Her kavme peygamber gönderilmiştir
Soru: Kur’ân, her kavme o kavmin dilini konuşan bir peygamber gönderildiğini bildiriyor. Buna göre Türk kavminin peygamberi kimdir?
Cenab-ı Hakk’ın (celle celâluhu) peygamber gönderip hak mevzuunda irşat etmediği toplumlar dalâlet içinde bocalayacaklardır. Şayet Cenab-ı Hak bir gün bunları sigaya çeker ve Cehennem’e koyarsa acaba bunlara zulmedilmiş gibi olmaz mı? Kur’ân-ı Kerim işte bu düşünceyi reddetmek için, “İçinde uyaran bir peygamberin zuhur etmediği hiçbir millet yoktur.” (Fâtır sûresi, 35/24) buyurur. Yine Cenab-ı Hak, “Peygamber göndermeden hiçbir kimseye azab etmeyiz.” (İsra sûresi, 17/15) şeklinde ferman eder. Bu iki âyeti yan yana getirdiğimiz zaman anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak, peygamber göndermeden kimseye azap etmiyor ve her toplum için mutlaka bir peygamber gönderiyor. Bu mevzuda Kur’ân-ı Kerim’in nasslarına itimat etmek çok önemlidir.
Bugün insanlık tarihiyle meşgul olan ilim adamları dünyanın her yerinde din telakkisinin aşağı yukarı aynı olduğu noktasında birleşiyorlar. Amerika yerlilerinden Afrika içlerindeki en ilkel kabilelere kadar hepsinin bir Allah telakkisine sahip bulundukları görülecektir. Hatta oraya giden bir ilim adamı, her şeyiyle ilkel görünen bir kabilenin ibadet ettikleri zatı, “O, yemez-içmez, beşerî arızalardan münezzehtir. O, doğmaz doğurmaz, ne kimseye baba olur ne de babası vardır.” şeklinde tavsif etmiştir ki bu, tıpkı İhlâs-ı Şerif’te bize anlatılan tevhid-i ulûhiyet gibidir.
Ulûhiyet anlayışı, Mekke’deki müşrikler arasında da vardı. Ama bu, içine şirk karışmış bir anlayıştı. Zaten Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) babasının ismi de Abdullah’tır (Allah’ın kulu). Allah’a inanan bu insanlar, putları, Allah nezdinde şefaatçi olarak kabul ediyorlardı. Efendimiz, Husayn’la konuşurken, putların âcizliğini de gösteren sorular sormuştu. Malı helâk olduğunda veya kendisine bir zarar isabet ettiği zaman kime ellerini açtığını sormuş, o da bütün putlara hâkim olan gökteki ilâhı işaret etmişti.[1] Onlara putların ne mânâya geldiği sorulunca da âyetteki ifadeyle “Biz onlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer sûresi, 39/3) diyorlardı. Bundan da anlaşılıyor ki, cahiliye devrinde tevhid akidesi ve ulûhiyet anlayışı tamamen silinip gitmiş olmasına rağmen derinleştikçe orada da bir peygamberin sesi, soluğu duyuluyordu. Ne var ki biz, Arap yarımadası ve civarında gelen peygamberlerin –üçünde ihtilaf olmak üzere– sadece yirmi sekiz tanesini biliyoruz. Sair coğrafyalarda gelen peygamberler mevzuunda ise hiçbir malumata sahip değiliz ve bu konuda ancak ihtimaller üzerinden fikir yürütebiliriz.
Hindistan, dinlerin bol olduğu bir yerdir. Dil gibi din de Hindistan’da Sanskritçedir âdeta. Orada bin çeşit din vardır ve çeşitli mezheplere ayrılmış bu dinlerin en başında Budizm, Brahmanizm gibi dinler gelir. Buda, kendisini bir peygamber olarak görür ama Nirvana’ya (her şeyin yokluğa gidip dayanması) inanır. Bu, Brahman’ın tenâsüh (reenkarnasyon) akidesine karşı bir dirsek dayamadır. Belki bunlar da Hazreti Mesih (aleyhisselâm) gibi hak bir dinle gelmişti de sonradan değişikliğe uğradı. Bu konuda elimizde bir bilgi yok. Sokrates de bulunduğu yere göre böyle düşünülebilir. Zira, yaşadığı zaman ve bölgede felsefe çok ilerideydi.
Bazı insanlar, ırklarına aşırı bağlılıklarından ötürü kendi ırkı içinde zuhur eden büyük imparatorları peygamber göstermek istemişlerdir. Mesela, Türkler Müslüman olmadan evvel Şamanizm’e inanıyorlardı. Onlar, bu dini daha ziyade devlet reislerine, başbuğlarına götürüp bağlıyorlardı. Bazı insanların Mete ve Oğuz Han gibi kimseleri peygamber görmeleri bu hissiyata göre yakın bir ihtimaldir. Ancak biz, peygamber olmayan birisinin peygamberliğine, peygamberin de peygamber olmadığına inandığımız zaman küfre gireceğimiz endişesiyle onlar hakkında böyle bir hüküm vermekten korkarız. Şayet Oğuz Han’ın ve Mete’nin hakikaten peygamberlik ifade eden davranışları, buna göre hayatı, aileyi ve cemiyeti düzene koyacak kanunları, dünya ve ukba arasında bir bağ tesis edecek prensipleri varsa, biz bu konuda meskûtün anh geçer (susar) ve bir şey demeyiz. Bunun mânâsı da, hükmümüzü izhar etmemektir. Belki, bu türden kimselerin de Hazreti Mesih (aleyhisselâm) gibi peygamber olduğu fakat dinlerinin tahrif edilmiş olabileceği söylenebilir...
[1] İbn Hacer, el-İsâbe 2/87.
- tarihinde hazırlandı.