Hikmet
Aklın yolunu aydınlatıp ona yeni ufuklar açan bir ilâhî meş'ale vardır ki, onun aydınlığında bir senede kat'edilecek yollar bir saatte alınabilir: O da, fikirdir.
Fikrin işi, doğruyu araştırmaktır. Malzemesi ilâhî mevhibeler olan onun laboratuvarında, çok doğrular, doğruluk hesabına tekrar-ber-tekrar değiştirilir ki, fikrin asaleti de, işte buradadır.
Fikir, düşünmek demektir. Düşünmek, muhakeme etmeden akla gelen şeylere inanmak ve başkalarının ârızalarını bulup, onlara itirazlarla ömrünü çürütmekten daha ziyade, hakikata ulaştıran faziletli bir gayrettir ki, gücünü mantık, hikmet ve ilâhî vâridâttan alır...
Fikir, bir mânâda aklın inceliği ve nûrânîleşmesidir. Fikirsizlik, akılsızlık demek değildir. Aklın, her şeyi aydınlıkta yakalayıp değerlendirmesine mukabil, fikir, mütalâa edeceği şeyleri daha çok karanlıkta mütalâa etmeyi sever. Evet, fikir ile ruh, karanlıkta daha çok iş görürler...
Hikmet veya İslâmî felsefe, hep bu mânâdaki düşünce yamaçlarında boy atıp gelişmiştir. Sağlam düşüncenin hâkim olduğu her yer ve her devirde sağlam hikmet, sakat ve eksik düşüncenin hükümfermâ olduğu yerlerde ârızalı ve yanıltan felsefe zuhur etmiştir.
Eksiği ve gediği ile felsefeye hikmet diyeceksek, feylesof da, hikmet seven mânâsına hakîm demektir.
İnsan düşüncesini bulanıklıktan, gönlünü de vahşetten kurtararak, onun ruhunu tasfiye edip, vicdanının eline, uğrayacağı yerleri aydınlatacak bir meş'ale tutuşturan ve bu aydınlıkta varlığın çehresindeki yazıları okutturan en önemli ışık kaynaklarından biri de, hikmet veya İslâmî felsefedir.
İlimler, akıl dairesi içinde döner-dururlar; hikmet, ruhiyât atmosferinde çimlenir-gelişir. Mâneviyât, akıl ve ruh dairesinin çok ötesinde, ruhâniyât ikliminde doğar ve büyür.
Hikmetin gâyesi, Allah'a ve ruha giden yolları aydınlatmaktır. Bu aydınlatma, zaman zaman eserden eser sahibine, zaman zaman da eser sahibinden esere ulaştırma şeklinde olur. Her iki yol da, hikmet meş'alesini elinde taşıyanın niyet ve nazarının sağlamlığı ölçüsünde insanı hayra ve mutlak güzelliklere ulaştırabilir.
Âlim, bilen değil, bildiği şeyi vicdanında duyandır. Câhile karşı âlim ne ise, âlime karşı da hakîm ve feylesof odur.
Âlim, şehadet âlemi ve sırf mülk cihetiyle varlıklarla münâsebete geçer; hakîm ise, sürekli olarak gayb âlemi ve öteleri kurcalar durur...
Âlim, görüp şâhit olduğu, fakat vicdanında ledünnî bir zevk hâlinde duymadığı güzel şeyleri fena sayabilir. Hakîm, her şeye perde arkası durumu itibarıyla yaklaştığı için, bütün fikrî faaliyetlerini âdeta bir ibadet neşvesi içinde sürdürür.
Sevilmeyen her şey, mutlaka çirkin ve fena demek değildir. Çocuklar, okuma ve düşünmeyi, iğne ve ilacı sevmezler.. ama, ateş ve yılanla oynamaya bayılırlar... İlim aklıyla hikmet aklı da, aynı ölçüler içinde mütalâa edilebilir.
Bizdeki yeni felsefeciler, felsefe ile en az münasebeti olanlardır. Pek çoğunun yaptığı, yarım yamalak bir tercüme.. onu olsun mükemmel bir şekilde yapabilselerdi..!
Hikmet, akıl ile değil, ruhun tasdik ve şehadetiyle takdir edilebilir. Evet, hikmeti yine hikmet anlar; akıl, onun ya düşmanı veya samimî olmayan dostudur.
Aklın çok defa hikmeti beğenmemesi, onu idrak edememesindendir. Hikmetin meseleleri o denli ince ve akıl üstüdür ki, ilhamla kanatlanmayan aklın ona ulaşması çok zor, hatta imkânsızdır.
Akıl, gözün ak tabakası ise, hikmet onun siyah tabakasıdır ki, akıl nurundan sonraki zulmetten doğar...
Akıl, eşyayı el yordamıyla, hikmet ise gözle yakalamanın; akıl, varlığa gözlüklerle bakmanın; hikmet, onu dürbün veya teleskopla seyretmenin adıdır.
Akıl, maddenin sınırlarını aşamaz.. madde ötesini hikmet ve hakikî felsefe görüp sezebilir. Ne acıdır ki, insanlar, hikmetin o gürül gürül ve aldatmaz sesini dinleyeceklerine, gider, davul-zurna dinlerler...
Hayatın karanlık ve dolambaçlı yollarını aydınlatan iki meş'ale vardır: Biri sâlim akıl, öbürü de hikmet...
İlimler, aklın ziyası; hikmet ise, ruh semasında çakıp-duran şimşeklerdir.
Maddeci felsefe ile hikmeti birbirine karıştırmak, ikisini de bilememenin ifadesidir. Ne gariptir ki, şimdi her yanda duyulan da, bu tür câhillerin gevezeliği..!
Mâyesi hikmetle yoğrulmuş hakîm, hücresinin daracık duvarları içinde kâinatları seyreder ve öyle ulaşılmaz noktalara ulaşır ki, dünyaları gezen seyyahlar, onların yüzde birini bile göremezler...
Feylesofa kâinatşinas diyorlar; hakikatşinas ve "ârif-i billah" olmayan, hakikî feylesof olamaz.
Her söz, ferdin irfan ve kültür derecesine göre ruhundan fışkırır, ortaya çıkar ki, bunu da ancak, ufku o seviyede olanlar anlar. İnce sözleri, ince hakikatleri anlamamak veya âdî görmek, ruhun bilgisizlik ve kabalığından değil, onun irfansızlığındandır.
Milletler, sık sık hikmetsiz kuvvetin paletleri altında kalıp ezilmişlerdir. Aslında, hikmetsiz kuvvet, kuvvetsiz hikmeti ezerken, gerçekten ezilip ağlayan biri vardır: O da, hakikat...
Cevâhir kadrini sarraflar, ilim adamını âlimler, insanı da insanlığa yükselmiş olan kâmiller anlar. Cevher, bakırcılar çarşısında garip; âlim, câhiller arasında; insan, hayvânî ruhlar içinde; hakîm de, muhakeme ve vicdanın kulak ardı edildiği bir dünyada...
Sızıntı, Kasım-Aralık 1989, Ocak-Şubat 1990, Cilt 11-12, Sayı 130-133
- tarihinde hazırlandı.