Our submission to Divine Decree and Determining is unquestionable; whatever God has decreed we welcome it with pleasure. |
Kaza ve Kader'e can iledir inkıyadımız; hakkımızda Cenâb-ı Hak, ne takdir etmiş ise, onu seve seve karşılarız. |
We intentionally use our free will to its outmost and then be content with what God has decreed. |
Dişimizi sıkarız, iradî olarak; irademize aşkın gelen şeyler karşısında, irademizi sonuna kadar kullanır, O'ndan gelen her şeyi rıza ile karşılamaya çalışırız. |
Contentment with Divine Decree is an act of worship in a sense and a means to achieve closeness with God. |
O'ndan gelen şeylere karşı hoşnutluk, menfî yönden ibadet sayılan çok önemli bir husustur; vesile-i kurbet olur. |
Provided that we do not gossip and speak unnecessarily about this issue. |
Elverir ki dedi-kodu etmeyelim, güftügû etmeyelim bu mevzuda. |
'Whatever was destined will certainly happen, so |
"Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader |
Commit your affairs to God; neither be grieved nor suffer any pain.' |
Hakk'a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder." (Enderûnî Vâsıf). |
Since He wills for everything there must be rewards at the end for those who are content with His will. |
O, takdir buyurduğuna göre her şeyi, mutlaka akıbetinde rıza-dâde olanlar için bir hayır vardır. |
Even a thorn that hurts your foot will wipe away many sins. |
Ayağınıza batan bir diken bile, bir sürü günahı alır götürür. |
At the same time, our noble Prophet declared, 'Fear God, enter the circle of piety, take refuge in God, and don't take any good conduct lightly'. |
O öyle olduğu gibi, "Allah'tan kork, takva dairesi içine gir, sığın Allah'a ve maruflardan hiçbirini hafife alma" buyurmuştur Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). |
Just like this another Prophetic saying mentions, 'Removing a rock from a foot path so that it doesn't harm people' is a part of faith and a means of penance. |
Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle, "İnsanların ayağına dokunmasın diye âlemin gelip-geçtiği yoldan bir taşı kaldırıp kenara atmak" da imanın bir parçasıdır ve o da vesile-i kefaret olur. |
The manner in which God's Mercy exceeds His Wrath and how His mercy encompasses everything should be evaluated in this manner. |
Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin gazabına sebkat etmesini ve her şeyden daha vâsi' olmasını bu mülahazalara bağlayarak anlamak lazım. |
God can grant great rewards for very little things. |
Çok küçük şeyleri, Allah (celle celâluhu), böyle büyük semerelere vesile kılar. |
With His words and those stated in Prophetic sayings when one enters the Divine Presence with single good deed, the rewards are tenfold. |
Kendisinin (celle celâluhu) beyanı ile, hadis-i şeriflerin beyanı ile, bir hayır ile Huzur-i Kibriyâsına gidildiği zaman, Allah, on tane eltâfta bulunur. |
But when somebody enters Divine Presence with a bad deed the consequences are equivalent to that bad deed, nothing more. |
Ama bir seyyie ile gidildiği zaman, rahmeti, o meseleyi eritmiyor ise, bu defa bir tane seyyieye göre mukabelede bulunur. |
The capacity of His Mercy should be evaluated from this perspective. |
Bir de O'nun rahmetinin vüs'atini bu zaviyeden değerlendirmek lazım. |
He would respond with grace to the suffering endured based on the level of one's sincerity. |
İhlas ve samimiyetin derecesine göre, katlanılan şeylere mükâfatla mukabele eder. |
It may be patience in the face of calamities, hardships of worship and obedience or other hardships that become penance for sins and a means for getting closer to God. |
İster belâ ve mesâib karşısında, ister ibadet ü taat külfeti karşısında, isterse daha başka şeyler karşısında dişini sıkıp katlanmayı günahlara kefaret ve kurbet vesilesi kılar. |
You can think about the different kinds of patience. |
Sabrın çeşitleri açısından meseleyi düşünebilirsiniz. |
Patience in the face of temptations or patience in the face of calamities like we are experiencing today, are different forms of patience. |
İster günahlara karşı dişini sıkıp sabretme, ister günümüzde olduğu gibi insanların üzerine belâ ve musibetlerin sağanak sağanak yağması karşısında tahammül gösterme de böyledir. |
Some people mention their dreams when they receive good tidings that this oppression will be over soon. |
Referans olarak gördükleri rüyalarda "Az kaldı, az kaldı, az kaldı" dendiğini anlatıyorlar. |
When you hear them say, 'It will be over soon', you shouldn't think, 'They keep saying that it will be over soon but it has been two years but it is not over yet.' |
Bu "Az kaldı."lar karşısında, sıkılıp da "Yahu 'Az kaldı' deniyor da hâlâ iki sene geçti, bitmedi" filan mülahazasına girmeden, bunu da demeden. |
'It will be over soon.' |
"Az kaldı." |
It will be over soon according to what time scale? |
Hangi zamana göre "Az kaldı." |
How do you know 'It will be over soon?' |
Ne biliyorsunuz; "Az kaldı." |
Is it one year, two years, three years? |
Bir sene mi, iki sene mi, üç sene mi? |
The Pride of Humanity lived eighteen years of 'It will be over soon'. |
İnsanlığın İftihar Tablosu, "Az kaldı."yı on sekiz sene yaşadı. |
'It will be over soon.' |
"Az kaldı." |
God told him that those dark clouds would be parted, 'It is almost over!' |
Allah (celle celâluhu), o kasvet bulutlarının sıyrılacağını söyledi, "Az kaldı" dedi. |
But our Glorious Prophet suffered for eighteen years; thirteen years in Mecca and five years in Medina. |
Ama on üç sene Mekke'de, beş sene de Medine-i Münevvere'de; canlara can, canımız kurban, İnsanlığın İftihar Tablosu, Hazreti Sahib-i Zîşân, tam on sekiz sene çekti. |
So what is left of his Prophethood? |
Ee geriye ne kalıyor? |
Five years. |
Beş sene, peygamberliğinden. |
He established order in five years, his soldiers expanded to all corners of the world, with God's permission. |
Beş senede düzen kuruldu, askerleri dünyanın sağında-solunda açılımlar sağladılar, Allah'ın izni ve inâyetiyle. |
Should we call them his soldiers or his Companions? |
"Askerleri" mi, "Ashâbı" mı? |
They were his Companions; Companions on his path, friends in faith, his company in the sight of God, those who shared his rug. |
"Arkadaşları/yol arkadaşları" demek; yol arkadaşları, inanç arkadaşları, Allah nezdinde maiyyet arkadaşları, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) postnişinleri. |
This is a term in Sufism, those who sit on the same rug. |
Postnişin, Tasavvuf'ta kullanılan bir tabir; aynı seccadeyi, aynı postu paylaşanlar. |
They went to all the corners of the world bearing torches of light. |
Evet, yürüdü onlar dünyanın dört bir yanına, ellerinde meşaleler ile. |
They lit others' torches too. |
Tutuşturdular başkalarının meşalelerini de. |
The Prophet, peace and blessings be upon him, suffered for eighteen years. |
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekti orada on sekiz sene. |
But he received such rewards from God in return. |
Ama öyle sevaplar kazandı ki. |
Even today, whenever you do good deeds, you talk highly of him. |
Bakın bugün bile siz, her hayırlı işinizde O'nu hayır ile yâd ediyorsunuz. |
You hear the call to Prayer and you praise him; you perform your Prayers and you greet him. |
Ezan okunuyor, yâd ediyorsunuz; namaz kılıyor, salat ü selâm ile yâd ediyorsunuz. |
Every good deed of his community is also recorded in his book of deeds. |
Ümmetinin işlediği her sevap, bir misliyle, O'nun defter-i hasenatına kaydoluyor. |
He is a man with a deep vision, who reached the All-Infinite One, and attained annihilation in God and permanence with God. |
O, engin ufuklu, Nâmütenâhî'ye ermiş, Fenâ-fillah, Bekâ-billah olmuş bir Zât. |
Every good deed that you do is also recorded in his book of deeds in his journey towards infinity. |
Nâmütenâhî istikametindeki nâmütenâhî seyrinin devamı adına, sizden giden şeyler, yine O'nun defter-i hasenâtına kaydoluyor. |
Who knows how much he is pleased with the gifts that he receives from you? |
Kim bilir sizden giden armağanlar ile ne kadar seviniyor? |
How he watches over you spiritually, and longs to see the joy and cheer on your faces? |
Ne kadar mânen sizin yüzünüze bakıyor, yüzünüzde beşâşet hâsıl olmasını intizâr buyuruyor? |
And we long for his intercession for us. |
Biz de O'nun şefaatini intizâr ediyoruz. |
So, we mentioned 'Destiny.' |
Evet, "kader" dedik. |
A dear friend of mine had cancer while he was abroad. |
Benim candan sevdiğim bir arkadaşım, yurt dışında kanser idi. |
He was told that 'if he returns to Turkey, he could be treated.' |
"Türkiye'ye gelirse, tedavi edilebilir" dendi. |
'No' said the Turkish authorities. |
"Hayır. |
'If you return, we won't have mercy on you. We'll lock you up.' |
Gelirsen, bakmayız gözünün yaşına, seni içeriye atarız" dediler. |
He died away from his home. |
Yurt dışında vefat etti. |
When the bodies of such people are taken to Turkey, even they are face serious disrespect and, I assume, are buried in an unnamed graveyard. |
Böylelerinin cenazesi Türkiye'ye götürüldüğü zaman da, zannediyorum, cenazeye bile ciddî bir saygısızlık yapılarak Kimsesizler Mezarlığı'na gömülüyor. |
All of these, in a way, are the decrees of Divine Destiny. |
Bunların hepsi "hükm-i kader", bir yönüyle. |
'Talent in this world is to transform struggles into pleasure, |
"Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner |
The happiness and sadness of destiny comes and goes.' |
Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider." |
You will not be exempt from the things the Prophet's went through, these will happen. |
Peygamberlerin âzâde olmadığı şeylerin, sizin için olmamaları söz konusu değil, olacaktır bunlar. |
It might not be right to say, however, to mention my siblings. |
Söylemek doğru değil belki ama benim kardeşlerim. |
One of them, at the same time, is like my childhood friend and the father in-law of one of your friends here. |
Biri aynı zamanda çocukluk arkadaşım, el-ele tutup koşturduğum, buradan bir arkadaşınızın da kayınpederi; el-ele koşturduğum. |
I could not attend his funeral. |
Ama cenazelerinde bulunamadım, gidemedim. |
Such oppression is being committed; there is no law, no rule and no basis for such things. |
Öyle bir zulüm irtikâp ediliyor ki, kânunu yok, kuralı yok, sağlam bir mesnedi yok. |
And now a father, his child passes away there. |
Şimdi bir baba, evladı orada vefat ediyor. |
A heartbreaking death. |
Bir acı vefat. |
Upon this heartbreaking incident, the father is not able to attend his child's Funeral Prayer. |
Bir sızı halinde onun içine düşüyor ama gidip evladının cenaze namazını kılamıyor. |
Anyway, we pray the Funeral Prayer in abstention. |
Neyse ki biz burada gıyâbî kılıyoruz. |
Abstention or in person? |
Gıyâbî mi, zuhûrî mi? |
Which one is worth more in the sight of God? |
Nezd-i Ulûhiyet'te hangisi daha fazla hora geçer? |
It is not possible to come to a conclusion. |
Onu kestirmek mümkün değil. |
Maybe our prayers have already reached him and the angels have presented our prayers as glad tidings. |
Belki de bu, ona şimdiden ulaştı; kefenin içinde, çoktan bir bişâret halinde ona sundular melekler. |
The interrogating angels have passed on your prayers in absentia and have said: |
Münker-Nekir, sizin burada bi-zahri'l-gayb yaptığınız duaları ona ulaştırdılar ve dediler ki: |
We won't ask, 'Who is your lord? |
"Sana 'Rabbin kim? |
Who is your Prophet? |
Peygamberin kim? |
What is your religion', there is no need. |
Dinin nedir?' diye sormaya lüzum yok. |
From thousands of kilometres away, people prayed for you. |
Tâ bilmem nerede, kaç bin kilometre ötede, senin için namaz kıldı, Fatiha okudu, dua ettiler. |
'My Lord. |
'Allah'ım. |
Forgive those of us who are alive or deceased, present or absent, old or young and male or female. |
Bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hâzır ve gâib olanlarımızı, büyüklerimizi ve küçüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı afv ü mağfiret buyur. |
'O Lord! |
Ya Rabb. |
Whomsoever You keep alive; let him live as a follower of Islam and whomsoever You cause to die, and let him die a believer. |
Bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat; öldürdüklerini iman üzere öldür. |
Especially the deceased, allow them to be at ease, in comfort and forgive them and be pleased with them.' |
Bilhassa bu merhumu kolaylığa, rahatlığa, mağfirete ve rızana erdir' dediler." |
Indeed, it is so. |
Evet, |
'Do not worry, what happens is what is in fate |
"Kaderde ne var ise, olur; etme merak. |
Do not fall for your own desires, follow God's command' |
Nefsine uyma, Hakk'ın emrine bak." |
You must listen to your Lord's commands and reject whispers from the carnal soul. |
Nefse uymamak, bu mevzuda Rabb'in emrine bakmak lazım. |
For he says: |
Zira diyor ki: |
'Whether you have a tree of gold and leaves of emerald' |
"Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak." |
Even if you have fleets and villas; |
Filoların olsa, villaların olsa. |
'In the end, you end up your eyes filled with earth' |
"Âkıbet, gözünü doldurur bir avuç toprak." |
If you lived and died well, you will be in comfort there. |
İyi gitmiş isen, orada "Oh, oh" dersin. |
If you lived wrongfully and died in that manner you will regret it. |
Eğer iyi gitmemiş isen, "Vak, vak" diye ötersin. |
The former is so much better! |
Birinci şıktaki gitmek, bence cana minnet; cana minnet öyle gitmek. |
Fuzuli says the following about love: |
Fuzûlî, aşk için söyler: |
'O my Lord! |
"Yâ Rab. |
Make me addicted to the affliction of love. |
Belâ-i aşk ile kıl mübtelâ beni |
Do not, for a moment, separate me from this love.' |
Bir an, belâ-i aşktan eyleme cüdâ beni." |
The Imam of Alvar says, |
Alvar İmamı da |
'Is there a remedy greater than suffering? |
"Dertten büyük derman mı var |
Is there a greater reason for forgiveness?' |
Bir sebeb-i gufrân mı var?" diyor. |
Everything you feel as an ache within you is a reason for forgiveness. |
İçinizde bir sızı halinde hissedeceğiniz her şey, bir sebeb-i gufrândır. |
Almost as if you were in a means of purification, it takes away all that is negative within; it will take it away and you will say, 'Oh God. |
Âdetâ bir arınma kurnasının altına girmişsiniz gibi, size ait menfî neleri alır götürür; alır götürür de "Allah Allah. |
I did not feel myself so cleansed before. How is it that there is not a stain left, it is all gone?' |
Yahu ben kendimi bu kadar pâk hissetmiyordum, nasıl oldu böyle hiçbir leke kalmamış, hepsi gitmiş?" dersiniz. |
It will happen as so, without even knowing. |
Öyle olur bu, hiç bilmeden. |
As mentioned at the beginning, 'even a thorn that pricks the foot,' wipes the sins away; and if 'removing a stone from the road,' is compensation for your sins, and then you may compare these to bigger things. |
Başta dendiği gibi, "ayağa batan bir diken" bile günahı alıp götürüyorsa ve iyilik adına "bir taşı yoldan kaldırıp atmak sizin günahlarınıza kefaret oluyor ise, daha büyüklerini ona kıyas edebilirsiniz. |
What does it mean to lose a child, a mother, a father, a brother, sister and to wail in agony? |
Ne demek evladın ölmesi, annenin ölmesi, babanın ölmesi, kardeşin ölmesi ve insanların ızdırap içinde inlemesi. |
Husbands and wives to be separated, children to be plucked from their parents and a collective misery and agony to be exerted onto the people. |
Karının-kocanın birbirinden ayrı bırakılması, yavrunun annesinden-babasından koparılması ve topyekûn insanlara bir sefalet, bir ızdırap yaşatılması. |
All of this pools inside of you, like drops of blood or poison, and hurts you deeply. |
Bunların hepsi insanın içine bir kandamlası, hayır, "zehir" gibi damlar ve insanın canını yakar. |
Would the All-Merciful and All-Compassionate One let this pass without a reward? |
O Rahmân u Rahim Hazretleri, bunları hiç karşılıksız bırakır mı? |
However the world has never had an absence of mad people. |
Ama dünyada şimdiye kadar deliler hiç eksik olmamıştır. |
An insane person will commit insanity. |
Deli, deliliğini ve cinnetinin gereğini yapacaktır. |
A maddened camel will show its madness. |
Esirmiş deve, esirmişliğini sergileyecektir. |
A crazy elephant will act as such. |
Kudurmuş fil, kudurmuşluğunu sergileyecektir. |
A dog with rabies will spread its saliva. |
Kuduz köpek, salya atıp gezecektir. |
However what falls on a 'human' is to protect their humanity in the face of all of these. |
Fakat "insan"a düşen şey, bütün bunlar karşısında insanlığını koruma olacaktır: |
I am a human; I should not retaliate in the same manner as an oppressive one |
Ben, insanım; mukâbele-i bi'l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunamam. |
They do as their character necessitates, with no law or rights in mind, they commit whatever demonic thought crosses their mind. |
Onlar, karakterlerinin gereğini yapıyorlar; hak-hukuk tanımadan, akıllarına esen her türlü şeytanî işi yapıyorlar. |
But I am a human; even if it is limited, thousands of praise and glorification to God, I am somewhat conscious of the potentiality of 'the best of stature.' |
Ama ben insanım; belli ölçüde de olsa, Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun, "ahsen-i takvîm"e mazhariyetin şöyle-böyle şuurundayım. |
This is not an exaggeration. |
İddialı değil. |
If God has created me in 'the best of stature,' if He has created me with the prospects of 'the highest of the high of human perfection,' then what is falling to 'the lowest of lows?' |
Allah, beni ahsen-i takvîme mazhar olarak yaratmış ise, a'lâ-i illiyyîn-i kemâlâta namzet yaratmış ise, esfel-i sâfilîne düşmek de ne demek? |
If there is a wing like 'faith,' if there is a wing like 'virtuous deeds,' if there are wings like 'sincerity' that add to the lengths of these wings, if there are wings like the 'perfection of faith,' that add wings onto wings, if there are wings that take me to Him quickly. |
"İman" gibi bir kanat var ise, "amel-i sâlih" gibi bir kanat var ise, bu kanatları buutlandıracak "ihlas" gibi kanatlar var ise, "ihsan ruhu" gibi kanatlara kanat katan bir şey var ise, beni O'na hızla ulaştırabilecek kanatlar var ise. |
If there are wings like this; |
Böyle kanatlar var ise, |
'If His Majesty sends troubles, |
"Gelse celâlinden cefâ |
Or fidelity from Divine Beauty |
Yahut Cemâlinden vefâ |
Both are a delight to the soul, |
İkisi de cana safâ |
Pleasant are Your wrath and grace.' |
Lütfu da hoş, kahrı da hoş." |
All is pleasant from Him. |
O'ndan hem o hoş, hem de bu hoş; ikisi de hoş. |
This is what your conscience will utter; you will submit yourself and smile in the face of distressing matters. |
Böyle diyecek vicdanın; inkıyâd edecek ve acılar karşısında meseleyi tebessüm ile karşılayacaksın. |
Do not forget that displaying a smile during such matters, will reciprocate back to you in tenfold. |
Unutmayacaksın; senin bu türlü şeyler karşısında bir tebessüm sergilemen, bir memnuniyet tavrı sergilemen, on katı ile mukabele şeklinde sana dönecektir. |
Ten fold in the very least. |
Lâakall on katı ile. |
So, as we said, a pleasant deed is reciprocated with ten rewards. |
Biraz evvel dendiği gibi, bir iyiliğe on hasene ile mukabelede bulunuyor. |
Reciprocated with hundreds of rewards, with thousands of rewards. |
Yüz ile de mukabelede bulunur, bin ile de mukabelede bulunur. |
This is directly proportional to your sincerity, consciousness of God and the depth of your profundity. |
Bu, senin ihlastaki, ihsandaki, sır dünyandaki derinlik ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). |
We cannot predict what He will do; His compassion has surpassed His wrath; His mercy embraces all things. |
O'nun ne yapacağını bilemeyiz; O'nun rahmeti, gazabına sebkat etmiştir; rahmeti her şeyden vâsi'dir. |
May God Almighty treat us with His compassion. |
Cenâb-ı Hak, o rahmeti ile bizlere muamelede bulunsun. |
Everyone is experiencing different things in varying degrees. |
Hepiniz, belli ölçüde, belli şeyler çekiyorsunuz. |
'Everyone in this world suffers in one way or another. |
"Herkese bir dert bu âlemde, mukarrer |
Has anyone lived comfortably in this life, from amongst the herd of know-it-alls?' |
Rahat yaşamış var mı gürûh-i ukalâdan?" |
A person has to be incompetent to not feel any pain; even when you hit them, they will say 'Oh that scratch feels nice!' |
Ee aklı olmaması lazım ki, insan, duymasın bunları; vurduğun zaman bile "Oh, çok iyi ediyorsun, beni kaşıyorsun" falan desin. |
I am not sure if they say that or not, perhaps the patients at a psychiatric hospital would. |
Bilemiyorum, onlar da öyle derler mi, demezler mi; tımarhanedeki deliler, öyle derler mi, demezler mi, bilmiyorum. |
They probably have to be paralysed to not hear or feel the profanities and beating. |
Herhalde tamamen felç olmak, ölmek lazım ki, artık dövmeyi de bilmesin, sövmeyi de bilmesin. |
To some degree, a person feels the pain of what they go through; they sense it but by God's leave, they endure it. |
İnsan, belli ölçüde başına gelen şeylerin acısını duyar; acısını duyar ama sineye çeker onları, Allah'ın izni-inayetiyle katlanır. |
'My Lord. |
"Rabbim. |
You gave me willpower; I have to give the willpower its due.' |
Sen bana bir irade vermişsin, ben de bu iradenin hakkını yerine getirmeliyim" der; orada, iradenin hakkını sergiler ve o işi güle güle, gönül rızası ile karşılar. |
They face such reciprocations that, when they are in the Hereafter, they say 'O Lord. |
Öyle de mukabeleler görür ki, öbür tarafa gittiğinde, "Allah Allah. |
What was I so sad about?' |
Meğer ben neye üzülmüşüm" filan der, "Boşuna üzülmüşüm." |
Let me add that, being sad cannot be helped. |
Fakat şunu da antrparantez arz edeyim, üzülmemek elden gelmez. |
Just like He bestowed 'faith' and 'will power', He also gave us 'sensitivity'. |
Allah (celle celâluhu), "iman" verdiği gibi, "irade" verdiği gibi, aynı zamanda bir "duyarlılık" da vermiştir. |
Ignorance is being unresponsive; God has provided us with a vulnerable, sensible side. |
Duymazlık, bir yönüyle, odunluk demektir, "hatab" Bir hassasiyet de vermiştir, Allah. |
I will repeat a cherished verse from Izzet Molla: |
Çok tekrar ettiğim, İzzet Molla'ya ait bir sözü müsaadenizle bir kere daha tekrar edeyim: |
'I will not tire of torment, my dear, |
"Ben usanmam, gözümün nuru, cefâdan ama |
But we, at a point get tired, as the body is human.' |
Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu." |
You get kicked, or slapped, and you say, 'No, I will not yield, or feel pain' etc. |
Tekme yiyorsun, tokat yiyorsun, "Hayır sarsılmam ben, acı duymam ben, düşmem ben, yüzükoyun yere gelmem ben" filan. |
This is not the correct response; you're meant to feel such things but must show patience to such adversity. |
Hayır doğru değil bunlar; duyacaksın, hissedeceksin ama bütün bunlar karşısında sabredeceksin. |
Someone under anaesthesia doesn't feel the pain of a needle or the pain of being under the knife. |
Anestezi yapılmış bir insana, iğne vuruyorsun, neşter vuruyorsun, duymuyor. |
This person could not boast that they are very patient, that they didn't complain at all. |
Şimdi o kalkıp diyecek ki, "Ben ne sabırlı insanım; bak, hiç bunlar karşısında 'of' etmedim." |
Actual patience is not under the effect of anaesthesia but when you feel the pain, to say, 'Praise to God, to every state except that that of disbelief and misguidance.' |
Mesele o değildir; esasen uyanık iken, anestezi yemeden, vücuduna saplanan şeylerin acısını duyarken, "Hamd olsun Allah'a, küfür ve dalaletin dışında (veya küfür ve dalalet ahvâli müstesna) her hale" diyebilmektir. |
By beginning the Qur'an with the verse 'All praise and gratitude are for God, the Lord of the worlds', doesn't He command us to be thankful? |
Kur'an-ı Kerim, daha başında, "Seb'-i Mesânî" de denilen Fâtiha-i şerife ile "Rabbü'l-âlemîn olan Allah'a, hamd ü senâ olsun" demeyi bize talim buyurmuyor mu? |
A third of the way through the Qur'an, doesn't He say, 'All praise and gratitude are for God, Who has created the heavens and the earth, and brought into being veils of darkness and the light. Yet those who disbelieve ascribe equals to their Lord' (Al-An'am, 6:1). |
Kur'an'ın üçte biri gelince, "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'ın hakkıdır" (En'âm, 6:1) demiyor mu? |
God created darkness and light. |
Cenâb-ı Hak zulmeti ve nuru var etti. |
Next to light, God creates darkness as well. |
Ee nurun yanında zulmeti de yaratıyor. |
'All praise be to God, nevertheless; Praise and gratification to God, who created darkness next to light, thousands of praise and glorification be to Him. |
"Elhamdülillah" yine; Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun, ışığın yanında karanlığı yaratan Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun. |
In the middle of the Qur'an 'All praise and gratitude are for God, Who has sent down on His servant the Book and has put no crookedness in it' |
Kur'an'ın ortasında, "Hamd O Allah'a mahsustur ki kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı. |
(He has made it) unerringly straight' (Al-Kahf, 18:1-2). |
Dosdoğru bir kitap olarak gönderdi" (Kehf, 18:1-2) demiyor mu Allah (celle celâluhu)? |
He brought down the Qur'an, and opened your insight. |
Kur'an'ı indirdi, gözünüzü açtı. |
He allowed you to comprehend this book; you read incidents correctly, your direction is clear. |
Kâinat kitabını okuyan Kelâmını size bildirdi; eşya ve hadiseleri doğru okudunuz, gideceğiniz yeri doğru okudunuz. |
You began to develop a sense of gratitude, thankfulness towards that Great One. |
O büyük Zât karşısında minnet hissi duymaya başladınız, minnettarlık hissi duymaya başladınız. |
He brought down the Divine speech unto you. |
Böyle bir Kelâm, böyle bir Beyân size indirdi. |
Will you not show gratification to God almighty for the many blessings he bestowed to you at this moment? |
Cenâb-ı Hakk'ın şu anda sizi mazhar kıldığı şeylere hamd etmez misiniz? |
God, may He be glorified and exalted, firstly created you as a human, as a believer, gratuitously. |
Allah (celle celâluhu) sizi insan olarak yarattı; insan-ı mü'min olarak yarattı, meccânen. |
He placed you in a community following the way of the noble Messenger of God, peace and blessings be upon him. |
Hazreti Muhammed Mustafa'ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olarak yarattı, meccânen. |
And what did you give, for this? |
Ne verdiniz de bunu aldınız? |
He graciously created us within the community whom the Prophet referred to as 'his brothers.' |
Allah Rasûlü'nün âhirzamanda "Kardeşlerim" dediği zümre içinde sizi yarattı, meccânen. |
And what did you give, for this? |
Ne verdiniz de bunu aldınız? |
You were blessed by Him to be part of a movement that spread both voluntarily and involuntarily across the world at a time when service to our faith had stopped. |
Din adına hizmetin boyunduruğunun yere konduğu bir dönemde, dünyanın dört bir yanına iradî, gayr-ı iradî, iradenizle veya cebren, açılma lütfuyla şereflendirdi sizi. |
And what did you give, for this? |
Ne verdiniz de bunu elde ettiniz? |
Gratuitously. |
Meccânen. |
To not show praise and gratitude to God in return to all of the blessings bestowed unto us is ungratefulness. |
Bu kadar eltâf-ı Sübhâniye karşısında O'na hamd etmemek nankörlük olur. |
Praise and glorification to God for the thousands of bounties gifted to us. |
Binlerce hamd ü senâ olsun, bizi bu nimetlerle perverde kılan Zât'a. |
'There is wisdom in a believer's silent words of reflection'. |
"Mü'minin sükûtu tefekkür, konuşması hikmet olmalı" sözü var. |
It is expressed in Arabic, but also used commonly in Turkish. |
Arapça kelimeler ile ifade edilmiş, Türkçemizde de yaygın kullarınız bu cümleyi. |
A person must reflect, think in silence; and dissect events vehemently. |
Sükût halinde insan, tefekkür etmeli, hep düşünmeli; eşya hadiseleri fikren didik didik etmeli. |
The believer must take a lesson from every incident; just as the Honourable Sage Bediüzzaman expressed: |
Her şeyde, kendisine göre, bir ders-i ibret çıkarmalı; Hazreti Pîr'in bir yerden alıp ifade ettiği gibi: |
Consider the words, sentences and paragraphs of the universe deeply, and ponder upon them in light of your ultimate goal. |
"Kâinatın satırlarını, sayfalarını, paragraflarını derinden derine teemmüle al, üzerinde çok ciddî bir emel ile, bir gâye-i hayal insanı olarak derinlemesine dur. |
Take each of these as a letter from the heavens, a guidance that says 'act this way, do this'. |
Bunların hepsi Mele-i A'lâ'dan sana birer mektup, birer nâme, 'Şöyle ol, böyle ol' diye yol gösterici birer pusula gibidir." |
A poet of ours, during the period of the constitutional monarchy said: |
Bir şairimiz de bizim, Meşrutiyet dönemlerinde, |
'The entire universe is a great book, |
"Bir kitâb-ı a'zâmdır serâser kâinat |
No matter which letter you investigate, you will see its meaning is God.' |
Hangi harfi yoklasan, manası 'Allah' çıkar" demiştir. |
Just as you hold your words, and clasp your mouth together, and use all of your neurons to see the endless possibility of bounties, lined along like a gallery as if He is to say, 'see, and think as you walk this gallery'. |
Dilinizi tuttuğunuz, dudaklarınızı sımsıkı kapattığınız, ağzınıza fermuar vurduğunuz zaman, bütün nöronlarınızı çalıştırarak, Cenâb-ı Hakk'ın sizin önünüze serdiği, sizin sergileriniz gibi çok parlak bir sergi mahiyetinde serdiği, adeta "İşte bakın, düşünün, bu sergi içinde dolaşın. |
Would these efforts ever be in vain? |
Bu, beyhude olur mu hiç? |
You will read the universe that says 'Is there even a possibility that this holds no meaning?' |
Bir şey ifade etmemesi söz konusu mu bunun?" dediği kainatı okuyacaksınız. |
You will see that indeed it holds endless meanings. |
Göreceksiniz ki o, çok şey ifade ediyor. |
In this respect, 'silence' must be considered this way, and then that reconsidered silence will pave the way to wisdom. |
Bu açıdan, "sükût" böyle değerlendirilmeli; sonra öyle değerlendirilen sükût, hikmet semereleri vermeli. |
When the heart unravels, and the lips depart each other, the words that come out should be expressions of wisdom. |
Dil çözülünce, ağızdan fermuar çıkınca, dilden dökülecek "hikmet"ler ifade edilmeli. |
Express yourself with the benefits pertaining to this world or the other that stream down you in droplets of thought, so that whatever you say may have wisdom. |
Sizin için dünyevî-uhrevî faydaların takattur ettiği (damladığı) veya pırıl pırıl başınızdan aşağıya yağdığı mülahazalar ile, kendinizi ifade edin; konuşmanız da hikmet olsun. |
It is very important; it describes the way this was given to Prophet David in the Qur'an. |
Çok önemli bir şey; bir Peygambere (Hazreti Davud'a) atâ-i İlahî olarak verildiği Kur'an'da anlatılıyor: |
'We strengthened his kingdom, and granted him wisdom and decisive speech (to inform, and convince, and lead)' (Saad, 38:20). |
"Ona hikmet, nübüvvet, isabetli karar verme ve meramını güzelce ifade etme kabiliyeti verdik" (Sâd, 38:20). |
Indeed, this is what you can ask for too, it was given to him however say, 'O God, give us wisdom, and the competence to account for everything in an errorless way. |
Siz de isteyebilirsiniz bunu; O'na verilmiş ama "Allah'ım bize de hikmet ve fasl-ı hitap (her meselede maksadı eksiksiz, belâgatli ve düzgün bir şekilde anlatabilme kabiliyeti) lütfet" diyebilirsiniz. |
Essentially it is the fine bond between wisdom, reason and cause; the ability to see behind the scenes of occurrences, it is assessing everything with a level of reflection and to deliberate things not as what they are, but what they ought to be. |
Evet, hikmet, sebep ile müsebbeb arasındaki münasebeti kavramadır esasen; olup-biten şeyleri arka planı ile görme, her şeyi, bir yönüyle, ciddî bir kozalite mülahazası ile tetkike tâbi tutarak neyin ne olduğunu, neyden nelerin doğabileceğini düşünerek teemmüle almadır. |
If you investigate the article called 'wise purpose' (from The Emerald Hills of the Heart, second volume), in my humble opinion, you will understand what its true meaning is. |
(Kalbin Zümrüt Tepeleri'nin ikinci cildindeki) "Hikmet" yazısını derinlemesine tetkik ettiğiniz zaman, ne ifade ettiğini görürsünüz onun, min gayri haddin. |
This is what 'Silence' is. |
"Sükût" böyle bir şey; işte, buna tasavvufta "Samt" diyoruz. |
Yes, ordinary people like us, not like you, like me, will carry 'fake silence' while holding the tongue, this is only silence in appearance. |
Evet, bizim gibi, benim gibi avam, sizin değil de benim gibi, avam, dilini tutmak suretiyle "samt-ı sûrî"de bulunur, şeklî bir samttır bu, şeklen bir samt. |
As I have mentioned earlier, 'Hold your tongue and do not talk'; they would hold their tongue and not speak. |
Hani, biraz evvel dedim ya bir şey, "Dilini tut, konuşma."; dilini tutar, konuşmaz. |
However their neurons, their pituitary gland, their thalamus will not function, their eyes will not evaluate what they see, their ears will not evaluate what their hear; they will be closed to seeing and hearing; troubled ordinary people. |
Ama nöronlar çalışmıyor, Hipofiz bezi çalışmıyor, Talamus bezi çalışmıyor; gözler, gördüğünü değerlendiremiyor; kulaklar, duyduğunu değerlendiremiyor; mubsarâta karşı kapalı, mesmûâta karşı kapalı; avam bencileyin. |
This silence is an ordinary silence. |
Bu samt, avamın samtı. |
This is not bad or useless; it is something good, because if a person does not hold his tongue and zip his mouth up, he might make many mistakes. |
Hayırsız değil, iyi bir şey bu; çünkü böylesi, bir yönüyle, dilini tutmasa şayet, ağzına fermuar vurmasa çok hatalar işleyebilir. |
As narrated by the Honourable Umar, may God be pleased with him: |
Hazreti Ömer'den (radıyallâhu anh) nakledilen bir sözdür: |
'Whoever speaks much errs much.' He will keep talking and make you sick. |
"Kelâmı çok olanın, konuşması çok olanın, sakatatı da çok olur, işe yaramayan şeyleri çok olur" döktürür durur, mide bulandırır. |
He will keep yapping, make people sick and cause palpitations. |
Söz döktürür durur, mide bulandırır; insanı kalb çarpıntısına uğratır. |
'Whoever speaks much errs much.' |
"Çok konuşanın hata ve sürçmeleri çok olur." |
The best thing is closing the mouth and being in Silence. |
En iyisi mi, ağzını kapatıp avamca bir samt yaşamalı. |
This is not something bad, this is also a step. |
Kötü değil; bu da bir basamak. |
Everything starts with a single step anyway. |
Zaten her şey bir basamak ile başlıyor. |
Does not a believer begin worship and build rapport with God, by 'imitation' anyway? |
Mü'minin Allah ile münasebeti olan ibadet de "taklit" ile başlamıyor mu? |
Do the religious scholars of the Islamic theology accept imitation? |
Ve taklidi Usûlüddin uleması makbul kabul ediyor mu, etmiyor mu? |
They do. |
Kabul ediyor. |
One starts a rapport with God, following what one sees from the habits and traditions of this culture but is not aware of the true meaning, far from the cause and effect relationships. |
O, görenek ile, gelenek ile, yetiştiği kültür ortamından elde ettiği şeyler ile, Allah ile münasebete geçiyor fakat meselenin farkında değil; çok ciddî, bilerek, bir sebep-sonuç mülahazası içinde meseleye vâkıf değil. |
One prays because one's mum and dad prayed. |
Annesi namaz kılmış, o da kılıyor; babası namaz kılmış, o da kılıyor. |
He goes to mosque and sees the imam bowing and standing, and says 'Oh that is what needs to be done' and starts doing the same. |
Camiye gidiyor, imam yatıp-kalkıyor, cemaat yatıp-kalkıyor; "Ha, böyle yapmak lazımmış" falan diyor, yapıyor. |
But these are not useless. |
Ama boş değil. |
These are in one sense, steps towards righteousness. |
Bunlar, bir yönüyle, o doğruluk istikametinde atılan birer adımdır. |
If this does not happen, you will not be able to take further steps anyway. |
Bu olmasa, öbürlerine de gidemezsiniz zaten. |
This is the first step, the first step for everyone. |
Ve bu ilk basamaktır; herkes için ilk basamaktır bu. |
The great Prophets had a private case. |
Enbiyâ-ı ızâmın hususî durumu vardır. |
God knows, they did not imitate at all. |
Onlar, Allahu A'lem, taklit yaşamıyorlar. |
From the first time they came to Earth, they possessed 'fidelity', 'infallibility', 'perspicacity', 'wise purpose', their distinguishing qualities, virtually the conditions for their existence. |
Dünyaya geldikleri andan itibaren, "sadâkat", "ismet", "fetânet", "hikmet" onların lâzım-ı gayr-ı mufârıkları, âdetâ varlık şartları; onlar olmasa, o da olmaz. |
Like that. |
Öyle. |
If we are to make these the exception, God knows best but I believe beginning by copying others or beginning because of cultural or familial reasons is the first step on the journey towards the other levels. |
Onları istisna edecek olursak, Allahu A'lem, fakirin mülahazası, bizim için o göreneğe/geleneğe bağlı, meseleyi bir kültür olarak, bir folklor alarak başlatma, diğerlerine adım atma adına bir ilk basamağa adım atma demektir. |
For this reason, just staying quiet is regarded as 'fake silence'. |
Bu itibarla, işte dilini tutarak samt etmeye de "samt-ı sûrî" denir. |
Those who are enlightened control both their tongues and hearts and engage in a 'silence of evaluation'. |
Arifler, dil ile beraber kalblerini de kontrol ederek, "sükût murakebesi" yaşarlar. |
Their mouths are sealed but their hearts are in constant contemplation. |
Dillerini tutarlar fakat kalblerinde de sürekli murakabe yaşarlar. |
They think 'I am constantly being observed by One, so I must, when possible, try to reach Him through different mirrors. |
"Biri tarafından sürekli görülüyorum; mutlaka o beni Gören'i şöyle-böyle, değişik aynalarda müşahede etme ufkuna yönelmeliyim" derler. |
As mentioned at different times, to realise one is 'being watched' requires one to be like a telescope, or an observatory, and think, 'If I am being observed, does that mean is this the manner in which I can be seen?' |
Değişik vesileler ile ifade edildiği gibi, "görülüyor olma" mülahazası, bir yönüyle bir "dürbün" gibi olmalı, bir "rasathane" gibi olmalı ve insan çırpınıp durmalı, "Görüldüğüme göre, acaba 'görme'nin yolu bu mu?" mülahazası içinde. |
A heart that constantly beats with excitement for this. |
Kalbi sürekli bu iş için heyecanla çarpıp durmalı. |
It one's spiritual heart could be heard, to hear it beating and jumping with the desire of 'seeing'. |
Manevî kalb dinleme imkânı olsa, nabızları tutulduğu zaman, bu insanın "görme" heyecanıyla çırpınıp durduğu, görüldüğünün farkında olduğu anlaşılır. |
These are the enlightened. |
Ârif, bu. |
Because: |
Zira, |
'There is the light of spiritual knowledge on the inner eyes of the enlightened' |
"Ârif'in gözlerinde nûr-i irfân var olur |
The Divine help and the secret of spiritual knowledge become friends of the enlightened.' |
Ârif'e avn-i Hudâ, sırr-ı maarif yâr olur." |
The Divine help and the secret of spiritual knowledge become friends. |
Avn-i Hudâ, sırr-ı maarif yâr olur. |
Yes, that thing we can 'spiritual knowledge' will never leave the enlightened. |
Evet, o bilgi, "marifet" dediğimiz şey, ondan hiç ayrılmaz. |
The enlightened. |
Ârif. |
The enlightened is a cavalry rider, his mount is spiritual knowledge and his goal is knowledge of God. |
Ârif, bir süvari; irfan, bineği; marifet de hedefi veya semeresi o meselenin. |
Those who are enlightened control both their tongues and hearts and engage in a 'silence of evaluation'. |
Ârifler de dilleri ile beraber kalblerini kontrol ederek sükût murakabesi yaşarlar. |
Their mouths may be shut, but their hearts are full of excitement, beating for Him, God knows best. |
Dillerini tutmuşlardır fakat kalbleri pür heyecan, hep O'nun için çarpmaktadır, Allahu A'lem. |
A while back I tried to explain this: |
Geçenlerde bir vesile ile ifade etmeye çalıştım: |
To utter the word 'but' (illa) in 'There is no deity but God' with a heart's excitement, to declare it in almost song like fashion. |
Hani, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ derken, mutlaka o لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ beyanında إِلاَّ ile gelen o müstesnayı, kalbi harekete geçirecek şekilde, öyle oynak söylemek. |
The Imam of Alvar's heart would always beat in this excited manner, at a time a doctor tried to listen to his heartbeat, and had trouble doing it effectively. I heard that a doctor once said that 'I sat next to him and his heart beat was different'. |
Alvar İmamı hazretlerinin kalbi hep öyle attığından dolayı, hasta iken, nabzını tutmak istiyor doktor veya kalbini dinlemek istiyor ama kalbi sürekli o heyecan ile attığından dolayı zorlanıyor. -Ben bir başkasını da biliyorum; yanında o türlü şeylere inanmayan, benim saygı duyduğum başka bir büyük, "Yanında oturduğumda gördüm, kalbi çok farklı atıyor" demişti zannediyorum. |
I stress the 'I heard' here because it happened 50 years ago, I either heard it in person or someone related it, I want to be careful with what I claim. |
"Zannediyorum" dedim; çünkü ya bizzat dedi ya biri vasıtası ile nakledildi; elli senelik bir mesele, hilâf-ı vâkî olmasın. |
The doctor says, 'Sir, |
Doktor diyor ki, "Efendi hazretleri. |
you need to control your heart rate; I need to measure your actual heart rate; whether there arrhythmia or not, I need you to calm down so I can determine this. |
Şu kalbini bir kontrol altına almaz mısın; gerçekte nasıl attığını almam lazım; aritmi var mı, yok mu, bunu alabilmem için biraz sakin dursan. |
You constantly recite, 'There is no deity but God'; whenever you recite this your heart's rhythm increases and is very different to your normal heart rate.' |
Sen böyle sürekli لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ filan diyorsun; bu defa senin o deyişine kalbin ritmi çok farklı oluyor." |
Yes, the one knowledge of God continues to live but his heart always beats in the Name of 'God'. |
Evet, ârif bir samt yaşıyor ama onun kalbi hep "Allah" diye atıyor. |
Thus from head to toe he experiences this. |
Dolayısıyla tepeden tırnağa ihtizâz içinde. |
May Almighty God crown us with this sort of attentiveness towards Him. |
Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühümüzü bu türlü mülahazalar ile taçlandırsın. |
May God honour us with our heart feeling like this when we stand for prayer and say, 'God is Most Great', when we stand before God in respect and admiration with people on our left and right standing hands-tied, being girded ready for worship and while carefully going to prostration. |
"Allahu Ekber" deyip namaza durduğumuz zaman, el-pençe divan durduğumuz zaman, kemerbeste-i ubudiyet ile kıyamda bulunduğumuz zaman, tazim ile rükûa vardığımız zaman, hep kalbimizin böyle atmasıyla bizleri şereflendirsin. |
This is referred to as the horizon of spiritual knowledge. |
Buna, irfan ufku, bilme ufku deniyor. |
If it is not nurtured through the knowledge and belief in God and righteous deeds, it is destined to dry. |
İman-ı billah, amel-i sâlih ile, o da marifet ile beslenmez ise, kurumaya mahkûmdur. |
Look, if faith is not nurtured with righteous deeds, and if these deeds are not supported through knowledge of God, then this drying is inevitable. |
Bakın, iman, amel ile beslenmiyor ise, amel de marifet ile desteklenmiyor ise, bunların kuruması mukadderdir. |
Unconditional spiritual knowledge. |
Mutlaka marifet. |
You are to cherish this by constantly reading the creative and legislative commands in the required proper manner. |
Tekvinî emirleri ve teşriî emirleri, okuman gerektiği şekilde doğru okuyacak ve sürekli onları besleyeceksin. |
Just how material anatomy is nourished through other things, if what we might call the spiritual anatomy is not nourished through the heart, spirit, mystery of life and other similar aspects, it will dry and wilt. |
Maddî anatomin, değişik şeyler ile beslendiği gibi, manevî anatomin diyebileceğimiz kalbî, ruhî, sırrî hayatın da bu türlü şeyler ile beslenmiyor ise, kurur. |
'God has set a seal upon their hearts and on their hearing. |
"Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. |
And on their eyes is a covering' (Al-Baqarah, 2:7). |
Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir" (Bakara, 2:7). |
'So their hearts were sealed' (Al-Munafiqun, 63:3). |
"Böylece kalblerinin üzerine damga/mühür vurulmuştur" (Münafikûn, 63:3). |
We seek refuge in God. |
Neûzu billahi teâlâ. |
As for the lovers of God, they keep their love and yearning within themselves and so represent the silence of faith. |
Muhibler de aşk u iştiyaklarını gizleyerek, bir vefa samtı ortaya koyarlar. |
The lover will continue to boil like magma. |
Âşık, magmalar gibi hep kaynar durur. |
Yes, a lover is continuously boiling like magma on the inside. |
Evet, âşık sürekli, içten içe magmalar gibidir. |
However, some lovers will rather splatter this like lava to the outside. |
Fakat âşıkların bazıları lavlar halinde dışarıya da fışkırtırlar bunu. |
As Fuzuli mentions, they will say, 'More, more'; and they want more on the path of those who ask 'God, isn't there more?' |
Fuzûlî gibi "Daha, daha" derler; "Hel min mezîd" yolunda dahasını isterler: |
'O my Lord! |
"Yâ Rabb. |
Make me addicted to the affliction of love. |
Belâ-ı aşk ile kıl mübtelâ beni |
Don't set me free of love for even a moment.' |
Bir an belâ-ı aşktan eyleme cüdâ beni." |
I do not find it appropriate for his Excellency to use 'affliction' for love; perhaps he could have said, 'the tribulation of love'. |
Hazret'in aşka "belâ" demesini uygun bulmuyorum; mesela "mihnet-i aşk ile" diyebilirdi: |
'O my Lord! |
"Yâ Rabb. |
Make me addicted to the tribulation of love.' |
Mihnet-i aşk ile kıl mübtelâ beni." |
It seems to me only the rhyme of it is affected; may he excuse me. |
Zannediyorum sadece Aruzda bozuluyor mesele; o, kusura bakmasın. |
'O my Lord! |
"Yâ Rab. |
Make me addicted to the tribulation of love |
Mihnet-i aşk ile kıl mübtelâ beni |
Don't set me free of love for even a moment.' |
Bir an mihnet-i aşktan eyleme cüdâ beni." |
May I forever burn with that love but never leak my worries outside. |
Ben, o aşk ile hep kıvranıp durayım, yanıp tutuşayım ama dışarıya dert sızdırmayayım. |
Babanzade Ahmed Naim Effendi makes the following statements in this regard: |
Yine şöyle der: |
'You say you are a lover, then do not complain of the affliction of love; |
"'Âşıkım' dersen, belâ-ı aşktan 'Âh' eyleme |
Instead be silent so that others may not know your agony.' |
'Âh' edip, ağyârı âhından âgâh eyleme." |
Another person says the same in the face of trials, you can guess who he is: |
Bir başkası da dert karşısında aynı şeyi söyler, onu da siz tahmin edin: |
'If you say I have a heartache, do not groan about the suffering of trials |
"'Dertliyim' dersen, belâ-ı dertten 'Âh' eyleme |
Instead be silent so that others may not know your agony.' |
'Âh' edip, ağyârı âhından âgâh eyleme." |
Swallow your issues; let not it be manifest to the outside. |
Yutkun dur; dışarıya çıkmasına meydan verme. |
Let it be your heart's prisoner: |
Kalbine mahkûm et onu: |
'Friend! |
"Arkadaş. |
You are a prisoner of the heart for committing this crime' |
Sen bir suç işledin, kalb zindanında yatmaya mahkumsun" de. |
But why? |
Neden? |
As you are only meant to be loyal to Him, you are only meant to be in contact with Him. |
Çünkü sen, sadece O'na karşı vefalı olmalı, O'nun ile irtibat içinde bulunmalısın. |
Adding others into the calculation may mean what? |
Başkalarını hesaba katmak ne demek? |
When He is part of the calculation, would you add anyone else? |
Hesapta O var iken, başkaları hesaba katılır mı? |
Understand. |
Anlayın. |
This. |
Bu. |
For this reason it may manifest externally in the form of lava. |
Onun için bazen dışarıya vurabilir, lavlar halinde. |
But in the form of magma, the one who loves burns with love in this manner. |
Fakat fokur fokur, hep magmalar şeklinde, âşık, böyle içten içe kaynar. |
When he empties this love, it burns everything around it. |
Boşaldığı zaman, zaten yakar etrafı, kavurur. |
It decimates some places completely, may God protect us from it. |
Bazı yerleri alır-götürür, hafizanallahu teâlâ. |
In addition to this, there is the 'loyal' one for he never manifests his feelings. |
Bunun üstünde bir de "sâdık" vardır ki, o, hissini hiç belli etmez. |
The great Prophets are the leaders in this field. |
Enbiyâ-ı ızâm, başta o işin serkârlarıdır. |
Following the great Prophets are the truthful people following the Straight Path without deviation. |
Enbiyâ-ı ızâmdan sonra, bir tanesi var ise, o da Sıddîk-i Ekber. |
The Imam of Alvar says, |
Alvar İmamı, |
'The leader of the saints, the greatest of the loyal ones is Abu Bakr |
"Veliler serveri, Sıddîk-i Ekber |
The Prophet deems him superior to others.' |
Ânı tafdîl eder, Zât-ı Peygamber" der. |
The greatest of the loyal ones is the leader of the saints. |
Velilerin serveridir Sıddîk-i Ekber. |
The noble Prophet mentions about him with his excellence and virtue. |
Onu faziletler üstü faziletler ile anan, yâd eden de Hazreti Peygamberdir. |
'He is loyal and faithful' confirmed by a blessed and luminous speech that has no statement contrary to the truth. |
Hilâf-ı vâki beyan söz konusu olmayan, mübarek nurlu bir beyan içinde, "O, Sıddîk'tır." |
The Honourable Aisha, his blessed, honourable, and highly-esteemed daughter is also loyal and faithful. |
Ve kerime-i muallâ-i mükerreme-i mübeccelesi, Hazreti Âişe de "Sıddîka"dır. |
In the community of Muhammad, in the group of women, she is 'loyal'; within the group of men, her father is 'loyal'. |
Ümmet-i Muhammed arasında, taife-i nisâ içinde "Sıddîka" odur; tâife-i rical içinde de "Sıddîk" babasıdır. |
Two pillars of loyalty in the same household. |
Bir evde iki tane sadâkat âbidesi. |
May God Almighty forgive us for the sake of them. |
Cenâb-ı Hak bizi, onlara bağışlasın. |
As a side note: |
Antrparantez: |
I can say that I am unable to devote to them the love that their lofty status merits, but each time that I am reminded of them, the bones of my noise ache. |
Onları kâmet-i kıymetlerine göre sevdiğimi söyleyemem ama aklıma geldiği zaman, burnumun kemiklerinin de sızladığını söyleyebilirim. |
Abu Bakr... |
Ebu Bekir. |
If only God Almighty would show them to me and I with my sinful head place it underneath his feet and say, 'Step on my head my master. This is a stepping stone for your feet.' |
Cenâb-ı Hak bir gösterse, ben de günahkâr başımı bir ayağının altına koysam, "Bas, efendim, bas. Bu, senin ayaklarına göre bir kaldırım taşıdır, bas başıma" deyiversem. |
My desire and yearning is this. |
Arzu ve iştiyakım, budur. |
Ignore the inconsiderate things that are said here and there. |
Bakmayın sağda-solda densizce söylenen sözlere. |
You have always believed in this; and I am of the opinion that the things I say here are reflections of your sentiments. |
Siz, buna hep inandınız; ben bunları söylerken de sizin hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim. |
I believe that I am putting your feelings into words. |
Sizin duygularınızı ifade ettiğime inanıyorum. |
This is you. |
Siz, böylesiniz. |
You do not seek anything else but this, you never have, and you never will. |
Bunun dışında başka şeye talip olmadınız, olmayacaksınız, olmuyorsunuz, hiçbir zaman da ona tenezzül etmeyeceksiniz. |
Because you have identified the Sultan of your heart very well. |
Çünkü Gönül Sultanınızı çok iyi belirlemişsiniz. |
You will do anything for Him. |
O'nun için yanıp tutuşacaksınız. |
You will burst with the struggle of love, but you will never sigh in discontentment. |
Belâ-i aşk ile yanıp tutuşacaksınız ama "Âh" etmeyeceksiniz. |
Him and only Him. |
O, esasen O. Hû, Hû. |
Look at all the meaning this carries. |
Itlağındaki derinliğe bakın. |
By saying, 'He' you are expressing the truth; you are expressing the absolute Unseen. |
"Hû" demekle gerçeği ifade ediyorsunuz, Gayb-ı Mutlak'ı ifade ediyorsunuz: |
'Eyes comprehend Him not, but He comprehends all eyes. |
"Gözler O'nu idrak/ihata edemez, O'na ulaşıp O'nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. |
He is the All-Subtle (penetrating everything no matter how small), the All-Aware' (Al-An'am, 6:103). |
O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır" (En'âm, 6:103). |
We must pray to be able to go from 'being seen', to also 'seeing'; 'You have blessed me with this, while sitting, standing, lying down, while in my bed, under my blanket with my legs folded, You see it all. |
O "görülüyor olma" mülahazasını, böyle "görüyor olma" mülahazasına bağlayarak, "Bana bunu lütfettin; otururken, kalkarken, yatarken, yumuşak döşek üzerinde, bir yumuşak yorgan altında yatarken, ayaklarımı kıvırıyorum; çünkü Sen görüyorsun. |
But please, let my 'being seen' be honoured with the ability to see.' |
Ama ne olur, bu görülüyor olmamı, görmek ile şereflendir/taçlandır." mülahazası içinde oturup kalkıyorsunuz. |
If you live with this desire, with this constant excitement, He will most certainly respond in a way special to His Grandeur. |
Şimdi siz bu istek ile oturup kalkarsanız, hep bu heyecanla yaşarsanız, O da Zâtına has mukabelede bulunur. |
'If you love God, |
"Sen Mevlâ'yı seven de |
Do you think He will not love you? |
Mevlâ seni sevmez mi? |
If you seek His good pleasure |
Rızasına iven de |
Will He not be pleased with you? |
Hak rızasın vermez mi? |
If you go near His door |
Sen Hakk'ın kapısında |
Ready to offer all you have, |
Canlar feda eylesen |
And serve as He ordered, |
Emrince hizmet etsen |
Will He not grant you a reward? |
Allah ecrin vermez mi? |
If you overflow like rising waters |
Sular gibi çağlasan |
If you cry like the Prophet Job |
Eyyûb gibi ağlasan, |
If you rend your heart |
Ciğergâhın dağlasan |
Will He not show any sympathy? |
Ahvalini sormaz mı? |
This trouble is a cure to troubles, |
Derde dermandır bu dert |
The Eternally Besought-of-All loves His sufferers. |
Dertliyi sever Samed, |
The One is the cure of troubles. |
Derde dermandır Ehad |
Will you not be saved by His grace?' |
Fazlı seni bulmaz mı?" |
He will give you ten times, hundreds of times of what you put forward. |
Verdiğin, ortaya koyduğun şeylerin on katını, yüz katını sana verir. |
You must not say, 'Who am I to see?' |
Sen, o "görüyor olma" mülahazası hakkında "Ben kim, görmek kim?" deme. |
God, may He be glorified and exalted, has created you with the potential to 'see'. |
Seni "görme"ye müsait şekilde yaratmıştır Allah (celle celâluhu). |
But, depending on the mirror of your heart, the horizon of your spiritual knowledge, He will manifest Himself in your heart. |
Ama senin mir'ât-ı ruhuna göre, irfan ufkuna göre, bir ayna olan kalbine tecellî eder. |
Scholars have always spoken of the heart as the Divine Harem, the 'Home of God'. |
Hep orayı bir haremgâh-ı İlahî gibi görmüşler, bir beyt-i Hudâ gibi. |
'The heart is the Divine Abode, purify it of all else. |
"Dil, beyt-i Hudâ'dır, anı pâk eyle sivâdan |
For the All-Merciful may descend to His abode at night' says Ibrahim Haqqi. |
Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde" demiş İbrahim Hakkı Hazretleri. |
But one would rather convey such allegories through 'self-disclosure'. |
Ama Kıtmîr, bu türlü müteşâbih sözleri, "tecellî" şeklinde ifade ediyor. |
In other words, let it appear in your heart which is, in a way, a mirror. |
Yani, gecelerde, bir yönüyle mir'ât olan senin kalbine tecellî etsin. |
Yet, this happens according to your heart's containment, capability, openness to Him. |
Fakat bu, senin kalbinin istiabına, kabiliyetine, O'na açık olmasına göre olur. |
You will see. |
Görürsün. |
Him, appropriate for the nature of His Essence. |
O'nu, mahiyet-i nefsü'l-emriyesine uygun. |
Would there be more, I am not sure. |
Dahası olur mu, bilmem. |
There is only one who has seen and witnessed, during the Ascension; and he is no other than The Absolute Universal Man himself, peace and blessings be upon him. |
Tek gören, müşahede eden birisi vardır, Miraç'ta; o da Mutlak İnsan-ı Kâmil (sallallâhu aleyhi ve sellem). |
How fortunate we are that we are followers of that Universal Man. |
Ne mutlu bize ki, o İnsan-ı Kâmil'e ümmet olmuşuz. |
"How fortunate we are that we are followers of Him. |
"Ne mutlu bize ki, O'na ümmet olmuşuz. |
We are followers of such a person, we lean on such a column that, it is impossible for it to break, fall, and crash." |
Öyle birine ümmet olmuş, öyle bir sarsılmaz sütuna dayanmışız ki, yıkılması, devrilmesi, kırılması mümkün değil." |
Thousands of praise and glorification to God that He holds us ascended with the spirit of Muhammad, peace and blessings be upon him. |
Allah'a binlerce hamd ü senâ olsun, bizi Muhammedî ruh ile ayakta tutuyor, sallallâhu aleyhi ve sellem. |
One must yearn and burn like magma, be scorched inside. |
İşte magmalar gibi hep yanıp tutuşmalı, içten içe kavrulmalı. |
However, in no circumstances, must this secret be told or expressed like a legend; it must always stay where it is, it must be latent. |
Fakat katiyen bu sır, destan gibi anlatılmamalı, ifade edilmemeli; hep olduğu yerde kalmalı, meknî bulunmalı, meknî olmalı. |
The cognition to that 'Hidden Treasure' will be realised by these latent souls. |
Evet, o "Kenz-i Mahfî"ye ıttılâ' ancak bu meknî kalbler ile mümkün olacaktır. |
God Almighty, may He be glorified and exalted, Who, in a way, conceals Himself with causes, with things and events, that will in the afterlife appear in front of those who conceal their love and excitement like this in such a way that 'And when they see Him, they forget all the blessings of Paradise. |
Kendini, bir yönüyle, esbâb ile setreden, eşya ve hadiseler ile setreden Hazreti Allah (celle celâluhu) aşkını, heyecanını böyle setredenlere öbür tarafta rü'yeti ile öyle bir tecellî buyuracak ki, "O'nu gördükleri zaman bütün Cennet nimetlerini unuturlar. |
May frustration be upon those Mutazilites who claim, 'God cannot be seen.' |
'Allah görülmez' diyen Ehl-i İ'tizâl'e hüsran olsun." |
One more time. |
Bir kere daha. |