A prayer: |
Bir dua: |
‘O God, bestow us with abilities that we do not have and allow those abilities to improve.’ |
“Bizlere, bizleri aşan istidatlar ve o istidatlara da inkişaflar ver Allah’ım.” |
Yes. |
Evet. |
When we say, ‘abilities’, we indicate a certain type of spiritual energy, the liveliness of the heart, a functioning faculty that senses God directly, constant remembrance in His presence, realising our impotence and seeing other truths with this realisation. |
“İstidat” derken, bu mevzuda biraz metafizik gerilimi, kalb canlılığını, latife-i Rabbâniye hayatiyetini, her zaman Allah karşısında bulunduğumuz mülahazasını, kendimizi daha az görüp asıl başka şeyleri görme, daha başka şeyleri görme, daha daha başka şeyleri görme arkasında koşmayı kastediyoruz. |
Why was today just like yesterday? |
Niye bugün böyle dünkü gibi geçti? |
Whereas it is said that ‘A person who’s two days are the same has lost and disappointed’. |
Oysa “İki günü müsâvî olan kaybetmiştir, haybettedir” buyuruluyor. |
Even seconds should gain value with our deeds; not minutes, hours, days, weeks, months. |
Saniyeler bile bizim hareketimizle değer kazanmalı; dakika değil, saat değil, gün değil, hafta değil, ay değil. |
A second before we might have had an understanding of something, in the following second we should have a deeper understanding of that thing. |
Bir önceki saniye bizim için bir şey ifade etti; ikinci bir saniye, çok daha derin bir anlam ile gelmeli bize. |
‘Good gracious. |
“Allah Allah. |
Just a few seconds ago I did not think of this; there’s another issue in terms of my relationship with God.’ |
Ben, bir, iki, üç filan deme ölçüsünde bir zaman dilimi içinde, bak bunu düşünememiştim; demek ki Rabbim ile münasebet açısından bu da varmış.” |
And another second. |
Ve diğer bir saniye. |
Another second. |
Diğer bir saniye. |
With each second, the dynamics of the heart become open to deeper meanings. |
Adeta saniyelere bağlı o kalbin tik-takları, her tik-tak ederken farklı bir anlama dem tutmuş gibi, daha derin bir anlama dem tutmuş gibi. |
However, we have appeared in an environment where imitation prevails. |
Ama gel-gör ki, biz, taklidin hükümferma olduğu bir ortamda neş’et ettik. |
A thousand thanks to God for His bounties. |
Olduğumuza binlerce hamdolsun. |
People who do not strive to have deeper understandings of such matters try to make headway but constantly stumble. |
Böyle olmayıp sağda-solda, şuraya-buraya toslayarak yol almaya çalışıyor gibi olanlar da var. |
They believe they have traveled a long distance, whereas in reality, they are stuck in one spot. |
Aslında bunlar “Yol aldım” zannediyorlar ama hiç farkına varmadan oldukları yerde -bağışlayın- tepinip duruyorlar. |
They only play with words and set the agenda, thorough demagogy. |
Sadece söz ile mevzuyu değiştiriyorlar, gündem değiştiriyorlar ve bu farklılığı, demagojiler ile yapıyorlar. |
Real changes should be linked to the changes in the heart. |
Farklılık, kalbdeki farklılığa bağlı olmalı. |
What I heard yesterday should be eclipsed by what I heard today. |
Dün duyduklarım, bugün duyduğum şeylerin yanında çok geride kalmalı. |
Tomorrow, when God bestows you with a deeper understanding, it should be of a caliber that will make you question your today. |
Yarın, Cenâb-ı Hakk’ın lütfedip duyuracağı şeyler, bugünü sorgulayacak kadar derin olmalı. |
The day after tomorrow, you should have such deep and profound understandings that will make you question all of your previous days. |
Üçüncü gün içine daldığım, kendimi akıntısına saldığım duygu-düşünce çağlayanı da arkada bıraktığım bütün günleri sorgulayacak şekilde daha ufuklu, daha engin olmalı. |
Only in this case a person can remain steadfast and upright. |
Ancak öyle olursa, insan, ayakta kalabilir. |
Having a firm sense of direction and being steadfast in this direction are important notions. |
İstikâmet, sâbit-kadem olma, doğru durma; bunlar, çok önemlidir. |
However, having a deeper understanding at every step of the way, gaining genuine perspectives is more important. |
Fakat onlarda temâdî, temâdîde derinlik, sürekli derinleşme, her adım atışta birkaç metre daha derinliğe inme, daha farklı bir ufka yönelme; bu, ondan da önemlidir. |
Stagnant and stationary people will scatter here and there without realising. |
Duran ve durağan insanlar, hiç farkına varmadan, saçılırlar sağa-sola. |
When they face hardship, they may speak against their feelings and hardships. |
Sıkıntıyı gördükleri zaman, kendi duygu ve kendi düşüncelerinin aleyhinde konuşabilirler. |
Claiming it is a ‘confession’, they could ‘slander’, lie and deny their past. |
“İtiraf” diye “iftira” edebilirler, yalan söyleyebilirler, geçmişlerini inkâr edebilirler. |
But a person who has devoted themselves to the path of progression is not like this. |
Ama kendini hep ilerleme çağlayanına salmış bir insan, öyle değildir. |
Because with each step one gets a little closer to God; one’s consciousness of God intensifies. |
Çünkü o, her adımıyla Allah’a biraz daha yaklaşmıştır; “ihsan” şuurunda biraz daha derinleşmiştir. |
I am not stating this from my own desires; as the hadith of Archangel Gabriel states that ‘Belief’, ‘Islam’ and ‘God-consciousness’ are considered together. |
Min indi nefsî demiyorum ki bunu; Cibril Hadîsi’nde “İman”, “İslam” ve “İhsan” beraber nazara veriliyor. |
God forbid, it does not mean that they are insufficient, these are ranks. |
Hâşâ bunlar yeterli bulunmuyor demek değil, fakat mertebe bunlar. |
‘I am a believer.’ |
“İman ettim.” |
How? |
Nasıl? |
‘I was raised in a community who were believers. |
“Ben, iman etmiş bir toplumun içinde neş’et ettim. |
I was brought up in such environment and my faith was imitated. |
Böyle bir ortamda neş’et ettim ve imanım taklidî idi. |
I did what my father, my mother and my Qur’an teacher did. |
Babam ne yapıyorsa, annem ne yapıyorsa, Kur’an kursunda hocam ne yapıyorsa, onları yaptım. |
I learned it from my environment just as a child learns a language at home. |
Bir çocuğun anne-babasından dil öğrenmesi gibi, benim de çevremden öğrendiğim şeyler onlar.” |
This is merely imitation. |
Sadece taklittir, bu. |
But in fact, it depends on consolidating this notion and making it stronger; it depends on who carries that heart; it depends on contemplation, reflection and consultation; in regards to the previous remarks, it depends on questioning and assessing events every day. |
Fakat esasen bunu pekiştirmek ve kopmayacak hale getirmek, o mevzuda düşüncenin hakkını vermeye bağlı; bir kalb taşımanın hakkını vermeye bağlı; tefekkürün, tedebbürün, tezekkürün hakkını vermeye bağlı; biraz evvelki mülahazalar açısından, her yeni günde, daha önceki günleri sorgulamaya ve her şeyi test etmeye bağlı. |
‘Where do I stand?’ |
“Nerede duruyorum?” |
To understand this, you have to contemplate on yesterday and then today; contemplate on the previous day and then today. |
Onu görmek için bir düne bakacaksın, bir de bugüne bakacaksın; birkaç gün öncesine bakacaksın, bir de bugüne bakacaksın. |
You are stuck in the same deliberations; it means you have not taken a step forward. |
Aynı mülahazalar içinde çırpınıp duruyorsan, ileriye doğru bir adım atamamışsın demektir. |
In that case, walking on that path, without even noticing you will stumble and fall over. |
Şu halde sen, yürüdüğün doğru yolda, o şehrâhta, hiç farkına varmadan, patikada yürüyor gibi bir gün tökezleyip o yolun bir yerinde kalacaksın. |
Your toppling over is inevitable. |
Devrilmen, mukadder demektir. |
If you do not get deeper, you will topple over. |
Derinleşmezsen, devrilirsin. |
If you do not get deeper each day, if you do not get a few steps closer to Him, you will topple over like the politicians. |
Her gün birkaç adım daha derinleşmezsen, birkaç adım daha O’na (celle celâluhu) yaklaşmazsan, siyasîler gibi devrilir gidersin. |
While you are saying ‘God’, you will get further away from Him. |
“Allah” derken, Allah’tan uzaklaşırsın. |
While you say ‘Prophet’, with every step, you move ten steps away from him. |
“Peygamber” derken, her adımda, O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) on adım uzaklaşmış olursun. |
As you are saying ‘the Qur’an’, you will be taking twenty steps away from it. |
“Kur’an” derken, yirmi adım, mesafe mesafe ondan uzaklaşmış olursun. |
Books, the content within them, are essential; the truth is implicit in them; they contain it. |
Kitaplar, kitaplardaki mevzuat, çok önemlidir; hakikatler, onlarda mündemiçtir; onlar, onu ihtiva ederler. |
But the essence and spirit of those books will gain value when the human spirit gives meaning to it. |
Fakat o kitapların özü ve ruhu, insanın ruhunda mânâlandırıldığı zaman kıymete ve değere ulaşır. |
As stated by Sadi, ‘If you do not act on your knowledge, if your knowledge does not become part of your nature, then you are indeed ignorant.’ |
Sâdî’nin dediği gibi Gülistan’ında, “İlmin ile amel etmiyorsan, bildiğini tabiatında bir derinlik haline getirmemişsen, sen, câhilin tekisin.” |
In our culture, we refer to these as ‘ignorant people with diplomas’. I believe this idiom is used in many places. |
Böylelerine dilimizde de “diplomalı cahiller” denir; her yerde kullanılır bu idyum, zannediyorum. |
When the matter is entrusted to books, books do not breach that trust; they take and hide the matter in their chests. |
Meseleyi kitaplara emanet edince, onlar emanete hıyanet etmezler; alır saklarlar onu bağırlarında: |
‘Perhaps one day some people who are certain in their trustworthiness will come and take us from here. They will add life to life and establish their own depth of being, and using this as a means, will try to establish the monument of their spirit.’ |
“Belki bir gün emanette emin birileri gelir, bizi buradan söker alır, hayata hayat kılar, kendi derinliklerini onunla sağlar ve kendi ruh âbidelerini -malzeme olarak onu kullanmak suretiyle- ikâme etmeye çalışırlar.” |
The book hides these truths within its lines, paragraphs, and sections; it is trustworthy. |
Kitap, satırında, paragrafında, maktaında saklar o hakikatleri; o, emindir. |
However, if you have not been able to make the things you have read a part of your nature, |
Fakat sen, okuduğun şeyi tabiatına mal edememişsen şayet. |
if you have not opened yourself to the depth of these books, |
O kitaplarla, kitapların derinliklerine doğru açılamamışsan şayet. |
if you have not released yourself into that current, |
O akıntıya kendini salamamışsan şayet. |
Then you are deceiving yourself with these books, without realising. |
Sen, kitaplarla aldanıyorsun demektir, hiç farkına varmadan. |
And if there are groups who look up to you, trust you, rely on you, with your false Islamic interpretation and perspective on these books, you obliviously bring others to a state like your own; a state of ‘book-in-hand but uneducated.’ |
Bir de sana bakan, sana güvenen, sana itimâd eden kitleler var ise, hiç farkına varmadan, o yanlış İslamî telakkînle, o yanlış kitaba bakışınla onları da kendin gibi “elde kitap, kitapsız” hale getiriyorsun demektir; “elde kitap, kitapsız” hale getiriyorsun. |
A book is not a book when it sits on the shelf or is uttered by you; it is related to becoming a manifestation in the heart or a moaning like that of the reed flute. |
Kitabın kitap olması, rafta durmasıyla veya senin telaffuz etmenle değildir; esasen kalbinin sesi-soluğu olmasına, kalbde bir ney gibi inlemesine bağlıdır. |
Until the book is able to moan like the reed flute, it will be composed of nothing but lines, dark lines. |
O, kalbde ney gibi inleyeceği âna kadar, satırlardan, kapkara satırlardan ibaret kalır. |
If it cannot make itself felt in the heart, if it cannot express its weight in the neurons, then I believe that those books should be entrusted to the bookshelf. |
Orada bir inilti halinde kendini hissettirmiyorsa, nöronlarında bir balyoz ağırlığı ile kendisini hissettirmiyorsa şayet, bence o kitaplar, kitaplığa emanet. |
Divine truths are entrusted to books, and they are seeking a generation who carry wise and discerning hearts to understand them. |
Hakikatler de kitaplara emanet ve onlar, kendilerini anlayacak basiretli, idrakli, kalb taşıyan bir nesil beklemeye dursunlar. |
They will be waiting for a long time. |
Bekleyecekler daha uzun zaman. |
It would be ingratitude if I did not accept the fact that the Almighty God has allowed your generation to take a step forward on this matter. |
Cenâb-ı Hakk’ın, size, sizin neslinize bu mevzuda, o istikamette adım attırdığını kabul etmezsek, nankörlük yapmış oluruz. |
The things being done are things that were not even done during some periods where Islam was lived in its entirety, with God’s permission and grace. |
Yapılan şeyler, çok defa İslam’ın bütünüyle yaşandığı dönemde -belki bazıları itibarıyla- yaşanamamış şeylerdi, Allah’ın izni ve inayetiyle. |
However, I believe that due to lack of the necessary depth required in upholding this matter, there have been roadblocks. |
Fakat o mesele, meselenin iktiza hususiyetleriyle, hususiyet derinlikleriyle ele alınmadığı için, bence, tıkanmalar oldu. |
If these cannot be bypassed, accumulative problems will continue to occur. |
Eğer yeni bypasslar ile o tıkanmış kanallar açılmaz ise, içtimaî problemler devam edecektir. |
Because, there is the ‘human heart;’ and also the ‘communal heart’ constituted of collective thoughts and emotions of the people. |
Çünkü bir, “insanın kalbi” vardır; bir de duygu-düşünce birliği itibarıyla “toplumun kalbi” vardır. |
The heart of the community. |
Toplum kalbi. |
If this doesn’t instigate an exciting sensation in the community, if it doesn’t aspire a wave of excitement in the hearts, |
O mesele toplum kalbinde bir heyecan haline, heyecan dalgası haline gelmemişse şayet. |
if this situation doesn’t bring them shoulder to shoulder, |
Onları omuz omuza bir duruma getirmemişse şayet. |
Like the elements comprising a dome, if they don’t come head to head as such and profess, ‘Let’s go further and further’, if one’s aim isn’t pointed ahead with such consideration, they will remain stagnant where they are, in intensive care. |
Kubbedeki unsurlar gibi baş başa verecek hale getirmemişse şayet ve hep “Daha ileri, daha ileri, daha ileri” mülahazasıyla, oklar hep daha ileriyi göstermiyorsa şayet, olduğu yerde kalır o, yoğun bakımda kalır. |
The Lord, may He be glorified and exalted, has blessed you with many favours. |
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) size lütuflarda bulundu. |
With a good assumption, I call your situation not the ‘intensive care’; otherwise it would be a false assumption. |
“Yoğun bakımın dışında” diyorum, hüsnüzan ederek; diğerini suizan sayıyorum. |
Because to be oblivious to Divine blessings means being ingratitude to the Lord. |
Çünkü o kadarcık bir nimet-i İlahîyi görmezlikten gelmek, Allah’a karşı nankörlük olur. |
The Lord has allowed those in your generation to be involved in many beautiful acts. |
Çok güzel şeyler yaptırdı sizin neslinize, Allah. |
To those that were part of the movement from the beginning, to those that helped here and there, or those who set up an office for themselves in an already established system, and identify themselves as the chief, to those at the frontlines, the Lord has provided an opportunity for everyone at varying degrees. |
İşin içinden olanına, kenarından-köşesinden işi tutanına, hazır bir sistemin başında gidip kendisine bir ofis oluşturanına, o ofiste oturup kendisini oranın şehsuvarı gibi göreninden doğrudan doğruya cephede at koşturanına kadar çok farklı mertebelerde, Cenâb-ı Hak, herkese bir şeyler yaptırdı. |
Maybe for those in their inactive positions, watching those running this race, wanting to be recognised, and essentially, make known that, ‘They too are involved’, tried to appear active as well. |
Belki bazıları oturduğu yerde, koşanların yanında, esasen onları tanıma ve kendini onlara tanıttırma ve “Ben de varım” mülahazasıyla, meseleyi “ben de var”lık yörüngesinde götürdüler; bu suretle, hemen her yerde öyle görünmeye çalıştılar. |
But, more so, being as they would like to appear, their worry was more for the show. |
Fakat öyle görünme yerine, “gösterme” mülahazası esastı. |
It is more about pointing out the Lord as ‘He’ wherever one goes, this is what is important. |
Âdeta O’nu (celle celâluhu) gösterme mülahazası; gittiği her yerde, ibrenin “Hû” diye bir yönüyle O’nu işaretlemesi; önemli olan, o. |
Yes, in various degrees, the Lord has provided many opportunities to serve; if we deny this, it would be ungrateful. |
Evet, değişik mertebelerde, Cenâb-ı Hak, çok şey yaptırdı; bunu inkâr edersek, nankörlük olur. |
It is useful to evaluate this issue, linking it to Bediüzzaman’s analysis on the topic of ingratitude and of testifying to God’s blessings. |
Hazreti Pîr-i Mugân’ın, nankörlük ve bir de tahdîs-i nimet konusunu ifade ettiği yerdeki hususa bağlayarak meseleyi öyle değerlendirmek lazım. |
To disregard the beautiful blessings that have occurred will be complete ungratefulness. |
Yapılan o güzellikleri bütünüyle görmezlikten gelmek, nankörlüktür. |
You cannot say, ‘No, there is nothing’. |
“Hayır, hiçbir şey yok” diyemezsiniz. |
Because, there is something; however, the thing that is there is a Divine trust upon us that needs to be taken further. |
Bir şey var, fakat o var olan şey, Allah’tan ve daha ileriye götürmek üzere emanet. |
To make it tenfold, a hundred fold, a thousand fold bigger. |
Onu, ona katlama, yüze katlama, bine katlama. |
At least, an intent to make it a thousand times bigger. |
En azından niyetiyle bine katlama. |
A thousand fold in the expense of cracking from effort. |
Kendi çatlayasıya bine katlama. |
A thousand fold, where the brain seeps from one’s nose in thought and exertion |
Beynini burnundan kusasıya bine katlama. |
To be devoted, till death, on this read. |
O yolda ölesiye bine katlama. |
In a state of ecstatic passion for this job. |
O işin sevdasıyla ve delisi olarak. |
If one doesn’t take aboard this trust with passion and love, this will cause a blockage and every blockage will cause congestion leading to a state where they require intensive care. |
Şayet o meseleye sevdalısı olarak sahip çıkılmıyorsa, o konuda tıkanma olur ve her tıkanma, arkadan yoğun bakım getirir. |
The last stop for those who enter into an intensive care unit is the tomb. |
Yoğun bakıma gidenlerin çoğu da en son durak olarak kabre girer. |
(The following words of the noble Ibn Hajar al-Asqalani are attributed to the noble Ali, may God be pleased with him.) |
(Şu söz İbn-i Hacer el-Askalânî hazretlerinin “Münebbihât” adlı eserinde, Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilir.) |
‘O poor one who is engulfed with worldly pursuits. |
“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı. |
You have always been deceived by the hopes of a long life! |
Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın. |
Is not your heedlessness and indifference enough? |
Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? |
Look, for your journey to the beyond is near. |
Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın. |
Do not forget; death comes all of a sudden. |
Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın. |
Your tomb awaits you, the chest of deeds. |
Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın. |
Then from the troubles of this world, seek refuge in patience. |
Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın. |
Indeed know that death will not come before the appointed hour’. |
Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın.” |
You will enter the chest of deeds, the tomb, to be subject to the interrogation of the angels Munkar and Nakir. |
Amel sandığı olan kabre, Münkir-Nekir’in teftişine arz edeceğin şeylerle girersin. |
If ever you stopped as you were walking on the path, or got stuck after walking some more. |
Yürürken durmuşsan; biraz yürümüş, yolda kalmışsan. |
In the words of Imam al-Ghazali, a person was going to the royal capital. |
Hazreti Gazzâlî ifadesiyle, biri pâyitahta gidecekmiş. |
However, on his way, he was distracted by the beautiful gardens, extraordinary fruits and the alluring streams of water, and forgot his final destination. |
Fakat gönlüne hoş gelen bir bağlı-bahçeli yerde, İrem bağları gibi bir yerde, meyvelerin güzellikleri, gölgelerin şahaneliği ve şakır şakır akan suların insanın içinde bir musikî tesiri icrâ etmesi ile o genel havanın tesirinde kalarak, gideceği o saltanat mahallini unutmuş. |
‘I could stay here’ he said. |
“Burada da kalabilirim” demiş. |
He entered the correct path, however, enticed by his surroundings, forgot the true purpose of his journey. |
Böylece doğru bir yola çıkmış fakat esasen o doğru yola çıkarken nazarının üzerinde olduğu asıl “hedef”i unutuvermiş bir yerde. |
He was stuck halfway through his journey. |
Yolun yarısında takılmış kalmış. |
There is no count on the numbers of those who have been knocked down this way. |
Ve böyle devrilen insanların sayısının hadd ü hesabı yoktur. |
There is absolutely no count of those who are left halfway or die on the way. |
Devrilip yolda kalan, yürürken ölen insanların sayısının hadd ü hesabı yoktur. |
Constant action, forward thinking action... |
Sürekli hareket, sürekli hareket ve daima daha ilerileri nazar-ı itibara alarak hareket. |
In this regard, God indeed knows best, and by way of a compassionate shake, reminds those who have entered into the right path yet have not been able to live up to the true essence of their pursuit, and decrees: |
Bu açıdan, Allahu a’lem, böyle pozitif olarak yürünen doğru yolda yürürken, o yolun hakkını benim gibiler tam veremediklerinden dolayı, Cenâb-ı Hak, şefkat tokadı ile (hadiselerin diliyle) “Aklınızı başınıza alın” buyurdu: |
The world is the abode of examination, not an abode of profit and reward, but an abode of service. |
Bu dünya, bir dâr-ı imtihandır; dâr-ı ücret ve mükâfat değil dâr-ı hizmettir. |
Do not be enticed by the pleasures of this world and forget about the eternal delights! |
Buradaki lezzetlere takılıp kalarak, ebedî lezzetleri unutmayınız. |
Those on the other side are enough to make your heads spin. |
Öbür taraftaki şeyler, başınızı döndürecek kadar güzeldir. |
There is the pleasure of God and the sight of God; indeed they are things that are beyond us. |
Rü’yetullah vardır, Rıdvân vardır; bizi aşan şeylerdir bunlar. |
Do not allow that enticing garden to distract you away from the royal capital. |
İşte o yalancı bağ ve bahçe, pâyitahta gitmeyi size unutturmasın. |
Once you are there, who knows what kinds of incredible places you will enter. |
Oraya ulaştıktan sonra, daha ne İrem bağlarına uğrayacağım, ne İrem bağlarına. |
And I will not stop, because this way, I know by leaving these gardens behind, I will reach a far more exquisite and unique garden. |
Ama hiç durmayacağım; biliyorum ki, ben, İrem bağlarını gölgede bırakacak çok değişik bağlara ulaşacağım bu sayede. |
Like the Messenger of God, peace and blessings be upon him... |
Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi. |
Between the line of the Divine realm of absolute necessity and the realm of contingency... |
Vücûb-imkân noktası. |
The Qur’an refers to it as: ’So he was (so near that there was left only the distance between) the strings of two bows (put adjacent to each other), or even nearer (than that)’ (An-Najm, 53:9). |
Kur’an ona, “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az” (Necm, 53:9) diyor. |
‘I will reach that point, the point that separates the mortals from the Eternal One, with God’s permission and grace’. |
Oraya ulaşacağım; fânileri bâkilerden ayıran noktaya ulaşacağım, Allah’ın izni ve inayetiyle.” |
One cannot take a step towards it, if his eyes are not directed there; his heart does not beat with that excitement. |
Göz orada olmazsa, gönül o heyecan ile çarpmazsa, insan, o mevzuda adım atamaz. |
If your ideals are not in those horizons, it does not matter if you open fifty universities or hundreds of universities, you will tread on the spot. |
Elli tane üniversite açsanız, yüz tane okul açsanız, gönül o ufukta olmayınca, olduğunuz yerde tepinir durursunuz, kalırsınız. |
You should consider everything you do as an errand. |
Fakat her yaptığınız şeyi, ayakaltındaki bir şey gibi göreceksiniz. |
‘What a shame! |
“Yahu ayıp. |
It is shameful for a person, who is honoured with the best of stature, to tread on the spot like this. |
Ahsen-i takvîme mazhar birisi için, böyle bir yerde tepinip durmak ayıp. |
Be ashamed of God, what do you mean by one, two or three universities for the Divine Essence Who bestows such great bounties on you? |
Allah’tan utanın; bu kadar ihsanda bulunan Zât-ı Ulûhiyete karşı, bir tane üniversite, iki tane üniversite, üç tane üniversite ne demek? |
Don’t you feel ashamed of this?’ |
Utanmıyor musunuz siz bundan?” |
If you think and feel this way, God will reward your three accomplishments a hundred fold. |
Duygu bu olursa, düşünce bu olursa, üç olduğu zaman, yüzün mükâfatını verir, Allah. |
When you aim for a thousand in your heart, God will reward you with a thousand even though you accomplish only three, because ‘The intention of a believer is more auspicious than his deeds’. |
Gönlünüzde bin olursa şayet, üç olduğu zaman bile, binin mükâfatının verir; çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” |
However this, in a way, depends on you putting your intention into practice. |
Ama bu da niyeti -bir yönüyle- pratik duruma dökmeye bağlıdır. |
This depends on how much you realise the opportunities, how much you make use of it, how much you turn the comb into honey and in a way how much you get others to taste it. |
Onu ne kadar realize edebiliyorsanız, gönlünüzde petekleştirdiğiniz şeyi ne kadar değerlendiriyorsanız, bal-kaymak haline getiriyorsanız ve bir yönüyle kuvve-i zâikanıza onu tattırıyorsanız. |
‘Isn’t there more, isn’t there more?’ |
“Daha yok mu, daha yok mu? |
‘Where is the honey, isn’t there more?’ |
Yahu bal, daha yok mu?” |
You never do get full. |
Bir türlü doyma bilmiyorsunuz. |
Remember the observation of Bediüzzaman in The Supreme Sign, ‘Are there more?’ |
Âyetü’l-Kübra’da, Hazreti Pîr-i Mugân’ın “Hel min mezîd” mülahazasını hatırlayın: |
The journey of a traveler who never gets full. |
Doyma bilmeyen bir seyyahın yolculuğu. |
If you could realise this, there won’t be any disruptions in your spiritual vigilance, with God’s permission and grace. |
İşte böyle olursa, sizdeki metafizik gerilimde hiçbir kırılma olmaz, Allah’ın izni ve inayetiyle. |
Running constantly, not like Heraclius, but like Khalid and Al-Qaqa ibn Amr; like the ones subdued Rostam, those who overcame Constantine’s armies, with God’s permission and grace. |
Sürekli -Heraklit gibi değil- Hâlid (radıyallâhu anh) gibi koşturursunuz, Ka’ka’ İbn Amr (radıyallâhu anh) gibi koşturursunuz; Rüstem’leri yere serecek insanlar gibi, Konstantin ordularını silip geçecek bir durumu -Allah’ın izni ve inayetiyle- ihraz edersiniz. |
‘Oh my Lord! Don’t give me a victory that will drift me away from You!’ |
“Neticesinde Seni kaybedeceğim bir muvaffakiyeti bana verme Allah’ım.” |
Yes, victory may follow victory; however what essentially matters is always being able to utter His Name. |
Evet, muvaffakiyet, muvaffakiyeti takip edebilir; fakat asıl mesele, hep O (celle celâluhu) diyebilmektir. |
Always Him, always Him, always Him. This depends on us being able to look upon ourselves and things we do as small as ants and termites, relating all big accomplishments to His eternal favor, comprehensive knowledge and extensive and absolute will. |
O; hep O, hep O, hep O. Bu ise, kendini de, yaptığın şeyi de sürekli karınca gibi görmeye, termit gibi görmeye ve yapılan büyük işleri O’nun engin inayetine, muhît ilmine, geniş meşîetine vermeye bağlıdır. |
Imam Rabbani says: The treasures of the Sovereign can only be carried by the Sovereign’s beasts of burden. |
İmam-ı Rabbanî hazretleri, “Melik’in atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir” diyor. |
Sometimes there are extra favours God grants; these are His treasures, gifts, presents and bounties that He bestows on you. |
Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan yaptığı lütuflar vardır; bunlar, O’nun atiyyeleridir, hediyeleridir, armağanlarıdır, size ihsanıdır, lütfudur. |
The word is ‘atiyya’ (gift). Young generations may not use this word often and so may not recognise this word. |
“Atiyye” kelimesini de kullanırız; günümüzün genç nesilleri, belki çok kullanmadıklarından dolayı, o kelimenin ne manaya geldiğini bilmeyebilirler. |
That is why I listed some synonyms. |
Onun için müradif (eş anlamlı) olan kelimeleri söyleme lüzumunu duydum. |
First of all there are the extra bounties that God grants, gratuitously, free of charge. |
Başta Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan, meccânen (karşılıksız) verdiği şeyler var: |
Like His creation, these are gratis. |
İşte, yaratması gibi, meccânen verilen şey. |
Like the bounty of being the perfect pattern of creation, these are gratis. |
Ahsen-i takvîme mazhariyet gibi, meccânen verilen şey. |
His creation of us in an environment where religion is present in our society, even if somewhat affected by imitation, is another example. |
Mesela, dinin yaşandığı, şöyle-böyle yaşandığı, taklit esintileri içinde de olsa öyle bir yaşantının hâkim olduğu bir yerde iskân buyurması, meccânen. |
My being the offspring of a certain mother and a certain father were not of my own doing and by my plan; it all happened according to His plan, may He be glorified and exalted. |
Benim falan anneden, filan babadan gelmem, kendi planıma göre olmadı; bu, O’nun (celle celâluhu) planı çerçevesinde oldu. |
These are all His complimentary bounties from His grace. |
Bunlar hep, O’nun meccânen atiyyeleri. |
Beyond these, allowing us to reach a certain vision, or to learn from and follow a certain person. |
Sonra, daha değişik ufuklara ulaştırması; mesela falanın arkasından yürütmesi. |
You were following certain people. |
Birilerinin arkasından koşturup duruyordunuz. |
May God protect you from following a faction that is astray, from following political factions. |
Ehl-i dalâletin, firak-ı dâllenin, siyasîlerin arkasından koşmaktan, Allah, muhafaza buyursun. |
This would be akin to following Satan. |
Şeytanın arkasından koşmaya benzer, ona denktir o. |
This is not what I am talking about here. |
Onu kastetmiyorum. |
I am referring to the path that you were following; a path that was not tainted by context, not affected by conjecture and the interpretation of any period in time. |
Fakat bir yolda koşuyordunuz ki, onun içinde esasen zamanın katkısı/girdisi, konjonktürün ilavesi, zamanın tefsiri yoktu. |
If anything, you must be the interpreter of your time. |
Oysa yaşadığın zamanın, sen, dili-tercümanı olmalısın. |
That is especially if God granted you the ability, you have the perception and insight to read the age you live in, and can say ‘This is what is required at this time’. |
O şeyi de Cenâb-ı Hak ihsan etmiş ise sana, yaşadığın zamanı idrak ediyorsan, “Şimdi şöyle denmesi lazım” diyebiliyorsan. |
For example, at a certain period in history, the Pride of Humanity, peace and blessings be upon him, encouraged the riding of horses and appreciated them because of their role in battle. |
Mesela belli bir dönemde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ata binmeyi tavsiye ediyor ve bir yönüyle onu, o savaş meydanlarında savaş unsuru olması itibarıyla takdir buyuruyor. |
During this period, swords, daggers and armour were important. |
Kılıç, kalkan, kama, zırh; bunlar, önem ifade ediyor bir dönemde. |
But at other times, other things replaced these. |
Fakat başka bir dönemde başka şeyler onların yerini alıyor. |
The one who carries treasures and bounties are called ‘carriers’. |
Atiyyeyi taşıyana “matiyye” diyor; esasen o da “onu taşıyan” demektir. |
If the carrier is truly worthy of this honour, it will be able to carry them until the end. |
Hakikaten o işe liyakati varsa, o onu götürür, sonuna kadar götürür. |
But if one is not befitting of this responsibility, they will stumble in the road, or turn back |
Fakat liyâkati yok ise, Kur’an’ın kendi ifade buyurduğu gibi yolda kalır, döner: |
‘O you who believe! |
“Ey iman edenler. |
Whoever of you turns away from his Religion, (know that) in time, God will raise up a people whom He loves, and who love Him, |
İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. |
most humble towards the believers, dignified and commanding in the face of the unbelievers, |
Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. |
striving (continuously and in solidarity) in God's cause, and fearing not the censure of any who censure. |
Allah yolunda mücâhede ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. |
That is God’s grace and bounty, which He grants to whom He wills. |
İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. |
God is All-Embracing (with His profound grace), All-Knowing’ (Al-Maidah, 5:54). |
Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir” (Mâide, 5:54). |
‘If He so wills, He can put you away and bring a new generation’ (Abraham, 14:19; Al-Fatir, 35:16). |
“Eğer isterse sizi götürür ve cedid (yeni) bir kavim getirir” (İbrahim, 14:19; Fâtır, 35:16). |
On the path you walk, you may face the abandonment of belief, abandonment of Islam, abandonment of service. |
Siz, yürüdüğünüz yolda, “iman irtidâdı” yaşarsanız, “İslam irtidâdı” yaşarsanız, hizmet irtidâdı yaşarsanız. |
These are different things. |
Farklı şeyler bunlar. |
Abandonment of belief. |
İman irtidâdı: |
I believed. |
İnanıyordum. |
God forbid, I am not going to be able to say that now because a conscience with belief cannot tolerate even those words. |
Hâşâ, şimdi onu kendime nispet edip söylemeyeceğim, çünkü inanan bir vicdanın ona bile tahammülü yoktur. |
Yes, now a person who does not accept Him; God forbid does not accept God; this is the abandonment of faith. |
Evet, şimdi birisi O’nu kabul etmiyor; hâşâ Allah’ı kabul etmiyor; bu, bir iman irtidâdıdır. |
Does not accept the Prophet; this is abandonment of faith. |
Peygamber’i kabul etmiyor; bu, bir iman irtidâdıdır. |
Does not accept the Resurrection; this is abandonment of faith. |
Haşr ü neşri kabul etmiyor; bu, bir iman irtidâdıdır. |
‘The Book from the heaven... |
“Gökten inen Kitap. |
Will we believe according to a Book that came fourteen centuries ago?’ |
On dört asır evvel inen Kitap ile mi amel edeceğiz?” |
This is an abandonment of faith. |
Bu, bir iman irtidâdıdır. |
‘Updating the faith’, this is an abandonment of faith. |
“Güncelleştirme”, bu da bir iman irtidâdıdır, dönmedir. |
To put forward the idea of ‘changing’ something that has come down to the Prophet, been represented by the Companions, been interpreted by the likes of Abu Hanifa, Imam Shafi, Imam Malik and Imam Hanbal, in the most accurate ways, this is an abandonment of faith. |
O mevcut, Peygamber’e inen, sahabî tarafından temsil edilen, yorumu Ebu Hanifeler, Şafiîler, Mâlikîler, Hanbelîler gibi rehberler tarafından en isabetli şekilde, değiştirilmeye müsait olmayacak şekilde ortaya konan şeyler hakkında “değiştirilebilir” mülahazasını ortaya koymak, bir iman irtidâdıdır. |
And also not going into those matters but abandoning the secondary methods of jurisprudence can lead to abandonment as well. |
Bir de öyle bir şeye girmez de dinin fürûâtına ait meselelerde irtidât yaşar. |
If one does not complete an obligation, ‘I can’t do this’ he will say. |
Onları yapmaz, “Yapamıyorum bunları” der. |
This is a sin, it is a major sin. |
Bu, günahtır, günah-ı kebâirdir. |
This thought will trigger the feeling of knocking on the door of ‘begging forgiveness’ and ‘repentance’. |
Bu mülahaza, bir yönüyle, onun “istiğfar”, “tevbe”, “inâbe” ve “evbe” kapısının tokmağına dokunma duygusunu tetikler. |
If he is still standing in the same spot, he will not stay there, knock on that door and turn to that spot. |
Hâlâ -böyle- durduğu yerde duruyorsa, durmaz orada, o kapının tokmağına dokunur, döner oraya. |
In one aspect, you can say this is an ‘abandonment of Islam’. |
Bir yönüyle bu da bir “İslam irtidâdıdır” diyebilirsiniz. |
People like Imam al-Ghazali and Imam Rabbani and greater scholars did not repeat such things too often. |
Öyle bir şeyi çok dememişler Hazreti Gazzâlî gibi, İmam Rabbânî gibi kimseler ve daha büyük zatlar. |
However since they had strong faith in regards to the path that they walked on being the straight path, being the path of the Prophets, they noticed some of their friends leaving the path and they can be considered to have ‘abandoned the service’. |
Fakat yürüdükleri yolun isabetli olduğuna, Peygamberler yolu olduğuna çok iyi inandıklarından dolayı o yolda yürürken, arkadaşlarını o yolda bırakıp ayrılıp gidenler de vardır ki, bunlar da “hizmet irtidâdı” içinde bulunuyorlar demektir. |
In other words, while they were at one stage acting as carriers that were transporting the bounties of the Sovereign, after a certain point, they left the load, did not continue to carry it any longer. |
Yani, bir dönemde o Melik’in -bir yönüyle- memlûkları (kul, köle ve hizmetkârları) olarak, O’nun atiyyelerini taşıyan matiyyeler olarak işi götürüyorken, bir yerden sonra onu bir yere bırakma, daha götürmeme. |
Yes, if a human protects their consistency, improving each day, they will become reliable trustees. |
Evet, insan, kıvamı korursa -hani dün başka idi, bugün başka, yarın başka, öbür gün başka; her yeni gün biraz daha derinleşiyorsa- emin bir emanetçi olur. |
On a day where you are walking on a flat road, you are taking that bounty with you; you have become a chief cavalier, and that has, in a way, become a race horse for you. |
Düz bir şehrâhta yürüdüğümüz bir dönemde, o gün, o atiyyeyi götürüyorsunuz; şehsuvar olmuşsunuz, o da bir yönüyle sizin için bir yarış atı olmuş, süvarisini bulmuş yarış atı olmuş. |
Such a day comes that it is required for you to go up a steep hill; at that time, it is a necessity to use different methods for that occasion. |
Fakat bir gün geliyor ki, öyle değil, sarp bir yokuşa tırmanmak icap ediyor; işte o zaman başka argümanları kullanmak iktiza eder. |
If you are not aware of the era you are living in, the conjuncture you are living in, are not considering the factors of your time, and you walk towards an abyss or cliff as if you were walking down a main road, then you will surely fall down. |
Şayet yaşadığınız dönemin şuurunda değilseniz, konjonktürün farkında değilseniz, zamanın girdilerini doğru değerlendiremiyorsanız, şehrâhta yürüyor gibi uçurumu aşmaya kalkarsanız, bir yerden aşağıya yuvarlanıverirsiniz. |
We should see that day, for the sake of the bounty, for the sake of the trust. |
O günü görmek lazım, o atiyyenin hatırına, taşıdığınız emanetin hatırına. |
You were walking somewhere; it was a straight road, with bridges, and you would cross them. |
Bir yerde yürüyordunuz; düz yol idi, köprüler var idi, geçiyordunuz. |
However, you got to somewhere else, in the words of Yunus: |
Fakat başka bir yere gittiniz ki, -çok tekerrür eden, Yunus’un sözüyle: |
‘This road is long, |
“Bu yol, uzaktır |
It has many stations, |
Menzili, çoktur |
With no gateways, |
Geçidi, yoktur |
It leads to deep waters.’ |
Derin sular var.” |
If deep waters just appeared in front of you; you either need to know how to swim or build a sail accordingly. |
Karşınıza birden bire bir derin su geldi; ya yüzmeyi bileceksiniz veya ona göre yelkenler oluşturacaksınız. |
Since the topic has come to it, I want to remind everyone of the advice our noble Prophet gave to Abu Dharr, for the benefit of all of us: |
Söz gelmişken, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında hepimize olan nasihatini bir kere daha hatırlatmak isterim: |
Always review the condition of your ship, always have your ship restored, because each destination has different conditions. |
Gemini sürekli gözden geçir, sürekli bir restorasyona tâbi tut; çünkü her yerin şartı farklıdır. |
Sometimes you travel on calm seas; however, you may come across many waves, come across tsunamis, come across many currents, come across a place where fresh and salt water mix, or even come across monsters. |
Bir yerde düz, dalgasız denizde gidiyorsun; fakat bir yerde karşına dalgalar çıkabilir, tsunamiler ile karşılaşabilirsin, bir yerde belli akıntılar olabilir, bir yerde tatlı suların tuzlu sulara karıştığı durum olabilir, bir yerde vahşi canavarların cirit attığı mevkiler olabilir. |
You should, ‘review your ship one more time, renew your ship, as the sea is very deep’ and ‘Take adequate supplies, as the voyage is long’. |
Sen, sürekli yürüdüğün o yolda, “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin.” “Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.” |
You must take your food supplies completely; because the journey is very long. |
Azığını da tastamam alacaksın; çünkü yol, çok uzun; kat’ etmen gerekli olan yol, çok uzun. |
Now regarding the voyage across the sea, are you going to make a bridge, construct a sail, or build an unsinkable ship just like Prophet Noah, upon him be peace, did? |
Şimdi deryayı geçme mevzuunda, köprü mü yapacaksın orada, bir yelken mi oluşturacaksın, seyyidinâ Hazreti Nuh (aleyhisselam) gibi batmayan bir gemi mi yapacaksın? |
The ship that sails on waters that cover the surface of the world. |
Bütün yeryüzünü kaplayan sular içinde bile batmadan gidiyor. |
‘Noah said: |
“Nuh dedi ki: |
“Board it!” |
Binin gemiye. |
In God’s Name be its course and its mooring. |
Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. |
Surely my Lord is All-Forgiving, All-Compassionate’ (Hud, 11:41). |
Gerçekten Rabbim Gafûr’dur, Rahîm’dir (affı, rahmet ve ihsanı pek boldur)” (Hûd, 11:41). |
Gliding between waves as large as mountains in safety, without distressing anyone. |
Dağlar cesametindeki dalgalar içinde dahi, gayet selametle, kimsede endişe uyarmayacak şekilde öyle yüzüp gidiyor orada. |
Comprehend the principle that comes with ‘In God's Name be its course and its mooring’. |
“Bismillahi mecraha” (Onun yüzüp gitmesi Allah’ın adıyladır) beyanında yapılan imâledeki espriyi de anlayın. |
Understand the latent musicality of the Qur’an, and evaluate accordingly. |
Kur’an’ın iç musikisindeki espriyi de anlayın ve ona göre değerlendirin. |
This is another issue. |
O da ayrı bir mesele. |
But when you come to a place, and there is a circle of fire, greater than the fire of Nimrod |
Fakat bir yere geldiniz ki, baktınız orada ateşten bir çember var, nâr-ı Nemrut’tan daha öte. |
Some people feel like this when they see a small blaze. |
Öyle küçük ateşlerde bile bazıları kendilerini ateşin içinde buluyorlar. |
Not like that, imagine a current of fire as broad and powerful as the Nile. |
Öyle değil, Nil gibi akan bir ateş akıntısı ile karşı karşıya geliyorsunuz. |
‘How does one overcome this?’ |
“Bu nasıl aşılır, bu nasıl geçilir?” |
You need to be the people of that time, of that day, and act according to the requirements of the moment. |
O günün insanı olacaksınız, o günün şartlarına göre hareket edeceksiniz. |
If you don’t evaluate and act according to the state of affairs at the time, you will be trapped in that circle of fire. |
O günün konjonktürüne göre meseleyi değerlendirmezseniz şayet, bu defa da o ateş çemberine takılır kalırsınız. |
What will happen then? |
Ne olur o zaman? |
You will become a carrier who betrays his Creator. |
Hâlık’ın atiyyesine karşı ihanet eden bir matiyye (taşıyıcı) olursunuz. |
You will no longer be the steed of that trust, that burden. |
Siz artık o emanetin küheylanı değilsin. |
When designing the cover of one of our magazines, this image was discussed. |
Mecmualarımızın kapaklarında bu konuda resim değerlendirilmeleri geçmişti: |
The horse that has lost its rider and the horseman that has lost its horse… |
Süvari yetimi, süvarisini kaybeden küheylan ve küheylanını kaybeden süvari. |
Yes, they are both missing. |
Evet, ikisi de kayıp. |
We lost all of them three centuries ago. |
Biz onların hepsini kaybettik, üç asır evvel. |
It possible the real thing that we lost is the desire to search, we lost this as well. |
Belki kaybettiğimiz önemli bir değer de -esasen- kaybettiğimiz şeyi arama duygusu; onu da kaybettik. |
‘What did we lose, when?’ |
“Neyi, nerede kaybettik?” |
We lost that feeling, the desire. |
O duyguyu kaybettik. |
And this had made finding things harder. |
Bu da, bulmayı daha da zorlaştırdı. |
For those who have raised their sails to the currents of lies to speak of Islam is nothing but a ruse. |
Evet, yalan çağlayanına yelken açmış, yürüyen insanların, İslam’dan bahsetmeleri, sadece kandırmaca bir şey. |
As a side note: |
Antrparantez. |
People can interpret this as they wish. |
Kim nasıl anlıyorsa anlasın bunu. |
Using the allusion of Bediüzzaman: |
Hazreti Pîr’in işaretlemesi ile ifade edelim: |
To abandon the base desires and instincts, to rise to the degree of life of the spirit and the heart. |
Hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme. |
Then, in one way, those mountains can be overcome, and those oceans can be crossed. |
O zaman, bir yönüyle, o tepe de aşılır, o derya da geçilir. |
And when one reaches the circle of fire, as Prophet Abraham did, the fire will be cool and peaceful. |
O ateşten çembere gelince de Hazreti İbrahim gibi, o da berd ü selâm olur. |
And hence one will not betray the Divine trust. |
Ve dolayısıyla emanet-i İlâhiyeye hıyanet etmemiş olursun. |
You will be a trustworthy custodian. |
Emanette emin bir emanetçi olursun. |
Those who come after you will remember you with praise, just as you praise the Companions. |
Senden sonra gelenler, senin sahabeyi hayırla yâd ettiğin gibi, seni yâd ederler. |
I am in no position to say those words to our Prophet; because he is the leader. |
Efendimiz’e o sözü diyecek durumda değilim ben; çünkü O, o işin serkârı, her şeyin serkârı. |
Yet even he is under the assurance of Abu Bakr. |
Fakat Hazreti Ebubekir’in emniyeti içinde. |
Our eyes are on him. |
Gözümüz onda. |
Always thinking about him, always thinking of how he acted. |
Hep onu düşünerek, o mülahaza ile. |
How were they so trustworthy in all that was entrusted upon them? |
Onlar nasıl emanette emin emanetçi oldular? |
The noble Umar was a trustworthy trustee of all that was entrusted on him. |
Hazreti Ömer o emanette emin emanetçi oldu. |
The noble Uthman was a trustworthy trustee of all that was entrusted on him. |
Hazreti Osman, o emanette emin emanetçi oldu. |
May God be pleased with them all. |
Allah hepsinden razı olsun. |
The noble Ali traversed oceans of blood and pus, passed obstacles the size of Everest that looked impassable to be a trustworthy trustee. |
Hazreti Ali, o mevzuda âdetâ o kandan-irinden deryaları geçmeye çalıştı, aşılmaz gibi görülen Everest tepelerinin tepesine tırmandı. |
Once again let me explain through Bediüzzaman’s words: |
Yine Hazreti Pîr’in sözünü antrparantez ilave edeyim: |
Because many external thought and ideas appeared at that time, there was damage done to the community’s thoughts and ideas. |
O dönemde çok haricî şeyler işin içine girdiğinden dolayı, umumî efkârda bozulma vardı. |
This was a challenge for the noble Ali. |
Bu, bir handikaptı; Hazreti Ali için bir handikaptı. |
However, Bediüzzaman says: |
Fakat bir yerde de bir şey diyor: |
Someone like Ali was needed in order to persevere, and he did persevere. |
“Ali gibi birisi lazımdı ki dayanabilsin ve dayandı.” |
In this respect, we need consistency, consistency, consistency. |
Bu açıdan, ille kıvam, ille kıvam, ille kıvam. |
Consistency... |
Kıvam. |
With God’s permission and grace, we will surpass the insuperable. |
Allah’ın izni ve inayetiyle, aşılmazları “kıvam” ile aşacak. |
That great stream you are a part of, whatever the obstacle may be, is going to find a way to flow around it and it is going to rise. |
Çağladığınız o deryanın içinde, ne olursa olsun karşınıza gelen şeylerin altından, üstünden, sağından, solundan geçecek ve taşacak. |
Your deliberations, and the arguments that you put forward will prevent those who wish to stop you, and will let you reach the horizon that Almighty God has destined for you, with His permission and grace. |
Sizi engellemek isteyenlerin -Allah’ın izniyle- efkârınızla, ortaya koyduğunuz argümanlarla tepesine basacak ve sonra Allah’ın izni ve inayetiyle Cenâb-ı Hakk’ın murad buyurduğu ufka ulaşacaksınız. |
This will suffice you. |
Vesselam. |