Mârifetullahın şahitleri
Soru: “Mârifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir: Bir kısmı su gibi, bir kısmı hava gibi, bir kısmı ise nur gibidir.”[1] deniliyor. Bunu izah eder misiniz?
Pek izah edemem, ama konuyla alâkalı aklıma gelen hususları söyleyeyim. Esasen bu konu temiz ve nezih vicdanların hissedebileceği bir meseledir.
Kitab-ı kebir-i kâinat, bir mârifetullah delili olduğu gibi, Resûl-i Zîşân da (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’na (celle celâluhu) bir başka bürhandır. Her şeyiyle mârifetullaha bakan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mârifetullah delili olmasının yanında vicdan da Cenab-ı Hakk’ı gösteren bir delildir. Evet, bütün bunlar, O’na ait mârifetin şâhit ve delilleridir. Biz bu delillerle, kafamıza ve kalbimize takılan, vicdanımızdaki asıl duygu ve düşünceyi kirletip kapatan şüphe ve tereddütleri izale ederiz. Bu delilleri biz, yerinde bir süpürge, yerinde aydınlatıcı bir lamba ve yerinde de mârifet semasına çıkmak için bir merdiven olarak kullanırız.
Enfüsî ve âfâkî bu deliller çok önemlidir. Onların bu kadar önemli olmalarının yanında unutulmaması gereken şöyle bir husus da vardır: Deliller, mârifet değildir. Kâinatı ilim kıstasları ile didik didik etme, Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüce ahlâkıyla tanıma ve Kur’ân’ı satırlarında okuma, Allah’ı (celle celâluhu) tam tanımak, ahireti bilmek ve Allah Resûlü’ne tâbi olmak için yeterli değildir. Zira bunlar büyük ölçüde fıtratta meknî olan ve vicdanda kenzen bilinen mârifet-i ilâhiyeye zarar verecek şeylere karşı koruyucu hususlardır. Ayrıca bunlar, şayet kalb menfi şeylerle işgal edilmişse, oradaki işgalcileri def edecek ve kalbi koruyacak askerlerdir. Eğer insan kulluk itibarıyla aşağıya düşmüşse bunlarla yukarı çıkar, devrilmişse doğrulur... Evet deliller, tozlanan kalbin tozunu alan süpürgeler gibidir. Ve o şahitler böyle kabul edilmelidir.
İşte bu açıdandır ki, “Ben Allah’ı (celle celâluhu), peygamberi ispat ettim.” sözü mü’mince değildir. Zira biz, şiddet-i zuhurundan gizli olan Cenab-ı Hakk’ı tanıtma mevzuunda ancak derya hakkında fikir vermek için bir kaşık su göstermek gibi bir şey yapabiliriz. Evet, biz O’nu ispat edemeyiz, kimse de ispat edememiştir. Zira arz ettiğim gibi, bizim getireceğimiz deliller, deryayı göstermek için ortaya bir damla su koymak gibidir. Elbette ki bu da göze konan tozu süpürmek türünden bir şeydir ve hiç de önemsiz değildir. Çünkü insan gözünün tozunu sildiğinde O’nun tecellilerini görür. Bu itibarla da deliller, O’nunla insan arasındaki şüpheleri bertaraf etmek içindir. Deliller sayesinde mârifet nurları içimizde parlayabilir.
Evet, iman için, hâricî âlemde, üç çeşit delil vardır: Bir kısmı hava gibi, bir kısmı su gibi, bir kısmı da ziya (ışık) gibidir.
İnsanın, Allah’ı (celle celâluhu) bilme mevzuunda karşı karşıya kaldığı delillerin bir kısmı insanın etrafındadır; hava gibi her an onları başının ucunda hisseder. Bir kısmı insanın kalbiyle sezilen bu delillerin diğer kısmı da insanın kafasıyla algılanır. İnsan kalbde vicdanı sayesinde bunları kavrar. Kafada da, aklî kanun ve kıstaslarla onları değerlendirir. Bu itibarla da delillerin birisi kalbimize, birisi kafamıza gelen ve birisi de cismimizi çepeçevre saran şeyler gibidir. Kevnî ve âfâkî delillerle, içte bunlara doğru cevap aramanın, mârifet hissinin uyanması ve mârifet fakültelerinin çalışır hâle gelmesiyle alâkası yoktur.
Esasen âfâktan ibaret olan dış malumat ve müktesebatla, içle dış malumat arasında nasıl bir geçişin olduğunu bizim anlamamız da mümkün değildir. Nasıl oluyor da dıştaki bir hâdise bizim içimizde bir iz’ân, bir irfan hâline geliyor? Nasıl laboratuarda anatomisini yaptığımız bir şeyden, mârifet-i ilâhiye adına içimizde bir nur hüzmesi oluşuyor? Evet, yenen bir şeyin, canlı içinde bazı ameliyelerle süt hâline gelmesi gibi dıştan gelen eşya ve hâdiseler bizim dış duygularımız sayesinde zihne intikal ediyor ve bizde şuur hâline geliyor. Ve şuurda, bizim aldığımız şeyler emmeye karşı bir emilme ve kabul etme şeklinde kendisini gösteriyor. Fakat bu dış hâdiselerle münasebetimizin içte meydana getirdiği mârifeti bütünüyle izah etmek mümkün değildir. Dıştaki hâdiselerin bizde mârifet-i Sâni meydana getirmesini biz anlayamıyoruz. Haddizatında kalbimize gelen meselelerin mârifet-i Sâni’e dönüşmesini açıkça anlamamız da mümkün değildir. Çünkü dışla iç arasında bir berzah bulunmaktadır. Dışta hâdiseler hep çalkalanır durur ama hiçbir dalga insanın kalbine gelmez. Çünkü kalb ayrı bir şey, dış ayrı bir şeydir. Dış iç farklılığı felsefî bir mevzudur ve Sokrates’ten Bergson’a kadar büyük mütefekkirlerin kalb ve kafasını her zaman meşgul edegelmiştir. Bergson, dış hâdiselerle tamamen münasebetini keserek kendi mahiyetinde ledünnî olan içini dinlemiş ve bununla teselli olmaya çalışmıştır.
Soruya geri dönecek olursak, bir kısım deliller su gibidir; görülür, hissedilir, fakat tutulmaz. Bir kısmı hava gibi; hissedilir ama ne görülür ne de tutulur. Bir kısmı da ışık gibi; ne tutulur ne de hissedilir. Sadece görülür ama bunların hepsi de mârifet-i ilâhiye adına şahitlerdir. Bütün bunlara karşı, hariçten gelen mârifet delilleri içimizde mârifet-i Sâni adına mâkes bulurken “İlle de ben bu eşya ve hâdiseleri mârifet nurları olarak kalbime sindireceğim.” diye bir hırs, bir iddia, bir el uzatma ve onu yakalamaya çalışma çok defa her şeyin fiyasko ile neticelenmesine sebebiyet verir. İnsan eşya ve hâdiselerden elde ettiği mârifeti kalbine koyacak ve Allah da –Sadüddin Teftâzânî’nin ifadesiyle– onun kalbinde iman nurunu yakacaktır.[2] Zira bu iç ve dış berzah arasında irtibatı ancak Allah temin edebilir. Arı, çiçekten nektarı getirir ama onu mârifet peteğine dönüştüren ve o mekanizmayı çalıştıran da yine Allah’tır (celle celâluhu). Onun için gözle görülen ve hissedilen kâinat kitabını tetkik etmekle elde edilen delillerin mârifet hüzmelerine dönüşmesi için insan bütün hissiyat, idrak ve anlayışıyla Hakk’a teveccüh edip beklemelidir. Evet insan, bütün hassalarıyla delilleri tetkik ettikten sonradır ki Allah onun içine şulefeşân olan, ışık saçan imanı yerleştirmektedir.
Mesela, insan bazen Resûl-i Ekrem ile veya nuranî bir veli ile karşılaşır karşılaşmaz hemen bunların manyetik alanına girer. Tabi onların huzuruna gelmekle imanın kuvvetlenmeyeceğini, mârifet-i Sâni adına mesafe alınamayacağını düşünmüyor ve tenkit tavrı almıyorsa onlarda müşâhede edilen nuraniyet neticesinde, bütün hissiyatla; kalb ve vicdanla Allah’a (celle celâluhu) teveccüh edildiğinde Allah da onların içinde iman nurunu parlatıverir.
Cenab-ı Hakk’ın varlığına dair başka bir delil olan Kur’ân-ı Kerim’i tetkik etmek, ondan ilmî hükümler/prensipler çıkarmak, mantıkî hükümlerle yeni mantıkî çıkarımlara intikal etmek ve bu tür makulât ile meşgul olmak çok önemli hususlardır. Bu hususta en önemli mesele ise hemen olsun diye hırs göstermemek ve tenkit elini uzatmamak; aksine neticeyi sabırla Allah’tan (celle celâluhu) beklemektir.
[1] Bediüzzaman, Lem’alar s.158-159 (On Yedinci Lem’a, Onuncu Nota); Mesnevî-i Nûriye s. 153 (Zühre, Onuncu Nota).
[2] Bkz.: et-Teftâzânî, Şerhu’t-Teftâzânî s.69.
- tarihinde hazırlandı.