When one faces calamities and afflictions, one's thoughts and emotions focus on these misfortunes and nothing else. | İnsan, musibet sağanağına maruz kalınca, duygu ve düşünceleri -sanki nöronları ona programlanmış gibi- hep onun etrafında dönüp duruyor; onu düşünüyor, onu konuşuyor, onu dillendiriyor. |
At this stage it is important to talk in a manner that does not push people into despair. |
Bunları yaparken, belki -antrparantez- insanları ye'se atmayacak bir üslup ile bir şey anlatmak lazım. |
Our words should be focused on ways of overcoming the troubles we are facing. |
Diyeceğimiz edeceğimiz şeyler, o gâilelerin içinden sıyrılmaya vesile olabilecek mahiyette bir kısım argümanlar olmalı: |
'We should do this, we should do that.' |
"Şunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız." |
If there are things in the past that we should have done, instead of blaming people and events from the past, we should take heed of our past mistakes and use them as a guide for our future endeavors. |
Geçmişte yapamadığımız, yapmamız gerekli olan şeylere gelince, -geçmişi suçlamadan ve o dönemi temsil eden insanları suçlamadan- onları zihinlerimizde birer ders, bir yönüyle doğruyu yapma adına birer ibre ve birer pusula gibi görerek, bundan sonraki tavır ve davranışlarımızı ona göre yapmamız lazım. |
You might call this 'calibrating the bearing of our service.' |
"Hizmette kıble belirleme" diyebilirsiniz buna. |
Otherwise people will lose their sense of direction and lean towards here and there. |
Yoksa insan, sağa-sola döner; oraya eğilir, oraya eğilir, oraya eğilir. |
If you don't incline towards the necessary place, all the other inclinations will be for nothing. |
Yerinde eğilmek gerekli olan yere eğilmeyince, tüm bu eğilmeler boşunadır. |
It would be like the people of today, who exert a lot of energy by bowing towards different places. |
Günümüzün insanı, çok farklı yerler karşısında eğilip de boşuna enerji harcadığı gibi, böyle bir şey olur. |
Yes, when facing calamities and oppression, feelings and thoughts naturally drift in this direction. |
Evet, bela ve musibetler sağanağına maruz kalınca, duygu ve düşünce, ister-istemez o tarafa kayıyor. |
In reality, whatever needs to be done in regards to this, needs to be done in a positive manner. |
Aslında, o mevzuda yapılması gerekli olan şey ne ise, bu "pozitif" olarak yapılmalı. |
Negativity should be avoided, for it will paralyze us and will do nothing in terms of overcoming these tribulations. |
Negatif şeylere gitmemeli; o, bizi felç eder, esasen bela ve musibetlerin def u ref'i adına da hiçbir şey ifade etmez. |
This is what needs to be done here. |
Bu mevzuda yapılması gerekli olan şey. |
You are a part of this movement, you have experience, you know better than me with God's permission and grace. |
Siz bu işin içindesiniz, hatta pişmişsiniz, mümareseniz var; Fakir'den daha iyi bilirsiniz, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
Firstly: |
Bir: |
'Finding ways to overcome the problems of today and applying these solutions. |
"Bu gâile ve dâhiyelerden sıyrılma yollarını belirleyip uygulamak. |
How should it be done? |
Nasıl yapılacak? |
Just now I saw the efforts of our friends; I said, 'What you are doing now will count as acts of worship'. |
Biraz evvel arkadaşlarımızın gayret ve cehtlerine şahit oldum; üç defa, dört defa şahit oldum, "Şu yaptığınız şey, size ibadet sevabı kazandırır" dedim. |
The negative side of this issue is mentioned in a Prophetic saying: |
Hadis-i şerifte, meselenin menfi yanı, negatif yanı ifade ediliyor: |
'Those who do not share the suffering of other Muslims is not one of them' means that this kind of person cannot be in the same circle as others. |
"Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir" demek, çizgi kayması yaşıyor; demek ki, aynı dairede bulunamıyor. |
'Not in the same circle' means they would be separate and abandoned in the Hereafter as well. |
"Aynı dairede bulunamayacak" demektir; öbür tarafta da onlardan ayrı düşecek, cüdâ düşecektir. |
In this respect, sharing the suffering of believers... |
Bu açıdan mü'minlerin dertleri ile dertlenme. |
Men and women, old and young, however many people are there... |
Kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla sıbyanıyla, şüyûhuyla mutavassıt yaşta olanıyla, ne kadar ızdıraplı insan var ise. |
I think, in our country there are around 10 million people who are conscious about our suffering at the moment. |
Zannediyorum, şu anda bu ızdırabı vicdanında duyan, sadece bizim ülkemizde belki on milyon insan vardır. |
Because if a hundred thousand or two hundred thousand people have been imprisoned, tortured, banned from exiting the country, some of them killed, then for each person, 20 people must have cried and felt their misery. |
Çünkü yüz bin tane insan almış içeriye atmışlarsa, iki yüz bin tane insan içeriye atmışlarsa, onlara eziyet etmişlerse, onların firar etmelerine sebebiyet vermişlerse, bazılarını öldürmüşlerse, diğerlerine daha başka kötülükler yapmışlarsa şayet, her ferde karşılık belki yirmi tane insanı inletmişlerdir. |
One way or the other, this would have caused grief to the people around them. |
Şöyle-böyle yakınında olan herkesi inletmişlerdir. |
Sharing the same vision, ideals and thoughts, being a part of the same cause and being a part of the same family. |
Aile yakınlığı, akraba yakınlığı, konu-komşu yakınlığı, dava-düşünce yakınlığı, aynı mefkûreye inanma ve aynı gâye-i hayali takip etme yakınlığı. |
All of these affiliations are reasons to cause heartache. |
Bütün bu yakınlıklar, insanın içine birer sızı halinde sızar, acı halinde sızar, dolayısıyla. |
That is why, it is necessary to share their sorrow. |
Onun için, onlarla o derdi paylaşmak lazım. |
Sharing their sorrow does not mean sitting down with people and simply sharing their story. |
Derdi paylaşmak, oturup millete hikâye anlatıyor gibi anlatmak değil, menkıbe anlatıyor gibi anlatmak değildir. |
I told those friends: |
O arkadaşlara arz ettim ben: |
What you are doing now is earning you rewards because you are occupied with the troubles and sorrows of your fellow Muslims. |
Sizin şu yaptığınız, ibadet sevabı kazandırıyor size; çünkü Müslümanların dertleriyle meşgulsünüz. |
For the past 2 or 3 years they have been openly trying to dismantle you. They have been at it secretly for more than 6 or 7 years, maybe for about 20. They have been devising certain plans and strategies to eliminate you. |
Açıkça iki-üç seneden beri, orta ölçekte kapalılığıyla altı-yedi seneden beri, tamamen gizliliğiyle, tamamen kapalılığıyla on küsur seneden, belki yirmi seneden beri size karşı -esasen- belli planlar oluşturuluyor, yok etme adına. |
Here I want to remind you of a statement made by Abu Jahl, one that I narrate quite often: |
Evet, burada noktalı virgül koyarak, Ebu Cehil'in çok tekrar ettiğim bir sözünü söyleyeyim: |
The last part is reported by Mughirah ibn Shu'ba, a close ally of Abu Jahl, who later embraced Islam. |
Sonraları Muğîre İbn Şu'be naklediyor; daha sonra Müslüman olanlardan, Ebu Cehil ile de yakınlığı olanlardan. |
The Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, called them to the truth so many times that he exerted himself 'to death', but I cannot say that, I am not fond of that expression when talking about him. He was fluttering with excitement to fly to the horizon of his spirit before his time had come. |
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), "kendini öldüresiye..." -Ama böyle diyemem; O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında o tabirden hoşlanmıyorum.- Neredeyse vaktinden evvel mübarek ruhunun ufkuna uçması şeklinde bir helecan içinde, bir heyecan içinde, sürekli çırpınıp duruyor. |
He conveys his message to his uncle Abu Lahab, Abu Jahl, Utbah, Shaybah, Abu Muayt and, forgive me, to every other cursed individual. |
Amcasına da (Ebu Leheb'e de) anlatıyor, Ebu Cehil'e de anlatıyor, Utbe'ye de anlatıyor, Şeybe'ye de anlatıyor, İbn Ebî Muayt'a da anlatıyor; daha ne kadar -bağışlayın- Allah belası varsa, hepsine anlatıyor. |
I do not know how many times he conveyed his message. |
Fakat ben o anlatmaların adedini/sayısını bilmiyorum. |
But if I say, 'He conveyed the message to Abu Jahl fifty times', please do not see this as an exaggeration. |
Ama burada size desem ki, "Ebu Cehil'e elli defa anlatmıştır", bunu da rica ederim mübalağa saymayın. |
Again, in the streets of Mecca, when they come face to face, Abu Jahl is with Mughirah ibn Shu'ba, our noble Prophet conveys his message. |
Yine Mekke'nin sokaklarından birisinde karşı karşıya gelince, -Ebu Cehil'in yanında Muğîre İbn Şu'be var- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajını sunuyor. |
There is a saying that is attributed to Imam Ali or Abu Hanifa: |
Hani Hazreti Ali'ye veya Ebu Hanife'ye nispet edilen bir söz var: |
'When you believe, you will gain this and this and this... |
"İnandığın zaman, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu kazanacaksın. |
Now let me ask you earnestly, will you be able to gain any of those things without belief?' |
Rica ederim, inanmadığın zaman, bu benim saydığım şeylerden bir tanesini kazanma meselesi söz konusu mudur?" |
This is the essence of the noble Prophet's message. |
O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajının özü ve ruhu, bu; arkasında bu var. |
I say: |
"Ben diyorum ki: |
When you die with this faith, your questioning in the grave will be easy; the path you walk on in the Intermediate Realm will be illuminated; when your good deeds are being weighed against your bad deeds they will look at your face and say, 'No need to weigh your deeds, move on.' When you are passing the Bridge, you will pass with ease. |
Sen, bu iman ile vefat ettiğin zaman, kabirde sualin âsân olacak; berzahta projektörlerin ışığı altında yürüyeceksin; mizana gittiğin zaman çehrene bakacaklar, 'Seninkilerini tartmaya lüzum yok, geç haydi.' diyecekler; Sırât'tan geçerken, o senin için kıldan ince, kılıçtan keskin değil, bir şehrâh hâline gelecek; belki yol da bir kabz hali yaşayacak, büzülecek yol, on adımda atlayacağın yeri bir adımda atlayıvereceksin. |
God will do it; that realm is the place of Divine power, this realm is the place of hidden truths; when He says, 'Be!', it will be. |
Allah yapacak; orası kudret dairesi, burası hikmet dairesi; 'Ol.' deyiverince, oluverecek. |
And you will go there; and be honoured with the bounties of Paradise wherein one hour is greater than thousands of years of happiness in the world. |
Sonra gideceksin oraya; dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir saatine mukabil gelmeyen Cennet nimetleriyle serfirâz olacaksın. |
And a day will come, when you observe the Source of all the beauties on the sacred slopes of Fridays in Paradise, the Lord of Beauty and Perfection. In the words of our noble Prophet, you will say, 'In all honesty, the bounties of Paradise have no value when compared to the Divine Countenance.' |
Ve bir gün gelecek, Cuma yamaçlarında bütün güzelliklerin kaynağı Güzeller Güzeli Rabbimizin Cemâl-i bâkemâlini -Efendimiz'in ifadesiyle- müşâhede ettiğin zaman, kendinden geçecek ve diyeceksin ki, 'Yahu Cennet nimetlerinin de işin doğrusu hiçbir kıymeti yokmuş.' |
However, when you arrived in Paradise, you were saying, 'Indeed, everything I experienced in the world was worthless. It was only a minute of experience.' |
Oysaki oraya gittiğin zaman, şöyle diyordun, 'Yahu dünyada benim yaşadığım şeylerin hiçbirinin bir kıymeti yokmuş, bir dakikalık bir şey imiş bunların hepsi.' |
I say: |
Ben diyorum ki: |
When you use the secret key of 'There is no deity but God, |
Sen o "L ilahe illallah. |
Muhammad is the Messenger of God,' all of these doors will open before you. |
Muhammedu'r-Resulullah" sırlı anahtarını kullandığın zaman, bu kapıların hepsi sana açılacak. |
And you are saying, 'No.' |
Sen de diyorsun ki, 'Yok.' |
If the situation is indeed how I described it to be, do you realise just how much you are losing out on? |
Mesele, benim dediğim gibi ise, ne kadar şey kaybettiğinin farkında mısın? |
If it is as you say it is, what do I lose? |
Senin dediğin gibi ise, ben ne kaybediyorum ki?" |
It is a matter from the centre, a confining and binding matter; now, considering this, he, peace and blessings be upon him, tells of the essence of his message once again. |
Hani böyle ortadan bir şey, ilzam edici bir şey, bağlayıcı bir şey; şimdi, bu mülahaza ile O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mesajının gereği, bir kere daha ona anlatıyor. |
Indeed, he was like this all the time. He would declare to all those he came across in the streets of Mecca, |
Zaten hep öyle; Mekke sokaklarında rastladığı herkese diyor ki: |
'Say there is no deity but God and attain salvation.' |
"Lâ ilahe illallah, deyin; kurtuluşa erin." |
This is besides the point, but somebody critiqued this matter: |
Antrparantez; bunu, birileri tenkit etmişti: |
Is saying 'There is no deity but God' sufficient? Doesn't Muhammad is the Messenger of God also need to be said.' |
"Lâ ilahe illallah" yeter mi; "Muhammedu'r-Resulullah" demek lazım" falan. |
However, the Prophetic tradition avows: |
Oysaki hadis-i şeriflerde böyle buyuruluyor: |
'Say there is no deity but God and attain salvation.' (Unfortunately, they do not understand the subtlety in this phrase). |
"Lâ ilahe illallah, deyin; kurtuluşa erin." (Maalesef, bu sözdeki önemli nükteyi anlayamıyorlar.) |
Now, for a person who professes such a great message to not be a Prophet of God is impossible. |
Şimdi, böyle büyük bir mesajı veren bir insanın, Peygamber olmaması düşünülemez. |
In fact, this is not a phrase to throw about. |
Efendim, bu, öyle bilmem nereden atılacak şey/söz değil. |
Consequently, in saying 'There is no deity but God,' he establishes his Prophethood; with subtle implication he also states, 'I am the Prophet of God.' |
Dolayısıyla bir taraftan "Lâ ilahe illallah" diyor, peygamberliğini de ortaya koyuyor; zımnen, iltizam delaleti ile "Ben, Allah'ın peygamberiyim" demiş oluyor. |
He says, 'Say there is no deity but God; I am the Prophet of God.' |
"Lâ ilahe illallah" deyin; Ben, Allah'ın peygamberiyim" diyor. |
Additionally, considering their sentiment is very important from a psychological perspective. |
Bir de onların hissiyatını hesaba katma, psikolojik açıdan, çok önemlidir. |
'Say there is no deity but God'; if he was to say, 'Say Muhammad is the Messenger of God,' they could not digest this anyway. They are all sick, mentally sick. They will say, 'This man is claiming he is an exceptional human, a Prophet of God.' This would, in a sense, increase their intolerance; it would be adding fuel to the fire. |
"Lâ ilahe illallah" deyin; bir de "Muhammedu'r-Resulullah" deyin" dese -zaten hazmedemiyorlar, hasta hepsi, beyin hastası- "Adam, kendinin peygamber, fevkaladeden bir insan olduğundan bahsediyor" diyecekler; bir yönüyle onların hazımsızlığını artıracak; yangının üzerine körük ile gitmiş olacak. |
Yes, it is important; those who do not understand this matter critiqued it; people responded to the criticism as well; there was an exchange of responses. |
Evet, önemli; bunu anlamayanlar, o mevzuda tenkidâtta bulundular; cevap verenler de oldu o meselede; cevap verilme meselesi de oldu. |
On that day, he is telling Abu Jahl again, 'Say there is no deity but God; attain salvation.' |
O gün Ebu Cehil'e yine, "Lâ ilahe illallah, deyin; kurtuluşa erin" diyor. |
And he responds, referring to him by name: |
O, bir de ismiyle hitap ederek, diyor ki: |
'O Muhammad, if by doing this you want to guarantee that in the next world you can say, 'I have completed my duty,' This is indeed mockery and dialectics, Then I will say, "He completed his duty," and be a witness for you there. |
"Yâ Muhammed. -Sallallâhu aleyhi ve sellem.- Eğer bunu bana yapmakla, öbür tarafta 'Vazifemi yaptım.' demek istiyorsan. -Alay bu, efendim, diyalektik.- Ben, öbür tarafta, 'Vazifesini yaptı.' diye şehadet ederim, söylerim senin hakkında." |
He then leaves. |
Sonra ayrılıp gidiyor. |
Mughirah ibn Shuʿba says: |
Muğîre İbn Şu'be diyor ki (radıyallahu anh): |
'He said to me: |
"Bana dedi ki: |
I believe everything this man has said. |
Ben, bu Adamın dediklerinin hepsine inanıyorum. |
But something has offended me'. Look at what jealousy leads to. 'These Hashemites are saying the supply of Zamzam water for the pilgrims is by us, the security of preserving the Ka'ba's keys is by us, provision of food for the pilgrims is by us; everything regarding the Ka'ba is by us.' |
Fakat bir şey benim ağırıma gidiyor. -Bakın, kıskançlık ne hale getiriyor.- Bu Hâşimîler diyorlar ki, 'Sikâye (Hacılara zemzem dağıtma hizmeti) bizden, sidâne (Kâbe'nin kilitlerini muhafaza hizmeti) bizden, rifâde (Hacılara yemek dağıtma hizmeti) bizden; yok Kâbe'nin bilmem nesi, bizden.' |
And if they say, 'The Prophet has also appeared among us, I cannot accept that.' |
Bir de kalkıp 'Peygamber de bizden.' derlerse, ben bunu sindiremem." |
The essence of the issue is: |
Sözün merkezinde şu vardır: |
Jealousy/intolerance is such a disease that the treatment for it is impossible, even in a psychiatry clinic. |
Kıskançlık/hazımsızlık, öyle bir marazdır ki, tımarhanelerde dahi tedavisi kâbil değildir onun. |
Yes, the intolerance surfacing towards the Hizmet today is based in the past. |
Evet, Hizmet'e karşı şimdilerde gün yüzüne çıkmış bu hazımsızlık da çok eski yıllara dayanıyor. |
While you were trying to do something, they wasted the great possibilities and opportunities they had. |
Siz, bir şeyler yaparken, onlar o kadar geniş gücü-imkânı harcadıkları halde. |
I have not given any names. |
İsim tasrih etmedim. |
Who? |
Kim? |
A gentleman's son, Mister Mustafa. |
Bir beyin oğlu Mustafa Bey. |
Even though they had such possibilities and opportunities, they have not achieved a tenth of what you have accomplished. |
O kadar gücü-imkânı harcadıkları halde, sizin yaptığınızın onda birini yapamadılar. |
They have opened Yunus Emre centres in seventeen or eighteen locations. |
On yedi, on sekiz yerde, Yunus Emre merkezleri açtılar. |
The blessed name of Yunus Emre, may all my belongings be sacrificed for that name. |
Yunus Emre'nin mübarek adı, o ada canımız kurban olsun. |
On behalf of such a wonderful name, they were able to open clubs in numerous places solely to teach Turkish. |
O adın kerameti ile o kadar yerde ancak Türkçemizi öğretme adına böyle bir kısım kulüp gibi şeyler açtılar. |
Everything that they have accomplished consists of this, even though they used all their power. |
Şimdi onca güç ve kuvvetlerini harcadıkları halde, yaptıkları şeyin hepsi, bundan ibaret. |
Not being able to take it a step further. |
Bir adım ileriye götürememeleri. |
Well you once also had five hundred schools in 170 odd countries; in time, you now have one thousand and four hundred schools. |
Ee sizin de dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde, hani o zamanlar belki beş yüz tane okulunuz vardı; zamanla bin dört yüz tane okulunuz oldu. |
Our hearts were yearning; if it wasn't for these hurdles, if these bridges would not have collapsed, by God's leave, it seems to me that there would have been three thousand schools now. |
Gönlümüz arzu ediyordu; bu engellemeler olmasaydı, bir yönüyle bu köprüler yıkılmasaydı, zannediyorum şimdi üç bin okul olacaktı, Allah'ın izniyle. |
In every country on earth. |
Yeryüzündeki bütün ülkelerde. |
I was asking friends, 'How many countries have you not entered?' |
Hatta Fakir, arkadaşlara soruyordum, "Girmediğiniz kaç ülke kaldı?" |
They were saying, 'seven or eight countries.' |
Onlar, "Yedi-sekiz ülke" diyorlardı. |
Once they got there, there would be no place left untouched. |
Onlara da girince, girilmedik yer kalmayacaktı. |
With the spirit of brotherhood, mentality of humanism, intention of embracing everyone, without favoring colour, design and number, with everyone in an embracing nature. |
Kardeşlik ruhu ile, hümanizm anlayışı ile, herkesi kucaklama niyeti ile, renk gözetmeden, desen gözetmeden, numara gözetmeden, drop gözetmeden, herkes ile sarmaş-dolaş olacak mahiyette. |
The people who left with bags in their hands, I believe this and say this on behalf of everyone that they did not desire any personal wealth or assets to be remembered by. |
Çantalarını ellerine alıp giden insanlar, gittikleri yerde de -herkes adına söylüyorum, inanarak söylüyorum- bir dikili taşları olsun mülahazasına/zaafına kapılmadılar. |
The people in those nations, who evaluated them; every time they did so, they witnessed candor, discretion and the spirit of altruism. |
Oralardaki insanlar, nabız tuttu; her nabız tutuşlarında, samimiyet, hasbîlik, diğergamlık, îsâr ruhu gördüler. |
They believed these people. |
İnandılar bu insanlara. |
Even people who do not believe God or a Prophet or any religion believed this. |
Allah'a, Peygamber'e inanmayanlar bile, Ateistler, Deistler bile inandılar buna. |
But since destruction was simple; the architectural design was destroyed so quickly. |
Ama tahribat kolay olduğundan dolayı; hani şu kadar mimarın, şu kadar statikçinin, şu kadar zamanda ortaya koyduğu, mimarî bir eser, bir anda darman duman olur. |
That is what they are doing; they chase destruction. |
Yaptıkları şey, o; tahrip etmenin arkasından koşuyorlar. |
Their enmity is stooped in history, all they have done is vomited the build up of putrid ideas within them, pardon me. |
Hazımsızlık böyle çok eski yıllara dayandığından dolayı, sadece içlerinde oluşan -bağışlayın- o gaseyanı şimdi dışarıya attılar. |
They have an attitude that turns one's stomach |
Mide bulandırıcı bir tavır sergiliyorlar. |
They act according to their own character. |
Karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. |
The Holy Quran, when explaining this matter, says 'Everybody fulfills the need of their character' (Al-Isra, 17:84). |
Kur'an-ı Kerim, bu meseleyi ifade ederken, -tercümelerinden birisi ile- "Herkes, karakterinin gereğini yerine getirir" (İsrâ, 17:84) buyuruyor. |
May the Lord guard us against having such a character. |
Allah, o karakterde olmaktan bizi muhafaza buyursun. |
May the Lord protect us from carrying such a character. |
Öyle bir karakter taşımaktan, Allah bizi muhafaza buyursun. |
Now this is a reality. |
Şimdi bu bir realite. |
The place you grew up in, regarded as your place of birth, whose handful of earth you wouldn't trade for all of the worlds, witnessing such behaviour from your own people, you have dispersed to all four corners of the world; your hosts, they too are human, they too could be caught up in similar panic, could experience the same paranoia. |
Kendi doğup büyüdüğünüz, maskat-ı re'siniz sayılan, bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizde, ülkenizin insanından bunu gördükten sonra, dünyanın dört bir yanına yayıldınız; onlar da insan, onlar da bir yönüyle aynı paniğe kapılabilirler, aynı paranoyaları yaşayabilirler. |
You have been admonished, by the tacit messages of events, as if saying: 'Beware, from now on!' |
Öyle ise size kulak çekme manasında -hadiselerin diliyle- "Aman dikkatli olun bundan sonra. |
Look, it seems the people that appeared the closest to you, were the most distant to you; they kept their distance from you'. |
Bakın, en yakın gibi görünen insanlar, ne kadar sizden uzak duruyorlarmış, size karşı mesafeli duruyorlarmış" deniyor. |
Therefore, a note, to remain in caution, the Lord partially wanted you to experience something. |
Dolayısıyla bir dikkat, bir teyakkuz adına, Allah (celle celâluhu) kısmen bir şey çektiriyor. |
On the one hand, one must evaluate this well. |
Şimdi bir taraftan bunu çok iyi değerlendirmek lazım. |
On the other hand, I'm assuming, if you were to spend trillions to make your issue known to the world on such a scale, the press, television, Internet and phones could not have spread your message as effectively. |
Bir diğer taraftan, zannediyorum, dünyada bu ölçüde, bu çerçevede duyulma adına birkaç trilyon para verseydiniz, dünyadaki matbûât, televizyonlar, internet siteleri, telefonlar, bu meseleyi bu kadar bilemez ve duyamazlardı. |
While explaining something, 'hearing' is an important factor. |
Bir şeyi anlatmada "duyma" meselesi çok önemli bir faktördür. |
Once you have heard, and curiosity has captivated your soul, the neurons enter a 'ready' state. |
Duymuş, ruhunu bir de merak sarmış ise, nöronlar almaya hazır vaziyete geçmişlerdir, "Hazır ol" vaziyetine geçmişlerdir. |
This time it is upon you to narrate in a fitting style, without going out of context, to explain in a distinctive style. |
Bu defa size her şeyi üslubuna uygun, usûlu-esâsı fedâ etmeden, üslubuna uygun anlatmak düşüyor. |
'We are human; we strive to provide peace and reconciliation to the globe. |
"Biz, insanız; yeryüzünde sulh-i umumî peşinde koşturuyoruz. |
We aspire to extinguish the fire. |
Yangını söndürmek için koşturuyoruz. |
We strive to save people from the fire. |
İçinde yanan insanları, o yangından kurtarmak için koşturuyoruz. |
For all humankind on this earth, we endeavour to bring them together and hug one another'. |
Yeryüzündeki bütün insanlar, bir biri ile kucaklaşsın diye koşturuyoruz." |
For years, your heart palpitated with this excitement, your pulse beat rapidly and they believed you. |
Senelerce, kalbleriniz bu heyecan ile çarptı, nabızlarınız bu heyecan ile attı ve onlar da inandılar sizlere. |
However, there may be confusion in their minds right now. |
Fakat belki şu anda kafalarda karışıklık da var. |
Everybody is susceptible to experience a level of paranoia. |
Herkeste şöyle-böyle paranoyaya açık bir durum da, bir delik de, bir menfez de vardır. |
That has made them susceptible for something to leak unto their minds; whether this is their thalamus, or their neurons, it is inevitable for something to leak in. You'll know it. |
Herkesin kafasına bir şey akmıştır; Talamus bezine mi, nöronlarına mı, başka bir yerine mi, akmıştır bir şey; bileceksiniz bunu. |
However, the exposure, being known is serious; even the people sitting in coffeehouses in corners of the world have heard. |
Fakat duyulma, ciddî; dünyada neredeyse kahvede oturan insanlar bile duydular. |
When they come across, you they will say, 'What is this?' |
Şimdi sizinle karşılaştıkları zaman "Nedir yahu bu hal?" diyecekler. |
It is in this moment, where you explain in a fitting style the important things; this is what is required from you. |
İşte o zaman size, üsluba, esâsı-usûlü fedâ etmeden, anlatmamız gerekli olan şeyleri anlatmak düşüyor. |
To sit down and deliberate over it. |
Oturup bunu müzakere etmek. |
To develop arguments around this topic. |
Bu mevzuda argümanlar oluşturmak. |
To figure out methods so that your voice is heard by humanity. |
Sesimizi-soluğumuzu insanlığa duyurmak için metotlar geliştirmek. |
Which style are we going to use? Like the various styles of reciting the call to Prayer, which style will we use? |
Sabâ'dan mı gideceğiz, Uşşâk'tan mı gideceğiz, Rast'tan mı gideceğiz, ezan sıralarına göre söylüyorum, Segâh'tan mı gideceğiz, -esasen "Hüzzâm", akşam okunur fakat şimdi biraz daha farklı, "râ-râ"sı farklı Segâh okuyorlar- Segâh'tan mı gideceğiz, Hicaz'dan mı gideceğiz? |
Whatever method we are going to use, we are going to approach them with an instrument they can hear. |
Neyden gideceksek gideceğiz ama o insanların dinleyebileceği bir enstrüman ile, bir ses ile yanlarına gideceğiz. |
If drums and horns scare them, then we abandon them. |
Zurna, ürkütüyorsa, onu, saklayacağız; efendim, davul kaçırıyorsa onları, onu da bir tarafa koyacağız. |
Our voices will sync to the pleasing tunes as we sing the beautiful compositions until all can hear us, and until we can touch everyone's heart, God willing. |
Ney celb u cezb ediyorsa şayet, onu dudaklarımıza yerleştirecek, Itrî'nin o güzel bestelerinden bazılarını onlara duyuruyor gibi, orada sesimizi yükseltecek, gönüllerine yumuşak, kaymak gibi akmaya bakacağız, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
For this, it is essential to think systematically. |
Bunun için evvelâ sistemli düşünme şarttır. |
If you do not think before you act, it is like swallowing before chewing. |
Bir şey yapmadan evvel düşünmek, yemeden evvel çiğnemek gibi bir şeydir. |
If you try to swallow without chewing, you will choke. |
Çiğnemeden bir şey yutmaya kalkarsanız, yutakta takılır kalır, boğulursunuz. |
Even if you swallow it, you will burden your stomach. |
Yutsanız dahi, midenin yükünü çoğaltmış olursunuz. |
God gave a person a mouth, the ability to taste. |
Allah, ağzı vermiş; kuvve-i zâika "ücret-i âcile"sini de vermiş: |
Look, you are chewing, for your stomach and for your body. |
Bak sen çiğniyorsun; mide için çiğniyorsun, insanın vücudu için çiğniyorsun. |
I (God) put a little flavour in the things I made you chew. |
Ben bir de o sana çiğnettiğim şeylerin içine bir tat koydum. |
For you to taste the flavour I also gave you the ability to taste. |
O tadı duyabilmen için aynı zamanda kuvve-i zâika verdim sana. |
And that is not free. |
O da bedava değil. |
You do not feel like swallowing what you have already chewed in your mouth, you do not feel like swallowing the honey and the cream in your mouth. |
Ağzına alıp çiğnediğin şeyleri yutasın gelmiyor; bir balı, bir kaymağı ağzına aldığın zaman, yutasın gelmiyor. |
I gave these. |
Verdim bunları. |
If you, however, swallow something as soon as it is in your mouth in an inappropriate manner, then you are in essence abusing that ability to taste. |
Fakat bunu, münasebetsiz şekilde, ağzına koyar koymaz yutarsan şayet, kuvve-i zâikanın hukukuna tecâvüz etmiş olursun." |
Yes, it may be appropriate to say something like this: |
Evet, burada size şöyle bir şey desem, olabilir de, ihtimal dâhilinde: |
The mouth can be a complainant in the other world and say, 'O Lord, this person took away my rights in the name of his stomach. |
Ağız, öbür tarafta, davacı olabilir; "Yâ Rabbi, bu, hep midesi adına, kolonları adına benim hakkımı yedi. |
If he churned the food a little inside me perhaps I would have got my share. |
Beni ağzında birkaç defa çevirse idi, ben de hissemi alsaydım." |
Is this a rightful case or not? |
Haklı bir dava olur mu, olmaz mı bu? |
Yes, indeed. |
Evet, olur. |
Chewing before you swallow is just as important as thinking deeply through your ideas before putting forward a project. |
Yutmadan evvel çiğnemek ne ise, ortaya bir proje koymadan evvel, oturup derin derin düşünmek o kadar önemlidir. |
In Islam this is called consultation with each other. |
Buna, İslam dininde "istişare" deniyor. |
There is a chapter in the Holy Qur'an called Ash-Shura. |
Kur'an-ı Kerim'de bir sûrenin adı da Şûrâ. |
The Chapter of Ash-Shura (The Consultation). |
Şûrâ Sûresi. |
In the verses of the Qur'an, God praises the Companions, the verses say, 'And those who are honourable and whose affairs are by consultation'. |
Kur'an, sahabe-i kiramı methettiği, değişik pozitif yanlarıyla methettiği yerde, araya bir de "Onlar, öyle kâmeti yüce insanlar ki, yaptıkları işleri hep meşveretle götürüyorlar" (Şûrâ, 42:38) buyuruyor. |
And the Pride of Humanity said, 'Those who engage in consultation amongst themselves will never face disappointment'. |
Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna tercüman olurken, "İktisat yapan, fakr u zarurete düşmez. |
One who engages in consultation will not incur loss and disappointment. |
İstişare eden de, haybet ve zarar yaşamaz" buyuruyor. |
Consider that even at such a pivotal moment, at the Battle of Uhud, my noble Prophet engages in consultation. |
Düşünün en kritik dönemde, Uhud'da istişare yapıyor benim Efendim. |
In fact, He does not need to consult with anyone. |
O'nun, falan filan ile istişareye ihtiyacı yok. |
God Almighty gave him such an intellect that he uses his entire mind at once, while we are only able to use one tenth at a time. |
Bir kere, Cenâb-ı Hak, O'na öyle bir dimağ vermiş ki; bizim, şöyle-böyle ancak onda birini çalıştırabildiğimiz nöronlarımızın, O'nda (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütünü birden çalışıyor. |
Just as Hamdi Yazır expressed in his exegesis of Al-Fatiha, 'What a great spirit that while his feet are on earth, he is in conversation with the heavens beyond.' |
Hamdi Yazır'ın tefsirinin birinci cildinde, zannediyorum Fatiha Sûresi tefsirinde dendiği gibi; "O ne müthiş bir Ruh, ne engin bir Ruh'tur ki, ayakları yeryüzünde fakat semalar ötesi âlemler ile muhaverede bulunuyor." |
Yes, he did not need to have any consultation with anyone. |
Evet, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kimse ile istişareye ihtiyacı yok. |
However, he still consulted with his Companions to make this a habit and a discipline for the following generations. |
Fakat istişareyi, arkadakilerine bir disiplin olarak göstermek için kendi yapıyor bunu. |
He goes through the steps of the Prayer like an Imam and tells his people to do the same. |
Bir "imam" gibi tekbir alıyor, "Siz de böyle yapın"; el bağlıyor, "Siz de böyle yapın"; rükûa gidiyor, "Siz de böyle yapın"; ayağa kalkıyor kavmeye, "Siz de böyle yapın"; secdeye kapanıyor, "Siz de böyle yapın." |
And he consults with his Companions before he leaves for the Battle of Uhud. |
Ve istişare ediyor, Uhud'a çıkmadan evvel. |
He even tells them his dream; 'I saw some cattle being slaughtered'. |
Rüyasını da anlatıyor, "Bir kısım sığırların boğazlandığını gördüm" diyor. |
However, some young Companions, who missed the honour of participating in the Battle of Badr, insist and impact the decision of the committee. |
Fakat Bedir'de savaşma şerefini ihraz edememiş bir kısım gençler, ağır basıyorlar; oradaki umum heyet üzerinde ciddî bir tesir oluşturuyorlar. |
The majority vote towards leaving for Uhud. |
Ekseriyetin re'yi orada Uhud'a çıkılmasından yana. |
The majority... |
Ekseriyetin re'yi. |
Listen, we should take a lesson from this. |
Bakın, biz de bundan ders alalım. |
And not say, 'This should not happen', 'Just because your opinion was not accepted'. |
"Dediğim olmadı" diye, "Olmaz olsun bu iş" değil. |
Based on the opinion of the majority, the Messenger of God changes his mind from the idea of a defensive battle. |
Ekseriyetin re'yine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tabye savaşını bırakıyor. |
He could have organised like in the Battle of the Trench; and the enemy would have been defeated and run away. |
Hendek'te yaptığı gibi bir savaş yapabilirdi; diğerleri bozguna uğrar kaçarlardı. |
But he says, 'Let's leave then'. |
Ama o zaman "Çıkalım dışarıya" diyor. |
And he sets archers on the top of the Mount of Uhud and assigns Abdullah ibn Jubayr as the leader. |
Bir de oradaki Uhud tepesine bir birlik yerleştiriyor, başına da Abdullah bin Cübeyr'i koyuyor. |
He says, 'Do not move from here without my command even if you see our bodies being lifted by eagles.' |
"Bizim vücutlarımızı kartallar kaldırsa, Ben'den emir gelmeden yerinizden ayrılmayın" diyor. |
These are narrated in the Prophet's biographies and Hadith Books. |
Siyer'de, Hadis kitaplarında anlatılan şeyler bunlar. |
Consultation... |
İstişare. |
God's Messenger abides by the decisions of consultation. |
Allah Rasûlü istişareye uyarak çıkıyor. |
Two things happen there. One: |
Şimdi iki şey oluyor orada; Bir: |
The Qur'an uses the word 'kasb' (earning reward or punishment in return for one's belief and doing) to express the state of the ones who prefer to leave for war despite the sacred opinion of our noble Prophet and the ones placed on the Mount of Uhud. |
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada mübarek düşüncesine (rağmen Uhud'a çıkılmasını tercih edenlerin ve okçular tepesindekilerin) halini Kur'an-ı Kerim "kesb" sözüyle ifade ediyor. |
He refers to them as committing a mistake in reasoning. |
Bu açıdan, onlara "içtihad hatası" ile mukabelede bulunuluyor. |
Yes, as can be seen in the following verse, 'Satan made them slip because of some of the errors they themselves had committed'; the Qur'an says, 'things they have earned in return to their belief and doing'. The word 'iktasaba' is not used here. |
Evet, "İktesebe" kelimesiyle demiyor Kur'an-ı Kerim, "Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı" (Âl-i Imrân, 3:155) ifadelerinde görüleceği üzere, "kesbettikleri şey ile" diyor. |
Therefore, 'iktasaba' and 'kasb' are two different things. 'Iktasaba' is 'committing a sin'; whereas 'kasb' here means 'halving the rewards of good deeds'. |
Dolayısıyla "kesb" başkadır, "iktisab" başkadır; iktisab, bir "vebal irtikâp etme"dir; berikine (kesbe) gelince, o "sevabın ikisini bire indirme" demektir, içtihad hatasıdır. |
They make a mistake in their reasoning and march to Uhud. |
İçtihad hatası yapıyorlar, çıkıyorlar oraya. |
A second mistake of reasoning was done at the Mount of Uhud; as the enemy is in disarray, the archers placed there leave without the command of the Prophet. |
Bir içtihad hatası da tepede yapılıyor; düşman ordusu bozgunla gidince, O'ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir gelmeden ayrılıyorlar. |
However, obeying an order comes before everything else. |
Oysaki emre itaat her şeyden önce gelir. |
One should learn how to obey an order from the Prophet Adam; or from the Respected Angels. |
Onu (emre itaati) Hazreti Âdem'den öğrenmek lazım; evet, Melâike-i Kirâm'dan öğrenmek lazım. |
The archers perform a similar mistake in reasoning there and leave their place, which leads to a loss. |
Orada da öyle yine bir içtihad hatası yapılıyor; ayrılıyorlar ve bir hezimet yaşanıyor, ayrı bir şey. |
I am giving an outline of the events here; excuse me if I am tiring you. |
Vakıayı ana hatlarıyla arz ediyorum, başınızı ağrıtmıyorsam şayet. |
Then the noble face of our noble Prophet gets injured; let my life perish for a small particle of his face. |
Sonra Efendimiz'in mübarek yüzü yaralanıyor; o yüzün en küçük şeyine canım kurban olsun. |
His noble tooth falls off. |
Mübarek dişi yere düşüyor. |
The Ottomans had such a great respect for the Messenger of God that they built a small hut in the middle of Uhud, where he lost his noble tooth. |
Osmanlıların öyle saygısı vardır ki, Efendimiz'e, Uhud'un bağrında, o mübarek dişin düştüğü yere bir kulübecik yapmışlar. |
Those who came after them considered this a kind of polytheism and demolished it. |
Arkadan gelenler, onu bile şirk saydıklarından dolayı, yıkmışlar. |
I witnessed its half-demolished state; when I was at Uhud, the atmosphere took me on a journey through time, strolled through the moments of the martyrs of Uhud, and experienced the events of history through my spirit. |
Ben, yarı yıkılmış şekline şahit oldum; Uhud'u gezdim hep, o şühedanın başında bir dolaştım; böyle beni aldı, tarihin hatıralarında, tarihin hatıra çağlayanı içinde sürükledi; o günü onlar ile beraber yaşıyor gibi bir zevk-i ruhânî duydum. |
I also climbed to the area where the noble tooth of the noble Prophet fell. |
Oraya da çıktım, mübarek "sinn-i Nebevî"nin düştüğü yere. |
The Ottomans... |
Osmanlı. |
Their respect for the Prophet... |
Peygambere saygısı. |
You show your respect by kissing and holding over your face the honourable beard of the Prophet, a hair of his blessed beard. |
Hani "Lihye-i şerif"i öpüp gözünüze sürüyorsunuz ya, o mübarek sakalının bir tüyünü. |
In fact, we should not call it just 'hair', but 'the blessed hair'. |
"Tüy" de dememek lazım, "Mûy-i mübârek"ini. |
Just as you show your respect in this way, the Ottomans showed their respect in that way. |
Onlar da o saygılarını öyle ifade etmişler orada. |
His body was wounded. His helmet broken on his head. |
Kendi vücudu yaralanmış, başında miğfer kırılmış. |
And his milk brother whom he loved deeply, his uncle, the man who was equal to an entire army, Hamza, was martyred at that spot with a spear in his chest, and later torn apart. |
Orada bir de candan sevdiği sütkardeşi ve amcası Hazreti Hamza gibi bir orduya bedel bir insan, bağrından yediği bir mızrak ile şehit olmuş ve parçalanmış. |
They tore his body apart, picked at it. |
Parçalanmış aynı zamanda, didik didik etmişler. |
Almost 70 Respected Companions, each of them equal to one nation, were also martyred there. |
Yetmişe yakın ashâb-ı kiram; her biri bir ülke insanına bedel ashâb-ı kirâm efendilerimiz şehit olmuşlar. |
'My Companions are like the stars' |
"Benim sahabîlerim, yıldızlar gibidir. |
'Whichever of them you follow, you will find right guidance'. |
Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz" diyor. |
This is their high value. |
Kâmet-i kıymetleri, bu onların. |
That compassionate spirit, peace and blessings be upon him, also sees them there. |
Bir de onları görüyor, o İnce Ruh (sallallâhu aleyhi ve sellem). |
The Monument of Compassion is saddened once more. |
O hassas, o Şefkat Âbidesi, bir de ona üzülüyor. |
Look at the words of the Qur'an: |
Fakat Kur'an-ı Kerim'in beyanına bakın: |
'It was by a mercy from God that (at the time of the setback), you (O Messenger) were lenient with them (your Companions). |
"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. |
Had you been harsh and hard-hearted, they would surely have scattered away from about you. |
Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. |
Then pardon them, pray for their forgiveness, |
Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. |
And take counsel with them in the affairs (of public concern); and when you are resolved (on a course of action), put your trust in God. Surely God loves those who put their trust (in Him)' (Al Imran 3:159). |
Yapacağın işleri onlara danış, karar verince de artık Allah'a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever" (Âl-i Imrân, 3:159). |
'Had you been harsh and hard-hearted, they would surely have scattered away from about you.' |
"Eğer Sen, katı kalbli olsaydın, bu, etrafındaki insanlar, dağılır giderlerdi." |
This is what the Qur'an says first and foremost. |
Evvelâ böyle diyor. |
While it says this, there is another meaning here: |
Böyle demede, mefhum-u muhalif şudur: |
'You are not a harsh and hard-hearted person. If you had been, they would have scattered from about you'. |
"Sen, katı kalbli bir insan değilsin; eğer olsaydın, dağılırlardı." |
There is praise and a compliment here. There is a preparation of the ground, serving as an introduction. |
Bir tebcil, bir takdir var; söyleyeceği şeylere beraat-i istihlal nev'inden -bir zaviyeden- esasen bir zemin hazırlama var: |
Consequently, for this reason, he is asked to, 'Pardon them'. |
Öyle ise, bu sebeple -"Fâ-i sebebiye" ile- "Onları bağışla." |
And don't leave it there, since they erred in their reasoning and committed an act that was not acceptable in the sight of God, 'Pray to God for their forgiveness'... 'O My God, forgive my Companions'. |
Bağışlamak ile kalma; madem içtihad hatası yaptılar, nezd-i Ulûhiyette olmaması istenen bir şeyi yaptılar onlar, "Bir de onlar için Allah'tan yarlıganma talep et." "Allah'ım bağışla Benim ashabımı. |
'Forgive those who took me there, and forgive those who without listening to commands abandoned their post'. |
Beni oraya götürenleri ve sonra söz dinlemeyerek yerlerinden ayrılanları yarlıga." |
And look at what the Qur'an says at the end: |
Bakın sonunda ne diyor: |
'And take counsel with them again in the affairs (of public concern)'. |
"Otur, meseleyi bir kere daha onlarla istişare et." |
For the first consultation, I will refer to them as those who reduced their reward by half by their error in judgment. I do not know if I will offend them by saying this. |
Birinci istişarede "içtihad hatası sebebiyle sevaplarını ikiden bire indirenler" diyeyim ben; böyle demekte de onları incitmiş olur muyum? |
I hope they will forgive me in the afterlife, God willing. |
Öbür tarafta beni bağışlarlar, inşaallah. |
For them... |
Onlar için. |
Now because of their commitment of error in judgment, he himself was wounded, 70 Companions were martyred, and 150 or 200 were injured, but what does the Prophet then say? |
Evet, şimdi birinci istişarede, "kesb" ile ifade edilen -esas- içtihad hatasına girdiklerinden dolayı, bu defa diyor ki. -Kendisi yaralı, yetmiş tane insan şehit olmuş; yüz yetmiş tane veya iki yüz tane insan da gezemeyecek şekilde. |
Some have wounded arms, legs, chests. He says, 'Come on, get up, get ready; we are going to track the path of the polytheists.' |
Kimisinin kolu yaralı, kimisinin bacağı yaralı, kimisi bağrından bir yara almış.- "Haydi, derlenin, toparlanın; müşrik ordusunu takibe koyuluyoruz." |
When we look at the biography of the Prophet, I don't see one person that said, 'We cannot go; we cannot go in this condition.' |
Siyer'e baktığımız zaman, bir tek insanın "Olmaz, gelemeyiz; biz bu vaziyette yol alamayız" falan dediğini bilmiyorum. |
Let someone who studies the Prophet or the Hadith give me one example in the contrary. |
Siyer ile, Hadis ile meşgul olanlar, söylesinler bana, bir tane. |
But what gives rise to this? |
Ama buna sebebiyet veren nedir? |
'Firstly in the consultation we didn't listen to Him, and two problems arose. |
"Başta istişarede O'nu dinlemedik, bakın iki gâile başımıza geldi. |
Now even if we die, we must listen to Him.' |
Şimdi ölsek bile, O'nu dinlememiz lazım." |
Consultation... |
Meşveret. |
It is said that 'A person who consults, will never lose'. |
"İstişare eden insan, haybet (kayıp) yaşamaz" diyor. |
Now, when we are involved in such a large project, when we are trying to realise such a large project, even if we are geniuses, we should not neglect consultation. |
Şimdi, böyle büyük bir iş yaparken, büyük bir projeyi realize etmeye çalışırken, bence, dâhî bile olsak, istişareyi ihmal etmemeliyiz. |
'Genius', who is a genius? |
Hani "dahi", kim diyelim? |
Someone like Socrates, Plato, Aristotle or Kant and Descartes, even a genius who lived in a time close to our time like Einstein, even if he says something, I think the views of five illiterate people should be taken and the genius' individual views be put aside. |
Sokrates gibi, öbür dünyadan, Eflatun gibi, Aristo gibi veya belli bir dönemin Kant'ı gibi, Descartes'i gibi, bize yakın dönemde hepinizin duyduğu Einstein gibi bir dâhi bile olsa, bir şey söylese, bence beş tane ümmî insanın mülahazaları nazar-ı itibara alınarak o dâhinin görüşü bir kenara konmalı. |
Would the genius say things that we could put aside, or would he give an idea, or not, that is another topic? |
O dahi öyle bir kenara konacak söz söyler mi, fikir beyan eder mi, etmez mi, o ayrı bir dava da. |
However a person, rather than being a genius, should be a person of consultation. |
Fakat insan, dâhî olacağına, meşveret eden bir insan olmalı. |
I have never heard as saying such as 'a genius never errs'. |
"Dâhi, yanılmaz" diye bir şey bilmiyorum, "Dâhî, yanılmaz" diye. |
However people who carry on with consultation, who consult regarding every matter, have never experienced a loss. |
Ama meşveret ederek meseleleri alıp götürenler, her işi meşveret çağlayanında deryaya ulaştırmaya, gaye-i hayale ulaştırmaya çalışanlar, hiç haybet yaşamamışlardır. |
Now we are experiencing a problem, we have been exposed to a great trouble, and are still being exposed to it. |
Şimdi, bir gâile yaşıyoruz, bir dâhiyeye maruz kaldık, kalındı, kalınıyor ve hâlâ devam ediyor. |
As you see, the bandits are kidnapping people from Kosovo. |
İşte, Kosova'dan insan kaçırıyor eşkıyalar. |
I said 'bandits', but this would be an understatement; this may hurt some people but this is outright pillaging. |
"Eşkıya" dedim de, hafif gelir bu; bazılarına batabilir ama bu düpedüz eşkıyalıktır. |
Abducting people in Pakistan is outright banditry. |
Pakistan'dan insan kaçırma, düpedüz eşkıyalıktır. |
Doing God knows what in Myanmar is outright banditry. |
Myanmar'dan bilmem ne yapmak, düpedüz eşkıyalıktır. |
Kidnapping humans, humans... |
İnsan kaçırma, insan. |
And then sometimes killing them, sometimes taking some of them and leaving them at the top of a mountain, leaving them alone... |
Sonra bazen öldürme, bazılarını götürüp dağın başında bırakma, sahipsiz bırakma. |
These have all happened. |
Bunların hepsi oldu. |
None of these were done by King Richard, by Friedrich Barbarossa, or by Phillip. Even the traitors invading Istanbul did not do this; none of them did this. |
Bunların hiç birini Richard yapmadı, Friedrich Barbaros yapmadı, Philip yapmadı, İstanbul'u işgal eden hainler de yapmadılar bunu; hiç biri yapmadı. |
However in our day and age this has been done. |
Fakat günümüzde yapıldı bunlar. |
Now we want to be rid of these problems, these great troubles. |
Şimdi bu gâilelerden, bu dâhiyelerden sıyrılmak istiyoruz. |
It is difficult; on one hand we have injuries, our souls have been hurt. |
Ee zor; bir taraftan yaralanmışlık var, incinen ruhlarımız var. |
'I will not tire of torment, my dear, |
"Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama |
But we all at one point get tired of suffering, as the body is human!' |
Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu." |
If you are wounded from a spear from behind, you cannot say, 'I have not been hurt by this'. |
Sen, sırtından bir mızrak yiyorsun, "Ben, yine hiç sarsılmadım bu mevzuda" diyemezsin. |
You are human, you will be hurt; you are of flesh and bone, you will be hurt. |
İnsansın, sarsılacaksın; etten-kemiktensin, sarsılacaksın. |
Just before, I tried to explain the heart-felt pain of 'The Most Unshakable Person', peace and blessings be upon him, 'The Most Unshakable Person'... |
Biraz evvel "En Sarsılmaz İnsan"ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürek acısını ifade etmeye çalıştım, En Sarsılmaz olan İnsan'ın. |
On the other hand, this shouldn't keep us one step behind in the things we must do. |
Fakat beri tarafta bu, bizi yapmamız gerekli olan şeyleri yapmaktan bir adım geri bırakmamalı. |
And the only way for this to work is to consult 'like-minded' people before attempting such a thing; the advice and ideas of 10 or 20 people, who have given themselves to this path, should be noted. |
Bunun da biricik yolu, yapılacak işler yapılmadan evvel, "ortak akıl"a müracaat edilmeli; bu işe gönül vermiş on tane insanın, yirmi tane insanın fikri alınmalı. |
The advice of people, who are sufferers, revival heroes, and individuals, who have an ultimate goal, should especially be consulted. |
Hususiyle, bu işin dertlisi, diriliş kahramanı, gâye-i hayal âbidesi insanların düşüncelerine müracaat edeceksiniz. |
Because when they think, they do not think according to themselves or their own lives. |
Çünkü onlar düşünürken, kendi hesaplarına düşünmezler, kendi yaşamları adına düşünmezler. |
Because they are figures who strive so others may live. Bediüzzaman once said, 'If I see the faith of my people is saved, I will be ready to be burned in Hellfire. |
Çünkü onlar, yaşatma âbideleridir; icabında Hazreti Pîr'in ifade ettiği gibi, "Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. |
My heart would transform into a rose garden as my body smolders in fire.' |
Çünkü vücudum yanarken, gönlüm, gül-gülistan olur" mülahazasına bağlanmışlardır. |
The people who have connected themselves to such sublime perspectives most definitely do not think about themselves. |
Kendini o yüce mefkûreye bu şekilde bağlamış insanlar, kendilerini düşünmezler, kat'iyyen ve kâtıbeten. |
They have most definitely not thought about themselves, and will most definitely not think about themselves. |
Düşünmemişlerdir, kat'iyyen ve kâtıbeten; düşünmeyeceklerdir, kat'iyyen ve kâtıbeten. |
If so, we should come together on this road, and take advantage of like-minded people, while looking to get rid of these great troubles. |
Öyle ise, yürüyeceğimiz yolda başbaşa vererek, ortak aklın muhassalasını değerlendirip bu dâhiyelerden sıyrılmaya bakalım. |
Also, as it has been expressed, our issues are currently spreading to greater audience. |
Bir de -ifade edildiği gibi- şu anda mesele geniş alana doğru bir açılma keyfiyeti gösteriyor. |
It is almost as if your thoughts and feelings are being exhibited everywhere. |
Âdetâ her yerde, sizin duygu ve düşüncelerinizin sergileri yapılıyor. |
And now your feelings and thoughts are being exhibited, just like how book exhibitions and goods exhibitions are organised; the media is talking about you everywhere. |
Hani kitap sergisi, eşya sergisi, mal sergisi yapılıyor ya, aynen onun gibi şimdilerde duygu ve düşüncelerinizin sergisi yapılıyor; her yerde medya sizden bahsediyor. |
Since such an opportunity has come upon us, we should strive; we should strive like a steed, running until the day our heart stops; we should broadly evaluate this broad audience. |
Hazır böyle bir fırsat önümüze çıkmışken, oradan oraya koşmalı; ayağımız altımıza gelmeden, bir küheylan gibi, kalbimiz duracağı âna kadar koşturmalıyız; bu genişçe duymayı genişçe değerlendirmeye bakmalıyız, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
However, the Owner is the One who will conclude this. |
Ama bu işi sonuçlandıracak, Sâhibidir (celle celâluhu). |
He is the One Who made its plan as the 'Divine Destiny' in the first place. |
O'nun planını "kader" şeklinde, başta yapan, O'dur. |
(Two couplets from Wasif of Andarun:) |
(Enderûnî Vâsıf'tan iki beyit) |
'Whatever was destined will certainly happen, |
"Gelir elbet zuhura, ne ise hükm-ü kader |
Commit your affairs to God; neither be grieved nor suffer any pain'. |
Hakk'a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder." " |
The talent in this world is to transform struggles into pleasure, |
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner |
The happiness and sadness of destiny comes and goes. |
Gam u şâd-i felek, böyle gelmiş böyle gider." |
Yes, you may see Wasif of Andarun as a poet of love, however he has certain observations regarding his submission to his Lord; you can see how strongly he believes in destiny. |
Ha, siz Enderûnî Vasıf'ı bir yönüyle mecâzî aşklar şairi olarak görürsünüz de, fakat Rabbiyle teslimiyeti açısından bu mülahazaları da var; onun kadere ne kadar inandığını görüyorsunuz. |
The greater plan is actually being readied beyond this realm, and is being put in front of you; God is the One Who gives the final verdict. |
Büyük plan -esas- öteler ötesinde hazırlanıyor, sizin önünüze konuyor; o mevzuda nihâî hükmü, O (celle celâluhu) verir. |
'When He says, 'Be' to something, it instantly becomes'. |
O, bir kere "Kün" dedi mi, "fe-yekûn" (Bir şeye "Ol" dediği zaman anında oluverir.). |
'Be!' and it is. |
Kün, fe-yekûn. |
'Whatever God wills will occur and exist, whatever He decrees not to come into existence does not.' |
"Neyi murad buyurmuş ise, o olur; olmamasını istediği de kat'iyyen olmaz." |
If His Divine Will wills something to not occur, it will never happen. |
Meşîeti, bir şeyin olmamasına taalluk ediyorsa, o asla olmaz. |
Hamdi Yazır persistently focuses on this topic; 'the impossible' can even occur through His Divine Will. |
Hamdi Yazır, ısrarla duruyor bu konu üzerinde; "yok"lar bile O'nun meşîeti ile meydana gelir. |
Yes, if His Divine Will wills for something to 'not occur', it will not occur. |
Evet, meşîeti "olmama"ya taalluk ediyorsa, o da olmaz. |
If you are walking while leaning on the All-Glorified One's Will, if not today then tomorrow. |
Şimdi öyle bir Kuvvet-i Kâhire'ye, İrâde-i Bâhire'ye, Meşîet-i Sübhâniye'ye dayanmış yürüyorsanız, bugün olmasa yarın. |
Those on His road have never been left embarrassed and estranged, if not today then tomorrow, they have been blessed with jewels. |
O, yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yüzüstü, mahcup olarak bırakmamıştır; bugün olmasa yarın, eteklerini cevherlerle doldurmuştur. |
This was the first of the matter; I extended a little bit. |
Meselenin birincisi bu idi; biraz uzattım. |
Secondly: |
İkincisi. |
There is the possibility that we may question Divine Destiny based on the thoughts that we may have on this issue, God forbid! |
Bu mevzuda içimize gelen şeyler ile, öyle çok kapalı olarak, kaderi sorgulama gibi bir şeyler olabilir, hafizanallah. |
We should always 'ask for forgiveness', 'repent', 'submit' and 'turn' to our Lord. |
Hep "istiğfar" etmeliyiz, "tevbe" etmeliyiz, "inâbe"de bulunmalıyız, hatta "evbe"de bulunmalıyız. |
I understand 'turning to God in contrition' as: |
Öyle ki, "evbe"yi şöyle anlarım ben: |
It is as if from head to toe, I am a crater of sin, and using the fire of remorse I must melt and eradicate that crater. |
Sanki tepeden tırnağa ben bir günah krateriyim; işte onu eritmek için, altında ne kadar nedâmet ateşi yakmak lazım ise, o kadar yakacak, mutlaka o şeyi/kayayı eriteceğim. |
One must consider the issue in this manner, with God's permission and grace. |
Öyle olmalı, meseleye öyle bakmalı, Allah'ın izni ve inayetiyle. |
They can also be melted with the declaration: |
Hemen onları şu ikrarla eritmeli: |
We are content with You as our Lord. |
Allah'ım, Rab olarak Sen'den razıyız. |
We are content with Islam as the religion. |
Din olarak İslam'dan razıyız. |
We are content with our Master as our Prophet and are on his path. |
Peygamber olarak da Efendimiz'den razıyız ve arkasına düştük. |
We have taken him as our Guide, and are pleased with him. |
Nebi olarak arkasına düştük, razıyız O'ndan. |
Whatever happens to us we should say: |
Başımıza ne gelse şöyle demeliyiz: |
Say, 'If suffering comes from Divine Majesty |
"Gelse Celâlinden cefâ |
Or fidelity from Divine Beauty |
Yahut Cemâlinden vefâ |
Both are a delight to the soul, |
İkisi de cana safâ |
Both Your blessings and wrath are pleasing.' |
Lütfun da hoş, kahrın da hoş." |
(The words of Yunus Emre, may Allah mercy him). |
(Yunus Emre, rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten) |
Firstly, it is impossible to not cry out in pain when something sharp pricks us, it is a natural response. |
Birincisi, bu, tabiatımızın muktezası; bir şey saplanırken bir yerimize, "Of" dememek elimizden gelmez. |
But if this pain comes from someone else's hands, then we should be content. |
Fakat elden geliyorsa, sonundaki "f"yi, "h"ye çevirelim; "Oh be" diyelim. |
So we exhale in contentment, not pain. |
Bir harf değişikliği canım; "Oh be" diyeceksiniz, o kadar. |
One will be rewards; while the other is only complaints. |
O, sevap olacak; öbürü, şikâyet. |
I think another dimension of this is as follows: |
Bunun bir diğer yanını da şu teşkil ediyor, zannediyorum: |
We must share the suffering of all of those that are oppressed; their suffering should be our own, so much so that every time our heads touch the ground in prostration, we must groan. |
Mağdurların/mazlumların derdini kendi derdimiz bilerek, her birimiz heyetin derdini kendi şahsımızda kendi derdimiz bilerek, başımızı secdede yere koyduğumuz zaman adeta inlemeliyiz. |
In the Hanafi school, uttering worldly words during the Prayer nullifies the Prayer. |
Bizim mezhebimizde, dünyevî şeyler söylemek, namazı ifsat eder, Hanefi mezhebinde. |
But there is nothing like this in the other denominations. |
Fakat diğer mezheplerde böyle bir şey yok. |
There is nothing wrong with using our inner speech, those unuttered words can be presented to the Almighty. |
Ama bizim mezhebimizde de kelâm-ı nefsî diyebileceğimiz, içten geçirme, şöyle-böyle dilin kıpırdaması şeklinde, dileklerimizi Cenâb-ı Hakk'a sunma olabilir. |
Our Prophet said: |
Efendimiz şöyle buyuruyor: |
'Man is closest to God during prostration. So when you prostrate, make lots of supplications.' |
"İnsanın, Allah'a en yakın olduğu yer, secdedir; (secde ettiğinizde) duayı çoğaltın." |
Head and feet in the same place; the mat kisses the forehead; the path of nearness to God. |
Baş-ayak, aynı yerde; öper alnı, seccâde; işte, insanı kurbete taşıyan cadde. |
You attain true closeness. |
Tam yakınlığı ihraz etmiş oluyorsun. |
You put your head down, the prostration, where you are closest to God. |
Başını yere koyuyorsun, Allah'a en yakın olduğun secdeye. |
Why is this the point of closest proximity? |
Neden en yakın olduğun yer? |
Because there is no greater point of humility. |
Çünkü tevâzunun daha ötesi yok. |
Standing is a type of humility. |
Ayakta durdun, ayrı bir tevazu. |
Bending over, a separate humility. |
Rükûa gittin, ayrı bir tevazu. |
Standing once again, saying, 'Well, that is not enough', looking again, searching for purpose. |
"Yahu bu yetmez" deyip kavmeye kalktın; bir daha baktın, "murad" gözlüyor, gözetliyor gibi. |
Now onto the prostration, saying 'Well, one is not enough', another. |
Bu defa secdeye kapandın; "Yahu bir tane yetmez, bir tane daha secde. |
Another one... |
Bir tane daha secde." |
When we put our heads down, and evaluate all that is happening around us, will you say 'My Lord, please bless us with a way out, an escape from all of this worry and sorrow'? |
Başımızı yere koyduğumuz zaman, olup biten şeyler karşısında, artık "Allah'ım içinde bulunduğumuz musibet, keder ve tasadan bir çıkış yolu, bir kurtuluş lütfeyle" mi diyeceksiniz? |
Will you say, 'O my God, |
"Allah'ım. |
Grant us victory in the closest time, O God! |
Bir nusret-i karîb, yakın zamanda bir nusret Allah'ım. |
A vast conquest as soon as possible.' 'Know well that God's help is near' (Al-Baqarah, 2:214)? |
En yakın zamanda engin bir fütuhât." "İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara, 2:214) mı diyeceksiniz? |
Will you say, 'Our Lord, grant us what is good and beautiful in both this life and the next. |
"Rabbimiz, bize dünyada da (Sen'in nezdinde) iyi ve güzel her ne ise onu ver; Âhiret'te de (yine Sen'in indinde) iyi ve güzel olan ne ise onu ver. |
And protect us from the torment of the fire' (Al-Baqarah, 2:201)? |
Ve bizi Ateş'in azabından koru" (Bakara, 2:201) mu diyeceksiniz? |
Will you say, 'O our Lord! |
"Ey Rabbimiz. |
Grant us mercy and lead us to victory and salvation from the state that we are in now' (Al-Kahf, 18:10)? |
Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır" (Kehf, 18:10) mı diyeceksiniz? |
Will you say, 'O My Lord, the One who revealed the Book, the One who transports the clouds, the One who does justice swiftly if He wills, the One who scatters those who join forces against His sincere believers, the One who destroys the enemy forces. |
"Ey Kitabı indiren, bulutları yürüten, dilediğinde hesabı çabucak gören, halis mü'minler aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allahım. |
Also make these enemies miserable and lead them to failure; help us against them'? |
Bu düşmanları da perişan edip hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle" mi diyeceksiniz? |
You will say these. |
Diyeceksiniz bunları. |
You will utter this while thinking of our fellow brothers and sisters experiencing condemnation, oppression, isolation, and questioning. |
Hem umum heyet için, hem de şu anda mağduriyet, mazlumiyet, mehcûriyet, mahkûmiyet, müstantakıyet -Bu tabiri hiç kullanmıyorlar, evet, "istintak edilme, sorguya çekilme" demektir- yaşayan ve dolayısıyla bir yönüyle hep melûl, mahzun, mükedder olan kardeşlerimizi nazar-ı itibara alarak diyeceksiniz. |
This is the mysterious key to sharing their struggles, to being together with them now, and with God's will also being together with them in Paradise in the afterlife. |
Bu, onların dertlerini paylaşmanın, onlarla beraber olmanın ve öbür tarafta da onlarla beraber Cennet'e girmenin sırlı anahtarıdır. |