“Allah şiddet-i zuhurundan gizlidir”
Soru: “Allah, şiddet-i zuhurundan gizlidir.” sözüyle anlatılmak istenen şeyi tafsilatıyla anlatır mısınız?
“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriyâ-i azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm!” şeklindeki dua, İmam Şâzilî, Abdulkadir Geylânî, Muhammed Bahauddin Nakşibend, Muhyiddin İbn Arabî gibi mânâ sultanlarının ve daha sonra Hazreti Bediüzzaman’ın evrâdlarında tekrar ettikleri bir sözdür. Allah şiddet-i zuhurundan gizlidir. O, çok fazla zâhir olduğu için gizlidir. Şair: “Sen ol Zâhir’sin ki kimse ne olduğun bilmez / Ve ol Bâtın’sın ki kimseden gizlenmez...” sözüyle bunu işaretler. Esasen bu, vicdanın ve ruhun hissettiği, letâifin sezebildiği bir husustur. Anlatılması zor bu konuyu dilimin döndüğü kadarıyla arz etmeye çalışacağım:
Bazen ihatasızlık, irfansızlığa yol açar. Bir meseleyi, gerektiği gibi kavrayamaz, çepeçevre ihata edemezsek, onu kat’iyen tam bilemeyiz. Bazen şiddet-i zuhur o şeyi bilmemize mâni olur da tam kavrayamaz ve irfanına eremeyiz. İhatasızlık ve şiddet-i zuhur bizim bilgimizi sınırlar. Belki bunlardan birisi diğerinin sebebi, diğeri öbürünün de lazımı olur.
Cenab-ı Vacibü’l-Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ ve sıfât perdedarlığında serâdan süreyyâya, yerden göğe kadar bütün eşya yaratılmıştır. Bütün eşya, Cenab-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsının tecellisinin gölgesinden ibarettir. Hatta İmam Rabbânî’ye göre hakiki hakâik-i eşya, Allah’ın (celle celâluhu) isimlerinin cilvelenmesinden ibarettir. Evet, eşya zannedilen şeyler Zât-ı Ulûhiyet’in isimlerinin cilvelenmesi ve bir kısım tezahürlerinden ibarettir. Daha iyi anlaşılması için şöyle bir misal verebiliriz:
Bir deniz, bir de denizde dalga vardır veya deniz ve denize akseden çeşitli parlak ve şeffaf şeylerin aksi vardır. Haddizatında bu tek nesne veya husus, iki şey gibi zannedilir. Deniz ayrı, dalga da ayrı sanılır ve dalganın görünümü, tezahürü ayrı bir şey gibi görünür. Fakat haddizatında o, denize ait bir hususiyettir. Denizi düşünmeden dalgayı düşünmemize imkân yoktur. Bunun gibi, وَلِلهِ الْمَثَلُ الْأَعْلٰى (Nahl sûresi, 16/60), Zât-ı Vacibü’l-Vücud’un esmâsının cilvelenmesi, eşya hâlinde ortaya çıkar. Bu açıdan da Zât-ı Ulûhiyet’i (celle celâluhu) düşünmeden eşya hakkında bir hüküm vermek doğru değildir. Belki eşya, O’na bağlıdır. Onun için, إِنَّا لِلهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “O’ndanız, neticede O’na döneceğiz (ve gerçek huzura kavuşacağız).” (Bakara sûresi, 2/156) Yani herkes O’ndan olduğunu bildiği zaman huzura kavuşacaktır. Hiçbir şeyi kendi nefsiyle bizzat mütalâa etmek ve onun üzerinde bir hükme varmak mümkün değildir. Zira her şey Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin cilvesinden ibarettir.
Yaratma meselesinde “Hâlık” isminin farklı tecellileri vardır. Çok küçük ve basit görülen nesnelerin yaratılmasında da, çok yüce varlıkların yaratılmasında da “Hâlık” ismi, o nesnenin seviyesine göre tecellî etmektedir. Allah bu ismiyle atomda da, nebülözde de tecelli eder. Bunların her birisinin ince detaylarında da o tecelliyi görmek mümkündür; bir mikropta, bir partikülde, bir galakside... hemen her şeyde O’nun isimlerinin tecellisi söz konusudur. “Hâlık” isminin böyle en küçük varlıktan en devâsâ cisimlere kadar belki bin mertebede tecellisi vardır. Bütün esmâ-i ilâhiye “Hâlık” ismine kıyas edilince öyle şiddetli bir zuhur ortaya çıkar ki, bunun karşısında insan, derin bir zevk ifadesi olarak, “Her şey O’ndan ibarettir.” diyebilir. İşte her şey O’nun tecellisinden ibaret olan bir hakikat tablosuna bakıldığı zaman, bakan kişi de bu tecellinin içinde bulunduğundan bu şiddetli zuhur ve tecelliyi ihata edip kuşatamayabilir. İhata edemediğinden ötürü de tecelli eden Zât-ı Ecell-i Âlâ’ya muhtefî, perdeli, müstetir deyiverir. Bundan dolayı da hep esbap dairesi içinde bocalar durur. “Güneş’le küre-i arz arasında şu kadar mesafe, küre-i arzın şu kadar meyli, havada şu nispette oksijen, şu nispette karbondioksit vardır.” der ve Allah’ın (celle celâluhu) mülkü içinde O’nu tanımayı bu cüz’i dairedeki misallere bağlar ve bu parça parça tecellilerle Allah’ı anlatmaya kalkar.
İnsan, Allah’ı (celle celâluhu) ihata edemediği için her şeyden bir yol bulup O’nu anlayabildiği ölçüde doğru tanımaya çalışmalıdır. Yüce Allah’ın, başka şeylerle karşılaştırılıp kıyas yapılabilecek ne bir zıddı ne de niddi vardır. Bundan dolayı insan her şeyi olduğu gibi ihata edebilecek bir donanımda olmadığından, verdiği hüküm de her zaman isabetli olmayabilir. İnsanın belli bir idrak dairesi vardır. Esasen o, isabetli hüküm verebileceği daire içinde kalmalı, Sadık u Masduk’un (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehberliğinde yürümeli, Mâbud-u Mutlak’ı gizli ve perdeli gibi mülâhazalarla tazim edalı doğru anlamaya çalışmalı ama kat’iyen kendine has o kopuk kopuk kanaatlerle hüküm vermemelidir. Aksine, “Budur!” deyip “Allah’ı ispat ediyorum/edeceğim/ettim denildiği zaman iddiaya girilmiş olacaktır. Fakat bizim ufkumuz açısından şiddet-i zuhur, meseleyi müstetir ve muhtefî hâle getirdiğinden ötürü insan belki mazur sayılabilir. Kopuk kopuk madde parçaları üzerinden bir kısım hükümlere varma ve Allah hakkında irfan kanunları-kaziyeleri çıkarma mevzuunda Allah’a (celle celâluhu) karşı hata irtikâp edilmemiş olur.
Cenab-ı Hakk’ın eşi, menendi, benzeri, zıddı, niddi bulunmadığından, yani zıtlarıyla tanınıp bilinebilecek durumda olmadığından O (celle celâluhu), şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir. Her şey O’ndandır. Ve her tecellinin verâsında, o verânın da verâsında O vardır. Ancak bütün eşya ve hâdiseleri görebilecek bir göz lazım ki, eşya ve hâdiselerin dışına sıyrılıp çıksın da bu Hakikat-i Uzma’yı tam müşâhede etsin. Mümkin bir varlık olan insan için bu mümkün değildir. Çünkü insan kendi hakikatinin üstüne çıkamaz. Eşya ve hâdiseleri rahatlıkla aşamaz. Bütün âlem ne ise kendisi de odur. O, evrensel umumi tecelliden sadece bir parçadır. Binaenaleyh insan, bütün eşya hakkında sağlam ve isabetli bir hükme varamaz. Şayet bütün eşya ve hâdiseleri birden görmek mümkün olsaydı, belki o zaman insan bu mevzuda hakikate yakın bir hüküm verebilirdi. İnşâallah bir gün görmenin, duymanın, hissin binde binine ulaşılacak bir âlem gelecek ki o, ruhun bedene hâkim olmasının zuhur ettiği andır. İşte o zaman ruh merciini bilecek, bulacak, tanıyacak ve o büyük hakikate erecektir.
Ayrıca, Allah, şiddet-i zuhurundan gizlidir meselesi, bir tasavvufî yönüyle, bir de usûlüddin ulemasının anlayışı içinde ele alınabilir. Şöyle ki:
İnsan, kendini müstakil göremez. İnsanın müşâhede ve mütalâa ettiği her şey, haddizatında Cenab-ı Allah’ın O’nun esmâ ve sıfatlarının cilvelenmesinden ibarettir. Binaenaleyh bu yönüyle görülen şey O’ndan başka değildir. Yani, her hâdisede, o hâdisenin kendisinden daha çok biz basiretle hep O’nu görmekteyiz ki İmam Rabbânî bunu bir zevk işi olarak ifade eder.
Bu konuyu irdeleyen Hazreti Bediüzzaman, “Bir harf kendi zatına bir harf miktarı –o da bir vecihle– delâlet eder. Kâtibine çok vecihlerle delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.”[1] diyerek meseleye vüzuh kazandırır. Mesela, insan bir “kâf” harfi görse, o kendisine ancak o kadar delâlet eder. Ama bu “kâf” başta kâtibi olmak üzere pek çok şeye çok yönlerle delâlet eder. Evvela, bu harfin yazılması için bir mürekkep lazımdır. Mürekkep, kendisini yapan bir mürekkip olmadan meydana gelemez. Demek ki, mürekkep mürekkibe delâlet ediyor. Aynı zamanda o harf, mürekkebin terkibindeki maddeleri gösterir. Kamıştan veya demirden bir kalem, kâtibin eli, harf yazmasını bilen bir iradesi ve mânâ ile harfi ortaya koyan bir dimağının olduğunu çok açık olarak belli eder. Buna göre demek ki “kâf” o küçücük boyuyla minare kadar şeylere delâlet ediyor.
Bu misalden hareketle, bir insanın o muhteşem simasına baktığımızda görürüz ki, Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm) bugüne kadar gelen simaların hiçbiri diğerinin aynı değil. Âyet bunu Allah’ın (celle celâluhu) varlığına ve tevhide alâmet olarak bildirir.[2] Hatta simadan daha küçük parmak uçlarında dahi insanlar birbirinin aynı değildir.[3] İstidradi olarak söyleyelim ki, henüz parmak izinin bile bilinmediği bir dönemde parmak izine parmak basması, Kur’ân’ın ebedî bir mucize olduğunu çok açık bir şekilde gösterir. Nitekim günümüzde Emniyet, parmak izlerini takip ederek suçluyu buluyor.
Görülüyor ki, insanda muhteşem bir kalem işlemiş ve hücrenin içindeki aminoasitlerde, RNA ve DNA’larda... bütün bunlarda bir kitap kadar malumat bulunmaktadır. Bu itibarla denebilir ki, binlerce defa büyütülmeden görülemeyecek hücrede ciltler dolusu malumat varmış da biz bilemiyormuşuz. Bütün bunlar insana Sahibini tanıttırmakta ve O’ndan malumat vermektedir. Belki bir gün insan, mikro ve makro âlemde, her yerde O’nun hattını ve çizgisini görecek ve O’ndan başka bir şeyi müşâhede edemeyecektir. Sonuçta da tasavvufî anlayışla لَا مَشْهُودَ إِلَّا اللهُ “O’ndan başka müşâhede edilen bir şey yok.” diyecektir. Her yerde aynı dil, aynı nağme olduğundan, zıtla Allah’ı tanımak ve görmek mümkün değildir. Her yerde konuşulan O’nun dili, her şey O’nu anlatıyor. Arap şairinin dediği gibi:
عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ ... وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
İbarelerimiz ayrı ayrı ise de hüsün ve güzelliğin birdir;
Hepsi de o güzelliğe işaret ediyor.
Ama tecelli ve zuhur şiddetlidir ve O, şiddetli zuhur ve tecellisinden dolayı gizlidir. Fakat dikkat etseniz, her hâdisede O’nu anlatan bir dile şahit olabilirsiniz.
Ayrıca, Allah’ın zıddı ve niddi yoktur. Geceyi gündüzle bilirsiniz. Yirmi dört saatin bir bölümüne gece, bir bölümüne de gündüz dersiniz. Ancak, bu hesap da karışıktır. Gece ne zaman başlıyor diye sorulsa, cevap, bulunulan her daireye ve zamana göre değişecektir. Bu şekilde gece ve gündüz meselesini tarife kalkarsanız, bunu bir ayda yapamazsınız. Öyleyse sizin tarifiniz doğru değildir. Kutup’ta altı ay gece altı ay gündüz olur ki, yine bildiğimiz hesap karışıyor demektir. Yani biri olmayınca biz diğerini bilemiyoruz. Soğuk olmayınca sıcağı bilemiyoruz. Dolayısıyla eşya zıtlarıyla inkişaf ediyor ve biliniyor.
Allah’a bir zıt ve nidd düşünemeyiz. O’nun misli, zıddı ve niddi yoktur. O’nu bir şeye benzetemeyiz ki, zıddıyla bilelim. Konuyu Hazreti Hakkı’nın sözleriyle noktalayalım:
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, ‘İhlâs’ içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Evet, Allah’ın eşi-menendi olmadığı gibi zıddı da yoktur. Zıddı olmadığından dolayı da insan O’nu göremez.
Bir de Cenab-ı Hakk’ın bilinme mevkii, kalbdir. İnsan, kalbinde Allah mârifetine ve Allah’la alâkalı irfanına göre bir ölçüde hakka’l-yakîn seviyesinde onu bilir. Kalbî hayatı inkişaf etmemiş bir kimsenin bu meseleyi dimağıyla kavraması çok defa mümkün değildir. O’nun için –zayıf olmasına rağmen– ehlullahın çok kullandığı bir rivayet vardır: Allah buyurur ki: “Ben arz ve semaya sığmadım. Ama mü’min kulumun kalbine sığdım.”[4] Bu söz bir hadis değildir ve rivayet açısından tenkit edilmiştir ama mânâsı doğrudur. Hazreti Hakkı bunu tercüme ederken, “Sığmam dedi Hak arz u semaya / Kenzen bilindi dîl (gönül) madeninden.” der. Allah gönüldeki mânâlardan, bir hazine gibi bilinir. O’nun bilgisinin yeri kalbdir; yoksa dimağla bilinmez Allah!
[1] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s. 220 (Şûle).
[2] Bkz.: Rum sûresi, 30/22.
[3] Bkz.: Kıyamet sûresi, 75/4.
[4] Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/15; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174.
- tarihinde hazırlandı.