet" şeklinde cemi' (çoğul) olarak geçen "yenbû" kelimesi, kaynak, menba ve pınar demektir. Hikmet ise, ilim sahibi olma, felsefe bilme, kâinat kitabını iyi okuma ve dinin özündeki maslahata vakıf bulunma mânâlarına gelmektedir. Hikmet, faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde de anlaşılabilir. Bir manada hikmet, varlık ve hâdiseleri bir kitap gibi okumak; fizik ve metafizik dünyalardaki sırlı münasebetleri mütâlaa etmek; sonra da, her şeyin sahibi Yüce Yaratıcı'nın huzurunda olma şuuruyla O'na kullukta bulunmaktır. Hikmet bir manada da, Kur'ân'ın inceliklerini anlama, onun şerh ettiği kâinat kitabının sırlarını çözme melekesidir. Kur'ân, "Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir." (Bakara, 2/269) âyetiyle bu hususa işaret eder.

Bütün bu mânâları ihtiva eden hikmetin hayırhahlığa bakan ayrı bir yanı daha vardır. Cenab-ı Hak, "İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev'ize-i hasene ile davet et!.." (Nahl, 16/125) buyurarak işte bu anlamdaki hikmeti hatırlatır.

Dolayısıyla, gönlünden diline hikmet pınarları akmaya başlayan bir insan, o güne kadar kimsenin dikkatini çekmeyen incelikleri görür, başkalarının sezemediği hakikatleri dile getirir ve kimsenin söylemediği sözleri söyler.

Şayet, siz de böyle bir hikmete mazhar olursanız, Cenab-ı Allah, sizin beyanınızı da insanların iç problemlerine bir reçete haline getirebilir. Muhataplarınızın dert ve sıkıntıları vardır; çoğu zaman siz onların problemlerinden habersiz olsanız da, Cenab-ı Hak, mevhibe ve varidlerini sizin içinize akıtıverir. Dilinizden öyle hikmet damlaları dökülür ki, her sözünüz hiç ummadığınız şekilde bir insanın derdine derman olur. Belki de siz farkında değilsinizdir; fakat, birinin kader hakkında bir şüphesi vardır, onu giderirsiniz; bir başkasının ahiret adına bir problemi vardır, onu izale edersiniz; bir diğeri yolunu kaybetmiş gibidir, ona yol gösterirsiniz; bir başkası imanı hesabına bir uçurumun kenarındadır, yerinde bir cümle söyler ve onu da büyük bir felaketten kurtarırsınız.

Cenab-ı Hak, sözlerinize bir bereket ve isabet lutfeder, her cümlenizi birinin derdine derman kılar; fakat, siz hiç farkına bile varmazsınız. Zaten, farkına varsanız, bazı şeyleri iradî olarak planlasanız ve o sırada duygularınızı kasdî ve iradî ifade etmeye kalkışsanız, nefsiniz araya girebilir ve tevhid anlayışına yakışmayan duygular içinize dolabilir. Dolayısıyla, o zaman Allah Teâlâ'nın size ihsan ettiği mevhibeleri bulandırmış olabilirsiniz. O bulanık şey de sadece mide bulandırır; mide bulantısını yatıştırmaz. Oysa ki, karşı taraf mide bulantısı içindedir; size düşen vazife, onun mide bulantısını yatıştırmak için bulanık olmayan bir şey sunmaktır. Evet, kalbinizi Allah'a vermiş olarak konuşuyorsanız, O'ndan gelen mevhibelerin yine O'nun tarafından ittifâkî olarak hedefe ulaştırılacağına tam inanıyorsanız, dolayısıyla, her cümleniz doğrudan gönlünüzün sesiyse ve sözlerinizin arasına nefsanî duygularınız girmiyorsa, işte o zaman her cümleniz saf ve duru demektir, herbiri bir muhatabınızın derdine derman olacaktır, Allah'ın lütfu ve inâyetiyle.

Gönül Dili Hâl Şivesi

Diğer taraftan, şayet siz gönlünüzden nebeân eden hikmet pınarlarıyla dilinizi besliyor ve O'ndan gelen mevhibeleri seslendiriyorsanız, o zaman dilinizden hep doğru sözler dökülür. Nasıl ki, çokları hasâid-i elsineleri ile, yani dillerini koruyamamaları neticesinde günah hanelerine kaydedilen yalan, gıybet ve iftira gibi cürümlerle Cehenneme sürüklenirler; siz de, yine dilinizin ürünleri olan sözlerle ama doğru sözlerle, murâd-ı ilahîye uygun beyanlarla ve dünya ya da ahiret hesabına bir değer ifade eden kıymetli ifadelerle Cennete yürürsünüz. Bazıları için dil felaket sebebi olur; sizin içinse Cennete girmeye bir vesile halini alır. Çünkü, siz konuşurken, bir enstrüman gibi, O'nun içinize attığı manaları seslendiriyorsunuzdur. Diliniz bir ney gibi olsa ve etrafa güzel nağmeler yaysa da, aslında o neye üfleyen O'dur, o neyin çıkardığı ses de yine O'na ait sayılır. Bu açıdan, ötede bir hesabı da olmaz o söylediğiniz sözlerin; çünkü, kendiniz yoksunuzdur o beyanların içinde. Artık sizin diliniz bir gönül dili olmuştur ve beyanınız gerçek berekete ulaşmıştır.

Gönül diliniz güçlenip şuurunuzu, idrakinizi ve iradenizi tesir altına alınca, sözleriniz bütünüyle ötelerin sesi-soluğu olmaya başlar. Bir sinyal halinde iç içe manalar akar içinize; kalbiniz dümdüz bir sinyali bölen, parçalayan, harflere ve kelimelere dönüştüren bir reseptör oluverir. Harf, kelime ve cümleleriniz o sinyal sayesinde ortaya çıktığı gibi, bir zaman sonra tavır ve davranışlarınız da aynı sinyalle şekillenir; onlar da sizin içinizdeki o ruh ve mananın, o mevhîbe ve vâridlerin bir yansıması olur. Böylece diliniz gönül dili, şiveniz hal şivesi haline gelir ki, dilinizin de halinizin de beslenme kaynağı yine gönlünüzden fışkıran manalardır. Zaten, insanlara tesir eden de işte böyle bir gönül dili ve hal şivesidir. Bunları besleyen pınar O'ndan olduğu için, gönlünüze akan manalar önce size tesir ediyor ve kalbinizi haşyetle dolduruyordur. Kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah'ı hatırlatır. Cenab-ı Hak'la münasebet ve O'na karşı saygı insanın içinde petekleşince, o dışarıya marifet balı olarak sızar.

Aslında, böyle bir netice potansiyel olarak herkese müyesserdir. Fakat, bazı istidâtlar vardır ki, onlar maneviyâta karşı kapalıdırlar. Bazıları, bir insanın, gönlünden diline açılan hikmet kanallarıyla beslenerek fevkalâdeden şeyler söyleyebileceğine hiç ihtimal vermezler. Çünkü, maneviyâta açık değillerdir; maddi olmayan, mânâ âlemine âit bulunan şeylere inanmazlar; her şeyi maddeden ve gözleriyle gördüklerinden ibaret sayarlar. Hâlbuki her şey maddeden ibaret değildir. Bediüzzaman'ın ‎ yaklaşımıyla, "Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise maneviyâtta kördür."

İşte ‎ gözün kör olduğu bu sahada basiretini devreye sokmayanlar, her şeyi maddeyle sınırlı olarak ele alınca hep dar bir çerçevede kalırlar. Müslümanlığı da bazı formalitelerden ve bir kısım şekilleri yerine getirmeden ibaret görüyorlarsa, onların manevî âlemlere ait sinyalleri duymaları mümkün değildir. Bunlar, dinî mükellefiyetleri hassasiyetle edâ ediyor da olabilirler. Mesela, namazlarını dikkatli kılabilirler. Belki bazen rüyalarında bazı şeyler de görebilirler. Ne var ki, onların manevî ve metafizik alemle ciddi münasebetleri yoktur. Dolayısıyla da, ne haricî bir ses duyabilir ne de ötelere ait bir sinyal alabilirler.

Maneviyâta İnanıyor muyuz?..

Bu açıdan, hikmet pınarlarından mâ-i zülâl içmek için önce maneviyâta açık olmak gerekir. İnsan öyle inanmalıdır ki, çok rahatlıkla, "Benim Rabbbim öyle bir ilahtır ki, bir insanın diline beyan kabiliyeti verdiği gibi, dilerse şu direği de konuşturabilir. O'nun âdet-i sübhâniyesi odunu konuşturmamaktır, fakat ben, şu direğin bana seslenebileceğine inanırım. Şu duvarların tesbih sesiyle gürleyebileceğine inanırım. Başımı secdeye koyduğum zaman ötelerden gelen bir kısım esintilerin beni sarabileceğine inanırım. Çünkü, yerin ve göklerin, canlı-cansız bütün mahlukatın sahibi olan Rabbim murad buyurursa her şeye her şeyi yaptırır." diyebilmelidir. İşte, bu şekilde inanma çok önemlidir; ötelerin sesini duyabilmek ve manevî alemlerden sinyal alabilmek için her şeyden önce o alemlere ve öyle bir alış-verişin mümkün olduğuna inanmak çok mühim bir referanstır.

Bazı insanlar da vardır ki, onlar maneviyâta şöyle-böyle inanırlar ama bu inanmayı maziye ve geçmişte yaşamış bazı şahıslara bağlarlar. Mesela, Abdülkâdir Geylâni ya da İmam Şazilî hazretleri gibi bazı büyük velilerin kerametlerini kabul ederler. Fakat, kendi dönemlerinde de bazı harikulâde şeylerin olabileceğine asla ihtimal vermezler. Bir zamanlar açık olsa bile, kendi yaşadıkları dönemde manevî âlemlerin kapılarının kapalı olduğunu zannederler. Dolayısıyla, hal-i hazırda da tecelli etmesi muhtemel olan bir hakikate inanmamak suretiyle, kendilerine gelebilecek ruhanî esintilerin önünü kesmiş olurlar. Bir şey bulacaklarına inanmadıkları için, çok şey bulunabilecek bir yolda senelerce yürüseler de hep elleri boş kalırlar.

Maneviyâta mutlak surette inanmak başkadır, bazı kimselerin maneviyâtına inanmaksa daha başkadır. Diyelim ki, Bediüzzaman hazretlerinin hayatında fizikle ve maddeyle açıklanamayacak bazı hadiselerin vuku bulduğunu ve onun bir kısım kerametlere mazhar olduğunu kabul edersiniz; mesela, namaza duracağı zaman ellerindeki zincirlerin birdenbire çözüldüğüne, kelepçelerin açıldığına inanırsınız. Fakat, kendi arkadaşlarınızdan birinin eliyle aynı harikulade şeylerin gerçekleşebileceğine inanmazsınız. Neden? Çünkü, sizinle aynı şartları paylaşan bir insandır o; beraber yemek yemiş, çay içmişsinizdir, sizinle oturup kalkıyordur ve onun beşeri hallerine şahit olmuşsunuzdur. Dolayısıyla, onun eliyle bazı fevkalâde şeylerin ortaya konmasını uzak görürsünüz; ister zaman isterse de mekan olarak yakınlığınız onun da maneviyâta açık bulunabileceği hususunda inancınıza perde olur. O zaman da, tam inanmadığınız için, elli sene onunla beraber oturup kalksanız bile yine de onda sizin içinize akacak ve ufkunuza tesir edecek hiçbir şey göremezsiniz.

Bakış açısındaki bu inhiraf insanlarla münasebetlere de tesir eder. Öyle ki, bazı insanlar tanırım; onlar, ‎ akademik kariyer yapmış, bir yerde dekan veya rektör olmuş arkadaşlarına hâlâ falan aşağı, filan yukarı derler; çünkü onların çocukluk dönemini biliyor ve hep o günlere göre tavır belirliyorlardır. İçimden, "Allah aşkına, sizin içinizde yetişen bu insanlar, sizin nazarınızda hiç mi büyümezler?" dediğim ve bazen bu duygumu etrafımdakilerle paylaştığım çok olmuştur. Bu tavır bana ‎ Erzurumluların o enfes sözünü hatırlatır; derler ki, "Ev danası öküz olmaz." Evet, bazıları sonradan tanıştıkları bir araştırma görevlisi hakkında bile "Efendi, bey" derlerken –ki doğrusu da böyle olmalıdır- kendi aralarında neş'et eden arkadaşlar profesör bile olsalar, onları "Bizim Zafer, bizim İrfan" şeklinde anarlar.

İşte, dikkat ederseniz, manevi mevhibelere ve vâridâta mazhar kılınma mevzuunda da aynı yanlışa düşüldüğünü görürsünüz. Beraber büyüme, birarada oturup kalkma, aynı sofrada yemek yeme ya da aynı mekanı paylaşma kimi zaman aldatıcı olur. Ebû Cehilleri, Utbeleri ve Şeybeleri aldatan hususlardan biri de bu olmuştur. Onlar, Peygamber Efendimizi dün sokakta beraber koştukları bir çocuk olarak görme zaafından kurtulamamış ve bakış açılarındaki bu hatadan dolayı O'nu hakkıyla takdir edememişlerdir. Hazreti Ebû Bekir'e "sıddık" payesini kazandıran ise, bir manada, ondaki maneviyât inancıdır. Evet, Hazreti Sıddık, "Allah dilerse, dün beraber oynadığımız bir insanı seçer ve âlemlere rahmet kılar." mülahazasıyla evc-i kemâlât-ı insaniyeye çıkmıştır; diğerleri ise, gözleri maneviyâta kör olduğu için, en parlak hakikati bile görememiş ve cehalet gayyalarına yuvarlanmışlardır.

Bu açıdan, Allah Teâlâ'nın ekstradan lütuflarına mazhar olabilmek için Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve kuvvetiyle her şeyin gerçekleşebileceğine tam inanmak ve her zaman maneviyâta açık durmak lazımdır. İşte, böyle bir inançla ve arzettiğim şartlar çerçevesinde kırk sabah namazını kılan herkesin va'dedilen neticeye ulaşması potansiyel olarak mümkündür.

Yegâne Gâye "O" Olmalı...

Şu kadar var ki, insan yapıp ettiği hayırlı işlerde ve ibadetlerinde maddî-manevî hiçbir beklenti içinde olmamalı; her şeyi Cenab-ı Hakk'ın rızasına bağlamalıdır. Başka beklentiler içinde olma rıza-yı ilahi peşinde bulunmaya halel getirir. İmam Şatıbî gibi büyükler, açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerifle ilgili şöyle bir kıssa anlatırlar. Birisi gelip halinden şikayet eder ve der ki, "Kırk sabah cemaati hiç aksatmadım ama dilimden hikmet incileri döküldüğüne de asla şahit olmadım. Hadiste denileni yaptığım halde, benim hikmet pınarım neden coşmadı?" Hazreti İmam, "Çünkü, sen yaptıklarını Allah'ın rızasına bağlamadın, va'dedilen hikmeti elde etmek için sabah namazına ve cemaate yapıştın. Şayet, sedece O'nun hoşnutluğunu dileseydin, hem rıza-yı ilahiye ulaşır hem de hikmet ehli olurdun." cevabını verir. Evet, her türlü işimizde Allah'ın rızası yegâne hedef ve gaye olmalıdır. Salih amellere ve ibadetlere terettüp eden semereler, o rızaya tabi olarak meccanen verilirse, işte o zaman makbuldür; aksi halde, onlar asla asıl maksat yapılmamalıdır.

Ayrıca, bazı kimseler sır tutucu olamazlar. Onlar, her şeyi ulu orta konuşur; en küçük bir mazhariyeti caka yapmaya bir vesile sayar ve her yerde anlatırlar. O güne kadar gördüklerinden farklı bir çikolata hediye alan bir çocuğun, sokak sokak dolaşıp onu herkese göstererek çocukça caka yapması kabilinden, bu kimseler de farklı olmak ve bir farklılık ortaya koymak için fırsat kollarlar. İşte, Cenâb-ı Hak, manevi mevhibe ve varidât sebebiyle caka yapabilecek kimselere, ahiret meyvelerini dünyada yiyip bitirmemeleri için, ihsanlarını hissetirmeyebilir. Bu da Allah Teâlâ'nın ayrı bir lütfudur. Hazret-i Üstad da, bu hususa işarette bulunurken, "En büyük ikram-ı ilâhî, ikramını hissettirmemektir" der. Dolayısıyla, meseleyi bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Yani, bazı kimseler zahirî bir mahrumiyet yaşıyorlarsa, onları mutlak manada mahrum görmek de doğru değildir. İhtimal, onlar, bazı zaaflarına binaen, ikram-ı ilahiyi hissetmeme lüftuna mazhardırlar. Duymaları ve hissetmeleri beklenen mevhibeler birer ahiret meyvesi olarak ötede verilmek üzere saklanıyordur.

Hasılı, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehaya) sadece Allah rızasını kazanma gayesiyle, en az kırk sabah namazını ta'dil-i erkan üzere ve huşu içinde cemaatle ikâme eden, bunu yaparken de riya ve süm'a gibi gizli şirklere girmeyen ve dünyevî hiçbir beklenti gözetmeyen bir insanın gönlünde bir hikmet menbaının kaynamaya duracağını, onun içine ötelerden bir kısım mevhibeler akacağını ve o mevhibelerin birer söz cevheri olarak o kulun dilinden dökülmeye başlayacağını müjdelemiştir. Kim bilir, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, bizim aklımıza gelenler dışında daha hangi yüce hakikatleri îma etmiştir ve kim bilir, onun tarif ettiği şekilde kılınan bir namaz daha nice ilahi lütuflara gebedir...

Gönüllerin Sultanı

Mesnevi-i Nuriye’de: “O Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir.” deniliyor. Sultan-ı Rusül Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) saltanat-ı bâtınıyesinin izahını lütfeder misiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın emri, tavzifi ve mesajıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yeryüzünde muvazene unsuru olacak bir sistem kurması ve kurduğu bu sistemle insanların ferdî, ailevî, iktisadî, idarî… bütün ihtiyaçlarını karşılaması O’nun zahirî saltanatının bir tezahürüdür. Bir de bu zahirî saltanatın üzerine kurulduğu mânevî asıl ve derinlikler vardır ki, Cenâb-ı Hak, makam-ı cem’in sahibi bulunan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) işte böyle bir donanımla dünyaya göndermiştir; göndermiş ve O’nun eliyle, insanların hayalleriyle bile ulaşamayacakları, ütopyalarda aranan bir sistemi yeryüzünde vaz’ etmiştir.

İsm-i Bâtın’ın tecellisi

Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zahire bakan bu icraatları ism-i Zâhir’in bir tezâhürüdür. “Zâhir” isminin yanında Cenâb-ı Hakk’ın bir de “Bâtın” ismi vardır. (Esasında Evvel u Âhir, Zâhir u Bâtın isimleri bir mânâda, bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın hülâsası gibidir. Başka bir ifadeyle, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri, bu dört isme râcidir.) İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gökteki melekleri imrendirecek ölçüde yeryüzünde tesis buyurduğu sistemin “Bâtın” isminin bir tecellisi olarak, mânevî esas ve derinlikleri vardır. Bu sistemin her zaman dimdik ayakta kalması, her an ter u taze varlığını devam ettirmesi, imanî ve İslâmî esasların sağlamlığına ve ihsan şuuruna bağlıdır. Bu esasları ihmal eden, insanların mânevî yönlerini görmezlikten gelen ve onları sadece cismanî yönleriyle ele alan hukukî ve idarî hiçbir sistem, vaz’ ettiği kanunlarla başarıya ulaşamaz, hırsızlıktan haramiliğe, ondan kapkaççılığa kadar toplumun huzur ve sükûnunu alt üst eden suçların önüne geçemez, insanların ferdî, ailevî, içtimaî ihtiyaçlarına cevap veremez.

Evet, Allah’a inancın olmadığı, meleklere inanılmadığı, haşr u neşrin reddedildiği bir sistemde insanların gerçek huzuru yakalamaları mümkün değildir. Çünkü hassas ve duyarlı hissiyatıyla çocuklar, beşerî garîzelerinin feveranda olduğu bir dönemi yaşayan gençler, değişik illetlerle malul hastalar ve ölüm sath-ı mailinde bulunan yaşlılar için imanın akıl ve kalblere ifade ettiği, gönüllere duyurduğu ayrı ayrı mânâlar vardır. Hırslarımızı, kin ve nefretlerimizi iman sayesinde frenleyebildiğimiz gibi, fena ve zeval karşısında ümitsizlik bataklığına düşmeden sonsuzluk yolunda huzur ve itminan içinde yürüyebilmemiz de iman sayesindedir. İşte bütün iman esasları ve onların ihsan şuuru içerisinde, ihsan ufkunda hayata hayat kılınması, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirip vaz’ ettiği o mübarek sistemin bâtın yanını teşkil eden hususlardır.

Hazreti Fahr-i Âlem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sultanlığı, sözün başında da dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, ilâhî teyide dayanmaktadır. Yani Allah (celle celâluhu) bildiğimiz veya bilemediğimiz birçok sebepten dolayı kalbleri Efendiler Efendisi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönlendirmiş, ardından da bu tevcihte devam ve temâdî murat buyurmuştur. Asr-ı Saadet’te, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali... (radıyellâhu anhüm ecma’in) gibi sahabe-i kiram efendilerimizin o aşkın muhabbet ve bağlılıkları, daha sonraki dönemlerde de onca imansız ve amansız hücum ve tahribata rağmen mü’minlerin hâlâ o Zât’a teveccüh etmeleri ancak ilâhî bir teyit ve tevcih ile mümkündür. Öyle ki, şu felaket ve helaket asrında bile birçoğumuz daha neyin ne olduğunu bilmeden Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhisselâtu ve’s-selâm) dilbeste olmuş, O’na bağlanmışızdır.

Kalblerin sevgilisi

Burada istidradi olarak, yaşadığım bir hâdiseyi anlatmak istiyorum. Henüz yedi - sekiz yaşlarındayken bir gün babam: “Şayet Perşembe günü bin İhlâs-ı Şerif okursan Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyanda görürsün.” demişti. Ben hangi mülâhazayla, hangi duygularla öyle hareket ettiğimi bilemeyeceğim ama Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nur cemâlini görebilmek için sabaha kadar bin İhlâs’ı okuduğumu hatırlıyorum. O gün olmadıysa bir sonraki gün, o gün de olmadıysa bir gün daha, İhlâs Suresi’ni okumaya devam ettim. Şimdi, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi enginlikleriyle tanımadıkları, âsârını tam takdir edemedikleri ve çok bozuk bir muhitte neş’et ettikleri halde, eğer bir kısım insanların içinde hâlâ böyle bir heyecan varsa bunun sebebi, O’nun saltanatının günümüze kadar uzanması ve temâdî etmesinden başka ne olabilir ki! Evet, Allah (celle celâluhu), hiçbir beşere nasip olmayacak, hiçbir beşerle kıyaslanmayacak ölçüde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’e sevdirmiş, kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı kılmıştır.

Bu açıdan İki Cihan Serveri, sadece habibullah yani mahbubullah değil, O (aleyhisselâtu ve’s-selâm) aynı zamanda mahbûbu’l-ibâddır. İnsanlar farkına vararak veya varmayarak kalben O’na karşı ciddî bir aşk u alâka duymaktadırlar. Hatta insî ve cinnî şeytanların ortaya attıkları nâsezâ, nâbecâ sözler dolayısıyla insanın zihin ve kalbinde oluşabilecek muhtemel tahribat bile, O’na olan sevgi selinin önüne geçememekte, inanan gönüller bütün bu söylenenlere aldırmaksızın içlerinde O’na karşı ciddi alâka duymaktadırlar. Zira Ferîd-i Kevn ü Zaman, iman ve amel-i salihi kâmil ve kusursuz mânâda ortaya koymuş, tam bir ihsan kahramanı olarak bütün hayatını ihsan ufkunda yaşamış; Cenâb-ı Hak da, yerde ve gökte O’nun için tam bir vüdd vaz’ etmiştir. Yeryüzünde bu saltanata denk ikinci bir saltanat yoktur. İşte bilmemiz gerekir ki, bu hâl ve keyfiyet, Cenâb-ı Hakk’ın hususî teyidi sayesindedir.

İlâhî teyitten mahrum insanların kurdukları saltanatlar ise onlarla beraber yıkılır gider. Nitekim Sezar’ların, Napolyon’ların, Hitler’in… saltanatları kendileriyle beraber yıkılıp gitmiştir. İslâm dünyası içinde ortaya çıkan münafıkların saltanatları da, belli bir süre devam etse de, neticede bunlar da bir mum gibi sönüp gitmiştir. Ancak Fahr-ı Kâinat’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nurudur ki, asırlardır hala, bir projektör gibi ışık saçıp etrafını aydınlatmaktadır ve aydınlatmaya da devam edecektir. Evet, O’na karşı duyulan alâkayı, Allah’ın izni ve inayetiyle hiçbir muhalif rüzgâr söndüremeyecektir.

Hayatın her sahasında Rehber-i Ekmel

Âl-i İmrân Sûre-i Celilesi’nde –meâlen– “İçlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 3/164) buyrulmaktadır. Âyet-i kerimede, Peygamber Efendimiz’e ait zikredilen hususiyetler nasıl anlaşılmalıdır?

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimenin başında;

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ

buyurarak öncelikle önemli bir ihsan ve lütfa dikkatleri çekmiştir. Şöyle ki, gökten bir melek değil, bizzat içimizden olan ve bizim gibi bir anne babadan dünyaya gelen birisinin Peygamber olarak gönderildiğinin beyan edilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara karşı minnetinin, lütuf ve ihsanının bir ifadesidir. Zira Allah (celle celâluhu) böyle bir takdirle öyle bir lütf u keremde bulunmuştur ki, insanlara kendi içlerinden, özlerinden, onlarla aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan; hakka giden yolda onlara pişdarlıkta bulunan; imama ihtiyaçları olduğunda önlerine geçebilen, kumandana ihtiyaç duyduklarında en mükemmel şekilde onlara kumandanlığın nasıl olması gerektiğini gösteren, hâsılı hayatın her noktasında, ihtiyaç duydukları her anda onlara rehberlikte bulunan bir peygamber göndermiştir. Böyle bir peygamberin içimizden bir insan olarak gönderilmesi bizim için ne büyük bir şereftir! Mü’minler böyle ilâhî bir nimete karşı nasıl alâkasız kalabilirler? Bu, basite irca edilecek bir nimet değildir. O hâlde bu nimetin şükrü hakkıyla eda edilmelidir.

Âyetin devamında,

يَتْلُو عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهِ

buyrularak, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mü’minlere Allah’ın ayetlerini tilâvet ettiği ifade ediliyor. Burada “kıraat”, “arz” veya “takdim” kelimelerinin kullanılmayıp, meselenin tilâvet kelimesiyle ifade edilmesi önemlidir. Tilâvetin mânâsı, peşi peşine ve sürekli okuma demektir. Hele bir de kelimenin muzari fiil kalıbıyla gelerek يَتْلُوşeklinde ifade edilmesi, sürekliliği vurgulama adına daha bir dikkat çekicidir. Zira Arapça’da muzari fiil kalıbı geniş zamana delalet eder. Buna göre meseleyi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyesi itibarıyla ele alacak olursanız şöyle bir mânâ anlaşılabilir: O, ülfet ve ünsiyete düşmemeniz ve bıkkınlık yaşamamanız için, Kur’ân-ı Kerim’deki tasrif üslûbuyla size sürekli âyât-ı ilâhiyeyi okuyor. Sizin diri ve canlı kalmanız için meseleleri her seferinde farklı şekillerde bir kere daha, bir kere daha, bir kere daha ifade ediyor. Aynı zamanda buradan şöyle bir mânâ da anlaşılabilir: İki Cihân Serveri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın âyetlerini, kendi hayat-ı seniyyelerinde tilavet buyurduğu gibi, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da tilâvet etmeye devam edecektir. Dolayısıyla burada aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in mahfuziyetine de bir işaret olduğu söylenebilir.

Bu hususu baştaki minnetle irtibatlandırabilirsiniz. Allah size bu şekilde sürekli tilavette bulunacak bir peygamber göndermekle minnet ediyor. Bu da yetmiyor, وَيُزَكِّيهِمْaynı zamanda sizi tezkiye ediyor. Sizin aklanmanız, paka çıkmanız, nefsinizi tezkiye etmemek suretiyle tezkiyeniz, kalbinizdeki tasfiyeniz, kalbin zümrüt tepelerinde rahat dolaşmanız… hep onun tezkiyesine vâbestedir. Çünkü bütün bunlar O’nun mesajı sayesinde mümkün olmaktadır.

Hikmet ufkundan varlığın temaşası

Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem),

وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ

size Kitap ve hikmeti öğretiyor. Evvelen ve bizzat Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyân’ı size talim ediyor. Âyât-ı beyyinât, tekvînî emirlerin kavl-i şârihi, burhân-ı vâzıhı ve tefsir-i kâtı’ıdır. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sürekli onları tekrar etmek suretiyle -Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla- ülfet ve ünsiyet perdelerini paramparça edip dağıtıyor. Eşya ve hâdiselere, arka planları, metafizik yanları ve ruhî derinlikleri itibarıyla baktırıyor. Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), size hikmeti öğretiyor.

Hikmetin, değişik mânâları vardır. Bir yönüyle o, eşyanın bâtınına ve arka planına muttali olma demektir. Diğer yandan hikmet, Cenâb-ı Hakk’ın kâinat ve insanı yaratmasındaki maslahat ve maksatlara vâkıf olma ve kâinattaki her şeyin yerli yerinde olduğunu ve onda abes denilebilecek hiçbir şeyin bulunmadığını görmedir. Hikmetin mânâlarından bir diğeri de Sâdık u Masdûk Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyeleridir. Zira akıllara “evet” dedirtecek ve akılları dize getirecek hikmetlerle dolu olan Kur’ân-ı Kerim’deki -ister şahsî hayatımız, ister içtimaî hayatımız, isterse ukba hayatımız itibarıyla- bütün icmâlî mevzular Sünnet’le tafsile ulaştırılmıştır. Fazilet Güneşi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) âyât-ı beyyinatın, icmalini tafsil, mutlakını takyid ve âmmını da tahsis ederek onda kapalı bir yan bırakmadığından dolayı bazıları bu âyetteki Kitab’ı, Kur’ân, hikmeti de Sünnet olarak açıklamışlardır.

Âyetin sonunda ise şöyle buyruluyor:

وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

Allah’ın size minnet ettiği bu nimetler sağanak sağanak üzerinize geleceği ana kadar siz, apaçık bir dalalet içindeydiniz. Buna, Kur’ânsızlık dalaleti, tezkiyeden, âyât-ı beyyinattan, hikmetten mahrumiyet dalaleti, kâinata pozitivist ve natüralist mülâhazalarla bakıp her şeyi tabiata irca etme dalaleti de diyebilirsiniz. Hikmetten mahrum bu tâli’sizler, her şeyi maddede aradıklarından akılları gözlerine inmiştir. Göz ise mânâya karşı kördür. İşte Kur’ân-ı Hakîm o perdeyi yırtıyor. Bir yönüyle size her şeyin hakikatini gösteriyor. Tabir-i diğerle meseleyi basara bırakmıyor, basirete havale ediyor; akılla yetinmiyor, aklı kalbin emrine vererek, onu kalbin kadirşinas terazilerine emanet ediyor. Böylece siz her şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle görme ve anlama imkânına kavuşuyor; bir başka ifadeyle, eşya ve hâdiseleri hikmet ufkundan temâşâ mazhariyetine eriyorsunuz.

İşte bütün bunlar O’nun manevî saltanatından sadece bazı damlalardır. O’na akıllarımızın derinliği ve kalblerimizin enginliğince salât u selam olsun. Allah, hem burada hem de ötede O’nun daire-i saltanatından bizi cüda kılmasın.

Gönüllüler Hareketi

Adanmışlık ruhu

Adanmışlık ruhu adına bir ölçü vermek istiyorum sizlere; insanların birçoğu mesela öğle vaktinde, yiyeceği akşam yemeğinin sevincini yaşar. Bazı insanlar da vardır ki, dünyada iken yoluna girdiği ve bir gün mutlaka ulaşacağına inandığı Firdevs cenneti’nin sevinci ile yaşar. O sevinç âdeta hayat verir ona. İnsanların belki de yüzde sekseni birinci, çok azı müstesna geriye kalanı da ikinci kategoriye dahildir. Ama adanmışlık bunların ikisi de değildir. Adanmış odur ki; cennete gireceği ümidini sürekli gönlünde, kafasında, vicdanında canlı tutar; ama onun bir tek gayesi vardır bu dünyada: İslâm’ın ismetini sıyanet etmek. Zira yeryüzünde bugün Müslümanlık adına yapılacak tek iş budur. Bu da yaşama zevkini yaşatma zevki adına terk eden diğergam kişilerle olur.

“Büyük Türkiye” hayali

Ülkem ve onun geleceği adına çok ciddî endişelerim var; ama ümidimde hiçbir eksiklik yok. Endişelerim hemen herkesin gözü önünde cereyan eden hâdiselerden kaynaklanıyor. Bu milletin istikrarına birileri sürekli çomak sokuyor; sokuyor çünkü siyasî, ekonomik, kültürel alanlarda istikrara kavuşmuş güçlü bir ülke olmamızı istemiyorlar.

Bunun yanında bir de doğrudan dine düşmanlık yapanlar var. Dindar insanların ülkeleri ve ülkelerinin geleceği adına gösterdikleri bütün gayretleri, yaptıkları bütün faaliyetleri baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kötülüğe mahkûm olmuşlar âdeta. Kötülükten başka hiçbir şey düşünemiyorlar. Kötülüğe öylesine kilitlenmişler ki alıp onları cennete koysanız “Sizin elinizle cennete girmeyiz” diyecek kadar şartlılar dindar insanlara ve yaptıklarına. Bununla beraber inanan insanlar bu ülkede her şeye rağmen olumlu düşünmek, müsbet hareket etmek ve sabırla mukabelede bulunmak mecburiyetindedir. Büyük Türkiye’ye giden yol buradan geçer.

Evet, bu millet tarih boyunca özellikle kendi coğrafyasında cereyan eden olaylar karşısında hiç bu kadar zaaf ve acz yaşamamış, tarihin hiçbir döneminde bu kadar devre dışında bırakılmamıştır. Bu onur kırıcı durum bazılarının hiç umurunda değil; değil zira tek amaçları kendi statüleri, maddî ve mânevî çıkarları.

Şanlı mazimizde ihraz ettiğimiz konumu tekrar elde etmek zaman ister, sabır ister, azim ve gayret ister, çatlayıncaya kadar doğru yolda, doğru metodlarla koşmak ister. Onun için kötülükten başka bir şey düşünmeyenlere bile “Büyük Türkiye” olmanın hatırına ve milletimizin indirildiği tahtın hatırına sabırlı olup katlanmasını bilmek lâzım.

Türkiye sevdalıları

Bizler Türkiye sevdalılarıyız. Ülkemizi, vatanımızı, milletimizi, devletimizi, dinimizi seviyoruz. El âlemin bizi anlamaması, muarız olması bizi doğru bildiğimiz yolda yürümekten engellememeli. Kaç defa dedim, bir kez daha diyeyim: Eğer ben ülkeme, vatanıma, milletime, din ve diyanetime, kültürüme hizmet edemeyeceksem yaşamayı abes sayıyorum. “Bu gayeler uğrunda yaşıyorsam yaşamamın bir mânâsı var, yoksa yâ Rab, abes yaşamaktan, bu dünyada boşuna yer işgal etmekten sana sığınırım!” diye her gün dua dua yalvarıyorum Rabb’ime.

Bu ruhu, bu duygu ve düşünceyi, bu ideali anlamayan insanların varlığı, aleyhte kampanyalar düzenlemeleri benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Bu ifadeler “Onlar Türkiye’yi sevmiyor” anlamına da gelmez. Belki ciddî bir yanlış anlama ve bundan kaynaklanan bir hazımsızlık var. Veya şöyle ya da böyle bir despotizma var ortada. Bütün bu olanlar anti-demokratik karakterlerin şe’nidir.

Dünyanın dört bir yanında, ancak nice fedakârlıklarla yapılabilen eğitim faaliyetleri ortada. Hiç unutamadığım bir hatıram var: Moskova’da yapılan mezuniyet töreninde bir Rus öğrenciye sordular: “İlerisi için idealin nedir, gelecekte ne yapmak istersin?” Öğrencinin verdiği cevap şu oldu: “Başta Türklerle iyi bir münasebete geçmek isterim.” Ağladım bu tablo karşısında ben. Hafife almayın bu manzarayı. Bugün dünyanın dört bir yanında pek çok kardeş ve dostumuz var. Bunun yanında mütereddit; ama karar aşamasında tercihini bu ülke ile, bu ülke insanı ile dostluk ve işbirliği istikametinde kullanacak birçok insan var. Bunlar, geleceğin dünyasında, geleceğin Türkiyesi için çok önemli kaideler, yani yapı taşlarıdır.

Unutmayın, artık dünyadan tecrit edilmiş bir Türkiye’nin istikbal vaadetmesi, hatta varlığını sürdürmesi mümkün değildir. İşte bu eğitim faaliyetleri bu mânâda Türkiye’nin geleceğini teminat altına almaktadır. Kim bilir bu vesile ile kazanılan nice dostlar, gelecekte çok güçlü lobiler oluşturacak. Katolik, Ortodoks, Protestan, Budist, Hindu, kadın-erkek, zenci-beyaz, fakir-zengin, entelektüel-halk her seviyede sizin için fahrî çalışan dostlarınız olacak. Şimdi birileri bu yakın gelecekteki şu manzarayı göremiyorsa, Allah idrak ufuklarını açsın demekten başka ne yapabilirim ki? Onlar anlamıyor diye doğru bildiğimiz bu yolda duracak değiliz ki? Onun için dedim, o insanların aleyhteki faaliyetleri benim için bir şey ifade etmiyor diye.

Öte yandan tevhid anlayışımız gereği bizler şöyle düşünüyoruz: Bizler bilerek veya bilmeyerek bu işin içine itildik. Bilerek deyişim milyonda bir dahi olsa iradenin daha doğrusu iradedeki meyelân-ı hayr ve şerrin hakkını vermek içindir. Yoksa bugün gelinen nokta karşısında biz irademizin hissesini biliyoruz. Kendi kabiliyetlerimizin farkındayız. Eğitim seviyemiz, idrak ufkumuz hepsi meydanda. Meseleye bir de bu açıdan bakınca, bizim irademizin hiç dahli yok bu işlerde desek sezâdır. Şimdi öyle ya da böyle artık belli bir noktaya varıldı. Bundan sonra bunu bir emanet gibi sırtımızda hissetmeli ve her şeye rağmen taşımaya devam etmeliyiz.

Bir başka hatıra Balkanlar’da yaşayan bir Gagavuz profösöre ait: Şarkiyat eğitimi yapmış, Türkçe de bilen birisi bu. O Osmanlılarla günümüzdeki eğitim faaliyetlerini mukayese etmiş ve demiş ki, “Osmanlılar devşirme usulüyle bizim çocuklarımızı aldı, kendi kültürleriyle onları yetiştirdi ve nihayet onlarla bizi vurdular. Bizim ülkemizi bizim çocuklarımızla fethettiler. Size gelince, sizler bizim çocuklarımıza yine bizim adımıza günümüzün yükselen değerlerini talim ediyor ve onlara seviye kazandırıyorsunuz.” Bu zâtın Osmanlı’nın devşirme sistemi hakkında yaptığı yorumlar belki uzmanlarınca tartışılabilir bir konudur; ama günümüz adına söylediği şeyler aklı başında her insanın bir gün mutlaka kavrayacağı bir farklılıktır.

Evet, artık maddî kılıç kınına girmiştir. Medenîlere galebe ikna iledir. Güç ve kuvvet ile insanları bir yere yönlendiremezsiniz. Süper gücünüzle gider bir yeri işgal eder, yakar yıkar, insanları öldürürsünüz; ama bütün dünyanın tepkisini alırsınız. Öte yandan akıl, mantık, muhakeme ile, evrensel insanî değerlerle girerseniz, gönüllere sultan olursunuz Allah’ın inayetiyle.

Bazıları diyor ki: “Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının –alaya almak, tahkir etmek için böyle diyorlar- kafasından çıkmış olamaz bu işler.” Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Allah’a sığınırım bu türlü iddialardan. Bu her şeyden önce Allah’a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur, ihsanıdır. O muhit ilmin, muhteşem kudretin, baş döndüren iradenin sahibi bizleri istihdam ediyor. Bizim mânâ köklerimiz ve mânevî beslenme kaynaklarımız da bu tip düşünceler içine girmemize mânidir.

Bu söz bana bir şeyi hatırlattı: Hz. Ömer, Yermük gibi çok ciddî bir savaşta ordu kumandanı Hz. Halid’i vazifeden alıyor. Çok muazzam bir savaş, düşman kuvvetler Müslümanların en az on katı. İslâm ordusunda şehit sayısı oldukça fazla. Önemli simalar da var bunlar arasında. Mesela Ebû Cehl’in Müslüman olmuş oğlu İkrime ve Amr b. As’ın baba bir kardeşi Hişam da şehid. Ve işte böyle bir savaşta Hz. Ömer, Halid b. Velid’i azlediyor. Koca Halid sarığı boynunda halifenin karşısına çıkıyor. Halid gibi bir insan: İki devletin başına balyoz gibi inmiş, yerle bir etmiş, tarihte eşini göstermenin zor olduğu müthiş bir erkân-ı harp; ama sarığı boynunda, kumandanlıktan azl edilmiş, sıradan bir nefer, “Halife-yi Rû-yi zemin”in önünde. Diyor ki Hz. Ömer -ruhum ona feda olsun- “Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Hâlbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Senin bir mit haline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu...” Ve Koca Halid, o güne kadar emrinde çalıştırdığı bir adamın, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın emrine giriyor; giriyor ve hayatının sonuna kadar savaşıyor. Evet Halid, gerçek bir mefkûre insanıydı ve “Âşe hamîden, mâte fakîden. (Hep övgüye değer bir insan olarak yaşadı, İslâm’ın yitiği olarak da yürüdü öbür âleme.)” Vefat etti; bir atı kaldı, bir kalkanı, bir de kılıcı. İki devleti yerle bir etmiş adamın arkada bıraktığı mirası işte buydu.

Şimdi biz bu tarihî hâdisenin arkasında yatan düşünce, inanç, bakış açısı -ne derseniz deyin- işte ona bağlıyız. Mânâ kökümüz bizim bu. Bundan farklı ne düşünürüz ne de hareket edebiliriz. Onun için bazılarının kendi persektiflerinden, kendi değer ölçülerine bağlı olarak söyledikleri şeyler benim için bir mânâ ifade etmiyor.

Evet, günümüzün mefkûre insanları konumlarının farkındalar. Nerede, nasıl davranacaklarını bilirler. O davranışların sebeplerine de vâkıftırlar. Şuurluca yaparlar yaptıkları şeyleri. Maddî mukavemet yok artık günümüzde; kavga yok, silah yok. Sevgi var, anlaşma var, uzlaşma, başkalarına iyi örnek teşkil etme var. Herkesin konumuna saygı, hoşgörü ve diyalog var. Erzurumluların deyimi ile “Ruh-u dil yılanı deliğinden çıkarır” felsefesine göre hareket etme var. Geleceğin Türkiyesi’nin bu ruha, bu anlayışa ihtiyacı her zamankinden daha fazla. Birileri istemese de bu ülke bizim ülkemiz. Bu ülke benim ülkem. Türkiye’nin elli yerinden gelmiş toprak var benim odamda, değişik değişik kutular içinde. Kimi Kars’tan, kimi İstanbul’dan, kimi Korucuk Köyü’nden. Hasretimi onlarla gideriyorum ben.

Hoşgörü sürecinin tahlili

1990’lı yılların ortalarından itibaren girilen hoşgörü ve diyalog sürecinin dinî temelleri adına bazı şeylerin yerli yerine oturmadığını görüyorum. Gerek bu sürece can-ı gönülden destek veren dost ve taraftar çevre, gerekse bunun İslâmî nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu iddia eden Müslüman çevrenin gözden kaçırdığı esaslar bunlar. Birinciler, bu sürecin yeniden başlamasına –dikkat edin yeniden diyorum– vesile olan kişi/kişiler veya kurumları ön plana çıkartırken; ikinciler, nassları siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece öncülük edenlere “bid’atkâr”dan “kâfir”e uzanan çizgide ithamlarda bulundular/bulunuyorlar.

Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimiz ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası’nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu “İnsanlığın İftihar Tablosu” o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika’da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi’nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat var, tahkim var.

Bu kabuller ne Medine Vesikası’nda, ne de Veda Hutbesi’nde zikredilmekle kalmamış. Edebiyat tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiş. Ağızdan çıkan bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuş. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tâbiîn yaşamış, tebe-i tâbiîn yaşamış. Bakın fetih dönemlerine, Müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişler? Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar kendilerine tanınan bu hakların başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, üsâresi bu. Bizimle başlayan bir süreç değil.

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler on beş asırlık İslâm tarihinde her zaman Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) ve “Raşid Halifeler”in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamış. Uygulanmamış, çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. İslâm ile bağdaştıramayacağımız dünyevî düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim, İslâm adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında İslâm’ın değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

Meseleye bu zaviyeden bakınca biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyorsak Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) “Medine Vesikası”nı seslendiriyoruz. Veda Hutbesi’nde beyan buyurduğu hakikatleri haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış olabilirler. Dahilî veya haricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alâkadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

Dikkat edin vazife ve vecibe diyorum. Dolayısıyla bunu bir fazilet saymayın. Fazilete terettüp eden şeyleri beklemeyin. Hiç mi kıymeti yok diye aklınızdan geçirebilirsiniz. Evet, sizin öncülüğünü yaptığınız bu süreç belki bir kıymet ifade ediyor olabilir; ama bu kıymet, çokları bu düşünceye uyanmadığı ya da yapmadığı içindir. Yani nedretten dolayı bir kıymet-i harbiyesi vardır. Yoksa vazifenin zâti değerinden dolayı değil. Bir başka ifadeyle; nasıl piyasada nedret olduğu zaman birdenbire emtianın değeri yükseliverir, bu da öyle. Hoşgörü diyen, diyalog diyen bu insanlara “faziletli”, “erdemli” denmesi, el üstünde tutulması, barış kahramanları gibi isimlerle anılması hep bu sebepledir.

Burada bir başka hususa işaret edeyim: Bana kalırsa bu süreci isimlendirmemek en iyisi. Hoşgörü süreci, diyalog süreci gibi şeyler de demeyelim. Neticesi henüz belirlenmemiş, nereye varacağı henüz kestirilememiş bir meseleye ad koymayalım. Bırakalım onu zaman koysun veya biz zamanı gelince koyalım. Kim bilir bu süreçte daha nice yumuşak ve kucaklayıcı mülâhazalar olacak. Bu mülâhazalar herkesi umudumuzun üstünde yumuşatacak. O zaman hoşgörü, diyalog kavramları bile mevcud durumu tarif etmek için yetmeyecek. Kim bilir?

Evet, demek girilen bu süreci bütünüyle bizim temel kaynaklarımıza bağlayabiliriz, onlardan akıp geldiğini söyleyebiliriz. Ben bu konuda çok ısrarlıyım. Çünkü bu mesele falanın-filanın iç inceliğinin ifadesi değildir. “Böyle davranırsam kendi düşüncem, kendi gayem adına yol alırım, mesafe katederim” mülâhazasına bağlı bir tavır da değildir. Böyle olmadığı için dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse biz hep aynı düşünceleri ifade edeceğiz; edeceğiz zira temel kaynaklarımız farklı düşünmeye müsaade etmiyor.

Öte yandan, kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine İslâm’ın şefkati, merhametidir.

Yalnız her meselede olduğu gibi bu süreçte de bazen olur ki konjonktürün gerektirdiği bazı farklılıklar zuhur edebilir. Mesela, şartlar öyle gerektirir ve bir devlet sizin devletinize savaş açar. Sizin küçük çapta ve aksi istikametteki irade ve gayretleriniz buna engel olamamıştır. O zaman siz yine dinininizin belirlediği şekilde, savaş hukuku adına ortaya koyduğu disiplinlere göre hareket edersiniz. Hareket etmek mecburiyetindesiniz daha doğrusu. Bu o dönemin yükümlülüğüdür. Fakat şunu unutmamak lâzım, savaş kişilerin ve kurumların değil ancak devletin/devletlerin karar vereceği bir hâdisedir.

Bir diğer önemli konu da; bir gerçeği ortaya koyma, hakkını teslim etme mevzuunda siz ve sizin dışınızda birileri bu süreçte rol alanlara bir isim koyuyorsa mübalâğa etmemeliler. Bahsi edilen sürece öncülük yapanlara “fikir mimarlarımız, geleceğin fikir işçileri, barış kahramanları” vs. gibi şeyler denirken mübalâğa edilmemesi lâzım.

Evet, isterseniz tekrar başa dönelim ve tekrarlayalım; artık bu sürecin kuralları ortaya konmuş ve yaklaşık on yıldır işlene işlene bir yere gelmiştir. Bu bir ibdâ (öncesi olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil, ihyadır. Sıfırdan inşa değil kullanılmaya kullanılmaya körelmiş kuyulardaki suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmaya kullanılmaya bize yabancı olmuş, hakkında “yok” hükmü verilmiş; ama aslında zâtında mevcut olan bir şeyleri yeniden ortaya çıkarmadır. Diyorsunuz ki, “İnsan hayvan değildir. O ne bir hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvan), ne bir hayvan-ı hassas (hisseden), ne hayvan-ı mâşî (yürüyen), ne de hayvan-ı müteharriktir (hareket eden). O insandır. Konuşan, duyan ve hisseden, yürüyen, hareket eden ve her şeyin şuurunda olan, aklıyla muhakeme yapan, bugünü yarınla beraber mukayese eden, kendini yarınlara göre hazırlayan, çok geniş ve engin ufuklu hatta ufku kâinatları da aşıp nâmütenâhîye ulaşan, fiziğin, kimyanın kurallarının geçmediği yerlerde dolaşan, ta Allah’a, ‘Esmâ-i İlâhiye’ye, ‘sıfât-ı Sübhaniye’ye kadar varan, ulaşan bir varlıktır. Öyleyse buna göre davranışımız farklı bir çizgide olmalı, farklı kıstaslar ihtiva etmelidir. İnsanlarla olan münasebetlerimiz de elbette insan olma esprisine bağlı cereyan edecektir.”

Pekâlâ, hiç mi yoktu sizden evvel bunları telaffuz edenler? Elbette vardı; vardı ama bugün olduğu kadar yaygınlaşmamıştı. Fikir planında ortaya konan, kitap sayfaları arasında kalan, geniş uygulama alanı bulamayan düşüncelerdi onlar. Bilemem belki bu yüzden yakın ve uzak dost çevrelerden bunu anlamayan, anlamamakta ısrar eden kişiler oldu. Belki hasetten, kıskançlıktan, kendileri bu işe öncülük yapmadığı için olumsuz mülâhazalar ile yaklaşanlar oldu, hâlâ da var. “Gâvurlaşma” saydılar bu girilen süreci.

Fakat her şeye rağmen girilen bu yolda veya yukarıdaki yaklaşımımız içinde neticede alacağı veya bizim vereceğimiz isim, unvan ne ise işte onda mesafenin yarısı katedilmiştir. Motor çalışmış, araç harekete geçmiştir, geriye dönülmesi artık mümkün değildir. Sadece şartlara, konjonktüre göre bir kısım koordinatların değiştirilmesi olabilir. Bunda da biraz sabırlı olmak ve beklemesini bilmek gerek. Elektrikle işleyen aletlerde veya elektronik sistemlerin harekete geçmesinde bile bir bekleme süresi var. Burada da bekleme süresine ihtiyaç duyulması gayet tabiîdir.

Yolun yarısı alınmıştır dedik; ama bu iş bundan sonra ters yüz edilemez, dağıtılamaz, kimse bozamaz iddiasında da değiliz. Her şeyden evvel biz Allah’ın inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah’ın inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi okuma, imkânları değerlendirme zemini bulduk. Ümidimiz yine Allah’ın inayetiyle bunun devam edeceğidir. Tek taraflı yani bizim canibimizden bir ahdi bozma olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa, o da muamelesini değiştirir. Bir başka tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız) verdiği lütufları çeker alır elimizden. Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacı var.

Sözün başında iki çevreden bahsettim. Bunların ikisi de dost çevredendi. Bir de düşmanlar var. Düşman demek de istemiyorum; istemiyorum çünkü Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, mânevî veya kudsî kavramı içine girecek her şeye kapalı bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı Efendimizin (aleyhissalâtü vesselâm) müşriklerle münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece karşı almış oldukları tavırlarla o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız biz!” diyorlar. Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe “Hayır” diyorlar. Alabildiğine mütemerrid, kendi menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de insanlığı düşünmeyen paranoyak bir çevredir bu.

Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok; ama Allah’ımız var. “Hasbünallâhu ve ni’me’l-vekîl. Ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-Nasîr”imiz var. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” gibi bir hazinemiz var. Dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça artan bir hazine. Korkmayın, Allah yanınızda ise size kimse bir şey yapamaz. “Asrın Beyin Yapıcısı”nın sık sık vurguladığı gibi; “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet altındayız.”

Bir serçe bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil doğrudur
Ben de gördüm tozunu.

diyor ya Yunus. Öyle de gün gelecek kartal yuvarlanacak, serçe de gülecek. Çünkü küçüğe büyük şeyler yaptıran Allah’tır. Ye’se düşmeyin. Yeis “mâni-i her kemâldir”. Bir bataktır o. Akif’in ifadesi ile düşerseniz boğulursunuz. Azminize sımsıkı sarılın; sarılın çünkü önünüzde katedeceğiniz yol daha çok uzun. Geçilmesi gereken derin sular var. Yine Yunusça diyelim:

Bu yol uzaktır
Menzili çoktur
Geçidi yoktur
Derin sular var.

Fakat o sulardan boğulmadan geçen, öteki vadiyi, öteki kıyıyı kendilerine yurt edinmiş, halden sıyrılmış, sahib-i makam olmuş o kadar çok insan var ki. Siz niçin bunlardan birisi olmayasınız?

Çatlayan rüya

Yıllar önce yazdığım bir yazıda, insanlık adına sadece Allah’ın rıza ve rıdvanını gözeterek yapılan faaliyetlere karşı gösterilen tavırların hâsıl ettiği neticeye “Çatlayan Rüya” demiştim; demiştim ama şimdilerde böyle düşünmediğimi rahatlıkla ifade edebilirim.

Evet, bu yolda canhıraşane gayret gösteren insanların rüyasıydı, devlet-millet bütünlüğü içinde, el ele, geleceğimize emin adımlarla yürümek. Asırlardır izmihlal üstüne izmihlal yaşamış insanımıza nefes aldırmak. Ülkemizin, milletimizin, devletimizin bayrağını hemen her sahada şerefle göndere çekmek.

Fakat bunu anlamayan ve bir türlü anlamak istemeyen kişilerin plânlı ve organize karşı çıkışları ile bu rüya çatladı. Karşı taraf –kaç defa dedim bu tabiri kullanmak istemiyorum diye, çünkü bizim bakış açımız ve inancımıza göre yüzlerce binlerce ortak paydamızın bulunduğu kişilere, gruplara karşı taraf demek her şeyden önce işin tabiatına ters, ama onlar almış oldukları tavırlarla hatta açıktan sözleri ile bu tabiri hak ediyorlar– musallah, doludizgin, bütün hazırlıklarıyla üzerimize geldi. Ezip geçme niyetiyle çarptılar bize. Fakat bu çarpmalar hiç beklemedikleri, arzu etmedikleri istikamette yeni genişlemelere, yeni ilerlemelere vesile oldu.

Gerçekten güçlü ve kuvvetlilerdi. Ellerinde her türlü maddî imkânları vardı. Birtakım ulusal ve uluslararası güç odakları arkalarındaydı. Ama Allah’ın inayeti, lütfu ve keremi ile o güne kadar bu harekete destek verenlerin yerinde sabit kadem duruşları oyunu bozdu. Belki birkaç dost tereddüt etti, geri durdu; hepsi o kadar. Bu kadar geniş bir dairede birkaç kişinin farklı istikamette hareket etmesini bence tabiî karşılamak lâzım.

İşin aslına bakarsanız bizim böyle bir imtihana ihtiyacımız da vardı. Muafiyet kazanmamız içindi bu imtihan. Hani muafiyet sistemi tam anlamıyla çalışmayan insanlar minicik mikrop ile yatağa düşer. Muafiyet sistemi çalışanlar ise daha zararlı mikropları ayaklarının altına alıp, âdeta üzerlerinde dans ederler. Aynen öyle de şimdi veya gelecekte karşılaşılması muhtemel sıkıntılar adına böyle bir imtihana ihtiyaç vardı.

Fakat, “Çatlayan Rüya”da da ifade etmiştim, benim bu süreçte “kayıp” diyebileceğim şeyler oldu. Farklı dünya görüşlerine sahip nice kesimlere elimizi uzatıyorduk. Onlar da mukabelede bulunuyordu. Herkes inancından, ideolojisinden taviz vermeden ortak paydalar etrafında buluşabiliyor ve bu milletin geleceği adına nice faaliyetlere imza atıyorlardı. Ama bazı kimseler bir aralık yerlerini kaybettiler. Tıpkı top güllesinin bir yere düşmesi karşısında durdukları yerden ayrılıp sağa sola dağılan, sonra da nerede durması gerektiğini bilemeyen, o yeri bulmakta zorlanan insanlar gibi.

Bu arada bir de fırsat kollayan insanlar vardı; içlerinde çekememezlik, haset, kıskançlık ve bağy olanlar. Birileri ile doğrudan temasa geçtiler bunlar, gammazlamaya başladılar. Mektuplaşmalar, haberleşmeler, gizli gizli buluşmalar hepsi oldu bunların.

Her neyse, rüya bunlarla sadece “çatlamıştı”. Ya bütün bütün dağılsaydı! O gün bugün devam eden çatlağı yapıştırma gayretleri müsbet neticeler veriyor. Eski dostlar dostluklarını bir kere daha gösteriyor. Yeni kazanılan dostlar da yürekten destek veriyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi kervan yoluna devam ediyor.

Ne zülfüyâre ne de ağyâre dokunan bir şey yok zannediyorum bu dediklerimde. Tarihe not düşme açısından bu “çatlamış rüya” hakkındaki eski-yeni mütalâalarımın “kırılmış bir testi”nin içine konulmasının yararlı olacağını düşünüyorum.

Hicretin dünü ve bugünü

Sahabe-i kiram hazretlerinin önce Mekke’den Medine’ye daha sonra da dünyanın dört bir tarafına yaptıkları hicretleri hakkında öteden bu yana çok çeşitli şeyler söylenmiştir. Ben bunlara yeni bir şey ilave edecek değilim; ama bunlar arasında önemli gördüğüm bir iki hususun dün ve bugün perspektifinde yeniden değerlendirilmesinin yerinde olduğunu düşünüyorum.

Sahabe-i kiram, her şeyden önce Mekke’de dinî hayatlarını yaşama imkânı ve ölümüne deyip girdikleri o kudsî hakikatleri muhtaç gönüllere duyurma zemini bulamadıkları için hicret ettiler. Buraya bir şey ilave edebilirim: Bunun yanı sıra, bana göre onlar hicrete alışmak için hicret ettiler, gitmeye alışmak için gittiler. Çünkü Medine’ye yaptıkları bu hicret ve bu gitme, bir ilk olsa da son olmayacaktı.

Tabakat kitapları -ihtilaflı da olsa- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde yüz bin sahabe olduğunu kaydediyorlar. İbn-i Hacer El-İsabe isimli eserinde on bin insandan bahsediyor; ama o günkü toplum telakkileri açısından kadın ve çocukların pek çoğunun bu rakama dahil edilmemiş olacağını hesaba katmak lâzım. Kaldı ki o günkü toplumda kadınların sayısı erkeklerden az değildi, belki daha da çoktu. Çünkü savaşlarda büyük ölçüde ölenler erkeklerdi. Bugün yine tarihçilerin tesbitlerine göre Medine mezarlarında on bin insan bulunuyor. Bu demektir ki yaklaşık doksan bin insan dünyanın değişik yerlerine Din-i mübin-i İslâm’ı anlatmak üzere çıkmış ve bir daha geri dönmemiş.

Müthiş bir ruh, heyecan ve inancın göstergesi bu: Doksan bin insan ve dini i’lâ adına hicret... Bakın ülkemizin şanlı misafiri Ebâ Eyyûb el-Ensari Hazretlerine. Yezid döneminde, yetmiş yaşını aşmış iken, at sırtında Medine’den İstanbul önlerine gelmiş. Hayatı boyunca o cepheden bu cepheye koşmuş, memalik-i hârrede (sıcak memleketlerde) pişmiş bu insan o uzun yola çocuklarının itirazına rağmen seve seve çıkıyor. İhtimal bu uzun yolculukta hastalanıyor ve İstanbul surları önünde vefat ediyor; ediyor; ama vefatı öncesi tabakat kitaplarının kayıtlarına göre; “Beni elinizden geldiğince İstanbul içlerine doğru götürün. Götüremediğiniz yerde beni gömün. Ben Allah Resûlü’nden buranın mutlaka bir gün fethedileceğini duydum. İşte onun haber verdiği kahramanların, yiğitlerin kılıç seslerini, at kişnemelerini duymak istiyorum!” diyor.

Binlercesi içinden sadece bir örnek bu. Benim inancıma göre hakikî mânâda hicreti, hicret derken kasdettiğimiz o ulvî ve yüksek değeri gerçek hayatta temsil eden, canlandıran sahabe-i kiram olmuştur. Hatta bu hicret düşüncesi, inancı ve heyecanı onların içinde öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki hicret ettikleri yerden geriye dönmeyi ihanet saymışlardır. Sadece ziyaret için ülkelerine, vatanlarına, memleketlerine döndükleri zaman orada ölmeye hicretlerini iptal edecek endişesi ile yaklaşmışlardır. Tarihte örneği var bunun. Mekke’den Medine’ye hicret eden ve Veda Haccı sırasında Mekke’de vefat eden Sa’d b. Havle’nin kaderi başkaları için hep endişe kaynağı olmuştur. Aynı hac esnasında ciddî şekilde rahatsızlanan Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas bu endişesini kendisini ziyarete gelen Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirince Efendimiz, ona ihbar-ı gayb nev’inden; “Sen daha yaşayacaksın. Allah senin elinle bazılarını aziz, bazılarını zelil yapacak” buyurmuş ve Hz. Sa’d’ın endişesi izale olmuştu.

Sahabe sonrasına gelince; o günden bu yana farklı seviyelerde ve şekillerde de olsa hicret hiç kesintiye uğramamıştır. Gerçi Efendimiz (sallâhu aleyhi vesellem) Mekke fethinden dönerken; “Lâ hicrate ba’de-l fethi velâkin cihâdün ve niyyetün. (Mekke fethedildikten sonra hicret yoktur; fakat cihat ve niyet vardır.)” buyurmuştur. Ama bu o ilk kutluların gerçekleştirdiği Mekke’den Medine’ye olan hicrettir. Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz gibi farklı şekil ve seviyelerde hicret hiç durmadan devam etmiştir. Zaten bu hicretler olmasaydı İslâm’in dünyanın dört bir yanına ulaşması mümkün olur muydu? Demek tarih boyunca Müslümanlar Peygamberlerinden tevarüs ettikleri o hicret düşüncesini koruma, yaşama ve yaşatmada fevkalâde hassas hareket etmişler.

Ben zannediyorum ki aynı duygu ve düşünce bir yönüyle günümüzde de yaşanıyor ve yaşatılıyor. Benim birçok yerde kudsîler kadrosu dediğim bu insanlar dünyanın dört bir yanına arkalarına dönmeden gidiyorlar. Pekâlâ, gayeleri ne? Mensup oldukları milletin, devletin, kültürün ve dinin değerlerini muhtaç gönüllere duyurmak. Evet, bu gaye uğrunda dünyevî nice imkânları terk eden ve tıpkı sahabe misali bir daha geriye dönmeyi düşünmeyen, geriye dönmeyi döneklik sayan sayıları meçhul nice insanlar var bugün.

Fakat hiç kimse bunu kendinden bimemeli. Kendinden bilme, her şeyden önde Allah’a karşı ciddî bir saygısızlıktır. Zira akılları bu istikamette ikna eden o, gönülleri bu ruh ve heyecanla dolduran o. Eğer onun ilkâ buyurduğu bu inanç, bu duygu, bu düşünce olmasaydı; bir his ve heyecan tufanı halinde onların gönüllerinde esmeseydi bu tablo gerçekleşir miydi? Bizler bu inanç ve heyecanı onların gönüllerinde hâsıl edebilir miydik? Rica ederim, siz böyle küllî bir hâdiseyi falanın-filanın konuşmasına, onun-bunun yönlendirmesine bağlayabilir misiniz? Kendi nefsini ikna edemeyen insanın/insanların başkalarını ikna etmesi mümkün mü? Kendi kaprisleri, arzuları, his ve hevesleri karşısında günde birkaç defa kalıp ezilen, âdeta preslenen insanların yol göstericiliği ile olur mu bu iş?

Demek ortada bir sevk-i ilâhî var, sevk-i ilâhînin insiyakları var ve gidenler, dönmemek üzere gidenler, sahabenin anladığı ve yaşadığı mânâda hicret edenler, işte bu sevk-i ilâhîye mazharlar. Keşke ben de defalarca iç geçirdiğim, sürekli hayalini kurduğum, zaman zaman sözünü ettiğim, hatta söz verdiğim hicreti yapabilseydim! Mesela çok çetin bir yer olan Pekin’e gitseydim; gitseydim de öteler ötesinde, muhtemel “Sen bu muhacirlerle beraber olamazsın. Çünkü sen hicret etmedin!” cümlesine muhatap olma endişesinden kurtulabilseydim. Keşke!...

Keşke diyoruz; ama kader cebr-i lütfi ile bizi başka yerlere getirdi. Hastalıktı, havalar şiddetliydi derken kaldık buralarda. Babamın şiirinde dediği gibi “ecelde müddet var” demek. Babam bunu Erzurum zelzelesinde söylerdi de benim hafızamda sadece bir kıtası kalmış. Soğuk bir kış mevsiminde binalar sürekli sarsılıyor. İçeriye giriyoruz evler vahşî vahşî bakıyor bize, dışarıya çıkıyoruz siddetli kış ve insan boyu kar. Manzum cümlelerle Cenâb-ı Hakk’a tazarruda bulunuyordu babam:

Dışarıya çıkarız şitâ şiddetli
İçeri gireriz evler hiddetli
Eceller gelmiş, vâde müddetli
Sabırlar buyur, Gufrana bağışla bizi.

Her neyse, biz hicret edemedik; ama hicret edenlerin duygu, düşünce, hissiyatlarını paylaşıyor, onlarla beraber oturup kalkıyoruz. Hadiste ifade buyurulduğu gibi “Lâ yeşkâ bihim celisühüm. (Onlarla beraber olan şaki olmaz.)” İnancım o ki bahsi geçen hicret ufkunu yakalamış, onu hayata geçirmiş kişilerle bu dünyada beraber olan bir insan, öbür tarafta bahtsız olmaz. “Haydi, sen de geç!” derler ona da.

Evet, keşke dünyanın dört bir yanında idbarımızın ikbale dönmesi için hicret edilse! Keşke bu uğurda anne ve babalar ikna edilebilse! Keşke hicret edilen yerlerde kültürümüze, milletimize, ülkemize hizmet edilebilse! Keşke bin bir gadre uğramış o güzelim dilimiz dünya dili haline getirilebilse!

Şimdilerde yaptıkları eğitim faaliyetleri ile milletimizin adını duyurmaya çalışanların tutuşturdukları meşaleler etrafı aydınlatmaya başladı. Gönüllüler kadrosunun gerçekleştirdiği, değişik yerlerdeki, bu büyük-küçük hizmetlerin hüsn-ü kabul görmesi, bana milletimize ait çok derinlerden gelen bir kısım hususiyetlerin bulunduğunun göstergesi gibi geliyor. Gerçi “O mâhiler ki deryadadırlar, deryayı bilmezler” fehvasınca belki bizler farkında değiliz, kendimize ait kültürümüzün rengini, tadını, şivesini tam bilemiyoruz, farklılığı kavrayamıyoruz; fakat başkaları bunun farkında, o farkı görebiliyor. Komşuluk münasebetlerini, aile yapısındaki rasâneti, sosyal münasebetlerdeki yumuşaklığı ve sıcaklığı kavrayabiliyor. Eğitim alanındaki fedakârca çalışmaları görüyor ve takdir ediyorlar. Kaldı ki bunlar bizim kendimizi ifade yollarımız.

Hâsılı; bizim dünyamızda sahabe ile başlayan hicret, onları takip eden kutlular tarafından devam ettiriliyor. Özü aynı. Fark sadece şekilde. Dolayısıyla bu ayrılıkta bir gayrılık olduğu söylenemez. Ne mutlu onlara!

Şartların hesaba alınması

Her dönemin mimar ve fikir işçileri gibi bizlerin de içinde bulunduğumuz dönemin şartları ve gereklerini iyice ihata etmemiz gerekir. Çok bilmemiz, çok okumamız, çok dolaşmamız; eğer içinde bulunduğumuz dünya şartlarını hesaba katmıyorsak, onları derin tetkik ve analizlere tâbi tutup hareket ölçülerimizi belirlemiyorsak bir anlam ifade etmez. Mesela her birimiz günümüzde Ebû Hanife dahi olsak, ama içinde bulunduğumuz şartları hesaba katmadan onun kendi döneminde hareket ettiği gibi hareket etsek, çalışmalarımızın falso ile neticeleneceği muhakkaktır.

Şimdi dünya küçüldü, moda tabirle “global bir köy” haline geldi. Eskiden ulaşım ve haberleşme vasıtaları bu ölçüde gelişmiş değildi. Âdeta bir adem-i merkeziyet hâkimdi. Tabir caizse, herkes ve her toplum belli bir stoplazma içindeydi. Ama şimdi öyle mi? Dünyanın bir yerinde olan bir hâdise başka yerlerde anında duyuluyor ve bazıları itibarıyla hâdise mahallindekinden daha fazla ses ve gürültü çıkartıyor, tesir icra ediyor. Mükebbiru’l-asvatlar (sesleri, gürültüleri çoğaltanlar) da var günümüzde. Geneli itibarıyla kimin amaçlarına hizmet ettiği malûm-u meçhul o medya, ister ideolojik isterse ekonomik çıkarlar istikametinde dünya kamuoyunu rahatlıkla yönlendirebiliyor.

Bu arada çeşitli zamanlarda ısrarla üzerinde durduğum bir husus var; dünyanın neredeyse tamamına yayılmış bir gönüllüler hareketi, bir eğitim ve öğretim seferberliği... Din, dil, ırk, yaş, cinsiyet ayırt etmeksizin akıllara durgunluk veren fedakârlıklarla çalışan bir kitle var ortada. Dünyanın bir yerinde elde ettiğiniz fevkalâde bir başarı, bunları çekemeyenlerin gıpta ve düşmanlık damarlarını tahrik edecekse, o başarı başka yerlerdeki hizmetler adına olumsuz tesir yapabilir, şartların aleyte ağırlaşmasının nedeni olabilir. Ortaya çıkacak olumsuz hava, yukarıda bahsini ettiğimiz medya aracılığı ile bütün dünyaya mâledilebilir. Onun için bütün zamanlardan daha fazla dikkatli olunması gerekir.

İş bu safhaya gelse elinizden bir şey gelir mi? Elbette hayır? Yapacağınız bir tek şey olur; müsbet harekete devam. Siz her zaman olduğu gibi numûne-i imtisal sayılacak müspet hareket örneklerini sergilemeye devam eder, onların bir kısır döngü içinde dönüp durduklarını anlayacakları, böylece yanlış davranışlarından vazgeçecekleri zamanı beklersiniz. Yani bir zaman kaybı olur. Belki çeyrek asır, belki de daha fazla.

Görüldüğü gibi bir taraftan kendimizi koruma, diğer taraftan insanlığa hizmet götürme oldukça zor. Onun için kendi içimizde sıkı durmamız, gevşemememiz, saflardan saf yaşayış şeklimizi devam ettirmemiz lâzım. Evet, hem kendi iç âlemimiz hem de şartların ve çevrenin getirdiği yenilikler karşısında hepimizin sürekli fikrî rehabilitasyona ihtiyacı var. Madde ile mânâyı aynı zaviyeden müşahede edebilecek, rehber bakışlara, rehber değerlendirmelere ihtiyacımız var. Aksi halde toplum, his ve heyecanları aklının ve mantığının önünde toy delikanlılarla maceraya sürüklenir. Böyle insanların yaptıkları şeyler güzel görünebilir, hüsn-ü niyetli de olabilir; ama çok defa bu türlü şeylerin içine riya, şöhret, fahr ve gurur karışır. Bunların olduğu yerde, karıştığı işlerde lâhutiyet mülâhazası yoktur. Dolayısıyla onların öncülük ettiği faaliyetler muvakkaten semere verse de, Allah alır daha sonra o semereleri. Ve işin en acı tarafı, kim bilir belki de hislerine kapılarak yapmış oldukları şeylerden dolayı, sorumlu bile tutabilir o insanları.

Peygamberâne azim

İçinde bulunmaya gayret ettiğiniz, yolunda yürümeye çalıştığınız yolda niyetinizde hep “O” olursa, masmavi renge bürünmüş cennete ait büyüleyici kokuları geçtiğiniz her güzergâha yayarsınız. Evet, mü’minin niyeti çok önemlidir. Niyet, sıradan işleri ibadet haline getirdiği gibi, o gerektiği gibi muhafaza edilmediği zaman ibadetler ibadet olmaktan çıkar. Bozuk bir niyetle namazın çehresini burada kirletirseniz, orada karşınıza hortlak gibi, gulyabânî gibi bir şey çıkar. Öte yandan Allah Resulü’nünkine (sallallahu aleyhi ve sellem) benzeyen yatış şeklinin bile ibadet olduğunu belirtmiyor mu İslâm uleması?

Niyet bu kadar önemli olunca, sürekli Allah’la, sürekli i’la-yı kelimetullahla oturup kalkmanız sizi çok aşkın kılar. İşin aslı, kendini ona, onun adının yüceltilmesine kilitleyenlerin belki de öyle çok derin mülâhazaları, derinlemesine bir ibadet u taatleri yoktur; ama sürekli bir teveccüh içinde bulunma niyet ve gayretleridir onları aşkın kılan. Bu öyle bir debi kazandırır ki onlara, artık kişi yerken, içerken, yatarken, kalkarken hep “Bu hakikatleri nasıl anlatırım?” ıstırabıyla yaşar. Bu da Cenâb-ı Hakk’a sunulan en büyük duadır.

Peygamberlerin peygamberliği malûm. Peygamberlik Allah’ın takdiri; ama neden bizler de onlar gibi olmayalım, onların yaptığını yapmayalım. Peygamberâne bir azimle peygamberce bir cehd içinde olabiliriz. Eğer ruhumuzdaki yabancı hülyaları ruhumuzdan söküp atabilirsek, bizler de peygamberane mülâhazalar içinde ıstırap insanı olabiliriz. İslâmî heyecanı hayatımızın her karesinde duyabiliriz. Böyle bir ıstırabı duymanın zor olmadığı kanaatindeyim.

Bir de Allah bazılarına “vüd” (sevgi) vaz’ediyor. Kime el atsa hemen kıvama eriyor. Bu, kim bilir belki de Allah’ın bize bir fırsat verdiğinin şahididir. Öyleyse vakit fevt etmeden bizden beklenen şeyleri yerine getirmeliyiz.

Bu yolda yürürken önümüze bazen engeller çıkabilir. Birileri önünüze çıkıp size zarar vermek isteyebilir; ama peygamberlere de birçok engeller çıkmamış mıdır? Öyleyse bunu hayatın ve bu yolun bir realitesi olarak kabullenmek lâzım.

Bir de toprağa atılan her tohum çıkmaz. Bazılarını kuşlar yer, bazıları çürür gider. Öyleyse himmetini âli tutup elindeki bütün tohumları bir an önce toprağa gömmeye bakmalısın. “Şöyle olsun, böyle olsun…” deyip gözünü neticeye dikme, Allah’la pazarlıktır ve yanlıştır. Vazifemizi yapıp neticeyi onun takdirine bırakmamız gerektir.

Işığın göründüğü ufuk

Bazen ışık görünür. Aradan on sene geçer, yirmi sene geçer, ışık hâlâ göründüğü ufukta durur, bir santim ilerleme kaydetmez. Neden? Çünkü insanların azmi, kasdı, kararlılıkları ve plânlarının ciddiyeti, uygulanabilir oluşu şart-ı âdî planında müessir şeylerdir. Eğer bunlarda bir eksiklik ve aksama söz konusu ise, ışık göründüğü yerde görünedurur; fakat siz yürümenize rağmen bir türlü tünelin öbür ucunu bulamazsınız. Bununla beraber, ışığın göründüğünü kabul etmelisiniz. O zaman ya “Ne yapalım! Işık biraz erken görünmüş” ya “Biz ışığa doğru yürürken âheste revlik ediyoruz” ya da “Atâ-i ilâhî burada ayrı bir cilve ortaya koyacak” diyeceksiniz.

Bu çerçevede bir hususu tekrar hatırlatmak isterim: Bazen dünyanın herhangi bir yerindeki muvaffakiyet, başka yerlerde muvaffakiyete giden yolu tıkayabilir ve sistemi felç edebilir. Cüz’î dairedeki tekevvün “hepten”in önünü kesebilir. Zira o muvaffakiyet başkalarının gıpta damarlarını harekete geçirmiş, haset duygularını kabartmış, düşmanlık yapmalarına zemin hazırlamıştır. Mesele, dininizi anlatma, hakkı başkalarına duyurmadır. Dinimizi anlatma istikametindeki bir başarı, başka bir yerde kendilerine rakip kabul etmeyenlerin harekete geçmesine sebebiyet verebilir. Öyleyse, bir yerde doğum yaptırtıp diğer yerlerde kısırlaşmaya, kısırlaştırmaya sebebiyet vermeyin. Unutmayın, hâmile olan bütün analar doğum yaptığı zaman başkalarının yapacağı bir şey kalmamış demektir.

Herkes tarafından sevilme

Soru: Herkes tarafından sevilme Cenâb-ı Hak tarafından sevilmenin de işareti olabilir mi?

Cevap: Hakikî mânâda inanmış, muhlis mü’minler tarafından sevilme, Allah tarafından sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun mânâsı, “İnnellezîne âmenû ve amilûs-sâlihâti seyec’alü lehümü’r-Rahmânu vüddâ” (Meryem, 96) âyetinin mantukunca onun için “vüdd” (sevgi) vaz’edilmiş demektir. Ama inkâr ehli tarafından beğenilmenin, sevilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onların bizi sevmesi, beğenmesi çok defa bizim temellüklerimizden, onlara karşı zilletlerimizden, kendi onur ve izzetimizi ortaya koyamamadan ötürü olmuştur. Onun için muhlis mü’minlerin sevmesine, Allah’ın mükerrem ibadının duyduğu alâkaya bakmak lâzım. Allah tarafından sevilmenin esası ve delilidir bu.

Yalnız insan buna aldanmamalı. Muhlislerin sevmesini istidraç saymalı. “Ben kendimi biliyorum, başkasının tarifine gerek yok” demeli. Onların sevmesini, takdir etmesini, kabulünü, teveccühünü Allah’ın mekri, istidracı olarak kabul etmeli. “Senestedricühüm min haysü lâ ya’lemûn” (A’raf, 182; Kalem, 44) sırrınca o teveccühlerin kendisini farkına varmadan baş aşağı bir çukura düşüreceği ihtimalini gözden uzak tutmamalıdır.

Fakat aynı şeyi dine hizmete kendisini adamışlar adına söyleyemem. “Benim ümmetim dalâlette ittifak etmez” fehvasınca, milyonlarca insan belli bir noktada birleşti, uzlaştı ve anlaştı ise, dünyanın dört bir yanında aynı gaye uğrunda bir araya geldiler, gelebildilerse onlar hakkında hüsn-ü zan etmeye binler defa mecburuz. Biraz önce “vüdd”den bahsettik. Kudsî bir hadiste Allah Teâlâ, Cibril’e buyuruyor ki; “Ben falanı seviyorum, sen de sev. O da gökte durup sema ehline sesleniyor: Allah falanı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!” Bu bir ses değildir, bir söz de değildir; bu bir soluktur, bir esintidir, bir meltemdir. Ruhları saran lâhutî dalga boylu bir meltem. Kime ulaşırsa o meltem, içinde sevgi hâsıl olur. O sevgi evvelen ve bizzat o zâta aittir. Kaldı ki o zât kendini şahs-ı mânevî içinde erimiş, eriyik bir unsur haline gelmiş kabul ediyor. Sonra da şahs-ı manevîye aittir. Yani şahs-ı manevî’ye bir teveccühtür. Dolayısıyla şahs-ı manevîden kopan, kendi kendine bir şey yapmaya çalışan, kendine göre bir şey yapıyor gibi görünen insanlar, Allah’ın, Cibril’in, sema ve yer ehlinin bu teveccühünden mahrum kalırlar.

Hâsılı, Kur’ân’a hizmet mesleği içinde bulunanlar kendilerine çok dikkat etmeliler. Zira bu mesleğin esası “yok ve var” dır. Hem yok olmak hem var olmak... Hem kendini nefyedecek hem onu isbat edecek... Hem “Lâ” diyecek, hem “illâ”ya ulaşacak... İsbat-nefy tenakuzunu aynı anda yaşayacak. Hem konuşacak hem de “Konuşan yalnız hakikat ve hakâik-i Kur’âniye’dir!” diyecek. Hem yazacak hem de “Said yok, Said’in şahsiyeti de yok!” diyecek. Yani oldukça zor bir mesele.

Bunları söylemek bana düşmez; ama siz sorunca “düşmüş” zannediyorum ve konuşuyorum. Allah muinimiz ola!

Gönüllüler hareketi

Şu hasta halimde bile, hâla hakkımda cemaat lideri, tarikat şeyhi gibi yakıştırmalarda bulunanlar var. Bu sözler bana çok ağır gibi geliyor. "Fethullahçı" şeklindeki ifadelerden tiksinti duyuyorum. Aslında "cı", "cu"dan eskiden beri hiç hoşlanmam; bu ifadeleri toplumu bölücü unsurlar olarak kabul ederim. Ben kendime hiç "lider" demedim. Böyle denmemesi mevzuunda da direniyorum. Çünkü, ben düşüncelerimi otuz sene kürsülerde ifade ettim; aynı duyguyu, düşünceyi paylaşan insanlar alâka gösterdiler, saygı duydular; ben de bunu milletime hizmet için bir kredi gibi kullandım. Şahsım hakkında hüsnü zan edenleri hayırlı bildiğim işlere yönlendirmeye çalıştım. Meselâ dedim ki, ''Üniversite hazırlık kursları açın, okullar açın." Bu insanlar bana karşı saygılarının ifadesi olarak sözlerime kıymet verdiler. Gördüm ki, benim "okul" dediğim gibi bir sürü insan da "okul" diyor. Ve böylece binlerce insan millete hizmet yolunda belli bir çizgide buluştu.

Şu meselenin üzerinde ısrarla durdum: Allah (cc) hepimizi bir şekilde istihdam ediyor. Eğer bazı şahısları parlak görerek yapılıp edilenleri onlara nisbet ederseniz şirke girmiş (Allah'a ortak koşmuş) olursunuz. Alvar İmamı'nın çok tekrar ettiği bir sözü vardı; Azerî bir edayla, ''Herkes yahşî men yaman, herkes buğday men saman.'' derdi. Ben biraz o mülahazaya bağlı olarak bugün de aynı şeyi söylüyorum. Halkın şahsıma karşı teveccühünü, bir imtihan olarak değerlendiriyorum. Belki onlar yanılıyorlardır, belki içtihat hatası yapıyorlardır. Onlar bu mevzuda günaha girmezler; fakat ben bu hüsnü teveccühün verdiği makamlara dilbeste (aşık) olursam kendimi helâk etmiş olurum.

İyice bilinmesini isterim ki; öncülükten, liderlikten, şeyhlikten fersah fersah uzak bulunuyorum. Ben sadece düz bir Müslümanım. Herhangi bir tarikatla alâkam olsaydı onu da söylerdim; ama öyle bir alâkam da yok. Tarikatın kendine has disiplini, erkânı, seyr u sülûku vardır. Fert, evvelâ bir şeyhe bağlanır; rüşdünü ispat, kendisini ifade edebilirse, ona pâye verilir; ders verme imkânı sağlanır. Mevsimi gelince o da başkalarına ders vermeye başlar. Ve şeyhlikmüritlik bir silsile halinde Efendimiz'e (sav) kadar götürülüp dayandırılır. Benim takip ettiğim böyle bir silsilem; Kitap'ta, Sünnet'te olan ibadet ü tâat, evrâd ü ezkâr ve tesbihâtın dışında tarikatlarda olan şekliyle özel bir virdim ya da dersim, tarikatla alâkalı bir yanım yoktur.

Ayrıca, bir insanın milleti, ülke ve ülküsü adına bir şey yapması için herhangi bir pâyeye sahip olmasına da gerek yoktur. Ben bir vatandaşım. Milletim için yaptığım her şeyi bir vatandaş olarak yaptım. Vatandaşlığın üstünde de daha büyük bir pâye bilmiyorum. Meclisi, mülkiyeyi, adliyeyi oluşturan da vatandaştır. Ben de uzun zaman devletime, milletime severek hizmet ettim. İşte, bu arz etmeye çalıştıklarım gözardı edilerek, yapılan bu kadar hayırlı işin tek bir insana verilmesi çok ağırıma gidiyor.

Diğer taraftan, cemaat denen insanların kim olduğuna da bakmak lazım; bu kadar kalabalık nasıl oluyor da rahatlıkla bir araya geliyorlar? Bu insanlar pek çoğu itibarıyla, bir dönem bazı ticarî şirketler, holdingler veya İslâmî görünen bazı gruplarla beraber hareket etmiş, oralara girmiş çıkmış; fakat ne yazık ki o kesimler tarafından istismar edilmiş ve bundan dolayı ağzı yanmış, bıkmışusanmış, arayış içindeki kimselerdir. Güvenip itimat ettikleri bir insanın millet yararına uygun gördükleri sözlerini tasvip ederek bir araya gelmişlerdir. Daha sonra bu insanların dünya barışı adına yaptıkları hayırlı teşebbüsler diğer ülkelerin vatandaşları tarafından da kabul görmüş; onlar da kendi ülkelerinde aynı yolu takip etmişlerdir. Hatta bazı Hıristiyan, Mûsevî ve Budistler bile bu işi benimsemiş ve topyekün insanlığın mutluluğu için aynı şekilde çalışmak gerektiğine inanmışlardır. Öyleyse, bu insanların duygu ve düşünce beraberliğine cemaat diyemezsiniz.

Nasıl ki, Cuma namazını kılmak için insanlar değişik camilerde bir araya geliyorlar. Hiç kimse bunun için baskı yapmıyor; ama Cuma namazı kılma gayesinde olanlar tabiî bir beraberlik meydana getiriyorlar. Aynen öyle de bu oluşum, milletimizin maddeten ve mânen yüceltilmesi amacıyla hareket eden insanların bir araya gelerek oluşturduğu bir harekettir. Bir "Gönüllüler Hareketi"dir.

Ayrıca, ben yanıma gelen insanların yüzde yetmişini tanımam. Bu insanlar da birbirlerini tanımazlar. Onlardan kimisi İstanbul'da, kimisi Ankara'da, kimisi de İzmir'de anlatılan şeyleri doğru bulup hareket etmişler; okullar açmışlardır. Sonra da "Bu hareketi yurt dışına taşıyalım." deyip yurt dışına açılmışlardır. Ciddi fedakarlık yapmış, yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmişlerdir. Yurt dışına giden öğretmenler sadece geçimleri için çok az bir maaşa razı olarak gitmişlerdir. Dünyanın dört bir yanına dağılmış bu civanmert Türklerin yaptığı fedakârlıkların benim gibi hasta ve zayıf bir insana verilmesi çok yanlış bir düşünce; aynı zamanda, bu fedakârlığı yapan insanların haklarına da tecavüzdür. Hususiyle son birkaç aydır ben kolumu kımıldatacak derman bile bulamıyorum kendimde. Beş yaşından beri hiç terk etmediğim namazımı dahi oturarak kılıyorum. Bu da bana eziyet veriyor; ama ne yaparsınız!..

Bende bir fazilet aranacaksa o; kendim hakkını veremesem de şu necip millete hizmet edenleri hayatım boyunca hep alkışlamış olmamdır. Onlar arasında, insanlardan bir insan olarak vazife yapmaya talip oldum. Malî yönden sıkıntılar içinde kaldığım zamanlar oldu. Ama yaşadığım senelerin bir saniyesinde bile çalıp çırpmayı, milletin hakkını yemeyi aklımın ucundan geçirmedim. Komşusunun bahçesinden hayvanlarını geçirirken ağızlarını bir bezle bağlayıp hayvanlarının haram yememesine dikkat eden bir babanın kanatları altında yetiştim. Ben de hayat boyu hep bu çizgiyi takip ettim.

Hiçbir mal varlığım olmadı ve hâlen de yok. Giydiğim elbiseler ve günlük yediğim yemek sayılmazsa herhangi bir lüksüm de yok. Ama soframa konan bir üçüncü çeşit yemek bile zakkum gibi geliyor bana; üzerinde gezindiğim halıyı sırtımda taşıyormuşum gibi ağırlığını hissediyorum. Zaten milletin parası ile alınan halıya basmamaya her zaman gayret gösterdim. Bir vakıfta üzerine bastığım sergiler için bile yıpranma parası verdim. Yediğim, içtiğim her şeyin ücretini ödemeye çalıştım. Değil vakıf ya da başka bir yer, ablamın evinde içtiğim bir bardak çayın parasını dahi vermeye kalkışınca onun, gözyaşlarına karışık "...burada da mı?" sızlanışına muhatap oldum. Ama başka türlü de davranamazdım. Zira, sürekli, hakkım olmayan bir yudum suyu içmekten ve tek bir lokmayı yemekten de ahirette hesaba çekileceğim korkusuyla yaşadım.

Bir ömür boyu milletin ihyası adına çalışıp ardından bir câni gibi yargılanmak da bana çok ağır geliyor. Bu meselenin rahatsızlık veren yönü sadece şahsımla alâkalı da değil. Şahsıma revâ görülen bu muameleden ziyade, bu harekette gönül birliği yapan ve dünyanın değişik yerlerinde hizmet eden insanların zan altında bırakılması çok üzücüdür. Dört kıtaya dağılıp, bir kültür elçisi gibi vazife gören bu insanlar her ne kadar şahıslarına ait her şeyden ferâgat etse, bir istekleri olmasa, herhangi bir beklentiye girmeseler de bu millete düşen bu hareketi götürmeye çalışan insanları desteklemek olmalıydı ve olmalıdır da.

Vatanımın bir karış toprağını cennetlere değişmem. Şu anda rahatsızlıklarım el verse hemen yurduma dönerim. Ama dönsem dahi artık orada uzun kalabileceğimi de zannetmiyorum... Bu durumda olmak da bana çok dokunuyor ve vatanımdan uzaklık adeta içimi kanatıyor.

Gönüllüler Hareketi ve ithamlar

Fethullah Gülen: Gönüllüler Hareketi ve ithamlar

Soru: Bazı kesimler her fırsatta gönüllüler hareketiyle ilgili bir kısım şüpheler ortaya atıyor, genel havayı bulandırıyor, itham ve iftiralarda bulunuyorlar. Bu tür hâdiseler karşısında nasıl bir tavır takınılmalıdır?

Cevap: Öncelikle bu konudaki genel bir mülâhazamı arz edeyim. Ben, hizmet hareketiyle ilgili olarak ortaya atılan pek çok iftiraya cevap vermenin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Niye? Çünkü verilen her bir cevap bir yönüyle o iftiraları ilk defa duyanların zihinlerinde söz konusu ihtimallere kapı aralama demektir. Öyle ki sizin verdiğiniz cevaplar bazılarını, “Acaba bunlar kendilerini hakikaten bir töhmet altında mı hissediyorlar?” şeklinde bir düşünceye sevk edebilir. Bu açıdan belli çevreler tarafından belli maksatlarla sürekli üretilip durduğu aşikâr olan ve sizinle hiçbir münasebeti bulunmadığına dair akıl ve vicdanın hemen hükmünü yapıştıracağı söz konusu itham ve iftiraların asılsız olduğunu anlatmaya çalışmanız doğru olmayabilir.

İspat, iddiada bulunana düşer

Ayrıca hukukta, “Müddeiye ispat, inkâr edene ise yemin düşer.” şeklinde temel bir kural vardır. Eğer birileri bizim hakkımızda bir kısım iddialarda bulunuyorlarsa, bunları ispat etmekle mükelleftirler. Biz, bütün bu iftiraların doğru olmadığını söylüyoruz. Eğer birileri bu konuda yemin etmemizi isterlerse, hangi mukaddesat üzerine yemin etmemizi istiyorlarsa, çok rahatlıkla, “Vallahi, billahi, tallahi isnat ettiğiniz bu hususlarla bizim hiçbir alâkamız yok.” diye yemin ederiz.

Üstelik kendilerini Allah’ın dinini ilâ etmeye adamış olan ve O’nun rızasını kazanmanın dışında hiçbir gayeleri bulunmayan hizmet gönüllüleri hakkında ulu orta konuşan kimselerin seviyelerini muhafaza edemediklerini düşünüyor; her ne kadar kendimi herkesten hakir görsem de Allah’ın kulu olma şerefiyle şerefyab olmuş bir insan olarak, iftiralarına cevap verirken onların seviyesine inmeyi Allah’a karşı bir saygısızlık sayıyorum. Aynı şekilde Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti olmam hasebiyle, akıl-mantık dışı, vicdanın isyan edeceği ulu orta yapılan iftiralara cevap vermek, bana göre bu tür kimselerin seviyesine inme tehlikesi oluşturduğundan, bunu da Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı bir saygısızlık addediyorum.

Diğer taraftan aleyhinizde konuşan herkese cevap yetiştirmeye kalktığınız zaman, bununla ciddi meşgul olur, her anı altın kıymetinde olan vaktinizi bu işe harcar; dolayısıyla yapmanız gerekli olan çok kıymetli işleri yapamazsınız. Dahası, müfteriler demagoji ve diyalektiği yol edindiklerinden, verdiğiniz cevapları çarpıtırlar ki, bu da zihinlerde yeni bir kısım soruların oluşmasına sebebiyet verebilir. Bütün bu sebeplerden ötürü aleyhimizde ulu orta bir kısım sözler sarf eden müfterilere cevap vermeyi gereksiz sayıyor ve yeni ifadesiyle bütün bunları “es” geçmeyi şahsen tercih ediyorum.

Kaba kuvvetin çılgınlığı

Ne var ki ortaya atılan iftiralar geniş kitlelerin zihninin bulanmasına sebebiyet verdiği takdirde ve çokça, sürekli tekrar edildiğinden dolayı zamanla sağduyulu olan bazı kimselerin bile bu tür asılsız iddialara meyletmeleri gibi bir durum ortaya çıktığında üslup muhafaza edilerek tavzih ve tasrihte bulunulması, iftiralara cevap verilmesi gerektiğini düşünüyorum. İşte bu perspektiften hareketle müsaadenizle ana hatlarıyla sadece bir iki hususa kısaca değinmek istiyorum.

Şimdiye kadar hizmet hareketi gibi, milleti için bir şeyler yapmak isteyen, çırpınıp duran insanların oluşturduğu topluluklara pek çok defa taarruzlar yapılmış, meyveli ağaçlar sürekli taşlanmıştır. Hususiyle şahsî ve siyasî menfaat ve çıkar düşüncesiyle hareket edenler istedikleri gibi yönlendiremedikleri toplulukları kendilerine tabi kılmak için ellerinden gelen gayreti ortaya koymuşlardır. Gün gelmiş, hak ve adalet duygusuyla tadil edilemeyen kaba kuvvet milletin kaderine hâkim olunca “Madem güçlüyüm, her ne yaparsam yapayım o benim hakkımdır. Kimse bu mevzuda bana itiraz edemez.” şeklindeki kâfirce düşünce biricik ölçü kabul edilmiştir. Öyle ki milletin kanaatine saygının ifade edildiği ve meclisin alnına, “Hâkimiyet bilâ kayd u şart milletindir.” ifadesinin kaydedildiği bir dönemde bile, millet tarafından seçilerek oraya gönderilen insanlar defaatle engellenmiş, hatta bertaraf edilmişlerdir.

İşte bütün bu hâdiselere yol açan temel düşünceyi arka planıyla birlikte iyi kavramak gerekir. Kaba kuvvete dayanan bir kesim, “Madem ben güçlüyüm, öyleyse ne yaparsam yapayım, millet bunu haksızlık ve adaletsizlik olarak görmemelidir. Hatta ben icabında kelleler bile alabilirim. Aldığım bu kelleler de kendi düşünce dünyama göre kurmak istediğim sisteme feda olsun.” şeklinde düşünebilir. Nitekim bazıları tarafından bu tür düşünceler telaffuz da edildi. Darwinizm’in dile getirdiği natürel seleksiyona karşı, bunlarınkine de, “idarî veya iradî seleksiyon” diyebilirsiniz.

Aslında bütün bunların temelinde, kadimden bu yana devam edip giden iman-küfür/iman-nifak mücadelesi yatmaktadır. Şeytanî vesveseyle peygamberâne ilham; Allah yoluyla şeytan yolu her zaman birbiriyle rekabet içinde olmuştur. Şeytan yardakçıları, her zaman peygamber yolunda yürüyenlere karşı farklı şekil ve kalıplar altında düşmanlıklarını izhar etmişlerdir. Ne var ki birileri, bu Faust-Mefisto mücadelesini doğrudan doğruya dini ve dindarları hedef alarak yürütürken, bazıları da dindar görünmek suretiyle aynı şeyi yapmışlardır. Evet, bu iki kesimin yol ve yöntemleri farklı olsa da mücadeleleri, mücadeleleriyle ulaşmak istedikleri hedef aynıdır.

Cennet’e merdiven dayasanız dahi…

Günümüzde Allah’ın izni ve inayetiyle dünyanın dört bir yanına açılan adanmış ruhların eliyle çok önemli hizmetler yapılıyor. Anadolu insanının ektiği tohumlar inşallah on sene yirmi sene sonra toprağa ekilen tohumların filizlenmesi gibi neşv ü nema bulacak. Evet, bugün, Rabbimin inayet ve lütfuyla, birbiriyle anlaşan insanların bulunduğu, sevgi ve barışın hâkim olduğu huzur adacıkları oluşuyor.

İşte bütün bu gelişmeler hazım problemi yaşayan, kavga yanlısı olan, haset, kin ve nefrete kilitli insanları rahatsız eder/etmiştir/edecektir. Onlar, bütün imkânlarını, hayır yolunda değil de, yeni bir baharın gelmesi adına seferber olan insanları yürüdükleri yoldan vazgeçirme istikametinde kullanacak, yürüttükleri psikolojik savaşla Anadolu insanının kuvve-i maneviyesini kırmaya ve onların morallerini bozmaya çalışacaklardır. “Çamur at, izi kalsın.” mülâhazasıyla hareket edecek, akl-ı selimin kabullenmesi mümkün olmayan nice iftiralar ortaya atacak ve “yığın” kategorisinde mütalaa edilebilecek insanların bakışlarını bulandırıp başlarını döndürmeye çalışacaklardır.

Onların niyet ve düşünceleri bozuk olduğundan, siz ne yaparsanız yapın, yine de onları memnun edemeyecek ve yürütecekleri karalama kampanyalarının önüne geçemeyeceksiniz. Öyle ki onlar, en masum ve en makul faaliyetleriniz hakkında bile zihinlerde şüphe uyarmaya çalışacaklardır. Hatta siz, insanları Cennet’in göbeğine çıkartacak bir helezon kursanız, böylece bazılarının Cennet’e girmesine vesile olsanız, onlar yine de demagoji ve diyalektikle sizde bir şekilde tenkit edecek bir yer bulacaklardır. Meselâ diyeceklerdir ki, “Neden merdiven kurmak suretiyle cennete girecek insanlara zahmet veriyorsunuz. Buraya bir rampa yapsaydınız ve insanları da bir rokete bindirseydiniz çok daha rahat bir şekilde onları Cennet’e gönderebilirdiniz.”

Zayıfken zelil, güçlüyken zalim

Şartların müsait olmadığı dönemlerde demokratik ve tarafsız davranıyormuş gibi görünmeye çalışan bu kişiler, gücü ellerine geçirdiklerinde kendilerine muhalif gördükleri kesimlerin iflâhlarını kesme adına ellerinden geleni yapmışlardır. Fakat unutmamak gerekir ki bugüne kadar Allah yolunda yürüyen insanlara ilişen ve “Falanların iflahlarını kesmek lazım.” diyen insanlar, öyle belâlara maruz kalmışlardır ki onların kendi iflâhları kesilmiştir. İnşallah bundan sonra da Allah, doğru yolda yürüyen, milletin manevî değerlerini yeniden ihya etmeye çalışan, ruh ve mânâ köklerinden süzülüp gelen değerleri bütün dünyaya duyurma istikametinde hareket eden insanları muhafaza buyuracak ve asıl onlara ilişenleri cezalandıracaktır.

O halde, başkaları her ne yaparsa yapsın Allah’a gönülden inanmış insanlar kendi karakterlerinden asla taviz vermemelidir. Şahsen benim Cenâb-ı Hak’tan şöyle bir niyazım var: Ya Rab! Bana kötülük yapan insanlara, iyilik yapma fırsatı ver. Yüz yüze geldiğim zaman onlara yardım edeyim. Bunun sebebini sorduklarında da, “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Sen nasılsan, ona göre davrandın. Benim karakterim de böyle davranmayı gerektiriyor.” diyeyim; diyeyim de yapılan onca zulüm, haksızlık, gadir ve tahkire rağmen birlik ve beraberlik ruhunun tesisi adına Allah rızası için fedakârlıkta bulunma imkânını elde edeyim.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gönüllüler hareketi ve sevgi mahrumları

Bir hadisi şerifte "İnsanların en hayırlısı, diğer insanlara faydalı olandır." buyurulur. İslâm'da "hayır" tabirinin, insanlara zarar verebilecek yoldaki bir taşı kaldırmadan, iktisadî hayattaki faydalı teşebbüslere, ondan da herhangi bir eğitim müessesesi kurmaya kadar çok geniş ve şümullü bir çerçevesi vardır. İlimle insanların dimağlarını, kalblerini aydınlatanlar; onlara değişik istihdam imkanları hazırlayanlar, fakirfukarayı zekat ve sadakasıyla destekleyenler, insanların en hayırlısıdır.

Gözyaşları

“İki göz vardır ki, onlara ötede ateş dokunmaz: Biri, Allah karşısında haşyetle yaş döken göz; diğeri de hudut boylarında ve düşman karşısında ayn-ı sâhire (uyanık duran göz)”buyuruyor “İnsanlığın İftihar Tablosu”. Allah karşısında haşyetle yaş dökmede önemli olan insanın kalbinin saf heyecanlarını, riya ve süm’a ile kirletmeden gözyaşı ile şiirleştirmesidir. Riya ve süm’anın olmaması için de tenha yerlerin seçimi her bakımdan daha selâmetlidir. Fakat bazen olur ki insan, kalbinin heyecanlarına hâkim olamaz. Bu durumda iradeyi devreye sokup onu önlemeye çalışmalı. Bu da olmazsa, işte o zaman insan salmalı kendini. Ağlamanın aktörlüğünü yapmak çok tehlikelidir. Öldürür insanı o. Onun için İmam Gazalî Hazretleri “Ağlayan da kaybedebilir, ağlamayan da” der.

İşin aslına bakılırsa sadakat sessizliktedir. Sadakat, dar bir vitrinden içeriye doğru açılan, dünyaları alabilecek, engin bir mağaza gibidir. Gözyaşı da, o mağazanın parlak vitrini. Mağaza dolu ise vitrin o ölçüde zengin ve süslü olur; ama mağaza bomboşsa ve her şey bir vitrinden ibaretse, işte onun kıymeti de o kadardır.

Hadis-i şerifte “Kur’ân okurken ağlamaya gücünüz yetmiyorsa, ağlamaya kendinizi zorlayın”buyuruyor Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem). Bu, kendinizi yumuşatacak, sizi rikkate getirecek, ağlamaya zorlayacak, içinizi dökecek hâdiseleri takip edin, hadisteki ifadesiyle bükâ’ (ağlama) yollarını araştırın demektir.

Gözyaşları aynı zamanda bağlı olunan şeye karşı vefanın bir tezahürüdür. Nasılsa öyle görünme, nasıl görünüyorsa öyle olma demektir. “Olma” hiç yok, sadece “görünme” varsa, orada nifak vardır. Dolayısıyla bir yerde sadakatin aksi nifaktır. Onun için Tevbe Suresinde münafıkların Tebuk Seferi’nden geriye durduklarını anlattıktan sonra der ki Kur’ân; “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve sadıklarla beraber olun.”

Güç ve imkân sahiplerinin hakkı kabulü

Fethullah Gülen: Güç ve imkân sahiplerinin hakkı kabulü

Soru: Gerek Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine ve gerekse Kur’ân-ı Kerim’de geçen peygamber kıssalarına bakıldığında, toplumsal statü açısından önde görünen ve yüksek hayat standartlarına sahip insanların hakkı kabulde daha inatçı ve katı oldukları görülmektedir. Böyle bir realite karşısında hak ve hakikate tercüman olmak isteyen inanan gönüllerin dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Her dönemde olduğu gibi günümüzde de kendileri gibi düşünmeyen ve kendilerinden olmayan insanları ezmeye çalışan, onları kapı kulu gibi kullanıp, sırtlarından geçinen oligarşik bir azınlık vardır. Bu oligarşik azınlık, dünyayı kendilerine göre dizayn etmek ister; her şeyi kendi çıkarlarına, heva ve heveslerine göre değerlendirir; dolayısıyla kendilerinden başka kimseleri görmez ve onlara kapıkulu nazarıyla bakar. Şirzime-i kalîl sözüyle ifade edecebileceğimiz, bu mağrur mutlu azınlık, ülkemizde var olduğu gibi İslâm dünyasının başka ülkelerinde de vardır ve gelecekte de olacaktır.

Tek hak sahibi “hakkımı vermem!” diyendir

Ne var ki kast sistemindeki tabakalarda olduğu gibi kendilerini en üst basamakta gören bu insanların, toplumu her zaman kendi vesayet ve hâkimiyetleri altına alabileceklerini düşünmek de doğru değildir. Onlar, hususiyle gerçek mânâda dinî ve ahlâkî düşüncenin hâkim olduğu dönemlerde daralmış, büzüşmüş ve dar bir dairede kalmaya mahkûm edilmişlerdir. Fakat dar bir alana hapsoldukları, kuyruklarını kısıp inlerine çekildikleri dönemlerde bile onların, toplumu esir almaya yönelik düşüncelerini korudukları, üstüne üstlük tahrip adına yeni bir kısım proje ve planlar üretmeye devam ettikleri de bir hakikattir. Fırsatı tam ele geçirdikleri dönemlerde ise hayata ait bütün alanları işgal ettikleri; kaba kuvvete başvurup, kendilerinden olmayan herkesi ezdikleri de başka bir hakikattir.

Fakat bu duruma gelmelerini sadece onların temerrüt ve zulümlerine vermemek gerekir. Beri tarafta kitlelerin gafleti, zühulü ve onlarla mücadele edebilecek faziletli insanların birlik ve beraberlik ruhunu yakalayamamaları, hesapsız ve plansız hareket etmeleri bu neticenin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar. Diyebiliriz ki istihkak kesp etmeyen hiçbir toplum, bu zalimlerin tahakkümü altında ezilmez. Esasında maruz kaldığımız her türlü bela ve sıkıntıyı kendi hata ve kusurlarımızdan bilmek de bize Kur’ân-ı Kerim’in tavsiyesidir. Cenâb-ı Hak Yüce Beyan’ında “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah işlediklerinizin birçoğunu affeder.” (Şûrâ sûresi, 42/30) buyuruyor.

Aslında bir insan, bütün bütün aklını yitirmemişse bilerek kendisine zarar vermez. Fakat onun gafleti, ileriyi görememesi, nefis sevdasına düşmesi, makam ve paye peşinde koşması gibi bir kısım ihmal ve kusurları, “bile bile kendine zarar veriyor” dedirtecek ölçüde zarara sebebiyet verir. Eğer insan, irtikâp etmiş olduğu bunca hata ve günahına rağmen bir kısım güzelliklere mazhar oluyorsa, bütün bu güzellikleri Allah’tan bilmelidir.

Merhum Mehmet Âkif, dünyadaki tek hak sahibinin, “Hakkımı vermem!” diyen kişi olduğunu söyler. Bu açıdan oligarşik azınlığın zulüm ve haksızlıkları karşısında, sadece bağırıp çağırmak, yaygara koparmak müspet bir netice vermez. Bilâkis hakkını yedirmeme adına aklî ve mantıkî mücadele edilmeli, eğer gaflet edilip hak kaybedilmişse istirdat etme adına elden gelen her türlü gayret gösterilmelidir. Gerekirse bu uğurda Kur’ân ve Sünnet’in tavsiyeleri doğrultusunda her türlü fedakârlık yapılmalı, hukuka riayet çerçevesinde ve adalet dairesi içinde gayret ederek insanca yaşama hakları tekrar geriye alınmalıdır.

Çağın mütekebbirleri ve hakkın gür sesi

Dün olduğu gibi bugün de dünyada sermayeyi, gücü, iktidarı ve bir kısım makam ve mansıpları elinde tutan kişiler halka bakarken yere bakıyor gibi, kendilerine bakarken ise göklere bakıyor gibi bakarlar. Hatta günümüzde sayıları o kadar fazladır ki, onlara oligarşik azınlık demek bile yeterli olmayacaktır. Elbette ki Allah’ın havl ve kuvveti karşısında onların gücünün hiçbir kıymeti yoktur ve O’na sığınanlar için de esasen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Fakat bizim gaflet ve zaafımız neticesinde ortaya çıkan boşluk, gücü anlamlı hâle getirmekte, oligarşik azınlık da o gücü bize karşı kullanmaktadır. Milletin sırtından geçinen bu tür zümrelerin, hep bu hâl üzere kalacaklarını düşünmek de doğru değildir. Bir gün onların arasından da yaptıkları zulümlere pişman olanlar, “tevbeler tevbesi” diyenler, duygu ve düşüncelerini değiştirenler ve insanca yaşama yolunu tercih edenler çıkabilir. Nitekim Devr-i Risalet-penahi’de bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Her ne kadar Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlangıçta inananların çoğunluğu Bilâl-i Habeşî, Ammar İbn Yâsir ve Abdullah İbn Mes’ud (radıyallahu anhum) gibi servet ve iktidar sahiplerinin yanında çalışan fakir insanlar olsa da, daha sonraki yıllarda Mekke’nin önde gelenleri de bu nurdan halkaya dahil olmuşlardır.

Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk iman eden ve merkezi teşkil eden insanların kimliğine bakarak psiko-sosyolojik açıdan bir kısım tahlillere girebilirsiniz. Meselâ ezilen insanların, içinde bulundukları kötü hayat şartlarından kurtulmak için bir halaskâr arayışı içinde olduklarını; Nebiler Nebisi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadakati, iffeti, yüksek fetaneti ve kararlılığıyla görünce kendileri için bir merci olabileceği düşüncesiyle O’na koştuklarını söyleyebilirsiniz. Veya bu insanların, dünya ile hiçbir alâkalarının bulunmaması ve kaybedecekleri pek fazla bir şeylerinin olmamasını göz önünde bulundurarak Allah yolunda hırz-ı can etmelerinin daha kolay gerçekleştiğini de düşünebilirsiniz. Veyahutta zulüm altında inleyen bu insanlara, Allah Resûlü’nün engin şefkatiyle muamelede bulunması, bağrını açması, destek olması ve sahip çıkmasının, onların İslâm’ı daha hızlı bir şekilde kabullerinin bir sebebi olarak da görebilirsiniz. Bütün bunların haricinde fakr u zaruret içinde bulunan insanların böyle ezelî bir nura yönelişini bir sevk-i ilâhî olarak da değerlendirebilirsiniz. Ancak bu neticeyi hangi faktöre bağlarsanız bağlayın, ilk saffı teşkil eden kahramanların büyük çoğunluğunun fakir ve toplumun önde gelenleri tarafından hakir görülen insanlardan oluştuğunu görürsünüz.

Ne var ki, bir gün gelmiş her fırsatta Müslümanların karşısına çıkan ve onları ezmeye çalışan toplumun önde gelenleri de Müslüman saflarına katılmışlardı. Meselâ nübüvvetin altıncı senesinde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı söylenen nâsezâ, nâbecâ sözler karşısında Hazreti Hamza’nın (radıyallahu anh) gayret-i insaniyesi coşmuş ve müşriklere karşı başkaldırmıştı. (Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 2/151-152; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/129) Demek ki onun ruhunda bu cevher ve potansiyel vardı. Yiğitlik timsali bu zat, başlangıçta muvakkat bir tereddüt yaşamış olsa da, Müslüman olduktan sonra kendisini İslâm’a öyle bir bağlamıştır ki, Uhud’da şehit olduktan sonra ismi göklerde “Allah’ın aslanı” mânâsında “Esedullah” şeklinde yazılmıştır. (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 3/149; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/149) Bir dönem temerrütte eşi emsali olmayan Ebû Süfyan, Mekke Fethi’nden sonra Allah Resûlü’nün yanında yerini almıştır. (Bkz.: el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 5/102; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 23/458) Onun gibi müşriklerin elebaşlarından olan nice kimseler, hakka teslim olup saf değiştirmişlerdir.

Hiç kimse güzelliklerden mahrum kalmamalı

Bu itibarladır ki bugün itibarıyla kendilerini kast sistemine göre en üst basamakta görüp, başkalarını ezmek haklarıymış gibi davranan oligarşik azınlık içinden kim bilir belki de nice servi revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar çıkabilir, evrensel değerlerin ikame edilmesi konusunda size omuz verebilir. Hatta günümüzde yağmur gibi olmasa da yapraklara konmuş şebnemler gibi bunun emarelerinin görüldüğü söylenebilir. Zira dünyevî imkânları çok iyi olan, bazılarınca kast sisteminin üst basamaklarında görünen, dünya görüşleri itibarıyla kendilerini sizden uzak gören ve sizin de kendileriyle aynı mefkûreyi paylaşabileceğinize hiç ihtimal veremeyeceğiniz insanlar, güzelliklerle tanışınca insanlık ve barış yolunda yapılan faaliyetlere sahip çıkmaktadırlar. Bakıyorsunuz ki bunlardan bazıları bir yerde okul açmak istiyor, bir başkası farklı bir yerde bir üniversite yapmak istiyor, bir diğeri de açılacak bir eğitim yuvasının arsasını vermek istiyor. Bu türden hizmetleriyle aynı zamanda başkalarına da örnek olduklarından, onları görenler, “Bir okul da ben açayım; bir üniversite de ben yaptırayım.” demektedirler. Dolayısıyla bize düşen vazife, aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin toplumun bütün fertleriyle ilgilenmektir. “Islah işi, sadece fakir fukara ile veya orta sınıf insanlarla götürülür.” düşüncesi doğru değildir. Belki bu insanlar yapılan olumlu işlere başlangıcından itibaren daha çok hüsnükabul göstermiş ve gönül kapılarını da ardına kadar açmış olabilirler. Siz de işin başlangıcında daha çok onlarla oturup kalkmış olabilirsiniz. Fakat günümüzde insanlık adına yapılması gereken işlerin çokluğundan dolayı himmetler âli tutulup, her yere ve herkese ulaşmaya çalışılmalıdır. Dünyevî imkânlara sahip olan ve başkalarına yukarıdan bakan insanları da işin içine dahil etme adına gayret gösterilmelidir. Ancak bu gayret ortaya konurken, inandığınız değerleri kabul etmeleri adına kimisi için bir gün, kimisi için bir hafta yeterli olsa da, kimisinin de ayağına bir ay, belki bir yıl gelip gitmeniz gerekebileceğini de unutulmamalısınız.

Kim bilir Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kaç defa Ebû Cehil’in kapısının tokmağına dokunmuş ve ona mesajını sunmuştu. Hiç kızmadan ve gönül koymadan her fırsatı değerlendirmiş ve iman hakikatlerini ona duyurmaya çalışmıştı. Çünkü Ebû Cehil, Benî Mahzûm kabilesinin önde gelenlerinden birisiydi. (Bkz.: İbn İshak, es-Sîre 4/191; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/255-256) O, İslâmiyet’e girdiği takdirde, arkasından bütün kabilesinin de girme ihtimali vardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o gün itibarıyla sadece Ebû Cehil değil, Mekke’nin önde gelen bütün reislerinin kapılarının eşiklerini aşındırmış, gelmiş gitmiş, bıkmadan, usanmadan, gönül koymadan mesajını onlara sunmuştu. Belki iman etmek Ebû Cehil’e nasip olmamıştı. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), o re’fet ve şefkati karşısında bir gün gelmiş Ebû Cehil’in oğlu İkrime iman etmişti. (Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 41/55-56) Hatta gün gelmiş Mekke’nin ileri gelenleri arasında O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olmayan bir kişi bile kalmamıştı. Belki biraz da kitle psikolojisinin etkisiyle bütün Arap Yarımadası’nda fevç fevç İslâmiyet’e dehaletler olmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/248-249; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh 2/157-161)

Bu açıdan toplumun bütün kesimlerine ulaşabilme adına her vesile değerlendirilmeli, çok alternatifli yürünmelidir. Evet, bıkmadan, usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan ve gönül koymadan herkesin kapısının tokmağına dokunulmalıdır. Belki bazıları, size hakaret edecek, “gerici”, “yobaz” diyecek veya daha değişik ad ve unvanlar takacaktır. Fakat bu, öyle bir meseledir ki, yapıldığında sizin için mutlak kazandırma, yapılmadığında da onlar için mutlak kaybetme meselesidir. Eğer sizin mesajınız, mutlak kazandırmanın sihirli ve sırlı bir anahtarıysa -ki Cenâb-ı Hak, kendi yolunda samimî koşturan herkese böyle bir sırlı ve sihirli anahtar vermiştir- bu anahtarı onların eline tutuşturmak için elli defa el-etek öpseniz değer. Evet, Kur’ân hadimleri, insanların ebedî mutluluk yoluna girebilmeleri için hiçbir cevr u cefaya, hiçbir kem söze ve hiçbir engellemeye asla takılıp kalmamalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Güç zehirlenmesi ya da tiranlaşma

Fethullah Gülen: Güç zehirlenmesi ya da tiranlaşma

Soru: Belirli bir alandan sorumlu olan veya herhangi bir yerin idaresini üstlenen insanlar bir süre sonra kendilerini oranın maliki gibi görmeye başlayabiliyorlar. Bu konudaki mü’mince mülâhaza ve davranış nasıl olmalıdır?

Cevap: İnsanların sevk ve idaresiyle vazifeli olan bir insanın, yaptığı işin sorumluluğunu üzerinde taşımasıyla, sorumlu olduğu yeri kendi mülkü gibi görmesi arasında çok fark vardır. Fakat ne yazık ki bu durum çoklarının zühulüne, gafletine kurban giden bir hâldir. Haddizatında insanları sevk ve idare sorumluluğunda olan kişiler, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile O’nun Râşid Halifeleri’nin (rıdvanullâhi aleyhim) yolunu takip etmedikleri takdirde, kendilerini bulundukları makamlarda bir emanetçi gibi görmeyip de aksine bulundukları yerin maliki gibi görmeye başladıklarında despotluk ve tiranlığa giden yolun taşları döşenmeye başlamış demektir.

Olumsuzlukları öncelikle kendinden bilen insanlar

Böyle bir felâketten korunmanın en önemli esaslarından birisi, idareci konumunda bulunan insanların sürekli kendilerini muhasebeye çekmeleri ve sorumlu oldukları dairede meydana gelen bütün olumsuzlukları da öncelikle kendileriyle alâkadar görmeleridir. Esasen böyle bir idare anlayış ve felsefesi bizim dinî duygu ve düşüncemize dayanır. Bu konuda Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) tavrı bizim için ne güzel örnektir! O, halifelik yaptığı on senelik zaman diliminde Osmanlı ve Selçuklu dönemlerindekine denk fütuhat gerçekleştirmiş büyük bir devlet adamı olmasına rağmen, kıtlık baş gösterdiğinde bir harabede başını secdeye koyup “Allah’ım benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i helâk etme!” sözleriyle sızlanmıştır. Dolayısıyla önde bulunan insanlar, yaşanan olumsuzluklardan, kırılma ve çatlamalardan öncelikle kendilerini mesul tutmalı, dua dua Allah’a yalvarmalı ve problemlerin çözümü adına ellerinden geleni yapmalıdırlar.

Ruhlarındaki ilhamı muhtaç sinelere boşaltmak maksadıyla insanlık yolunda koşturan ve bu uğurda bazı sorumluluklar alan adanmış ruhlar, kimi zaman hiç beklemedikleri arıza ve problemlerle karşılaşabilirler. Meselâ Cenâb-ı Hak, kendilerine halkın takdir edip alkışlayacağı bazı başarılar lütfeder. Bu durum karakter zaafı olan bazı kimselerde adanmış ruhlarla aynı kare içinde görünme arzusunu tetikler. Neticede menfaat düşüncesi ve çıkar mülâhazasıyla işin içine girenler beklediklerini bulamayınca iftira, tezvir dahil her türlü kötülüğe başvurabilirler. Elbette Allah (celle celâluhu) böyle bir kötülüğün hesabını bu kötülüğü yapanlara sorar. Fakat bu sıkıntı ve problemin yaşandığı yerden sorumlu olan insan, “Acaba ben nasıl bir hata işledim ki burada böyle bir musibete maruz kaldık?” demeli ve en başta kendisini hesaba çekmelidir.

Başarıları kendinden bilmeyen insanlar

İdareci konumunda bulunan insanlar, böyle bir muhasebe ve murakabe duygusuna sahip olmazlarsa, zamanla onlar tamamen kendi yanlış kararlarından kaynaklanan problemlerde bile hiçbir hata ve yanlışı kabul etmek istemez, suçluyu hep dışarıda arar durur, etraflarına atf-ı cürümlerde bulunurlar. Hata ve kusurlar dile getirildiğinde ise bu durumu kendilerine bir tehdit gibi algılar, farklı sesleri kısmak ve susturmak isterler. Hâsılı onlar, kendi çaplarında tiranlığa başlarlar. Evet, toplumun ortak gayretlerinin neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği başarıları kendinden bilme gafletine düşen idareciler, her şeyin kendilerinde başlayıp kendilerinde biteceğini zannedecek; kendilerinin mebde ve münteha oldukları vehmine kapılacaklardır ki, esasında bu durum, zımnî dahi olsa bir çeşit ulûhiyet iddiasında bulunma demektir. Böyle bir iddiaya kalkışan kimsenin feci âkıbeti ise bir hadis-i kudsîde şu şekilde ifade edilir: “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26) Kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır.

Ortak akıl ve meşveret insanları

Hâlbuki hiçbir şey bizimle başlamadığı gibi, hiçbir şey bizimle sona ermez de. Aksine kendimize bağlı götürdüğümüz işler, âkıbetleri itibarıyla akamete uğrar; bencillikten ve benlik iddialarından uzak durulduğu takdirde ise yapılan işler kopukluğa ve kırılmaya maruz kalmazlar. İnsan, kendisine ve istihdam edildiği hizmetlere hep böyle bakmalı, meseleleri şahsına bağlı götürme yerine ortak akla değer atfetmeli, müşterek aklı kullanmalı ve asla istişare mekanizmasına karşı müstağni tavır takınmamalıdır. İşin altından kalkamadığını, sorumluluğunu lâyıkıyla yerine getiremediğini gördüğünde de iki adım geriye çekilmesini bilmeli, çok rahatlıkla, “Ben, bulunduğum konum itibarıyla insanlarda vifak ve ittifak duygusunu geliştirmeye ve onların kalblerini telif etmeye çalışarak tevfik-i ilâhîye çağrıda bulunuyorum. Eğer konumumun hakkını veremiyor, gerekli temsili ortaya koyamıyor, hâlim ve görüntüm itibarıyla inandırıcı olamıyorsam, beni bu vazifeden azledip daha küçük bir yere verebilirsiniz.” demelidir. Kendilerini hakka, hakikate, millete adamış oldukları iddiasında bulunan insanların duygu ve düşünceleri bu istikamette olmalıdır.

Dünyevî ve uhrevî hiçbir beklentiye girmeyen insanlar

Onlar yapmış oldukları vazife itibarıyla dünyevî ve uhrevî hiçbir beklentiye girmemelidirler. Ne yüksek makamlara gelme, ne değişik payeler ihraz etme, ne de parmakla gösterilen bir insan olma gibi düşünceler onların gönlünde yer etmemelidir. Çünkü nefse ve dünyaya bakan yönü itibarıyla gözün hep yukarılarda olması, kendini beğenmenin, gururun ve kibrin ifadesidir. Kibirli insanların ise bu konuda dengeli hareket edebilmeleri, konumlarının hakkını verebilmeleri ve mesuliyetlerinin farkında olabilmeleri çok zordur. Zira onlar, kendilerini arzın altındaki öküz gibi görürler. Kendileri vazifeden el çektiğinde fay kırılması yaşanacağını ve zelzele olacağını düşünürler. Bu ise büyük bir gaflet ve sapıklıktır.

Tâbiiyeti, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete tercih eden insanlar

Hazreti Pîr’in “İhlâs” ve “Uhuvvet” risalelerinde verdiği ölçülerin birçoğu bu istikamette serdedilmiş altın ölçülerdir. Onlara riayet edilmesi, bu tür kaymaların önüne geçme adına çok önemlidir. Mesela o, bir yerde, tâbiiyetin, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete tercih edilmesi gerektiğini ifade eder. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.192 (Yirminci Lem’a, Birinci Nokta)) Yani insan liyakatli birine tâbi olmayı, sorumluluk, tehlike ve risk içeren başkalarının kendisine tâbi olmasına tercih etmelidir. Diyelim ki bir yerde cemaatle namaz kılınacak. İnsan, orada hemen imamlığa talip olmamalı, iki adım geriye çekilmeli ve kendisiyle birlikte secde eden bir başkasına cemaat olmasını bilmelidir. Hatta birileri tarafından lâyık görülüp kendisine teklif edilmesi hâricinde müezzinliğe bile talip olmamalı, bunu bir başkasına havale etmelidir. Namaz kıldırma, bir yerde konuşma yapma gibi toplum hayatında insanı görünür kılan hususlarda böyle bir hassasiyet gösterilirse şayet, zamanla bu ahlâk insanların gönlüne yerleşir, onların tabiatına mal olur. Kendini geri çekmeyi tabiatının bir derinliği hâline getirebilen insanlar da idarî bir vazife aldığında hemen tiranlık derdine düşmez, despotça tavırlara girmezler.

Teveccüh ve alkıştan kaçan mütevazı insanlar

Fatih, Yavuz ve Kanunî (aleyhimürrahmetü velğufran) gibi Osmanlı sultanları, bu konuda ciddî bir terbiye ve rehabilitasyondan geçtikleri için dünya hükümdarı oldukları dönemde bile tiranlığa girmemiş, tevazu ve mahviyetten ayrılmamışlardır. Onlar hakkında bir kısım nâseza, nâbeca sözler söylenmesi, ta’n u teşnide bulunulması ise cehaletten kaynaklanan ezbere konuşmalardır. Düşmanlığa kilitli olanlara karşı ömrünü cepheden cepheye koşarak tüketen Kanunî Cennetmekân, halkın karşısında hep yüzü yerde olmuş, teb’asına ve mü’minlere karşı tevazudan hiç ayrılmamıştır. Onun, büyük zaferlerden döndükten sonra yatağını koridora serdirerek nefsiyle hesaplaştığı rivâyet edilmektedir. Aynı şekilde Yavuz Cennetmekân, Mercidabık ve Ridaniye seferlerinden dönüp Üsküdar’a geldiğinde, halkın teveccüh ve alkışlarından kaçmak için gece yarısına kadar Üsküdar’da kalmış; halk uykuya dalınca da gece yarısı sessizce Topkapı Sarayı’na girmiştir.

Mânevî beslenme ihmal edilmemeli

İşte dine, insanlığa hizmete kendini vermiş insanların daha baştan böyle bir temrinden geçmeleri çok önemlidir. İnsan, dar bir daireden sorumlu olduğunda küçük bir tiran kesilmemelidir ki, sorumluluk alanı büyüdüğü zaman da kendisini cihan hükümdarı zannedip, realize edilmesi mümkün olmayan projelerin arkasına düşen, bütün bunları gerçekleştiremeyince de insanları ezen, söz dinlemeyen kocaman bir hayalperest tiran olmasın. Bilâkis o, elde edilen olumlu neticelerin Allah’ın izni ve inayetiyle gerçekleştiğine inanmalı, kendisinin sadece küçük bir “sebep”ten ibaret olduğunu unutmamalı ve hangi konumda bulunursa bulunsun haddini bilmelidir.

Bunun için de, idarî konum açısından en aşağıdan en yukarıya, hiç kimse mânen beslenme konusunda boş bırakılmamalıdır. İnsanlar, İslâmî, insanî ve evrensel ahlâkî disiplinler çerçevesinde sürekli rehabilite edilmeli ve bir “insan” olarak yetişmelerine yardımcı olunmalıdır. Eğer insanlar mânen beslenmez de başıboş bırakılırlarsa, boşluğa düşer, kopup giderler. Bir kere de koparlarsa hep “ben, ben” der gezer dururlar. Kendilerini mahvedecek bir kopukluk içinde yaşarlar, hakikî dost ve yakınlarını kaybederler de benliklerinin dar mahpesinde hayatlarını tüketir dururlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Güçlü irade isteyen dört büyük amel

Fethullah Gülen: Güçlü irade isteyen dört büyük amel

Soru: Münebbihât’ta Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen bir sözde şöyle buyrulmaktadır:

إِنَّ أَصْعَبَ الْأَعْمَالِ أَرْبَعُ خِصَالٍ: اَلْعَفْوُ عِنْدَ الْغَضَبِ، وَالْجُودُ فِي الْعُسْرَةِ، وَالْعِفَّةُ فِي الْخَلْوَةِ، وَقَوْلُ الْحَقِّ لِمَنْ يَخَافُهُ أَوْ يَرْجُوهُ

“Amellerin en zoru şu dört haslettir: Öfke anında affetmek, darlık zamanında cömertlik sergilemek, günahla baş başa yalnız bulunduğu vakit iffetli olmak, kendisinden korktuğu veya menfaat beklediği kimseye karşı hakkı söylemek.” Bu sözde nazara verilen amellerin ve o ameller karşısında elde edilecek mükâfatın izahını lütfeder misiniz?

Cevap: Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen beyanlara, onun Nehcü’l-Belâga’da yer alan sözlerine, üslûbuna ve kullandığı dile baktığımızda, “cahiliyeden yeni çıkıldığı, değişik ilim sahalarına ait mazmun ve mefhumların henüz yeterince inkişaf etmediği, dil ve belâgatla ilgili çalışmaların tam mânâsıyla ortaya çıkmadığı bir dönemde, belli bir literatüre bağlı olarak ifade edilebilecek böyle engin sözlerin söylenmesi pek mümkün görünmüyor. Muhtemelen ilimlerin inkişaf ettiği, farklı ilim sahalarına ait literatürün oluştuğu üçüncü ve dördüncü asırda bazı insanlar, söyledikleri bu sözleri ona nispet ettiler.” diyesi geliyor insanın. Fakat ikinci ihtimal olarak da Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) mâneviyata açık, ilhamları coşkun, vilâyet silsilesinin pederi konumundaki hususiyetleri göz önünde bulundurulduğunda, bu türden beyanlar birer ilham eseri olarak onun tarafından söylenmiş olabilir. İsimsiz müsemmanın, isimli müsemma hâline geldiği ve terminolojinin oturduğu dönemde bazı kişiler, söyledikleri güzel sözleri ona nispet etmiş olabileceği gibi, ondan gelen bazı sözleri kendi dönemlerinin mazmun ve mefhumlarıyla zenginleştirerek ifade etmiş olmaları da muhtemeldir. Kestirip atmak mümkün olmadığından, “اَللهُ أَعْلَمُİşin doğrusunu Allah bilir.” deyip soruda nazara verilen dört amel konusuna geçelim.

Hazreti Ali (radıyallahu anh) bu beyanında, başta, إِنَّ أَصْعَبَ الْأَعْمَالِ أَرْبَعُ خِصَالٍsözüyle, amellerin en zorunun dört tane olduğunu ifade ediyor. Esasen bir yönüyle her amelin kendine göre bir zorluğu vardır. Günde beş defa abdest almak, namaz kılmak, hususiyle uzun ve sıcak günlerde sabahtan akşama kadar oruç tutmak, alın teriyle kazanılan malı infak etmek, hac ibadetini yerine getirmek, anne-babaya “Öf!” bile demeyecek ve yüz ekşitmeyecek şekilde onların hukukuna riayet etmek gibi ibadet ve mükellefiyetlere bakıldığında, bunların her birinin kendine göre bir kısım zorluk ve meşakkatleri olduğu görülecektir. Öyle zannediyorum ki hiç kimse sayılan bu amel ve ibadetler hakkında “Onları yapmak kolaydır.” demeyecektir. Hazreti Ali de yukarıdaki beyanıyla, ameller içinde zorlardan en zor olarak gördüğü şu dört meseleye dikkat çekmektedir:

1. Öfke anında affetmek

Bu hasletlerin ilki, اَلْعَفْوُ عِنْدَ الْغَضَبِsözüyle ifade edilen, öfke anında affedici olabilmek. Esasında insanın, gayz ve öfkesinin magmalar gibi köpürdüğü bir anda, öfkesini yutabilmesi ve affedici olabilmesi Kur’ân-ı Kerim’in de üzerinde durduğu ve yapılmasını teşvik ettiği amellerden biridir. Mesela Allah (celle celâluhu), اَلَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ“O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği hâde) öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134) kavl-i kerimiyle, öfkeyi yutarak affedici olabilmenin takva sahiplerinin özelliklerinden birisi olduğunu beyan buyurmuş; öfkenin yutulmasının, dikenli bir kaktüsün yutulması kadar zor bir iş olduğunu nazara vermiştir. Elbette böyle zor bir ameli başaran insanın sevabı da ona göre kat be kat fazla olacaktır.

Başkaları tarafından rahatsız edilmeyen, keyfi yerinde olan, takdir görüp sevilen bir insanın affedici olması kolaydır. Asıl mârifet, birileri tarafından rahatsız edildiği, eza ve cefa gördüğü, bundan dolayı da öfkelendiği bir anda insanın iradesinin hakkını vererek mukabelede bulunmaması ve affedici olabilmesidir. Esasında insan, biri ona boynuzuyla dokunduğunda hemen ona karşı başka bir boynuz darbesiyle karşılık verecek bir mahlûk değildir. Allah (celle celâluhu), kemâle giden yolda insanın donanımında hiçbir eksiklik ve boşluk bırakmamış, onu mükemmel bir varlık olarak halketmiştir. İnsana öyle bir irade vermiştir ki, onun hakkını verdiğinde, en ağır amellerin altından kalkabilir, gayz ve öfkesini ayaklarının altına alarak onların üzerinde raks edebilir.

Bildiğiniz gibi “afv”, “bir şeyi silmek” demektir. Yani başkalarının sizi rahatsız eden ve öfkelendiren bir kısım tavır ve davranışlarını görmeyip, âdeta onların üzerine bir daksil çekmeniz; bu tür olumsuzlukların zihninizde yer etmesine ve nöronlarınızda iz bırakmasına dahi müsaade etmemeniz; sizi çatlatacak kadar üzerinize gelseler bile, bütün bunları bir daha hatırlamamak üzere korteksinizden silmenizdir afv. İşte bu şekilde davranmanız, yapılması hakikaten çok zor bir ameldir. Fakat bir insan, fenalıkları unutmaya müheyya (hazır) bir tabiata sahip olduğunda, bunun geriye dönüşü çok farklı olacaktır. İhtimal onun bu affedici tavrı karşılığında, bir kısım hata ve günahları neticesinde maruz kalacağı gazab-ı ilâhî başına gelmeyecek, affetmesi karşılığında ilâhî affa mazhar olacaktır.

2. Darlık zamanında cömertlik sergilemek

Hazreti Ali (radıyallahu anh), وَالْجُودُ فِي الْعُسْرَةِifadesiyle ikinci olarak sıkıntı ve imkânsızlık içinde kıvranırken civanmertçe davranmanın zorluğunu ve önemini vurgulamıştır. Vereceği mallar, stok ve hazinelerinden ciddî bir şey eksiltmeyen insanın cömertliği kolaydır. Bin lirası olan bir insan, bir lirasını verse neyi eksilir ki! Asıl mühim olan, yokluk zamanında insanın infakta bulunabilmesidir. İnsanın öfkeliyken affedebilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın “Afuv” ismine bir davetiye olduğu gibi, sıkıntı ve darlık anında yapılan cömertlik de yine Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” ismine bir davetiyedir.

Bir yönüyle Hazreti Ali, îsâr duygusuna dikkat çekmiştir. Zira îsâr -bir çeşidi itibarıyla- kendisi aç ve susuz olan bir insanın yiyeceğini bir başkasına vermesidir. Ki Yüce Allah, وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّاۤ أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşir sûresi, 59/9)

Yermûk Savaşı’nda, dudakları kurumuş ve ölmek üzere olan bir sahabînin kendisine getirilen suyu tam dudaklarına götürdüğü esnada su isteyen bir başka sahabînin sesini işitmesi üzerine eliyle ona götürülmesini işaret etmesi, onun da aynı şekilde işittiği başka bir inilti karşısında suyu bir başkasına göndermesi ve bu şekilde su dolu mataranın üç kişi dolaşması ve hepsinin şehit olması neticesinde bir yudum suyun onlardan hiçbirine nasip olmaması îsâr hasletinin, başkalarını kendine tercih etmenin, yaşatma duygusuyla yaşamanın, gerçek insanî değerlere bağlı kalmanın en çarpıcı ve güzel misallerinden biridir. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)

3. Günahla baş başa kaldığında iffetli olmak

Hazreti Ali (radıyallahu anh) وَالْعِفَّةُ فِى الْخَلْوَةِifadesiyle günahla baş başa kalan bir insanın iffetli olmasını da gerçekleştirilmesi zorlardan zor üçüncü amel olarak zikretmiştir.

Bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelenecek yedi zümreden bahsetmiş ve bunlardan birisinin de, makam ve cemâl sahibi bir kadının günaha çağırması karşısında, إِنِّي أَخَافُ اللهَ“Ben Allah’tan korkarım!” diyerek, bu çağrıyı reddeden kimse olduğunu haber vermiştir. (Buharî, zekât 16; Müslim, zekât 91)

Halkın içinde iffetli görünmek bir mânâda kolaydır. Çünkü birçok insanın gözünün sizin üzerinizde ve sizin gözünüzün de onların üzerinde olduğu bir atmosferde insanın günah işlemesi çok zordur. Fakat kendisini günah girdabında bulan ve bir kısım fettanlarca baştan çıkarılmaya çalışılan bir insanın, orada iradesinin hakkını vererek bir iffet âbidesi kesilmesi ve Hazreti Yusuf gibi, مَعَاذَ اللهِ“(Böyle bir günah işlemekten) Allah’a sığınırım.” (Yûsuf sûresi, 12/23) diye haykırabilmesi; haykırıp baş döndürecek, bakış bulandıracak o günaha karşı net tavır belirleyebilmesi çok zordur. Bir insanın, negatif şeyler içine itildiği bu tür pozisyonlarda hiç sarsılmadan bir dağ cesamet ve rasanetiyle yerinde dimdik durabilmesi hakikaten çelikten bir irade ister. Hiç şüphesiz böyle bir zorluğun üstesinden gelen bir insanın elde edeceği mükâfat da o nispette büyük olacaktır.

Hazreti Ömer Efendimiz’in hilâfeti döneminde, fettan bir kadın, görkemli ve yakışıklı bir delikanlıya gözlerini diker ve sürekli ona tuzak kurar. Bir gün bir yolunu bularak onun kapıdan içeri bir adım attırmaya muvaffak olur. Muvaffak olur ama, o esnada delikanlının dilinde şu âyet-i kerime dönüp durmaktadır: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَۤائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ“Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A’râf sûresi, 7/201) Bunun üzerine gencin o an kalbi durur ve oracıkta vefat eder. Sahabîler, Emiru’l-mü’minîn Hazreti Ömer’e bu durumu haber vermekten çekinirler de bir başkasının evinin önünde vefat eden bu gencin cenazesini alır, defnederler. Fakat namazda hep ilk safı tutan bu gencin, arkasında yer almadığını fark eden Hazreti Ömer, onun nerede olduğunu sorar. Sahabîler de hadiseyi kendisine haber verirler. Vakayı dinleyen Hazreti Ömer, hemen gencin mezarının başına koşar ve orada ona hitaben وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ“Rabbinin huzuruna gideceğinden korkan kimseye iki Cennet vardır.” (Rahmân sûresi, 55/46) âyetini okur. Bunun üzerine mezardan, “Ey emire’l-mü’minîn! Cennette, ben onun iki katına mazhar oldum.” sesi yankılanır. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/280)

Bu hâdise de göstermektedir ki, bir insanın haramla baş başa kaldığında iffetini muhafaza edebilmesi pek çetin, gayet kıymetli ve çok önemlidir. Fakat maalesef, geçmiş birkaç asır pek çok değerimizi alıp götürdüğü gibi, iffet düşüncemizi de yerle bir etti; biz de sefil bir hâle düştük. Kimileri, özgürlük adı altında ahlâksızlığın bütün imkânlarını önümüze sermek suretiyle atmosferimizi ahlâksızlığa açık hâle getirdi. Öyle inanıyoruz ki Allah, her şeye rağmen günümüzde hayâ ve iffetini koruyanlara eltâf-ı sübhaniyesiyle muamelede bulunur, onları iki Cennet’le şereflendirir, rıza, rıdvan ve ru’yetiyle taçlandırır.

4. Zor zamanda hakkı söylemek

Hazreti Ali (radıyallâhu anh), zorlardan zor gördüğü son ameli de, وَقَوْلُ الْحَقِّ لِمَنْ يَخَافُهُ أَوْ يَرْجُوهُsözüyle açıklamıştır. Bunun anlamı da bir kişinin korktuğu veya menfaat umduğu kimseye karşı hakkı söylemesidir. İnsan, korktuğu veya kendisine bir kısım nimetlerin vaat edildiği durumlarda dik duruş sergileyemez, hakkı söyleyemez; angajmanlığa girerse, güç ve iktidar sahipleri, bir süre sonra onun boynuna pranga takar, ayaklarına zincir vurur, onu azat kabul etmez bir köle hâline getirir, sonra da ona istedikleri her şeyi yaptırırlar. Günümüzde değişik mahfillerde çokça görüldüğü üzere korku, insanı hak yolunda koştururken gemleyen, iradesini felç eden, elini kolunu bağlayan hatta kolunu kanadını kıran bir faktördür.

Aynı şekilde elde edilmesi ümit edilen menfaatler de insanı zâlim idareciler karşısında dilsiz şeytan konumuna düşürür; bile bile gerçekleri çarpıtmasına, yanlış konuşup yanlış işler yapmasına yol açar. Bugün çok acı misallerine şahit olduğumuz gibi, niceleri önlerine serilen bir kısım imkânlar veya girdikleri bir kısım beklenti ve ümniyeler veyahut da içine düştükleri korku ve endişe yüzünden, dün dediklerinin bugün tam zıddını söylüyor; tıpkı bukalemunların yaptığı gibi şartların değişmesiyle renkten renge giriyor, hem dünya, hem de ahiret hayatlarını mahvedecek şekilde üst üste cinayetler işliyorlar. Onlar, değişik angajmanlıklar karşısında âdeta bir esir hayatı yaşıyor, bir türlü özgürce hareket edemiyor, hür olamıyorlar. İşte korku ve menfaatin hükümferma olduğu bir zaman diliminde hakkı söylemeye devam etmek, gerçek bir kahramanlıktır. Elbetteki bu kahramanlığın, ötede mükafatı da ona göre olacaktır.

Hâsılı, amellerin sevap ve mükâfatı, onların gerçekleştirildiği zaman ve zemine göre farklılık arz eder. Meşakkatli ve zor olan bir amelin sevapta katlanmaya vesile olması, ancak niyetteki hülûsun korunmasına ve sarih-zımnî değişik şikayetlere girilmemesine bağlıdır. Başka bir ifadeyle insan, o meşakkatli ameli yaparken meşakkat ölçüsünde sevap elde edebilmek için, zorluklardan şikayet etmemesi, her şeye rağmen dişini sıkıp sabretmesi, kadere taş atmaması, o ameli isteyerek ve gönlünden gelerek yapması gerekir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gül toprakta biter

Fethullah Gülen: Gül toprakta biter

Farklı konum ve farklı statülere istihdam edilen kişiler, zamanla kendilerinin de farklı ve üstün olduğu gibi bir anlayışa kapılabiliyorlar. Böyle bir durum karşısında göz önünde bulundurulması gereken esaslar nelerdir?

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.