Kudretin varlık ve yokluğa taalluku
Soru: “Kudret-i ilâhiyede zerre ile şems arasında fark yoktur. Mesela, terazinin her iki gözünde iki Güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse, aralarında müsavat ve muvâzene bulunduğundan hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister Güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur; ikisi de birdir. Kezâlik mümkin olan bir şeyin tarafeyni, yani vücut ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf hebâ (toz) gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre.. bu hususta hepsi de birdir.”[1] deniliyor. Bunu izah eder misiniz?
Soru, Cenab-ı Hakk’ın (celle celâluhu) kudretinin aza-çoğa, büyüğe-küçüğe taallukunun eşit olması ile alâkalı.
Evet, kudret-i ilâhiye karşısında bir zerre ile Güneş’in yaratılması arasında fark yoktur. Evet, mikrobun yaratılmasıyla filin yaratılması kudret açısından birdir. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın emri bir şeye taalluk ettiğinde, O bir şeyi dilediğinde, ona ‘Ol!’ deyiverir, o da hemen oluverir.” (Yâsin sûresi, 36/82) beyanıyla bunu ifade etmektedir. Cenab-ı Hakk’ın yaratması âlem-i halk ve âlem-i emre birden mütealliktir. O, bir şeyi yapacağı zaman insanlar gibi el ile müdahale ederek yapmaz. O’nun icraatı bir “Ol” demeye bağlıdır.
Allah’ın (celle celâluhu), eşyanın melekût tarafında kudretini gösteren kanunları ve bu kanunlarla bir kısım icraat-ı sübhâniyesi söz konusudur. Bu tür neticeler, zâhiren esbabın eliyle meydana geliyor zannedilir. Haddizatında bunlar Allah tarafından meydana getirilmektedir. Cenab-ı Hakk’ın kudretine göre büyük-küçük, az-çok eşittir. Bu da bir terazinin iki kefesiyle anlatılıyor ki, biz buna “tesâvi-i tarafeynden ibaret olan imkân” diyoruz. Evvela, buradaki “imkân” kavramını iyi anlamalıyız. Yaratılmadan evvel eşyanın varlığı “mümkin”dir yani olabilir de, olmayabilir de. Eşya, “mümkinü’l-vücut”, Allah ise, “Vacibü’l-Vücud” yani varlığı Kendindendir. Allah’ın varlığı mevzuunda değişik ihtimaller söz konusu değildir. O’nun hakkında imkânın lafı bile edilmez. Mahlûkata gelince, onlara “mümkinü’l-vücut” diyoruz ki, varlık ve yoklukları eşit demektir.
İnsan câmid olabilme, ağaç olabilme, hayvan olabilme, insan olup da kâfir kalabilme gibi hususlarla malûldur. Evet, insan için hayat yolunda çeşitli kıyafetler, kılıklar ve yollar bahis mevzuudur. Bunlardan birisini seçmesi, mümkün olan yollardan birini intihap etmesi demektir. Mesela, bir insanın elinde kereste ve onu yontabilecek aletlerin olduğunu var sayalım. Bu kereste, bir cami minberi, tahtadan bir mihrap, oturduğumuz evin altına döşeme veya daha benzeri başka şeyler olmaya müsait bir nesnedir. Bunu insan iskeleti şekline getirip, eğer yapabilsek –farz-ı muhal– hayat nefh edebileceğimiz bir canlı yapmak da mümkündür. Muhalfarz dedikten sonra bunu söylemekte bir sakınca olmasa gerek. Bütün bu mümkün yollar içinde irademizi kullanarak bunlardan birisini yapabiliriz. İşte bu çeşitli imkânât yolları içinde, sadece belli bir noktaya yönelmemiz ve bunlardan bir tanesini tercih etmemiz için irade kâfi bir sebeptir ve başka bir şey aramaya lüzum yoktur. İşte biz, bu muhtemellerden birini seçmeye “tesâvi-i tarafeyn – iki tarafın eşit olması” diyoruz.
Terazinin bir kefesine Everest tepesi gibi büyük, diğerine de çok küçük bir cisim koyalım. Bu iki farklı ebattaki cismi koymamıza rağmen terazi dengede ise ağırlıkları aynı denebilir. Bu kefelerden birine küçük bir cisim koyduğumuzda, diğer taraf yukarı fırlayacak, beriki de aşağıya inecek, böyle bir denge durumunda küçük bir müdahale terazinin kefelerindeki dengeyi bozmaya yetecektir. Burada terazinin her iki kefesinin birbirine eşit olması, mümkün olan iki tarafının birbirine eşit olmasına misal olarak anlatılıyor. Terazinin kefelerinden birine bir şey koyma ise, bunlardan birinin tercihi demek olur.
Cenab-ı Hakk’ın eşya üzerindeki tasarrufu, onları yok iken var etmesidir. Eşya henüz yokken, onun var olması da yok olarak kalması da mümkündür. Birbirine eşit olan bu iki yönden birini Cenab-ı Vacibü’l-Vücud, Kendi iradesi ile ihtiyar buyurduğunda var olma tarafı, var oluyor. Yok olma tarafını tercih buyurursa, yok oluyor. Bu ince sırrı ifade için Efendimiz, “Meşiet-i ilâhiye, neye “Olsun” diye taalluk ederse o, olur. Neye de “Olmasın” diye taalluk ederse o, olmaz.”[2] buyururlar. Bu, “Meşiet-i ilâhiye neye taalluk ederse olur, neye taalluk etmezse olmaz.” şeklinde söylemenin ifade ettiği mânâdan daha farklı bir şey ifade etmektedir. Meşîet-i ilâhiyenin “Olsun” diye taalluk ettiği olurken, “Olmasın” diye taalluk ettikleri de olmaz. Yani oldurmak için tecelli ettikleri olur, oldurmamak için tecelli ettikleri de olmaz.
Burada terazideki denge sözüyle, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin “küll”e ve “cüz”e eşit olarak tecelli etmesi anlatılıyor ki, bu çok önemlidir. Cenab-ı Hakk’ın emir, irade ve meşieti, eşyanın melekût tarafına tecellide bulunma konusunda berrak ve dupduru meşiet kanunları hâlindedir. Eşyanın mülk tarafı ise melekût tarafındaki tecellinin bir eseri ve neticesidir. Cenab-ı Hak, kanunları yaratır, bu kanunları yaratmanın neticesi olarak, eşya yine Cenab-ı Hakk’ın kudretinin ve iradesinin taalluku içinde meydana gelir. Binaenaleyh eşyanın melekût tarafına tecelli etmede, Cenab-ı Hakk’ın kudretine göre küll-cüz, az-çok müsavidir. İmkânın her iki tarafı da denk ve eşittir.
Bu hususu açıklamak için, sıfatlardan başlamak faideli olacaktır. Mesela, Cenab-ı Hak, yarattığı bazı materyalleri kullanarak, ağaçları ve bitkileri yaratıyor. Keza bazı malzemelerden insan yarattığı gibi, bazılarından Cehennem, bazılarından da cennetler inşa ediyor. Bütün bu tercihlerde Vacibü’l-Vücud, emir ve iradesiyle sel gibi akan eşyayı şekillendirmeye tâbi tutuyor. Eşya O’nun (celle celâluhu) ilim ve meşieti çerçevesinde sel gibi akıp giderken O, kudret ve iradesiyle bunlardan muhtelif şeyler yapıyor. Bundan dolayı ortaya insanlar arasında dahi farklı tipler, çeşitli anlayışta varlıklar çıkıyor. Yine canlılar âleminde, hayvanlar ve bitkiler dünyasında kudret ve iradenin taalluku ve mümkün yollardan bir tanesinin seçildiği görülüyor.
Cenab-ı Hakk’ın kudretinin farklı şekillerde tecellisini şöyle bir misalle de anlatabiliriz: Güneş’ten bize devamlı ışınlar gelir ve gelen bu ışınlardan çeşitli şekillerde istifade etme imkânı söz konusudur. Güneş’in ışınlarından eşyalarımızı kurutarak yararlanabileceğimiz gibi, bazı aletler yardımıyla su ısıtmada da kullanabiliriz. Hatta bedenî bir kısım hastalıkların Güneş’in ışınlarıyla tedavi edildiği bilinmektedir. Bu itibarla, bizim, Güneş’ten gelen ışınlardan istifademiz de farklı olurken biz bu istifade yollarından birini seçebiliriz. Şu kadar var ki, bu misal Cenab-ı Hakk’ın, eşyanın vasıflarına müdahalesini anlatmada sadece bir misaldir, Zât-ı Baht’ına gelince o nâkabil-i idraktir.
Cenab-ı Hakk’ın, yoktan var etmede varlık cihetini tercih etme ve varlığa kudretinin “olma” yönünde taalluk etmesi hususunu şöyle de düşünebiliriz. Eşya, Cenab-ı Hakk’ın esmâsının tecellilerinden ibarettir. Hakiki hakâik-i eşya, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin cilvelerinin gölgeleri mesabesindedir. Bir an esmâ-i ilâhiyeyi –muhal farz– yok sayarsak, eşya yok olur. Varlık, esmâ-i ilâhiye ile başlar ve her şey varlık âlemine bu kaynakla çıkar. Binaenaleyh her şey yine Cenab-ı Hak’tandır ve eşya ancak esmâ-i ilâhiye ile var olmaktadır.
Yine Güneş misaline dönersek: Güneş’ten her zaman bir kısım ışınlar geliyor ve bir cisim üzerinde değişik şeylere sebep oluyor. Bunun yoktan var olduğunu düşünelim. –Benzetmek gibi olmasın– Güneş’in şuaları farklı durumlara sebep olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i esmâsıyla yeni yeni şeyler meydana gelmektedir. Mesela, Güneş’ten gelen ışınlardan istifade etmek suretiyle ağacın kılcalları ile yukarıya doğru giden nem meydana gelmekte ve yine bu ışınlar yardımıyla bitkiler fotosentez yapmakta ve oksijen üretmektedir. Haddizatında her şeyi yaratan Allah’tır. Tabiatçılar gibi düşünürsek, “Güneş’ten gelen ışınlar neticesinde fotosentez meydana geliyor. Çiçekler, meyveler o sayede oluyor.” demek icap eder ki, bu takdirde hakikatin çok uzağına düşmüş oluruz. Aslında bütün bunlar esmâ-i ilâhiyenin tecellileriyle olmaktadır. Zira insanlar olarak bizim aşılamamız, tımar yapmamız çok küçük ve basit şeylerdir. Sofice ifadesiyle, eşya bir yönüyle feyz-i akdesten akıp gelen bir kısım nurlar ve sırlardan ibarettir. Bu, meşiet ve irade-i ilâhiye tahtında bir akıştır ve ukûl-u aşereye inanan felsefecilerin anladığı mânâda kör bir akış da değildir. Tekrar ifade edelim ki, eşya, nebâtâtın, ağaçların, meyvelerin, çiçeklerin başını okşayıp onlarda yeni ve farklı durumlar meydana getiren Güneş’in ışınları gibi, yoklukta varlık çizgileri çizen Cenab-ı Hakk’ın esmâsının tecellisinden ibarettir.
Binaenaleyh esmâ-i ilâhiye, yoklukta varlığın biricik sebebidir. Biz Ehl-i Sünnet, eşyanın hakikatini kabul ediyoruz, teslim ediyoruz fakat “Eşya O’nunla kâimdir.” diyoruz.[3] Eşyanın varlığı izafidir ve Cenab-ı Hak’la kâimdir. Kayyûm olan yani her şeyi ayakta tutan O’dur (celle celâluhu). Her şey O’na dayanarak varlığını sürdürmektedir. Mevcudat, Allah’ın Zât’ından belli tecelliler şeklinde meydana geliyor ve irade de buna biçim ve şekil veriyor.
Yani “tesâvi-i tarafeyn” derken eşyanın bir yönüne olan küçük bir müdahale, âlem-i emirden olarak işe bir veche veriyor ve onu var ediyor. Evet, bu hakikati, Ehl-i Sünnet gibi anlamayanlar belki “Eşyada ne varsa hepsi O’ndan ibarettir.” demek suretiyle esasen her şeyi O’nun görünüşünden ve tezahüründen ibaret görmüş ve Monizm bilinmezine sürüklenmişlerdir. Biz ise, tezahür ve tecelli iltibasına düşmeden “Tezahür başkadır, tecelli başkadır.” diyoruz. Bu hususta Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in anlayışı, eşyanın, Cenab-ı Hak’tan gelen tecellilerle O’na dayalı olarak var olması şeklindedir. Kudret, esmâ-i ilâhiyeye dayalı olan yaratma keyfiyeti yönlerinden birini tercih ettiği zaman, o meydana gelmektedir.
İşin hakikatini ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
[1] Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.160.
[2] Ebû Dâvûd, sünnet 6, edeb 101; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/6.
[3] Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/109, 2/184, 6/169, 13/37, 21/31, 22/35, 40, 24/128.
- tarihinde hazırlandı.