Kur'ân Dışı Terbiye
1) İnsanları Firavunlaştırır
Kur'ân dışı terbiye, bugüne kadar görüldüğü şekliyle fertleri zilletleri içinde potansiyel bir firavun yapmıştır. Evet, firavunluğun iki yönü vardır. Bir yönü itibarıyla güçlü, kuvvetli olma durumu ki işte bu durumda o 'saldırgan, cebbar, zalim, hodfuruş ve bencildir.'
Diğer yönü itibarıyla zayıf ve iktidarsız olma hâlidir ki, bu zaviyeden de o, başkalarının ayağını öpecek kadar zelil, zavallı ve sefildir. Bediüzzaman'ın da buyurduğu gibi, dünyevîlik felsefesine bağlı biri, 'aslında bir firavundur; fakat menfaatı için en önemsiz şeylere ibadet eden zelil bir firavundur... hasis bir çıkar için şeytan gibi, şahısların ayağını öpen denî bir muannittir...' Kur'ân terbiyesiyle yetişmiş bir ruha gelince o, 'Bir kuldur, ama mahlûkatın en büyüğüne karşı dahi ibadete tenezzül etmeyen aziz bir kuldur...'
Bu durum, sadece Hz. Musa'nın karşısındaki firavun için değil, tarihteki bütün firavun meşreplerin ortak vasfıdır. Bu kabil firavunların en mebzul olduğu çağ da bu çağ olsa gerek. İşleri düştüğü zaman veya çıkarları söz konusu olduğunda karşınızda iki büklüm olur, zilletle kıvranır ve ayağınıza kapanırlar; ayaklarını sağlam bir yere bastıkları ve kendilerini güçlü hissettikleri zaman da saldırgan vahşi, hodbîn ve hodfurûş kesilirler. Bu, 'iki yönlülüğün' ifadesi olarak bunlar firavun ve nemrutlukla anılırlar.
Firavunlaşan insanların bu çarpık psikolojisini, Kur'ân şöyle resmeder:
"Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben, sizin en yüce Rabbinizim!' dedi." (Nâziât, 79/23-24)
Bu, onun tefer'un ettiği, ordusu ve etrafıyla kendisini büyük gördüğü andır.
Onun bir de alçaldığı, zillete düştüğü hâli vardır. Bu hâliyle o zelillerden daha zelil ve sefillerden daha sefildir ki, onun o esnadaki ruh hâlini de Kur'ân şöyle tasvir eder:
"Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince, (Firavun) 'Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!' dedi." (Yunus, 10/90)
Gönülden söylemediği, söyledikleri onun riyâkârca çığlıkları olduğu, duygu, düşünce ve ifadelerinde samimî olmadığı dikkatle bakılınca hemen anlaşılır. İhtimal eğer o anda olsun doğru söyleyip istikamet içinde hissiyatını ifade etseydi, Allah (cc) onun imanını kabul edebilirdi. Samimî olmadığı ve sıkıştığından ötürü dua ve yöneliş adına Allah (cc) bu canhıraş çığlıkları kabul buyurmamıştı. İşte bu, tipik bir firavunluktur. Günümüzde yüzlercesiyle karşılaşırsınız bunların. Makam ve mansıpları adına kapınıza kadar gelir el-etek öperler; işleri bitince de çeker giderler.. gider de sizi 'nesyen mensiyya'[1] vefasızlığına mahkum ederler. Doğrusu siz her zaman bu tür insanların, sizin millî problemleriniz, dininiz, imanınız, diyanetiniz ve neslinizin terbiyesi gibi.. konularda hiç mi hiçbir çabada bulunmadıklarını ve sadece göz boyama nevinden sizi aldatmaya çalıştıklarını acı acı müşahede eder ve bunlardan tiksinirsiniz.
Kur'ân dışı terbiyenin terbiyezedeleri, belki bütün hususiyetleriyle firavun değillerdir. Biz de işin bu yanını nazara alarak hassas ve titiz davranıp bu tür hareketlere 'firavun ahlâkı' demekle iktifâ ediyoruz. Bazen bir müminde firavun ahlâkı, bir kâfirde de Musa ahlâkı bulunabilir. Müminde firavun ahlâkı temâdî edip giderse; o mümin -Allah (cc) muhafaza buyursun- neticede firavunlaşabilir. Ahlâk-ı hamîdeden Musa ahlâkına sahip bir insan da neticede, belki bir gün Hz. Musa yörüngesinde seyahat edecek duruma gelebilir. Evet Allah (cc) insanların boyuna-posuna, endâmına, ırkına, sınıfına değil; kalbine, kalbî hayatına, takvasına, zühdüne; tek kelimeyle keyfiyet ya da evsâfına bakmaktadır.
Bu konuda Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:
"Allah (cc) sizlerin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar. O, sizin kalblerinize ve amellerinize nazar eder."[2]
2) İnsanları Muannid ve Mütemerrid Yapar
Kur'ân dışı bir terbiye ile yetişmiş insan, mağrur muannittir. 'İzzet-i nefsim, onurum, gururum' der ve bu uğurda nice hakkı ve nice değeri tereddüt etmeden ayağının altına alır. Hâlbuki insana 'inat hissi' hakta sebat ve inandığı davadan dönmemek için verilmiştir.
Evet her türlü mal, mansıp, câh ve her türlü nimetten mahrum edilseniz dahi bildiğiniz ve inandığınız davadan dönmemek için Allah, inat duygusuna esas teşkil eden bir hisle sizi güçlendirmiştir. Ne var ki siz, sû-i istimal ederek bu hissi, yanlış hususlarda hem de ısrarla kullanırsanız, yararlı olan o duygu zararlı bir hâle inkılâp eder. Böyle bir ahlâk içinde temâdi ise —Allah (cc) muhafaza buyursun— bir sukût başlangıcıdır. Neticede böyle bir huy insanı firavunluğa sürükler. Öyle ki artık bu ahlâkta olan bir insan, karşısında 'hakk'ı görse bile kabul etmez ve en küçük bir menfaat karşısında iki büklüm olmadan da geri kalmaz.
Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir.. evet Kur'ân dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hâsıl ettiği şey dün ne ise bu gün de odur. Biz aydınlar diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenleri insanaltı varlıklar gören, güçsüz ve zayıf olduğu zaman sünepeleşen, imkân ve iktidara ulaştığı zaman kendi gibi düşünmeyenlere hakk-ı hayat tanımayan günümüzde de bir sürü firavun olabilir. Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur.
Kur'ân dışı terbiyede sadece karnın doyurulması, nefsin hevesatının tatmin edilmesi söz konusudur. Onlar insanlığın saadeti derken, sadece nefislerinin ve hevesatlarının tatminini düşünürler.
Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, Hollanda gibi bir kısım memleketler iktisâdî durumlarını düzeltmiş ve kendi cemiyetlerini huzura, saadete kavuşturmuş olduklarını düşünebilirler. Onlara göre, ütopya yazarlarının tasvir ettikleri ideal dünya gerçekleşmiş demektir. Biz gerçek huzur ve saadeti, imanda ve İslâm'da görüyoruz. Onlar ise huzur ve saadetin, ekonomik durumun mükemmeliyeti ve iktisâdî bütün problemlerin giderilmesine bağladıklarından mutluluğu maddî refahın neticesi olarak görmektedir. Yani cüzdan doluysa, devletleri de güçlüyse toplum huzurlu demektir.
Ancak yığın yığın intiharların ve yeni yeni felsefî sistemlerin ortaya çıkması, her gün ayrı bir kılık ve kıyafetteki huruç hareketleri, değişik düşüncelerle kendilerini tatmin etmeye çalışmaları gösteriyor ki, bu toplumlarda çok ciddî bir tatminsizlik ve huzursuzluk bulunmakta ve mutlak saadet için maddî refah yetmemektedir. Buna 'avuntu felsefesi' de diyebiliriz ki, iyi yer, iyi giyerse o mes'uttur, bahtiyardır. Zaten bu felsefe karnını doyurmaya, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin etmeyi, ferdin gayesi olarak görmektedir.
3) Hedefi Menfaattir
Kur'ân dışı terbiyenin hedefi menfaattir. Bütün mücadelelerin esası başka değil menfaattir. Bir iş yaptığınızda, 'Bu işin sonucunda maddî olarak ne elde edeceksiniz?' sorusu hep bu gibi kimselerden gelir.
Yine bunlar, her şeye maddîyatçı bir gözle baktıklarından, "Şimdiye kadar namaz kıldınız da devlet mi yükseldi; oruç tuttunuz da millet refaha mı kavuştu?" derler. İşte bu mentalitedeki kimseler hiçbir zaman hak ve hakikat adına konuşan, imanın, Kur'ân'ın müdafaasını yapan birini hazmedemezler veya anlayamazlar. Buna da isterseniz 'Kur'ân dışı olmanın kabalığı' diyebilirsiniz.
4) Hayatları Mücadele, Diyalektik ve Demagojiye Dayalıdır
Menfaatin en önemli özelliği, her arzuya kâfî gelmediğinden o uğurda boğuşmasıdır. Hedefi menfaat olan her toplum, mevcut menfaatler bütün arzulara kâfi gelmediği için ardı arkası gelmeyen, müteselsil boğuşmalara, vuruşmalara sebebiyet verir. Kapitalizmden komünizme, sosyalizmden faşizme kadar sonunda 'izm' bulunan bütün sistemlerin içinde bulundukları durum, işte bu çerçevedeki menfaat mücadelesidir. Hatta bu mantığa göre gerekiyorsa başkasının mâmelekine el koyma, bir yolunu bulup onun her şeyini almak da caizdir. Evet menfaat üzerine müesses veya menfaatin hedef alındığı Kur'ân dışı sistemlerde yaşamak için en mühim bir düstur çarpışmaktır.. güçsüzün elenip gitmesidir ve yaşamanın muktedirlere has bir imtiyaz olmasıdır.
Bunu biyolojiye tatbik ettiğiniz zaman, karşınıza Lamark veya Darvin'in teorileri çıkar. Tekamül nazariyesinde 'ıstıfa-i tabiî' ya da "Dehrin hadiseleri karşısında mukavemet edenler yaşama hakkına sahiptirler." gibi çarpık esaslara dayandırılan bu sistemler gerçek insanî değerleri yerle bir etmişlerdir. Bu prensibe inananlara göre, devletler ve toplumlar arası konularda da muhite müsait olan, hadiselere karşı koyabilen ve hayat mücadelesinde üstte kalanlar yaşama hakkına sahiptirler. Her şeyi 'Hayat bir cidalden ibarettir.' esasına göre hayvanat âleminden nebatat âlemine kadar bütün varlıkların birbiriyle münasebetlerini vuruşmaya, kavgaya bağlayan bu anlayış, insanların hâlihazırdaki hâllerini de cidalin bir neticesi olarak görmekte ve birbirini yemeyi meşrû saymaktadır.
5) Toplumlararası Rabıta Irkçılık ve Şovenizmdir
Kur'ân dışı terbiyenin fertler ve toplumlar arası kabul ettiği en önemli rabıta kaba ırkçılık ve bazen de —bu asırda çokça şahit olduğumuz gibi— temelinde tamamen 'iştirak' fikri olan şuyûiyye ve komünizmdir. Bu telâkkiler, toplumu bu rabıtalarla bir araya getirmeyi düşünürler. Hâlbuki ırkçılık, şovenizm ve benzer cereyanlar başkalarını yutma esasına göre plânlanmışlardır ve öyle hareket ederler. Meselâ komünizm, karşısındaki bütün sistemleri yutmaya göre programlanmıştır. Faşizm veya Nazizm, karşısındaki bütün sistemleri yutmakla beslenmeye plânlandığını yakın tarih göstermektedir. Evet bu terbiye anlayışının, Birinci ve İkinci Cihan Harplerinde ortaya koyduğu netice bütün vuzuhu ve şenaatiyle ortadadır.
6) Kuvveti Esas Alır
Kur'ân dışı sosyal ve felsefî sistemlerde nokta-i istinat kuvvettir. Kim kuvvetliyse o haklıdır ki, bu da tam bir firavun ahlâkıdır. İnsânî değerlere saygılı olmayan kuvvetin işi tecavüzdür. Meseleyi kuvvet prensibiyle ele alan, her şeyi kuvvete bağlayan bir insanın tecavüzden kendini alıkoyması çok zordur. İnsanlık, hususiyle yirminci asırda yığın yığın bunun örneklerini yaşadı. Öyle ki fertlerin saldırganlığı bir yana, toplumlar dahi sadece birbirini yiyip bitirme içgüdüsüyle hareket etmeye başladılar. Kur'ân dışı ahlâkın onların ruhlarında yaptığı tahribatın tesirleridir ki, müminlerde dahi âdeta bu olumsuzluğun radyoaktif tesiri mahiyetinde çeşit çeşit menfilikler zuhur etmeye başladı.
[1] Manası, 'Unutulup gitmiş' demek olup bu şekliyle Kur'ân'da da geçmektedir. (Meryem, 19/23).
[2] Müslim, Birr, 33; İbni Mâce, Zühd, 9.
- tarihinde hazırlandı.