Yanıp da Dışa Sızdırmamak Çok Zor

Aksiyon Dergisi'nin, 'Ezan' konulu sayısından sonra medyada 'Fethullah Hoca bu kez de ezanın doğru okunmasına el attı' şeklinde yorumlar yapıldı. Bir medya grubu var; 'Zaman, Samanyolu, Aksiyon, Burç FM...' Bu medya grubu direkt sizi mi temsil ediyor?

Bahsettiğiniz medya grubu içerisinde çok sevdiğimiz, tanıdığımız arkadaşlarımız var.

İlişkiniz sadece sevgi ve arkadaşlıktan mı ibaret?

Düşüncelerimi ortaya koyma mevzuunda bir iştirak hakkı da iddia edebilirim. Ama bu herhangi bir vatandaş gibi de olabilir. En başında bu türlü meseleleri görüşürken, planlarken, bazı arkadaşlarla meşveret planında ben de bir iştirakçi olarak bulundum. Daha ötesinde bir şey söylenemez. Fakat bu müesseselere, bu kurumlara iştirak etmekle, şeref duyduğumu söyleyebilirim. Samanyolu Türk insanını, Müslüman milletimizi mahcup edecek bir şey yapmamıştır. Zaman Gazetesi de hassastır. Tabii mefhumu muhalifinden hareketle diğerleri kötülük yapmıştır manasına çekilmemeli sözlerim. Herkes hizmet ediyor. Ben hep bunca hayır solukları yanında bir soluk da bu demişimdir. Veya bunca çağlayan yanında bir sızıntı da bu... Başka türlüsünü bize söylettiremezler, düşündüremezler.

Peki sizi direkt temsil etmeleri söz konusu mu?

Beni direkt temsil etmeleri gibi bir durum yok. Bu müesseselerin başında bulunan arkadaşların, bana duydukları bir saygı varsa, ben şahsen bu saygıyı bir kredi olarak değerlendirir, onları hayra yönlendirmeyi düşünebilirim. Bu daha geniş tabanlı bir şeydir. Türk toplumunun, büyük bir kısım itibariyle, bana karşı bir teveccühü varsa şayet, ben de bu teveccühü bir kredi kartı olarak, milletimiz hesabına yararlı olan bazı işlerde istihdam etmeyi düşünürüm...

Yani 'Ezan' meselesinde olduğu gibi sizin direkt bir etkiniz yok mu?

'Ezana el attı' cümlesini nüanslarıyle ele alacak olursak, böyle bir şeyin olmadığı ve olamayacağı ortaya çıkar. Ben kimim ki el atayım. Fakat her mesele hakkında, Kitab'a, Sünnet'e muvafakat içinde düşüncelerimi arzedebilirim. Ezanın bir estetik yanı, bir zevk yanı var. Değişik sohbetler esnasında ezanla alakalı mülahazalarımı arzetmiştim. İhtimal o bantlardan birisi medyadan bir kesimin eline geçmiş. Onlar da onu orda neşretmişler. Ve bu da 'ezana el attı'ya dönüşmüş... Allah Resulü Kur'an-ı Kerimi seslerinizle tahsin ediniz buyurur. Kur'an'ın zaten kendisi güzeldir. Onu bu güzelliğine uygun eda edin.

Güzelliğine uygun eda edilmemesi halinde ne olur?

Bazen, sevimsiz sesler, sevimsiz edalar, Kur'an'ın zatındaki güzelliğe uyanmamış vicdanlara gölge düşürebilirler. O mübarek terkipler, o mübarek ruh ve muhtevanın nüfuz edemediği bir kısım kalplerin kapıları, eğer güzel bir sesle, iyi bir icrayla açılıyorsa bu Kur'an-ı Kerim'in vicdanlara duyurulmasında bir yol olmalıdır. Nitekim Efendimiz, Eşariler'in kapılarının önünden geçerken, pencerelerinin açılmasını emrediyor. Ve kendisi de istihsan ediyor. 'Mezamiri Davud' buyuruyor. Hz. Davud'un mezamiri, sesi duyulunca, herkes büyüleniyor. Mehmet Akif'in yaklaşımıyla 'Bu vadiler mi dem tuttukça bihuş etti Davudu' diyor. Demek ki kendisini bile bihuş eden bir edası var. Efendimiz, içinde Ebu Musa el-Eşari'nin de bulunduğu Yemen'den gelen şerefli muhacirleri, seslerinin güzelliğiyle ve Kur'an'ı çok iyi icra etmeleriyle takdir ediyor. Mesela bir defasında onca sahabi var. Hz. Ebu Bekir çok güzel Kur'an okuyordu. Nitekim Hz. Ebubekir'i Mekke'den dışarıya çıkarmak istediklerinde, birisi araya giriyor. Hz. Ebubekir onun vesayetinde kalıyor. Bu duruma rağmen, sesinin güzelliğini duyanlar Hz. Ebubekir'in etrafında toplanıp Kur'an dinliyorlar. Hz. Ömer'in de sesinin davudi ve gür olduğu, Kur'an okurken arka saflarda ağlayan insanların sesinin duyulduğu, yine siyerlerde karşılaştığımız hususlardan, fakat Allah Resulü buyuruyor ki 'Kur'an'ı Allah'tan indiği gibi dinlemek isteyenler, Abdullah ibni Mesud'dan dinlesinler...'' Demek ki bir farklılık var. Ve Efendimiz bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş. Hayat-ı seniyyeleri boyunca ezanın teşrii Medinede oluyor. 9-10 sene ezanları hep Bilal-i Habeşi okuyor. İbni Ümmü Mektum okuyor. Bir de Ebu Mahsure. O dönemde daha çocuk... Bilebildiğimiz kadarıyla, önemli merkezlerde Efendimizin ezanlarını bu zatlar okuyor. Demek ki Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali değil. Oysa bu büyük insanların da sesleri güzel...

Ezana bu derece önem kazandıran bir hususiyet var mı?

Farz namazı eda ederken konsantrasyon adına ezan çok önemli. Ezan ilk uyarıyı yapar. Sünnetler, nafile namazlar konsantrasyonun ön adımlarıdır. Farza durulunca, farz tam duyularak eda edilir. Bu açıdan keşke ezanlar güzel okunsa. 'O güzelim kelimeler, güzel telaffuz edilse, manadaki enginlik ve derinlik, sesle de aynı zamanda seslendirilebilse' yaklaşımı yadırganacak bir şey değildir. Ezanı okuyanlar sığırtmaç gibi bağırmamalı, seslerini kullanmasını bilmeliler. İlle bir makam yapacaklarsa bir makam üstadından öğnenmeliler. Makamperestlik yapılsın demiyorum ama, sesin iyi kullanılması da çok önemlidir. Benim ezanla alakalı bir diğer mülahazam daha var...

Nedir bir diğer mülazahanız?

Keşke aynı mahaldeki yerlerde ezan, aynı vakitte okunsa. Mesela İstanbul'da hep aynı anda ezan okunsa, dakika fark etmiyor, etse bile yarım dakika çok fark etmez. Bu olamıyorsa şayet, mesela 30-40 cami birbirine bağlansın, bu camilerden güzel ezan okuyan 4-5 insan seçilsin, ezan okuma mevzuunda sesi gür, coşkulu, dinleyeni heyecanlandıran, namaz için konsantrasyona sevk eden, insanda namaza gitme arzusunu uyaran, kendisini dinlettiren bir ezan icrası yapılsa. Birisi mesela sabah ezanını okusa, diğeri öğleyi, bir diğeri ikindiyi... Bütün bunlarla ne olur? Bir kere millet gerçekten, güzel icra edilen bir ezan dinlemiş olur. Bir ikincisi bütünlük, ahenk sağlanmış, ezan bir kerede okunur. Koro gibi bir şey olur. Lerzeye gelir bu vadi. Şimdi 30 ayrı camide, 30 ayrı sesin hoparlörden, farklı zamanlarda ezan okumasındansa, bu camiler arasında kurulacak ortak bir sistemle ezan sise da bulsa daha güzel olmaz mı? Bütün minarelerden birden ruhu revani Muhammedi şehbal açabilir. Birden gök nura gark olup, ervah cümleden Allahu Ekber, Eşhedu enla ilahe illallah'ı görebilir. Yahya Kemalvari bir yaklaşım. Mesela bir sabah ezanını düşünün. Biri kalkıyor 4'te ezan okuyor, biri dördü beş geçe, biri on geçe, biri on beş geçe, biri yirmi geçe, biri otuz geçe... Yani yarım saat ezan okunuyor. Şimdi bu vahdet midir? Bir yerde siz namaza farza duruyorsunuz, öbür yerde hala ezan okunuyor. Namaz kılanların bile huzuru kaçıyor. Dikkat, konsantrasyon dağılabiliyor. Özellikle İstanbul'da bu çok yaşanıyor...

İstanbul aynı zamanda gayri Müslimlerin de yoğun oldukları bir şehrimiz. Osmanlı döneminde okunan ezanlarla ilgili, birçok gayri Müslim hatıratında hayranlıklarını bildirirler...

Evet, şu anda da turistler gelip otellerde kalıyorlar. Ve siz sabah, milletin tam uyku zamanında yazın şu kısa gecelerinde, (Belli bir bölgede) yarım saat, bazen bir saat ezan okuyorsunuz. Hafizenallah, bu şekilde, ezana karşı saygılı olmayan insanı, küfre sevketmiş olursunuz. Bazen öyle hassas insanlar vardır ki bunlar başını koyup uyuyacaktır. Ezanı duyunca uyanır. Hafizenallah lanet okur. Küfrünü artırmış olursunuz. Dindar namazını kılan, yüzlerce hasta insan vardır, sabaha kadar uyuyamamıştır. Bari sabah namazını kılıp, yatayım demiştir. Tam yatacaktır, bir saat ezan dinlemeye mahkum edilmiş olur. Kendisi namaz kılan bir insan bile olsa insandır, hislerinin öne geçtiği yerde, ezana karşı bir tavır alabilir. Hepimiz yer yer bunu yaşamızdır. Bazen bir gün, iki gün, üç gün uyayamıyorsunuz. Ve nihayet diyorsunuz sabah namazını kıldım, imsakla yatayım. Etrafınızda kırk tane cami var, Allah sayısını daha da artırsın ama bir başlıyorlar ezan okumaya, uyku tepenize vuruyor ve o gün de uyuyamıyorsunuz. Bütün bunları bence İslam'da safvetle, samimiyetle, derinlikle telif etmek mümkün değildir. Eğer ezanı sevdirilecekse, ibadetin bir parçası olarak, namaza konsatrasyonu artıracaksa bunun yolu bugün yapılan değildir. Sizinde belirttiğiniz gibi iyi ezan okunan yerlerde, değil sadece Müslümanlar, bir Ermeni, bir Rum bile onu çok tatlı bir musıki olarak dinler ve bir ezan banyosu yapmış olur.

En az ezan kadar, hayatınızda önemli bir yeri olan vaazlarınıza, uzun bir süredir ara verdiniz. Özlemediniz mi?

Doğrusu vaizliğe başladığım andan itibaren bir yönüyle Ümmeti Muhammed'e yardımcı olma arzusuyla mı, İlayı Kelimetullah adına bir şey olsun mülahazasına binaen mi bilemiyeceğim ama, yer yer özledim vaazları... (Mütebessim bir çehre ile gözlerinin yaşını siliyor Hocaefendi) Vaaz ettiğim dönemde bile bir taraftan devam etsem dedim, bir taraftan da taşıyamayacağım şekilde vaazların heyecan ve helecanı taşıdım. Ama yine de yer yer acaba bu cemaate yanlış bir şey anlatıyor olmayayım mülahazasını içimde taşıdım. Yer yer, cemaatin bazı meseleleri anlamayışından duyduğum tedirginlikle, bırakma düşüncesi geçti aklımdan. Ta başından da zaten, vaiz olmayı, hele ücretli bir vaiz olmayı, hiç düşünmedim. Bunu sözüne, beyanına, düşüncesine itimad ettiğim bazı kimselere sordum. Bana biraz da Üstadla irtibatlandırarak şunu söylediler: Üstada birisi gelip resmi vazife alıp almamayı sormuş. Üstadda ona; 'Sen resmen vazife almayınca sana vaaz ettirirler mi?' demiş. 'Ettirmezler' deyince, Üstad; 'O zaman resmen vazife al' demiş. Zannediyorum o yıllarda bu mülahazalarla bu işe başladım. Vaizlikle, bir şey yapıyorum kanaatinde olmadım, yararlı bir iş yaptığıma çok inanamadım. İhtimal olabilir diyerek bırakmayı düşünmedim.

Günümüz için vaazliğin önemi yok mu sizin için?

Tam tersi, kanaat-i acizanemce vaizlik çok önemli bir meslek. Hatta ahir zamanda dirilişin bir buudunu teşkil edebilecek önemli bir husus. Değişik kürsüde cemaate mutlaka bir şey anlatılmalı. Cemaatin seviyesi de nazarı itibara alınmalı ama, günübirlik meselerlede cemaat işgal edilmemeli, oyalanmamalı, her gün yeni bir şey verilerek, biraz daha ileriye götürülmeli. Camide heyecan, cemaate duygulanması çok önemlidir. İnsanın anlattığı şeyleri yaşaması çok önemlidir. Bunların yanı sıra, ilim adına da cemaate bir şey verilmeli. İslam, sistemli bir şekilde cemaata sunulmalı. Mesela bütünüyle akaide müteallik meseleler anlatılmalı. Sistemli olarak cemaate islam esasatı anlatılmalı. Bunun böyle olması gerektiğine inandım.

Şu anda bunları anlatırken bile o günleri yaşayarak anlatıyorsunuz. Özleminiz gözlerinizde tülleniyor...

..Vaizlikten 4-5 sene uzaklaştıktan sonra yeniden cemaatle yüz yüze geldiğim de karşılıklı bir konuşma yapıyormuşuz gibi bir mütekabiliyet yaşanıyordu. Yani onlar bakışlarıyla bir şey ifade ediyor, bir şey veriyorlardı. Siz de onların bir hizmetçisi olarak onlara bir şey vermeye çalışıyordunuz. Bir dönem engellenmişti vaazlar. Daha sonraki dönemlerde de ben hislerimle baktım ki bu işi götüremeyeceğim. Bazen baktım ki celalleniyorum ve cemaati rencide edebiliyorum. Bu yaştan sonra gönül kırıp, insanları rencide etmek, bağırıp, çağırmak, kendimi ayarlayamamak, sonradan bana çok vicdan azabı çektiriyordu. Her türlü tahminin üstünde va'z etmeden bir gün evvel iki gün ya yanlış bir şey anlatırsam mülahazasıyla sancı başlıyordu. Şu anda anlatamayacağım rahatsızlıklara giriyordum. Ve hasta oluyordum...

Sizin vaazlarınızda bahsettiğiniz mütekabiliyet ve irticalilik, metafizik gerilim, ve şiiriyet çok baskın. Bütün bunları yeniden kürsülere taşımanız mümkün olacak mı?

Fakat ben anladım ki, sinir yapım itibariyle, cemaati hoş tutarak, onları hayra, güzele, iyiye sevk edecek ruh haline sahip değilim. Veya yaşımın ilerlemesiyle beraber biraz daha hassaslaştım, sanki Cenab-ı Hakk bana, 'Bu işi bırak' der gibi geliyor...

Vaazlarınıza başlamadan önce nasıl bir ruh haletine ve hazırlığa giriyorsunuz?

Öteden beri hep cuma günü camide kürsüye çıkacağım andan 24 saat evvel, elden geldiğince telefon ahizesi elime almadım, 'Öfkelenir, bu öfkeyi camiye taşır, millete kızarım' diye. Yemeğime dikkat ettim. Evden çıktığımda rastlantıyla bile gözüme haram olabilecek şey ilişmemesine çok dikkat ettim. Bunları Rabbim biliyor... Asıl önemlisi arkadaşların son zamanlarda beni koruyamadıklarına şahid oldum. Böyle çok esbabı mesalihle karşı karşıya kalıyorum. Bir çok meseleye canım sıkılıyor. Ciddi, gerilim içinde, kürsüye çıktığım anlar oldu. Ve dolayısıyla da o öfkeyle, ruhumu dinleyemedim. Ruhumda duyduğum şeyleri veremedim. Kaba mantıkla, sadece orada halkın karşısında, bir vakit israfına girdiğimi gördüm. Bu bende ciddi bir rahatsızlık yaptı. Bazı arkadaşlara 'Vaz u nasihattan bir gün evvel, beni koruyun, kimseyle görüştürmeyin, biraz kendi duygularımla kalayım, istiğfar edeyim, rabbime teveccühte bulunayım' dediysem de olmayacak şeylere muhatap oldum. Ve bir öfkeyle de 'bırakayım dedim' ve kararımı verdim...

Bir de güvenlik meselesi var zannediyorum, sizi tedirgin eden...

Evet, Yeni Cami'de doğrudan doğruya MİT, camiye bomba yerleştirildiğini söyledi. Bu bende bir ürperti hasıl etti. Bir insan kendi ölümünden ürperebilir fakat ben ürperdiğimi hatırlamıyorum. 'Bir can borçluydum barık-ı Hüda'ya, vermek için can kurbana...' Ancak diyelim Süleymaniye gibi bir camide vaaz ediyorsunuz. Millet birbirinin sırtına secde ediyor. 6-7 bin kişilik camide 15 bin kişi var. Hafizanallah burada, olmayan bir meseleden dolayı bile panik hasıl etseler birkaç bin insan ölür. Böyle bir cinayete olur diyemezdim. Bu da benim için vaz u nasihatı terketmekte bir saik oldu.

Bütün bunlara rağmen arzu etmiyor musunuz?

İçime yer yer doğuyor... Cemaat karşısında benim yaptığım, onlara bir şey anlatmaktan daha çok, drahşan çehrelerinde bazı şeyleri okuma, onlarda bulduğum, duyduğum, hissettiğim şeyleri onlara ifade etmeydi. Benim için de bir ölçüde boşalmaydı, adeta üzerimdeki fazla enerjiyi atıyordum. Yani arzu ettiğim oluyor, daha doğrusu hislerim arzu ediyor, mantığım karşı çıkıyor...

Peki bundan sonra mantığınız mı hisleriniz mi galebe çalacak?

Mantığım galebe çalarsa hiç olmayacak demektir. Ve bundan sonra elimden geldiğimce mantıki olmaya çalışacağım...

Vaazlarınız kadar, hayatınızda da şiiriyet çok ağır basıyor. Bir şiirinizde 'Izdırap yalnız kaldığım anlardaki dostum/Ruhumu saran hafakan, kafamda yanan kor/İnleyeyim derim, inleyemez yutkunurum/Yanıp da dışa sızdıramamak doğrusu çok zor' diyorsunuz. Yanıp da dışa sızdıramamak sizin için çok belirleyici bir husus. Eğer ızdırabınızı daha da katmerleştirmeyeceksem, yanıp da sızdıramadığınız zorlukları gönül mızrabınızdan dinlesek?

...Beni zor duruma sokuyorsunuz. Kendimle ilgili bir şey anlatmış olacağım... Bu konuşmanın başından beri siz meseleye objektif yaklaştınız, ben de elimden geldiğince meseleyi şahsiliğin dışında tutmaya çalıştım. Şimdi ise şahsiliğe kayıyorsorunuz.

Bu son sorumdu. Ve bu soruyu, şahsınızla ilgili de olsa konuşmanın bütünlüğü açısında önemli bulduğum için soruyorum...

Bir dönem itibarıyle herkesin aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaştığına inandım. Yine o duygumu korumaya çalışıyorum. Ama ızdırap saiki çok tabii. Kendime bir ızdırap insanı nazarıyla bakamam. Çünkü bana göre ızdırap Allahın insanlara bahşettiği önemli yanlardan birisidir. Havadan nem kapma, çok önemli bir dinamiktir. Yüreğin parçalanması, Mevlana'nın dediği gibi, 'Sine gahem, şerha şerha istırak' yani parça parça bir sine olmak. Hususiyle insanların duyarsız olduğu bir dönemde bu sürekli duyarlılık, sürekli ızdırap, başkalarına bir şey anlatmak adına adeta bir ney gibi. Bir şey anlatmanın yolu. Tabii bu insanın tabiatında olmalı. İnsan kendi hayatı içinde duyduğu şeylerden ilhamını almalı. İnsanlığın İftihar Tablosu, insanlar gökten inen Kuran-ı Kerim'e gerektiği ölçüde inanmadıkları için neredeyse kendini öldürecek hale geliyordu. Bu tabir Kuran'a aittir, 'İnanmıyorlar diye neredeyse kendini öldürecekti.' İhtimal o bidayeti vahyide zirvelerde dolaşıyorken bile aklının köşesinden bazı şeyler geçmiş olabilir. Bir taraftan insanlığı kurtarmaya matuf, kilitlenmişlik, diğer taraftan hafif semanın kapılarının aralanması, dertlere derman olabilecek bir şeyin kendisine fısıldaması var. Ve sonra yine bozuk, şirazeden çıkmış, Akif'in ifadesi ile 'Bir müshafın eczası gibi eyyamın elinden mel'abe' paramparça insanlığın hali. Ve çaresizlik. Neredeyse böyle sesi, soluğu kesiliyor, nabzı duracak hale geliyordu ki Allah, 'Arkalarından takılıp kalıyorsun da, eseften neredeyse inanmıyorlar diye kendini öldüreceksin' buyuruyordu. İşte bunu tartamıyoruz. O kantar yok bizde. Çünkü o bir denge insanı, o bunları sinesinde eritecek bir insan. Yetimlik görmüş, himayesizlik görmüş, hep böyle kimsesizlik içinde büyümüş, fakat 'off' dememiş bir insan.

Şiirinizle aynı zamanda bu ızdıraba mı dikkat çekmek istediniz?

Belli bir dönemde insanlığın ızdırabı, Efendimiz için o kadar kıvrandırıcı olmuş ki, onu ızdırap şiiriyle ifade etmek mümkün değil. Hatem-ül Enbiya'dan bize göre kamil manada Hatem-ül Evliya diyeceğim bir zata Bediüzzaman'a geçiyoruz. Üstadın da bir mağara dönemi var, 'Van'da. Üstte bir mağara kapısı var, bir de altta. Üsttekine girecekken ayağı kayıyor alttakine düşüyor. Fakat alttakine girilir gibi değil. Çünkü o mağaraya ben de girdim, gördüm, insanın eğer üsttekinden ayağı kaysa labüt aşağıya düşer. Talebelerinin naklettiğine göre Üstad o esnada bir çığlık atıyor. O çığlık nedir biliyor musunuz? 'Davam' diyor. Çok gençtir o yaşta. Ve o yaşta ''Davam'' diye çığlık atması bana çok büyük geliyor. Benim bir trafik kazam var mesela. Arabadayız ve arabanın teybinde Kur'an var. Arabamız uçurumdan aşağı uçarken ''Allah'' diye bağırıyorum. Siz, ızdırar, sıkılmışlık, çaresizlik içinde böyle bir ''Allah'' demeyi makbul sayabilirsiniz. Ama ben ''Davam'' demeyi çok arzu ederdim. Çünkü 'Davam' nidasında bütün bir insanlığı kucaklama vardır. Oysa ben hodgam hareket ediyorum ve sadece kendimi kurtarmayı düşünüyorum. Gerçekten insanlığın ızdıraplarına kilitlenmiş bir vicdan ise 'Davam' diyor ve ömrü boyunca da hep öyle yaşıyor. 'Dövene elsiz sövene dilsiz...' ve hiçbir beklentiye girmeden. Şimdi böyle ızdırap insanlarının yanında...

Mesela bir İmam Gazali, mezarlıkta deli gibi dolanıyor. Koca İmam deliler gibi dolanıyor. Bir taraftan felsefeyle iştigalinden dolayı kafir diyenler, bir taraftan mollalığı bıraktı, sofiliğe sardı deyip aptal ilan edenler, böyle değişik dalgalanmalar içinde Koca İmam insanlığı kurtarma süreci içinde mezarlıklarda deli gibi dolanıyor. Kimbilir nasıl bir ızdırap yaşıyordur. Bu engin ızdırapların yanında biz de ızdırap yaşıyoruz dersek mübalağa yapmış oluruz. Zannediyorum bizimki kadarını herkes yaşıyordur. Ama hassasiyetime çarpan bazı şeyler var ki bazen bir hafta uyumadığım oluyor. Bazen bir yerdeki bir okul açılacakken kapanmıştır, bazen bir yerdeki bir dersanede bir problem çıkmıştır halledilememiştir, bazen rükün saydığınız arkadaşlarınız arasında, hazımsızlık olmuştur ve bu problem çözülememiştir. Bir gün uyuyamamışsınızdır, yastığa başınızı koyduğunuzda, hadiseler yeniden kafanızda tüllendiği için deli gibi kendinizi sokağa fırlatmışsınızdır. Şimdilerde fazla olmasa da, eskiden ben çıkıp kendimi sokağa atıp orda dolaşıyordum. Bol bol oksijen yudumluyordum, nefes alıyordum, atıyordum hafakanlarımı. Şimdi delirince kalkıp buralarda dolaşıyorum, burada deliliğimin ıslahı açısından mekan olarak yetmiyor. Bazen namaza bile dursanız, deseniz işte ben saatlerce kemerbeste-i ubudiyet içinde. Fakat o duygulardan sıyrılamıyorsunuz. Bazı meseleler var ki işin doğrusu onları içinizde tutmaya çalışıyorsunuz, ''Bunlar benimle Rabbim arasında sırdır'' diyorsunuz fakat bazen de küpün içinde ne varsa sızdırıyor. Ama yine de ben bunları kendi sabırsızlığıma veriyorum, Rabbimin namusu, izzeti onuru saydığımız sır mevzuunda lakaydiliğimize veriyor, maşallah alem ne kadar sabırlı, ne kadar metin, ne kadar iradeli, ne kadar mükemmel, ne kadar ayaklarını sağlam yere basıyor, insanı öldürecek bunca hadise karşısında 'Rabbena aleyke tevekkelna ve ileyke enebna ve ileykel masir' deyip Allah'a tevekkül ediyor, Allah'a güveniyor, Allah'a dayanıyor ve bu hadiseleri çok rahatlıkla atlatıyor, bela ve musibet meteorlarını sine atmosferlerinde tuz buz ediyor, eritiyor, etrafta çirkin şeyler göstereceklerine, donanma gecelerinde olduğu gibi hep ışıklar aksettiriyorlar, diyor hüsnüzan etmeye çalışıyorum.

Mızrabınız ve kelamınızın diliyle ızdırabınızı gizlemeye çalışsanız da, ben fasılalarla yaklışık yedi saat süren konuşmamızda, elaya çalan gözlerinizden 'çağın ızdırabını' okudum...

Izdırabımdan müşteki değilim. Keşke beni öldürecek kadar olsaydı. Ama yine de ızdırap insanı zannediyorum çok daha başkadır... Sizin isteğiniz karşısında mukavemet edemediğimden bu konuşmayı yaptığımı itiraf etmeliyim. Yararlı bir şey yaptıksa sizin talebinizdir. Yararsız bir şey yaptımsa onlar bana aittir, Rabbimin affetmesini dilerim...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.