The troubles and suffering of the victims of oppression should be shared amongst the public. |
Mazlumlar, mağdurlar nazar-ı itibara alınarak, onların o sıkıntıları, dertleri paylaşılmalı. |
We try to remember it: |
Hani hep ism-i mef'ûl kipiyle ifade ediyoruz: |
Their oppression, suffering, lack of freedom all the other troubles they go through; |
Mazlûmiyetlerini, mağduriyetlerini, ma'zuriyetlerini, mahkûmiyetlerini, daha değişik gâileler ile malul bulunmalarını. |
When we consider all of these it is normal to be really sad. |
Bunların hepsini birden düşününce tabii ızdırap duyarız. |
And if we share a collective conscience and have a strong affinity to the Hizmet Movement, we will share the burden of those troubles. |
Bir de hey'et ile umumî alakadârlığımız var ise, Hizmet ile ciddî alakadârlığımız var ise, kardeşlik ruhu tam inkişaf etmiş ise şayet, paylaşırız o âlâmı, o mesâibi, o devâhîyi. |
We are sharing them altogether. |
Paylaşıyoruz onlar ile beraber. |
Some of them are incarcerated, separated from their family members, they long to meet their family again. |
Onlar, bazıları içeride; bazıları evlatlarından, eşlerinden, arkadaşlarından, dostlarından, anne-babalarından ayrı, onun hasreti ve hicranı içindeler. |
Since we belong to the same movement, we share the same sorrow. |
Bizler de o heyet içinde bulunmamız itibarıyla, aynı vücudun birer parçası, birer unsuru, birer molekülü gibi aynı şeyleri, aynı sıkıntıları paylaşıyoruz. |
Beside this point, being conscious of others suffering depends on one's understanding of brotherhood. |
Antrparantez; bu paylaşma işi, biraz o kardeşlik düşüncesini derinlemesine duymaya vabestedir. |
Not everyone will feel it to the same degree: |
Herkes aynı ölçüde duymayabilir: |
Some people might lay restlessly in bed at night, unable to sleep. |
Bazılarını yatağa düşürecek şekilde felç eder, o türlü şeyler. |
Even though they respect God's ultimate decree and refrain from any utterance of displeasure, |
Belki çok defa o, Cenâb-ı Hakk'ın o sonsuz iradesine hürmetin gereği, o iradenin muradı ne ise, ona saygının ifadesi olarak yaşamaya katlanır; iradesinin hakkını verir ve katlanır o meseleye. |
as humans they will feel distressed. |
Fakat insan olarak -esasen- ızdırap duyar. |
Remember what Izzat Molla says: |
Hani İzzet Molla'nın sözünü çok tekrar etmişimdir, biliyorsunuz: |
'I will not tire of torment, my dear, |
"Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama |
But at a point we can't take it anymore, for the body is human!' |
Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu." |
Yes, so many people have suffered vicious blows in the face of oppression and lost everything they had. |
Evet, nice kimseler tekme yemiş, sarsılmış veya şiddetli bir darbe ile, bir balyoz ile, bir hıyanet ile yerle bir edilmiş, düşmüş, tökezlemiş, sürüm sürüm hâle gelmiş. |
How we feel about these events is positively related to our understanding of brotherhood. |
Bunların hepsini böyle vicdanımızda derinlemesine duymak, kardeşlik irtibatımızın sımsıcak olması ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılıdır). |
We will feel it and share the sorrow. |
Duyarız, paylaşırız onlar ile beraber. |
Therefore when we pray for an end to all this, we will pray for both them and ourselves. |
Dolayısıyla, bir ferec, bir mahreç isterken de esasen hem onlar için hem kendimiz için istemiş oluruz. |
And when they are free and their troubles are over we will feel just as happy. |
Onlar için öyle bir ferec ve mahreç olunca, biz de bir yönüyle bayram ederiz. |
The honourable Imam of Alvar has a poem that says: 'When Islam is reborn / That is a day for celebration'. |
Alvar İmamı hazretlerinin "İslam yeniden doğa / Bayram o bayram olur" diye bir şiiri vardır. |
I have added two lines to it: |
Ona, başka iki mısrayı Fakîr ilave ediyor: |
'When Islam is reborn, |
"İslam yeniden doğa, |
That is a time for celebration.' |
Bayram o bayram olur." |
That is a time for celebration' is by the Imam of Alvar. |
"Bayram o bayram olur" o Hazrete ait. |
'When light drowns out the darkness, |
"Işık zulmeti boğa, |
That is a time for celebration.' |
Bayram o bayram olur. |
When compassion rains from the sky, |
Her yana rahmet yağa, |
That is a time for celebration.' |
Bayram, o bayram olur." |
You can produce more lines. |
Çoğaltabilirsiniz bunu. |
'That is a time for celebration.' |
"Bayram o bayram olur." |
And then he uses a style popular in the Poetry of Divan. |
Sonra bir de müstezat yapıyor ama müstezatların mısra uzunluğunda olmaması esastır: |
He says, 'See how beautiful of a celebration', what a beautiful celebration. |
"Gör ne güzel îd olur" diyor; o, ne güzel bir bayram. |
Now, when they are sharing the joy of celebration of freedom amongst each other, this joy will of course reach you too and you will feel the bliss inside you. |
Şimdi, onlar, o bayramın sevincini paylaşırken kendi aralarında, bunun size uzanan yanı da az değildir; siz de bir bayram neşvesi içinde kendinizi hissedersiniz. |
From one aspect, those thoughts and feelings must be present of humans. |
Bir taraftan o duygunun, o düşüncenin insanda olması lazım. |
Nevertheless, that celebration, relief and release is reliant on both a complete turning to God with our worship and constantly asking for the same things from God. |
Bununla beraber, öyle bir bayramın gelmesi, o "ferec"in, o "mahrec"in zuhur etmesi bir yönüyle hem ibadet ü tâatimiz ile Cenâb-ı Hakk'a teveccüh-i tâmma, hem de Allah'tan sürekli aynı şeyleri istemeye vabestedir. |
Prophet Jonah said, 'O Lord. |
Seyyidinâ Hazreti Yunus İbn Mettâ, "Ya Rabbî. |
You are God, and there is no deity but You. |
Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. |
All-Glorified You are (in that You are absolutely above having any defect). |
Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. |
Surely, I have been one of the wrongdoers (who have wronged themselves) |
Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. |
I await for your forgiveness, my Lord' (Al-Anbiya, 21:87)—You may look for the explanation of this topic in The Gleams.—When we say 'There is none Worshipped by Right, Truly Desired by Right but You. |
Affını bekliyorum Rabbim." (Enbiyâ, 21/87) dedi. -Lem'alar'daki o konunun izahına bakabilirsiniz.- "Sen'den başka Ma'bud-u bi'l-Hak, Maksûd-u bi'l-istihkak yoktur. |
When we say, 'Only You.' |
Sadece Sen'sin, Sen" dediğimiz zaman. |
You are the Truth, all existence is the shadow of the shadow of the shadow of Your Divine Existence. |
Gerçek, Sen'sin; bütün varlık, Sen'in vücudunun gölgesinin, gölgesinin gölgesi. |
'Knowledge' is the shadow of the shadow of the shadow of Your Knowledge. |
"İlim"ler, Sen'in ilminin gölgesinin, gölgesinin, gölgesi. |
'Will' is the shadow of the shadow of the shadow of Your Will. |
"İrâde"ler, Sen'in İrâde'nin gölgesinin, gölgesinin gölgesi. |
It is not non-existent, it exists but it is like the existence of a shadow. |
"Yok" değil, var ama işte gölgenin varlığı gibi bir şey o. |
There is a dichotomy here, but one of them is fundamental and the other is a shadow and it is relative. |
Bir "isneyniyet" -evet, usûliddin ulemasının ifade ettiği kelime bu- var burada fakat "Bir"isi esas, diğerine gelince o, zıllîdir ve izâfîdir. |
Yes, I glorify and exalt You. |
Evet, Seni tesbih u takdis ederim. |
The word 'All-Glorified' here is to describe Almighty God with exalted qualities and exonerate Him from all deficiencies! |
Burada "Sübhâneke" kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ı evsâf-ı âliye ile tavsif etme ve noksan sıfatlardan da tebrie manasına gelir. |
There is also this meaning in God's honourable Name 'The All-Holy and The All-Pure'. |
Cenâb-ı Hakk'ın "Kuddûs" ism-i şerifinde de bu mana vardır. |
In his book The Gleams, the Honourable Sage Bediüzzaman mentions 'The All-Holy and The All-Pure' as being one of the six Greatest Names of God. |
Hazreti Üstad, İsm-i A'zam gibi alıp yine Lem'alar'da zikrettiği o altı isimden biri de o; orada Kuddûs isminden de bahsediyor: |
On earth, it reflects as earthly cleanliness, purity, harmony, ecosystems and—even though it is not mentioned like this—glorification of God Almighty. |
Yeryüzünde maddî temizlik, nezahet, âhenk, eko-sistem ve aynı zamanda -orada ona çok temas edilmiyor ama- Cenâb-ı Hakk'ı tenzih manasına da gelir. |
In other words, The Divine Essence: |
Yani, Zât-ı Ulûhiyet: |
'He is neither a body nor a substance, nor is He a spatial entity, nor of quintessence. |
"Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir. |
He does not eat, nor drink, nor is contained in time: He is high above all such features. |
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah. |
He is absolutely free from change and alteration, in fact even from having shape or form. |
Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden, |
Alteration, and transformation, and from colours and having a shape as well—these are His Attributes in the negative. |
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah. |
He is neither in the heavens nor on the earth; neither on the right nor on the left; neither before nor after; |
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda, |
He is absolutely free from any direction. He is not contained by space.' |
Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah." |
When we utter 'You are The All-Glorified', we also intend these meanings. |
"Sübhâneke" dediğimiz zaman, aynı zamanda bu manaları kastetmiş oluruz. |
And there is also that, when the Prophet says this through his own perspective, he says so more profoundly. |
Şu kadar var ki, Peygamber, kendi ufku itibarıyla meseleyi söylerken, çok derinlemesine söylemiş olur. |
After describing the Divine Essence in an appropriate manner, he mentions his own state: |
Zât-ı Ulûhiyeti, Zâtına şayeste ve lâyık tavsif ettikten sonra, kendi durumuna geçiyor: |
By bowing his head before Him, he said 'Oh God! |
O kapının eşiğine başını koyarak, "Allah'ım. |
My head is on the threshold of Your Divine Door.' |
Başım, Kapının eşiğinde" diyor. |
In order to express this matter flawlessly to avoid comparison, it is better to express it as 'in the threshold of Your Divine Mercy, Divine beneficence, Divine Compassion', which is how it was expressed (in an article in the Çağlayan magazine). |
Evet, bu meseleyi daha arızasız ifade etmek için "rahmetinin eşiğinde, re'fetinin eşiğinde, şefkatinin eşiğinde" demek, teşbih ve temsile meydan vermeden bir ifade tarzı olur; çok defa onu tercih ediyoruz ve (Çağlayan başyazılarında da) o tercih edilmişti esasen. |
(Prophet Jonah) said, 'My head is at Your door, 'I am among those who have wronged themselves.' |
"Başım orada." "Ben, zâlimlerden oldum" diyor. |
As he kept repeating this prayer in the belly of the fish, the Divine Essence saved him; the fish took Jonah, peace be upon him, to the shore. |
O hep -böyle- tekrar edip durduğundan dolayı balığın karnında, Zât-ı Ulûhiyet de onu kurtarıyor; balık getiriyor O'nu (aleyhisselam), bir sahile atıyor. |
This is written clearly and in detail in two places in the Qur'an. |
Açık; Kur'an-ı Kerim'de, iki yerde net ve detaylı olarak anlatılıyor. |
When he returns with the grace of Almighty God, he is saved. Moreover, a hundred thousand people or more also get saved by believing in him, which in turn gives Jonah spiritual expansion and attests to the pleasure of God Almighty. |
Ve sonra döndüğü zaman da Cenâb-ı Hakk'ın inayetiyle, o bir insan halâs oluyor fakat yüz bin insan veya daha fazlası O'na (aleyhisselam) iman etmek suretiyle kurtuluyor; bu da O'nda inşiraha vesile oluyor ve Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğu da ortaya konmuş oluyor. |
Then we read the verse: 'There is no deity but You, All-Glorified You are (in that You are absolutely above having any defect). Surely, I have been one of the wrongdoers (who have wronged themselves).' |
Şimdi bu ayeti okuduk: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Sonra hemen "Allah'ım. |
We can add, 'Oh God, give us an exit path and a dissipation of grief.' |
Bize de ferec ve mahreç ihsan eyle" diyebiliriz. |
As a side note: |
Antrparantez bir şey daha arz edeyim: |
Our friends have seen such beautiful dreams. |
Arkadaşlar çok güzel rüyalar gördüler. |
Sometimes, our noble Prophet directly appeared before them; sometimes the Honourable Abu Bakr and sometimes the Honourable Khalid. |
Bazen Efendimiz, doğrudan doğruya, yakazaten, temessül buyurarak çıktı karşılarına; bazen Hazreti Ebu Bekir, bazen Hazreti Halid. |
These great people appeared before them. |
Bu "büyük" zatlar temessül buyuruyor. |
Of course, the greatness of our noble Prophet cannot be expressed with the phrase 'greatness'. |
Tabii Efendimiz'in büyüklüğü, "büyüklük" sözü ile ifade edilemez. |
But the matter should not be expressed according to its proportion. |
Fakat meseleyi nispetlere bağlayarak ifade etmemeli. |
He is 'great', peace and blessings be upon him. |
"Büyük" O (sallallâhu aleyhi ve sellem); büyük. |
With the expression of the poor, essentially 'a means like an aim in itself.' |
Fakir'in ifadesi ile "gâye ölçüsünde bir vasıta, bir vesile" esasen. |
That is why in the recitation of 'There is no deity but God', the holy Names of God Almighty and the God's Messenger are mentioned side by side. |
Onun için, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Kelime-i Tevhîd'inde, Cenâb-ı Allah'ın ism-i şerifi ile Efendimiz'in mübarek ismi yan yana zikrediliyor. |
Our noble Prophet and the Honourable Khalid appears before them. |
Efendimiz, temessül buyuruyor; Hazreti Hâlid, temessül buyuruyor. |
According to the persons character and the circumstances of their struggles in that moment. |
Şahısların karakterlerine göre, o andaki sıkıntının keyfiyetine göre. |
Someone sees Yunus ibn Matta in their dream. |
Birisi de Yunus İbn Mettâ'yı (aleyhisselam) rüyasında görüyor. |
However, dreams can be seen so clearly at times, and other people there would see it as well. |
Fakat bazen onlar öyle net görülüyor ki, belki oradaki birkaçı da görmüş oluyor onu. |
Yunus ibn Matta says, you have read the prayer, 'There is no deity but You, All-Glorified You are (in that You are absolutely above having any defect). Surely, I have been one of the wrongdoers (who have wronged themselves)' and God Almighty gave them salvation. |
Yunus İbn Mettâ'ya (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam) diyor ki "Sen, bu لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ duasını okudun; Cenâb-ı Hak, sana salâh ve necât verdi. |
He says, 'And (mention) Job (among those whom We made leaders): he called out to his Lord, saying: "Truly, affliction has visited me (so that I can no longer worship You as I must); and You are the Most Merciful of the merciful.' (Al-Anbiya 21:83). |
'O'nun yalvarıp yakarışına da hemen icabet ettik ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık, onu halas ettik.' (Enbiyâ, 21/83) dedi." |
Prophet Yunus states to the individual: |
Hazreti Yunus, o şahsa buyuruyor ki: |
'I repeated that in the stomach of the fish.' |
"Ben onu, balığın karnında söyledim." |
So hardship is going to trouble you so much that apparent causes and means will completely cease to operate but despite everything, you will not lose your connection with Him. |
Demek ki sıkıntı, seni öyle bir sıkacak ki, canın, gırtlağına gelecek; tâbir-i diğerle, esbâb bilkülliye sukût edecek fakat O'nun (celle celâluhu) ile irtibatını koparmayacaksın, her şeye rağmen. |
Just like Prophet Jonah at the bottom of the well. |
Hazreti Yusuf (aleyhisselam) gibi kuyunun dibinde bile. |
God Almighty reveals his message to Prophet Joseph while his is just a child. |
Cenâb-ı Hak vahyediyor; Hazreti Yusuf daha çocuk orada. |
He reveals to him that He promises to show him through to the end of his journey. |
Allah, ona vahyediyor; o işin encamını ona göstereceğini vadediyor. |
And therefore in serious contentment. |
Dolayısıyla da ciddî bir itmi'nân içinde. |
There is nothing he complains about. |
Şikâyet ettiğine dair bir şey yok. |
A bucket is lowered; rather than retrieving water, a child with beauty so mesmerising is taken out from the bottom of the well. |
Biraz sonra bir kova iniyor oraya; su çıkarılacağına, insanlığın güzeli, insanı bayıltacak güzellikte bir çocuk çıkarıyorlar oradan, kuyunun dibinden. |
When worldly causes cease to operate, the mystery of Divine Uniqueness becomes manifest. |
Bunun gibi, esbâb, bil-külliye sukût edince, esasen, nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. |
Thus, when we say, 'There is no deity but You, All-Glorified You are. Surely, I have been one of the wrongdoers,' for our friends, brothers and sisters we should also add, 'Grant us a relief and deliverance'. |
Dolayısıyla da لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ derken, bütün arkadaşlarımız/kardeşlerimiz için اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا niyazı da ilave edeceğimiz bir duadır. |
Our attitude and actions should be at that same Divine door, that's another topic. |
Hani, tavır ve davranışlarımız, o kapıda olmalı; ayrı bir mesele. |
However we should also express our desires. |
Fakat aynı zamanda beyanlarımız da olmalı. |
This would not be simple statements of the tongue and mouth. |
Öyle olunca, zaten beyanımız dilin-dudağın beyanı olmaz. |
Nowadays everything is a statement of the mouth and tongue. |
Günümüzde her şey, dilin-dudağın beyanı. |
The words you hear about religion being spoken in the mosques are words of the tongue and mouth, not the heart. |
O câmilerde duyduğunuz din adına söylenen sözler, dilin-dudağın beyanı, kalbin sesi değil. |
A thinker of ours. |
Düşünürlerimizden bir tanesi. |
This may be cause of antipathy but I love him dearly. |
Antipatinize sebep olabilir ama ben çok seviyorum onu. |
A thinker who weeps in his prayers, an academic; partially also a fellow townsmen. |
Ağlayarak namaz kılan bir düşünür, bir akademisyen; kısmen de Fakir'in hemşehrisi sayılır. |
He completed his doctorate in France; when he was in Denizli, he met the Honourable Sage Bediüzzaman. |
Fransa'da doktora yapmış, gelmiş; Denizli'de iken de Hazreti Pîr-i mugân, Şem'-î tâbân ile tanışmış. |
A person who sobbed in his Daily Prayers. |
Namaz kılarken, hıçkıra hıçkıra ağlayan bir insan. |
A side note: |
Antrparantez: |
Have you ever seen someone in a mosque cry so much that they fainted? |
Siz hiç camilerde ağlaya ağlaya bayılıp kendinden geçen insan gördünüz mü? |
Personally, I have not seen one after a certain period in time. |
Ben şahsen, belli bir dönemden sonra görmedim. |
The youth used to lose themselves in the past. |
Gençler, kendilerinden geçiyordu belli bir dönemde. |
However, they have killed that spiritual state. They have spilt acid on it and made people resemble them. |
Fakat bir yönüyle o ruh hâletini öldürdüler esasen, kezzâb döktüler onun üzerine, kendilerine benzettiler. |
That youth distanced themselves from prayer and adopted drugs, smoking, alcohol. |
O gençlik, namazdan uzaklaştı, uyuşturucuya alıştı, sigaraya alıştı, içkiye alıştı. |
And became so-called religious school students. |
Sözde İmam Hatipli oldu. |
They were supposed to put that institution into every state of livelihood and raise people like themselves. |
Onu hayatî her birim içine sokacaklardı; kendileri gibi adam yetiştireceklerdi. |
Indeed, they raised people like themselves. |
Doğru, kendileri gibi adam (.) yetiştirdiler. |
That is what dissent does. |
Nifakın yapacağı odur esasen. |
That thinker would refer to these people as 'masters of the throat.' |
O zat, "gırtlak ağası" derdi bunlara, gırtlak ağası. |
Masters of sound and audio. |
"Ses sanatkârı" tabirini de kullanırdı, ses sanatkârı. |
Those people who recite the Qur'an at Mawlids and funerals, not to send blessings on anybody but rather to show themselves, to invest in their own futures. |
O Mevlidcilere, o cenazelerde dua edenlere, cenazelerde Kur'an okuyanlara, kimseye bir şey ulaşsın diye değil de esasen kendilerini ifade etme, bir yaptıkları şey ile yapacakları başka bir şeye yatırım yapma adına. |
'If I recite the Qur'an in an impressive way, then they would call me to recite somewhere else; and if I gained here I would gain more from there' etc. |
"Bir yerde güzel ses ile şöyle bir Kur'an okursak, başka bir yere de çağırırlar; buradan beş geldi ise, oradan da on gelir" filan. |
Everything they do is an investment for something else. |
Yaptıkları şeyler hep başka bir şeye bir yatırım. |
Therefore, to refer to such people as 'vocal artists' is an understatement and is a rather light comment. |
Dolayısıyla bunlara "gırtlak ağası" bile hafif geliyor zannediyorum; "ses sanatkârı" sözü de hafif geliyor. |
The real matter is for the tongue and mouth to be a translator for the heart. |
Esas mesele; dil-dudak, kalbe tercüman olmalı. |
If this is so, the heart is moved and trembling with faith, and one's tongue comes to the rescue. |
Öyle ise şayet, kalb, imanî heyecan ile mızrap yemiş gibi ürperiyor, titriyor ve dil-dudak da "Yahu dur, acele etme. |
saying, 'Let me translate these feelings for you', and in its own way according to its own disposition of expression, comes forth with such an affect to make one feeble. |
Ben bir bunu tercüme edeyim" diyor ve kendine göre kendi renk ve deseniyle bir kombinezon ortaya koyuyorsa, bu, çevrede hakikaten bayıltan/öldüren bir tesir uyaracaktır. |
When we read the narration of the sayings of the noble Prophet, we see that when Qutayba ibn Said recited the Qur'an, and was giving a talk, there were four others present there. |
Ricâl'i (Efendimiz'in hadislerini nakleden râvîleri) okuduğumuz zaman görüyoruz; mesela, Kuteybe İbn-i Saîd bir yerde Kur'an-ı Kerim okurken, sohbet ederken, dört şahıs birden ölüyor orada. |
Yes. |
Evet. |
I will never forget. |
Hiç unutmam. |
I was a radio operator in the army, and I was listening to Abdussamad when he recited the Qur'an. |
Ben telsizci idim askerde; Abdulbâsid Abdüssamed'i dinliyordum, Kur'an-ı Kerim okurken. |
Once he was reciting the end of the chapter of Takwir, he recited so nicely. |
Kur'an-ı Kerim'i okuyunca, Tekvîn Sûresi ile bitiriyordu; o kadar güzel okuyordu ki. |
I never came across that recording again, his recitation could genuinely make one faint. |
Ben daha sonra onu teyplerde görmedim; hakikaten insanı bayıltacak şekilde okuyordu. |
They reported: |
Demişlerdi ki: |
'One of the four friends fainted and passed away.' |
"Orada o Kur'an okurken, bir tanesi düştü, bayıldı ve öldü." |
Yes, this is related to the voice in their heart, not to the noises or sounds they utter. |
İşte okumaya bağlı bu, kalbin sesine bağlı; dilin-dudağın -Bağışlayın; bağışlıyor musunuz?- hırıltısına, mırıltısına değil. |
If a human can make a sound like that of a reed flute, what need is there for mumbling and grumbling? |
İnsan, bir ney sesi verebilecekse, ne diye hırıltıya, mırıltıya, başka mahlukların sesine-soluğuna kendisini salıyor ki? |
Coming back to our topic. |
Geriye dönelim; evet, antrparantezi kapadık. |
A person presents such a standing, a perspective and speaks in such a profound manner that when you listen to them from a variety of perspectives you can only say, 'This persons words are more than simple sounds'. |
Hâl, tavır ve davranış ile, öyle bir konum ihraz ediliyor ki, insan, öyle bir konum ile kendini konumlandırıyor ki, orada hakikaten dilinden-dudağından dökülen her şeyi enine-uzununa değerlendirdiğiniz zaman, analize tâbi tuttuğunuz zaman diyorsunuz ki, "Vallahi bu çok dile-dudağa benzemiyor. |
This must be the voice of the heart.' |
Bu, olsa olsa kalbin sesi-soluğu olur." |
This is the heart that: |
O kalb ki, |
'The heart is a house of God, purify it of whatever there is other than Him, |
"Dil, beyt-i Hudâ'dır; ânı pâk eyle sivâdan |
So that the All-Merciful may descend into His palace at night.' |
Kasrına nüzûl eyleye, Rahman, gecelerde." |
Indeed, it is the manifestation of God, He manifests there, especially at night. |
Evet, "Tecelligâh-ı İlahî"dir o; Allah, oraya tecelli ediyor, hususiyle gecelerde. |
So we must capture that situation and recite 'And whoever fear God, He will give him a way out' and relate it to it. |
Şimdi o durumu ihraz etmek lazım ve işte o رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا duasını da ona bağlamak lazım. |
And we must consider and understand Jonah's words, peace be upon him. |
Yunus İbn Mettâ'nın (aleyhisselam) sözünü de o şekilde anlamak lazım. |
Truly, causes cease to exist; there is nothing to do about it. |
Hakikaten esbâb, bilkülliye sukût ediyor, yapacak bir şey yok. |
With all esteem, he turns to Almighty God. |
Bütün gönlüyle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ediyor. |
Thrusting all causes with the back of the hand, he declares 'There is only You, there is no need to look for anything else'. |
Sebepleri, elinin tersiyle itiyor, "Sadece Sen varsın, başka şey aramaya gerek yok" diyor. |
God states, 'If you turn to Me, if you are entrusting this issue to me, that I will do as I will', and He removes Jonah from the belly of the whale. |
Allah da (celle celâluhu), "Ben varsam, meseleyi Bana emanet ediyorsan, işte Ben de yapacağımı yapıyorum" diyor, onu (aleyhisselam) balığın karnından çıkarıyor. |
I often say: |
Çok defa diyorum ki: |
'My Lord, |
"Allah'ım. |
I and all those in the act of this service, and this service itself is all entrusted unto you. |
Bu Kıtmîr de, bu Hizmet'in içinde bulunanlar da, aynı zamanda bu Hizmet de Sana emanettir." |
With my entire consciousness I am saying this: |
Bütün benliğim ile böyle diyorum: |
'If we entrust this to governments, to politicians and statesmen we will be destroyed. |
"Bunu başkasına, hükümete, devlete, siyasîlere emanet edersek, canına okurlar. |
But You are the Trustworthy. |
Ama Sen, Emîn'sin. |
You are the Remover of Fear and Granter of Tranquillity. |
Sen, Mü'min ismi ile mevsûfsun veya müsemmâsın. |
And so it is all entrusted to you. |
Dolayısıyla hepsi Sana emanet. |
In Your presence, your Sphere of Holiness, I entrust this to you, I need your help. |
Nezd-i Uluhiyetinde, Hazîre-i Kuds'ünde bunları Sana emanet ediyorum, bahtına düştüm. |
You are not a betrayer of trusts' |
Sen, emanete hıyanet etmezsin." |
From this perspective, it is important to entrust your affairs to Almighty God. |
Bu açıdan da meseleyi Cenâb-ı Hakk'a havale etmek lazım. |
If you entrust the entire situation to Him entirely, then you will be faced with His generous help and munificence. |
Siz, bütün benliğiniz ile meseleyi O'na emanet ederseniz, O'nun da o engin lütfu ile, keremi ile mutlaka karşılığını bulursunuz. |
A verse in Surah al-Baqarah confirms this: "... fulfil My covenant (which I made with you through your Prophets), so that I fulfil your covenant, and of Me alone be in awe and fear (in awareness of My Power and of your being My servants)" (al-Baqarah, 2:40). |
"Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben'den korkun." (Bakara, 2/40) "Verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de mukabelesinde bulunayım" diyor. |
'And let me fulfil your covenant', he says here. But this can be interpreted as a response or reply. |
"Ben de vefâlı olayım" diyor da burada fakat bunlar mukabele manasına gelir. |
It means that 'in turn for your loyalty, let me reply to you'. |
"Sizin bu vefanız ölçüsünde, Ben de mukabelede bulunayım" demektir. |
What did you do there? |
Ne yaptınız siz? |
The servant is in their own situation. |
Kul, kendi darlığı içinde, bir karış. |
The Divine Essence, says is an authentic tradition, 'Mine is a step'. |
Zât-ı Ulûhiyet, Kudsî Hadiste buyuruyor: ".Benimki bir adım. |
If you take a step, I will walk in return. |
Siz bir adım attınız, Benimki gelme. |
If you approach, I will run in return. |
Siz geldiniz, Benimki koşma. |
Then ultimately we will face each other and talk.' |
Sonra da dil olma, dudak olma, konuşma." |
In other words, you move towards Him in accordance with your indignity and He (may He be glorified and exalted) turns towards you in direct proportion with His Dignity, that's all. |
Yani siz kendi küçüklüğünüz ölçüsünde O'na karşı bir yaklaşım tavrı sergiliyorsunuz, O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğü ölçüsünde, onun ile mebsûten mütenasip bir teveccühte bulunuyor, hepsi bu. |
Now in this case, if God permits, our requests of relief and solution for situation and that of our brothers will not be left without a reply or response; God will accept them and grant us with relief and resolution. |
Şimdi böyle bir ruh hâleti içinde -inşaallah- hem kendimiz için, hem de kardeşlerimiz için Cenâb-ı Hak'tan ferec ve mahreç talep edilirse, o, yere düşüp kalmayacaktır; Cenâb-ı Hak, kabul buyuracak, o fereci ve mahreci ihsan edecektir. |
First of all, we are going through a test at the moment, which will end one day. |
Bir; esasen bir imtihan oluyoruz, bir mîâdı var bu meselenin. |
We are capable of surviving this test and exit from it all pure and clean. |
İnsan, bu imtihanda o mîâdı doldurup işin içinden pâk olarak, pîr u pâk olarak sıyrılıp çıkıyor. |
Secondly, since we did not make best use of the opportunities God offered us earlier, He virtually tells us through these events: 'Compensate for all the things you have missed earlier by their magnitudes'. |
İki; Cenâb-ı Hakk'ın belli bir dönemde bize lütfettiği imkanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı, Cenâb-ı Hak -adeta- "O vaktine erişip edâ edemediğiniz şeyleri katlayarak kaza edin" buyuruyor hâdiselerin diliyle. |
Remember that when you make up a missed prayer, you also need to perform the prayer of that time as well. |
Kaza edince -malum- vaktin edasını da beraber yapıyorsunuz. |
For example, when you compensate for the Asr Prayer; you perform the old prayer of the Asr with the one of the current time. |
Mesela; ikindiyi kaza ediyorsunuz; bir, ikindinin farzı, bir de başka bir farz. |
In this case you need to increase the gear; if your gear is 4, you need to gear it up to 8. |
Bu defa vitesi yükselteceksiniz; dört ile gidiyorsanız, bu defa sekiz ile gideceksiniz. |
And if you add a state of 'self-assurance' to your move, you will need to boost it up to twelve. |
Bir de buna "temkin dörtlüsü" ilave edecekseniz şayet, on iki olur bu defa. |
Yes, this must be performed; and this is another issue. |
Evet, edâ edeceksiniz onu; bu da ayrı bir mesele. |
Because you were late in performing your duties. |
Vaktine erişip yapmanız gerekli olan şeyleri tam vaktinde edâ edemediğinizden dolayı. |
For example; you did not try to communicate with others in the past as you are doing today. |
Mesela; başkaları ile dirsek temasına geçemediniz, şu dönemde yaptığınız gibi. |
For example, you did not succeed in your Ramadan Iftar dinners; you did not reach important people who are of equivalent importance to thousands. |
Mesela; Ramazan iftarları tam veremediniz; üst seviyede, binlere tekâbül eden insanlar ile dirsek teması içinde olamadınız. |
If you were successful, your message would have reached everywhere the sun rises and sets as the Pride of Humanity stated and the Noble Spirit of the Master of Humankind would have been pleased. |
Olsaydınız, sesiniz-soluğunuz, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun buyurduğu gibi, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktı ve Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-enâm memnun olacaktı. |
If He came into your dreams, He was going to smile and show his gratification for the efforts you put forward. |
Sizin rüyalarınıza girseydi, yaptığınız şeylerden dolayı size tebessümler yağdırması ile memnuniyetini gösterecekti. |
I have no doubt about this. The truth of 'There is no deity but God, and Muhammad is the Messenger of God' is going to be proclaimed to all corners of the world. |
Hiç tereddüdüm yok bunda; çünkü O'nun bundan başka arzusu ve isteği yoktur: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ hakikati, dünyanın dört bir yanında şehbal açsın. |
As Yahya Kemal says in his poem: |
Yahya Kemal'in Ezan şiirinde dediği gibi: |
'You are a glorious command, the adhan of Muhammad |
"Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî |
The world is not large enough for your sound, the adhan of Muhammad |
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî |
If death should not have made Sultan Selim bow down |
Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel, |
The name of Muhammad should have conquered the world |
Fethetmeliydi âlemi, şân-ı Muhammedî.. |
The sky fills with lofty light from thousands of minarets |
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden, |
When the spirit of Muhammad blossoms |
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî.. |
All souls witness the truth of "God is the All-Great" |
Ervâh cümleten görür "Allahu Ekber"i |
When the words of Muhammad echo in the Divine Throne |
Akseyleyince arşa, lisân-ı Muhammedî.. |
Let this poem, for the grave of my mother in Skopje, |
Üsküp'te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel, |
Be a gift of the beautiful statement of Muhammad.' |
Bir tuhfe-i bedi' ü beyân-ı Muhammedî." |
Peace and blessings be upon him. |
Sallallâhu aleyhi ve sellem. |
Indeed, this is the direction he has pointed you to. He has seen it with his third eye and declared, 'This is the future'. |
Evet, O'nun size gösterdiği hedef, bu; gayb-bîn gözüyle görmüş, "Bir gün böyle olacak" demiş. |
At the same time, he has also given you a goal, 'Try to attain this within your generation'. |
Aynı zamanda size bir hedef göstermiş; "O hedefi siz, kendi nesliniz olarak yakalamaya bakın." |
But this may not be achieved in your time. |
Ama size müyesser olmayabilir. |
If you are a wayfarer on this way, then you will have a share in whatever the reward is for achieving the goal, because you organised yourself in accordance with this goal. |
Siz o yolun yolcusu iseniz, hedefe terettüp eden sevap/derece ne ise, Allah, size onu verir; çünkü siz, hedefe göre kendinizi planladınız. |
This is another aspect of it. |
Bunun gibi; bir de bu. |
God Almighty has given us vast means; have these means been utilised in the most effective way? |
Cenâb-ı Hak, bize çok geniş imkanlar bahşetti, acaba bunlar rantabl değerlendirildi mi? |
For this reason we say relief and success is subject to many personal, social, and destiny-related limitations. There are many factors in play. |
Onun için "Ferec ve mahreç şahsî, içtimâî, kaderî pek çok kayıt ile mukayyet" diyoruz; çok değişik yönleri var bu meselelerin. |
Another point is effective management of those who are oppressing us. |
Bir diğer husus; zalimleri iyi idare etme filan meselesi. |
The Pride of Humanity was oppressed for 13 years in Mecca. |
İnsanlığın İftihar Tablosu, on üç sene Mekke-i Mükerreme'de eziyet görmüştü. |
Oppressors, unbelievers, hypocrites, polytheists, and many other wretched miserable types were competing with each other in their oppression of him. |
Zâlimler, kâfirler, münafıklar, müşrikler, daha başka bütün bütün Allah belası ne kadar -bağışlayın- zirüzeber insan var ise, hepsi âdeta eziyet etmede, zulmetmede yarışmışlardı. |
The Messenger of God did what he could in the given circumstances until the time he migrated. |
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o zaman yapması gerekli olan şeyleri yapmıştı, hicret buyuracağı âna kadar. |
Otherwise they would not have left him alone. |
Yoksa iflah etmezlerdi o insanlar. |
The fact that they followed him to the Palace (cave) of Thawr with their weapons showed their malicious intentions. |
O, hicret buyurduğu zaman, Sevr sultanlığına kadar gidip, o kötü niyet ile kılıç bilemeleri gösteriyor ki, çok kötü şeyler düşünüyorlardı. |
Today, just as some tyrants in contemporary Islamic countries think about the same kind of things. |
Bugün, günümüzde bazı İslam ülkelerinde bir kısım tiranların aynı şeyleri düşündükleri gibi. |
'A mother separated from her child.. I don't care if she dies. |
"Evladından ayrı anne.. ölürse ölsün, bana ne. |
As long as my reign is kept alive.' |
Benim saltanatım gitmedikten sonra." |
Look at the Islamic world. |
Bakın şu İslam dünyasına. |
With its darkened face, darkened palaces, darkened thoughts, always overtaking people with its dark smoke. |
Kapkara olmuş çehresi ile, kapkara saraylarda, kapkara düşüncelerle, hep kapkara dumanlar içinde insanları götüren insanlar. |
Yes, only with God's leave, did the Prophet do what needed to do and wriggled past what he needed to elude. |
Evet, öyle bir şey fakat Allah'ın izni-inayeti ile, O yapması gerekli olan şeyleri yapmış ve sıyrılması gerekli olan günde de sıyrılmış-etmiş. |
But despite facing such adversity for thirteen years, with the will of God, he turned Yathrib into Medina in a way that would carry the flag for his mission. |
Ama on üç sene onca şeylere maruz kalmasına rağmen, Allah'ın izni-inayeti ile, davasını bayraklaştıracak şekilde, Yesrib'i Medine yapmış, medeniyet merkezi yapmış. |
It was an element of balance during the reign of the Honourable Umar ibn al-Khattab. |
Bir muvazene unsuru olmuş, Hazreti Ömer döneminde. |
Especially in a very short period of time. |
Hem de kısa bir sürede. |
'How many years?" you will ask. |
"Kaç sene bu?" diyeceksiniz. |
Our noble Prophet, peace and blessings be upon him, was in Medina for ten years. The Honourable Abu Bakr for close to three years; the Honourable Umar for ten years; think about it, twenty three years. |
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'de on sene; Hazreti Ebu Bekir, üç seneye yakın; Hazreti Ömer efendimiz on sene; düşünün, yirmi üç sene. |
On horseback. |
Atın-katırın sırtında. |
Not with tanks, artillery or aircraft. |
Tank ile, top ile, tayyare ile değil. |
One generation. |
Bir nesil. |
|
Bir nesil. |
Consequently, supplications for relief and solution can be bound by a specific and ordained time. |
Dolayısıyla ferec ve mahreç dualarımız, vakt-i merhûna bağlı bulunabiliyor. |
Accordingly, we must either cleanse ourselves or wait for the predetermined date to take place. |
Buna göre, ya arınmamız söz konusu, ya kaderin takdir buyurduğu mîâd var. |
God Almighty wants us to reach his presence in an immaculately purified manner. |
Cenâb-ı Hak, bizi nezd-i Ulûhiyetine arınmış olarak, pâk, pirüpak olarak almak istiyor. |
The matter at hand is to be cleansed to such degree that, when he, peace and blessings be upon him, describes the people following him as 'my stars', that is, 'My Companions are like the stars; whichever of them you follow will guide you to me', essentially we try to follow in the footsteps of those Companions. |
O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki insanların, "Yıldızlarım" buyurduğu, "Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; hangisine tutunursanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız" buyurduğu O'nun ashabının arkasında saf bağlamak için esasen o ölçüde arınma, pirüpak olma mevzuu. |
In order to capture that state, one must demonstrate a level of consistency, a level of resistance and endurance. |
O noktayı ihraz etmek için, o mevzuda bir kıvam sergileme, bir mukavemet sergileme. |
Truly, with the will of God Almighty, the goal is to reach a level of consistency that will make Him heard all over the world. |
Hakikaten, Allah'ın izni-inayeti ile O'nun sesini-soluğunu bütün dünyaya duyurabilecek bir kıvam sergileme. |
Now if God Almighty willed this, even if these look like torment, anguish and suffering, it is the manifestation of His mercy, a gift to us; you can perceive these to be the spectrum of mercy. |
Şimdi Cenab-ı Hak, bunları murad buyurmuş ise, bunların hepsi azap gibi, ızdırap gibi, çile gibi görünse bile, yine Cenab-ı Hakk'ın rahmet tecelli-boyunda bize bir ihsanıdır; rahmet tayfları şeklinde algılayabilirsiniz bunları da. |
Yes, without any hesitation. |
Evet, tereddüt etmeden. |
Consequently, they need to make this an expectation; they should not rush in that matter. |
Dolayısıyla, onu intizar etmek lazım; acele etmemeli o mevzuda. |
The Qur'an states: |
Kur'an buyuruyor: |
'If you do not help the Messenger, yet, for certain, God helped him when those who disbelieve drove him out (of his home during the Hijra). |
"Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. |
The second of the two when they were in the cave (with those in pursuit of them having reached the mouth of the cave), and he said to his Companion (with utmost trust in God and no worry at all): "Do not grieve. God is surely with us." |
Hani kâfirler onu Mekke'den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, 'Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.' diyordu. |
Then God sent down His gift of inner peace and reassurance on him, supported him with hosts you could not see, |
Derken Allah onun üzerine sekînesini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. |
And brought the word (the cause) of the unbelievers utterly low. |
Kâfirlerin dâvasını alçalttı. |
And God's word (His cause) is (always and inherently) supreme. |
Allah'ın dini ise zaten yücedir. |
God is the All-Glorious with irresistible might, the All-Wise' (At-Tawbah, 9:40). |
Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir)." (Tevbe, 9/40). |
During the dominion of Thawr, the Honourable Abu Bakr's agitation was from his worry of something happening to the Prophet. |
Sevr sultanlığında, Hazreti Ebu Bekir'in heyecanı, "Efendim'e bir şey olur diye" endişesinden kaynaklanıyordu. |
However, God's Messenger was acting as though there was nothing there. |
Fakat Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) orada hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. |
They were walking around; he could see their feet and even hear their footsteps; the cave was not very deep. |
Onlar dolaşıp duruyorlar; O onların ayaklarını görüyor orada, belki ayaklarının sesini de duyuyor; öyle, mağara derin bir mağara değil. |
However by the will of God, a spider web and the nest of two doves cuts the disbeliever's path to the entrance of the cave. |
Ama örümcek ağı ile Allah (celle celâluhu) ahmakların önünü kesiyor; iki tane güvercin ile Allah, münafıkların önünü kesiyor. |
In that moment the Prophet said, 'Do not be worried my friend! |
"Tasalanma dostum. |
God is with us.' |
Allah, bizimle beraberdir" diyor. |
"Then God sent down His gift of inner peace and reassurance on him, supported him with hosts you could not see, |
"Derken Allah onun üzerine sekînesini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. |
|
Kâfirlerin dâvasını alçalttı. |
And God's word (His cause) is (always and inherently) supreme." |
Allah'ın dini ise zaten yücedir." |
God's word is none other than supreme; the unbeliever's word, what they say and do is none other than vulgar. |
Allah'ın kelimesi, ulyâ; kâfirlerin kelimesi, diyeceği-edeceği şeyler ise süflâ. |
Do not fear. |
Endişe etmeyin. |
'Truth will always gain the upper hand; triumph will not be gained over the people of truth.' |
"Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez." |
The serenity sent down to the Prophet, as a result, allowed for the heart to feel full of conviction and satisfaction. |
İşte Efendimiz'e o sekînenin inmesi, bir mana şeklinde oluyor, kalbde bir itmi'nan hâsıl oluyor. |
Essentially, it is contentment filling his heart. |
Kalbe inen -esasen- bir itmi'nân. |
However, all of this was achieved as a result of complete acceptance and dependence in the Almighty. |
Ne var ki, bunların hepsi, O'na bir teveccüh-i tam ile teveccüh etmeye vabestedir. |
If you turn to God, countenance will bread countenance. |
Siz, teveccüh ederseniz, teveccüh, teveccüh doğurur. |
Show countenance, and in return you will find it returned to you. |
Teveccüh edin, teveccüh bulun. |
May God grant his beneficence and favour upon you, upon all of us. |
Cenâb-ı Hak, inayetini sizinle/bizimle eylesin. |
He allowed for us to be on the right side. |
İttirdi; iyi bir yerde duruyoruz. |
We could have deviated and found ourselves amongst the oppressors. |
Yanılıp yanılıp zâlimlerin içinde bulunabilirdik. |
We could have been worse off than the foolish and wretched people who orchestrated our oppression. |
İşledikleri zulümlere bir kısım humekânın (ahmak ve sefillerin), ahmak-ı humekâdan tahammuk etmiş (en ahmak ve sefil kimselerden daha ahmak hale düşmüş) insanların bulundukları gibi bulunabilirdik. |
We could have followed them like livestock. |
Sürü gibi onların arkasından sürüklenebilirdik. |
God Almighty purified us in a very different way. |
Allah (celle celâluhu), değişik şekilde ayıkladı. |
Some of our friends were imprisoned. |
Bazı arkadaşlarınızı içeriye koydu. |
Some, like you, have embarked on a sacred migration in the cause of God. |
Bir kısmı da sizler gibi hicret etti. |
With this, God is bringing forth the Pride of Humanity's glad tidings and goal of 'My name will reach everywhere on which the sun rises over and sets.' |
Bununla İnsanlığın İftihar Tablosu'nun "Benim namım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir" müjde ve hedefini gerçekleştiriyor. |
There is now no one left in the world that hasn't heard of you. |
Dünyada şu anda sizi duymayan insan yok. |
There is currently a court case in America. |
Amerika'da şu anda bir mahkeme oluyor. |
They have hired twenty strong firms with experienced lawyers, so that they can 'prosecute people who are affiliated with the Movement.' |
Tam yirmi tane güçlü şirket -burada- kiralamışlar, güçlü avukatlar tutmuşlar, "Harekete mensup insanları derdest edin" diye. |
They are first coming for myself, although I am just a simple man. |
Başta sizin arkadaşlarınızdan bir Kıtmîr var, başta o olmak üzere. |
And of course they hope that once they succeed, America becomes a station for flying people straight back to Turkey. |
Tabii o olduktan sonra, burası Türkiye'ye insanları taşımak için bir liman, bir rampa olacak. |
They want to accuse everyone on by one, and send them there. |
Birer birer herkesi derdest edip, oraya gönderecekler. |
And they will also be left to die in a cell. |
Artık onlar da orada hücrelerde ölüme terkedilecekler. |
They hire twenty, thirty lawyers; twenty, thirty firms. |
Yirmi tane, otuz tane avukat tutuyorlar; yirmi tane, otuz tane şirket buluyorlar. |
They spend tonnes of money. |
Tonlarla para harcıyorlar. |
Only one is presented in the media, but the solicitors know everything else. |
Sadece bir tanesi biliniyor medyada ama savcılar hepsini biliyorlar. |
One such thing is that one of those lawyers is being payed fifteen million dollars. |
Bir tanesi de bir adam için sadece on beş milyon dolar. |
And the people who are hiring these people are those two ministers from Cappadocia. |
Ve bu meseleyi teklif edenler, pazarlık yapanlar da o Kapadokya'dan iki tane. |
Never mind, it's best I don't mention their names. |
Neyse isimlerini söylersem gıybet olur; iki tane bakan. |
Ministers. |
Bakan. |
People that look but do not see; ministers. |
Evet, bakıp da göremeyen insanlar; bakan. |
Now, if they are spending this much for one lawyer, imagine the extent to which they can go if they actually had something to chase up, if they hit the bullseye. |
Şimdi bir tane insan için böyle yaparlarsa, meseleyi beyninden vurdukları zaman, esasen diğerlerine ne yapacaklarını kestiremezsiniz. |
God Almighty is protecting you against such a grudge. |
Böyle bir hınç karşısında, Allah (celle celâluhu), sizi koruyor. |
And still, people are coming and seeking refuge here. |
Hâlâ her gün gelip insanlar, oraya sığınıyorlar. |
I ask forgiveness from God, not 'seeking refuge', they are changing their location in order to continue their mission; they are undertaking the compulsory sacred migration |
Estağfirullah "sığınma" ne demek; esasen misyonlarını edâ etmek üzere yer değiştiriyorlar, cebrî hicret yapıyorlar. |
Both compulsory and voluntary migration are very important, each is more virtuous than the other in different ways. |
"Cebrî hicret" de "ihtiyarî hicret" de çok değerli; râcih-mercûh münasebetiyle bazı yönleri ile o efdal, bazı yönleriyle de o efdal. |
Yes, those of yesterday gained the good deeds of voluntary migration. |
Evet, dünküler ihtiyarî hicret ile sevabı kazandılar. |
And those of today have left behind their homes, properties, wealth, and much more. They have that pain eating at their heart, yet they say, 'Let it be!' and get on with it, believing that as long as the Noble Prophet becomes known all over the globe, let whatever it is be. |
Bugünküler de yerlerini-yurtlarını, mallarını-mülklerini terk ettiler; bir yönüyle onun acısı var sinelerinde ama "Olsun" diyorlar, "Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın da, ne olursa olsun" diyorlar. |
'O God, help us always live with the remembrance of You, away from blindness, let us always be full of gratitude in the face of Your countless blessings, and let us always be of Your rightly guided servants and allow us to worship You in the best way possible. |
"Allah'ım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. |
Oh God, help us in every unit of life and at every corner of the world against politicians, bureaucrats, soldiers, police officers, intelligence officers, lawyers and all other professionals that bear hostility against us. |
Allah'ım, bize düşmanlık yapan politikacı, bürokrat, asker, polis, istihbaratçı, hukukçu ve diğer meslek erbabının bütününe karşı hayatın her biriminde ve dünyanın her yanında bize yardım et. |
Oh the absolute victorious the All-Mighty and All-Powerful, the All-Majestic and the All-Overcomer; accept our prayers; do not let us down in our hopes and expectations and do not let us return empty handed. |
Ey mutlak galip Azîz ü Cebbâr, Celil ü Kahhâr; dualarımıza icabet buyur; ümit ve beklentilerimizde bizi inkisara uğratma ve ellerimizi boş çevirme. |
We may not be worthy of it, but such blessing and generosity is due to Your Glory. |
Biz buna layık olmasak da böyle bir lütf ü kerem Senin şanındandır. |
O All-Merciful One, The One of Majesty and Grace!" |
Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkrâm Sahibi." |