Zaruret ve Meşruiyet

İmam Gazali'nin devlet felsefesinde belirleyici bir yere olan 'zaruret ve meşruiyet' kavramları sizin devlet yaklaşımınızda ne kadar belirleyici?

Bazı sorularınıza cevap vermem gerçekten zor... Mukayeseye dayalı sorduğunuzdan dolayı, sanki İmam Gazali'lerin ve emsali büyüklerin tabi bulundukları o silsile-i zehebin, bir halkasıymışım gibi bir durum çıkıyor ortaya. Ve böyle bir soru tevcih edilince, işin doğrusu, bundan sıkılıyorum. Biz, onların bu mevzuda ortaya attığı şeylere ancak sahip çıkar, nakilciliğini yapar veya konuşuruz...

Ayrıca 'zaruret' meselesi tek başına İmam Gazali'ye ait bir düşünce de değil. İslam'ın fıkıh usulundeki temel prensiplerden birisidir 'zaruret'. Sadece devlet hayatında değil, kazada da, çok önemli müessiriyeti olmuştur. Fetva meselesi içinde çok önemli bir kavramdır 'zaruret'...

Bu kavramlar, İslam'i yaklaşımlarda, çok etkin bir konuma sahip oldukları gibi, asıl İmam Gazali ile devlet felsefesinde belirleyici bir rol üstlenmiyorlar mı?

Belli bir dönemden sonra, meseleler sistemleşince, yani devlet, devlet yapısı içinde, kaza merciinin ve hakimlerin durumu sözkonusu olunca, İmam Gazali hazretleri 'zaruret ve meşruiyet'i ayrı bir sistem içinde ele alıp incelemiş, daha farklı bir derinliğe ulaştırmıştır. Aynı şeyleri Üstad Bediüzzaman'da da görmek mümkündür. Hatta Üstad'ın dualarını değiştirmesinde bile müessir olmuştur bu mülahaza. Bir Lahika'sında, 'Sadıkin kelimesini dualarımdan çıkardım, zaruret mebni bazı kimseler belki ruhsatlarla amel ediyorlardır, onlar bu işin dışında kalmasınlar' diyor. Yani bu kavramlar sadece külli dairede, devlet felsefesinde değil, ferd planında bile sözkonusu.

Muvafakat'ta fıkıh usulüne dair, eski -fakat yeni kalabilmiş- bir çok fıkıh kitabını İmam Şatib'i, büyük bir bölüm itibariyle, 'zaruret ve meşruiyet' mülahazasıyla ele almıştır. Bir temel esas gibi, üzerine değişik şeyler bina edilmiştir.

Yani sadece devlet felsefesi açısından değil, bir çok usül ve kurum açısından ele alınmıştır diyorsunuz...

Evet, devletin bu meseleyle ayrı bir münasebeti, kazanın, mahkemelerin ayrı münasebeti, bir dönem sonra Diyanet ünvanı altında, fetva merciinin ayrı bir münasebeti var. Mesela Mecelle'de 'mahzurlar, şeyleri mübah kılar' esası ve 'zaruret miktarınca mahzurlu şeyler mübah olur' diye iki prensip vardır. Ali Haydar Efendi'de dünya kadar şey getirmiştir bu mevzuda. Bu açıdan da denebilir ki İmam Gazali hazretleri, kendisi bir kavram üretmiş değil de, bir müceddid olarak, çok eskiden bilinen bu meseleyi, çağının zaruretleri karşısında, daha değişik bir buudda ele aldı ve tahlil etti. Bize de o zatlara kendi tahlilleri içinde sadece tebaiyet düşer. Bu noktada benim görüşümün olabileceğinin sorulması da beni fena halde sıkıyor...

Bu sorunun maksadı sizi sıkmak değildi. Sadece, bu kavramların İslam düşüncesin deki yeri ve önemini anlamak istiyordum, maksadımın dışına çıkıp sizi sıktıysam özür dilerim...

Estagfirullah... Bu meselede maksadın aşılması bahismevzu değil. Kendimle alakalı sorulara cevap vermekte gerçekten zorlanıyor ve sıkılıyorum...

O halde müsade ederseniz sorumu, formülünü değiştirerek şöyle soruyorum; İslam'da 'Zaruret ve Meşruiyet' kavramlarının, bu denli yer edinmesinin sebebi nedir?

Bir iki prensip var ki, bazıları bunları sistem dışı, istisnai olarak görmekte, hatta bir nakise olarak yorumlamaktadır. Bunlardan bir tanesi hukuktaki tazir cezaları, diğeri de zaruret meselesi. Aslında tazir cezaları da, zaruret meselesi de değişik bir zaviyeden ele alınsa, sisteme fevakalede bir esneklik kazandırır. İkisini müşterek mütalaa edebiliriz burada. Bazılarına göre tazir sınırı belli olmayan hadler demektir. Modern hukukun buna karşı bir tavrı vardır. Bunlar ayrıca konuşulabilir. Eğer bir yeri idare ediyorsanız, bir takım yetki ve sorumluluklarınız varsa, genel idarenin dışında her zaman için hususi, özel durumlarla da karşılaşabilirsiniz. Yani toplum için geçerli olan kural ve kaideler, kimi zaman, -işte bu noktada 'zaruret' devreye girer- geçersizleşebiliyor, yani zaruri durumlar çıkıyor ortaya. Bu noktada 'zaruret' sistemi, genel prensipleri esnek, daha hakkaniyetle uygulanabilir bir hale getiriyor. Tazir cezasıyla düşünülebilir demiştim mesela bazı durumlarda seyyidina Hz. Ömer, normal hadde tabi olan cezaları 'zaruret' gereğince uygulatmamıştır. Böylece hususi durumun mutlaka verilecek cezada nazar-ı itibare alınması prensibi çıkıyor ortaya...

Bu noktada, 'hususi durum' sadece 'kişilerin durumunu' mu, yoksa 'ortam ve zaman' meselesini de kapsıyor mu?

Elbette hepsini kapsar. Zamanın şartları, ortam ve hususiyle de ferdi ilgilendiren meselelerde, ferdin veya fertlerin şartlarına bakılır. Ve İslam hukuku bu mevzuda alabildiğine esnek bir mahiyete sahiptir. Hatta zannediyorum, modern hukuktan, daha modern bir esnekliğa sahiptir. Bazı yanlış ve katı uygulamalardan bahsetmiyorum burda. Malesef yanlış bir biçimde bazı insanların kafasına İslam, asıp kesen bir din gisi yerleştirilmiş. Oysa İslam'ın ferdi hak ve hürriyetlerde öyle geniş bir alanı ve esnekliği vardır ki... Bu açıdan 'zaruret' bir evrensellik kazandırır. Bir ikincisi zaruret miktarı, mahzurlu şey, mübah olur. Bir zaruret, mahzurlu şeyleri mübah kılar, ve zaruret miktarı mahzurlu şey mübah olur. Bu Kur'an-ı Kerim'in 'Femeniddüre ğeyra bağin vela adin vela isme aleyh' hakikatından istinbat edilmiştir. Bu mevzuda Kur'an-ı Kerim'de üç-dört yerde birbirine yakın ifade de ayet var. Yani bu prensip Kur'an'dan çıkarılmış ve her zaman müracat edilebilecek temel bir disiplindir. Kıyamete kadar da devam edecektir... İslam hukukunda, fıkıh usulünde, devlet idaresinde önemli bir yeri olduğu gibi, terbiyede, eğitimde de başvurulabilecek önemli bir yeri var zannediyorum. Toplumsal ilişkilerde ve toplumsal yapıda bu iki kavramın büyük yer tuttuğunu belirttiniz. Bugünün toplumsal yapısında bu kavramların yeri ne olabilir?

Biraz farklılık içinde günümüzde de zannediyorum idarecilerin genel durumları veya değişik münasebetlerle idarecilerle temasa geçen insanlar için meşruiyetin yanında zaruret büyük bir önem arzediyor. Yalnız bir şeyi de gözden uzakt tutmamak gerekiyor. Siz de sorunuzda 'zaruret ve meşruiyet' diye beraber kullandınız ki bu çok önemlidir. Yani bu iki kavramı birlikte mütaala etmek gerekir. Yoksa zaruret adına gayri meşru bir fiil yapılmış olur ki bu çok yanlış olur. Meşruiyet, islamın en önemli meselesidir. İslam dini asla gayrı meşru bir çizgiye müsade etmez. Faydalı bir iş yapacağınıza inansanız da, meşru alanın dışına çıkamazsınız. Zarurette meşruiyyeti aramaktır zaten mesele. Yani hep meşruiyet çerçevesi içinde kalınmalı. Mesela bu toplumun, hususiyle değişik ünitelerinin, dün ve yarın adına, bugünden yapması gerekli olan bazı şeyler var ki, -zaruretten dolayı- meşruiyetin çerçevesini, zaruret miktarınca ve hakkaniyet mucibince genişletebiliyor. Ve çoğu kez, bazı meselelerde zaruret objektif bir fetva haline getirilip herkese tamim edilmese de, kanaati vicdaniyeyle fertlere teklif ediliyor. Yarınlar adına bunlar çok önem arzediyor. Fakat ben bu hususda çok açık bir şey de söyleyemiyorum. Çünkü bir kavram kargaşası var. Bir şey söylüyorsunuz bakıyorsunuz, hiç alakası yokken takiyye yaptığınız söyleniyor. Müdaratı, mümaşatı takiyye ile karıştırıyorlar. Aslında bu türlü şeyle her zaman bahis mevzu olmuştur. O yüzden konuşurken, hüküm verirken bilerek ve doğrusunu öğrenerek hareket etmeliyiz. İslam bu kavramları öyle incelikli ele almıştır ki, önece bu incelikleri kavramamız gerekir.

Örneklemeniz mümkün mü?

Mesela 'şer irtikabı' aslında meşru değildir. Fakat bir 'eşeddi şerre' maruz kalınacaksa, bir 'ehaffi şerre', ehveni şerle bir karışılık vermek, insana zaruret dolayısıyla meşruiyyet verebilir. Davranışınız meşru olur. Ama bu zaruretin gerçekten bir zaruret olması ve en son naktara sınırının meşru olması gerekir, bu meseleleri günümüzün toplumu iç içe yaşıyor zaten. Bunu istismar edenler de olabilir, karşı tavır alanlar da olabilir. Doğru olan istismar etmeden, günlük hayatı esnekliğe, huzura kavuşturmak için bu meselenin ele alınmasıdır. Bu esnekliğe karışı çıkan ve hafife alanlarda bence çok doğru söylemiyorlar, çünkü bunu söyleyenlerin de hayatlarına baksanız, çoklarının benzeri şeylerde, hem zarureti değerlendiklerini, hem de meşruiyetin sınırlarıyla yer yer oynadıklarını göreceksiniz. Ben ehveni şerri de, ehveni şerrin irtikabını da aynı ölçü içinde görüyorum. İsterseniz buna daha şümullu olarak kangren olmuş bir uzvun kesilmesi denebilir. Üstad da öyle bir yaklaşım var. Yarınlarımızın daha huzurlu, daha hayırlı olması adına, bugün, zorlanarak bir kısım şeyleri aşmanız söz konusu olabilir. Bunun risklerini de göze almak zorundasınızdır. Hiç kimse hayatını bunlardan tecrid edemez. İnsanların günlük hayatlarında geçerli olabileceği gibi devlet hayatında da, devletler arası münasebette de bu meseleler geçerlidir. Bu zaruretleri tecrit etmeye kalkıştığınızda, bir yönüyle belki Müslümanlığı da Müslümanlar hesabına yaşanmaz hale getirirsiniz. Hatta kendinize rağmen, bazı şeyleri irtikab edersiniz.

Bu düşünme biçiminin, İslam da kaynağı nedir?

Zaruretin İslam'da çok önemli bir kural olması, dindeki 'yüsr' (kolaylık) ruhundan kaynaklanıyor. Yaşanırlılığın bir yanı, bir buudu oluyor. Şayet zaruretleri değerlendirmezsiniz, zahiren meşru görünmeyen şey, zaruret ölçüsünden dolayı eğer meşru sayılmazsa, zorlaştırırsanız bir kısım şartlar, o zorluklar içinde yaşamanıza fırsat vermediğinden dolayı, dini bütünüyle terketmiş olursunuz. Oysa Hz. Peygamber 'İnneddine yüsran, velenyüşadde dine illelğalebe' hadisiyle, 'Din zatında, mahiyetinde kolaydır' der. 'Velen yüşadde dine illa ğalebe', 'Dini zorlaştıran, ağırlaştıran yenik düşer, nakavt olur' deniliyor. Bu yüzden bazı kimselerin din adına sertlikleri, bir yönüyle dinin aleyhine dönüşüyor. Bazı kimselerin din adına mülayemetleri, müsamahaları, 'yüsur' yolunu tercih ederek, 'Zaruretler Cenab-ı Hakk'ın bize ayrı bir ihsanıdır' demeleri ise, dinin ilelebet yaşanmasının bir yolu oluyor. Bu türlü zaruretlerle belki bazı şeyler irtikap edilebir fakat, meşruiyet çerçevesi dışına asla çıkılmaz, çıkılmamalı...

Osmanlı'daki 'Devleti ebed müddet' fikri bir yönüyle de bu mülahazanın bir sonucu mu?

Osmanlı'daki 'Devleti ebed müddet' mülahazasının dayandığı çok sağlam felsefi temeller var. Bunlara dini temeller de denebilir. Şu yüzden felsefi deme lüzümunu duydum; Dinin yorumlanmaya açık yanlarını, yorumlamada öne çıkan, onlara ait düşünce olması hasebiyle, onların hem hayat felsefeleri, hem de devlet felsefeleridir. Bu çerçevede sizin sorunuzda işaret ettiğiniz yön, dinamiklerden bir tanesidir. Fethedilen yerlerde, devletin teba ile münasebeti çok önemlidir. Ben, Raşid halifeler dönemi ölçüsünde olmasa da, bu problemi, mükemele yakın bir şekilde Fatih Dönemi'ne kadar Osmanlı'nın çözdüğüne kaniyim. Birincis tebaya, adil ve hoşgörü ile davranılması, ikincisi, açık iktidar mücaledesine matuf bir harekete girilmemesi... Mesela Anadoluda beylikler arasında iktidar kavgaları yaşanırken, insanlar gırtlak gırtlağa gelirken, gögüs göğüse savaşırken, Osmanlılar hedeflerini çok isabetli belirlemişlerdi. Hedef batıydı. Belli bin dönemden sonra, doğuya yönelirler fakat, bu da Anadolu'nun birliği ve İslam'ın vahdet anlayışı adınadır. İktidar mücadelesi adına değildir. Bir ikinci mesele farklı dinlerden insanlara, hristiyan, yahudi, hatta ateisti iflah etmeme düşüncesi ve uygulaması bahis mevzu olmuştur. Hatta Sokrates'in dinine din denecekse Budistlere, Brahmanistlere çok iyi muamele yapılmıştır. Bu insanlardan istifade etmişldir hatta. Daha ilk dönem itibariyle Gazi Mihal, Osman Gazinin yanında yer alıyor. Yani bir Hristiyan'la beraber hareket ediyorlar. Sonradan ihtida etti mi, etmedi mi belli değil. Fakat İslam ordularının ön saflarında savaşanlartan bir tanesi de budur. Evranos Paşalar, Zağnoslar, Gazi Mihaller...

Bu birazda Osmanlı'nın bir anlamda istihdam stratejisinden mi kaynaklanıyor?

Anadolu'dan gelen öz be öz saf Türk kanı taşıyan insanların sayısından daha çok, değişik kavim ve ırktan insanların bulunması herhalde bunu gösteriyor. Hiç kimse Osmanlı'ya iltihakla bazı avantajlardan mahrum kalabileceği endişesini taşımamış. Herkes, Osmanlı içinde, Hristiyan Derebeyleri'nin vesayeti altında ulaşılamayacak, payelere ulaşacağına inanmış. Bu yönüyle de Osmanlı, güzel bir raşid halifeler dönemi şablonu gerçekleştirmiştir denebilir. İnşallah üçüncü diriliş dönemi itibariyle, günümüzün o meseleyi şimdiden hecelemeye başlamış olan nesli de böyle bir düşünceyi insanlığa taşıyacaktır. 'Devleti ebed müddet' düşüncesi Osmanlı'nın, tabii felsefeleri haline gelmiştir. Çünkü çok emin yürümüşler ileriye. Ve bu husus az önce de belirttiğim gibi dinin ruhundaki yüsrün hayata geçirilmesidir. En hoş tarafı da Osmanlı'nın bu kolaylaştırma meselesini sadece Müslümanlar için değil, Hristiyan, Yahudi ve diğer inançlar için de uygulamasıdır. Kendi nefisleri adın, büyük ölçüde ağır, zor yaşamışlar, ama başkaları adına, çok müsamahakar olma prensibini uygulamışlar, bu yüzden de, kapıları sürekli aralıkta tutmuşlar. Bu da büyük bir mana ifade etmiş olacak ki, kendisine iltihaklar hızlanmış. İşte 'Devleti ebed müddet' anlayışı. Zaruret; devletin prensipleri açısından devlete ait kanunlara esneklik kazandırdığı gibi, kadıları, müftüleri, aynı zamanda ricali devleti de rahatlatmıştır. Elverir ki hakkında nas varid olan bir kısım muhkematta muhalif hükümler verilmesin. Verilmemiş zaten. Yoruma, tevile, tefsire, kıyasa açık sahalarda, meseleye daha engince yaklaşıldığından dolayı, evrensellik yakalanmıştır.

Günümüzde İslam'ı nasslarıyla getirip ortaya koyduklarında bütün meseleyi halledeceklerini düşünen insanlar var. Osmanlı'da uygulamasını bulan perspektifle bu düşünceyi telif etmek mümkün mü?

Evet, bazıları kitap ve sünnetle alakalı nasları olduğu gibi getirip hayata hakim kılarsak, İslam'ın evrenselliği adına, çok önemli bir adım atmış olunacağını zannediyor. Oysa ki, İslam'ın prensiplerini yorumlayabilecek mantığı bebarer getirmediğiniz taktirde, asla bu işe evrensellik kazandıramazsınız. Birer nüve, birer ukdeyi hayati ihtiva eden, o naslardan herbirerleri, kuvveyi inbatiyesini, havasını, suyunu bulduğu zaman ancak, kendilerinden beklenen şeyi eda edebilir. Bulamadığı zaman eda edemez. Toplum hayatında Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed Şeybani mantığı gibi mantıkları bulduğu, Merginani mantığı bulduğu zaman ve Osmanlılar gibi gerçekten bu işe açık olunduğu zaman (Osmanlı da bu mesele Fatih dönemine kadar zirvededir) Allahın izniyle ve inayetiyle neden ebedi yaşanmasın ki ki? Buna karşılık eğer bu mevzuda din adına katılığa düşülürse, Osmanlı tarihindeki Kadızadeler'in yaptığı gibi, fünunu müsbete medreseden sökülüp atılırsa, 'Bunlar şer ilimler, ne işi var ulumu aliyeyi islamiyenin yanında' anlayışıyla, 'Gavura ne hayat hakkı tanıyacaksın, Yahudi ne diye bizim istifade ettiğimiz haklardan istifade etsin, ticarette başkalarına ne diye kazandıralım, gavurlarla ticaret de ne demekmiş...' gibi mülahazalar söz konusu olursa, evrenselliğimizin dinamikleri sayılabilecek çok önemli hususlar budanmış olur. Aslında bunlar bizim kolumuzun kanadımızın budanması anlamına gelir.

Bu anlayış gerçek İslami mantığın kaybedilmesi anlamına mı gelir?

Evet gerçek İslamî mantığın kaybedilmesidir. İslamı kendi çerçevesi içinde evrenselliğe açık mahiyeti içinde yorumlama mantığının kaybedilmesidir.

Günümüz de İslam'ın takdiminde, böyle bir mantık eksikliği sözkonusu mu?

Hem söz konusu, hem de değil. İslam'ın enginliğine uygun bir mantığın bulunmadığı kesin. Aynı zamanda da, hakiki müslümanlığı kendilerinin temsil ettiği iddiası var. Bunlar bugün tenfirin ve ta'sirin cemaati. Allah Resulü'nün zorlaştırmayın demesine karşılık 'assiru' dercesine toplumun üzerine gidip, müslümanlığı yaşanmaz göstermek için herşeyi yapılıyor. Parazitler, virüsler, bakteriler içimizde kalmasın deniliyor. 'Bizden uzaklaşsınlar, hatta cephe alsınlar' der gibi bir tavır... Tabii bütün bunlar İslamın evrenselliğine dokunuyor. Şahıslar şahsi hayatları adına kendilerini bir savcı gibi sorgularcasına bu işi ağır yaşayabilirler. En küçük şeyi bile affetmeyebilirler. Bu bir toplumun sıhhatle devamı içi de çok önemlidir. Ama kendi nefsinden çıkarıp, başkalarına doğrultursa insanlar bu düşünceyi, aynı zamanda bir toplumu suçlamamanın da yoludur. Oysa her ferd kendi nefsini bu konuda suçlasa, artık toplum suçlanmaz. Bizim ahlakı zemime dediğimiz, ahlaki yönün ifadesiyle; gıybet, buhtan, nemmamlık, haset, kin, nefret, adavet gibi şeylerin hiç biri olmaz. Çünkü birileri hakkında bu türlü düşünceler içimizde belirdiği an 'âdâ âdâke nefsukellezi beyne cenbeyk' deriz. Hadisin ifadesiyle; 'Gerçekten düşmanlık besleyeceğimiz birisi varsa, içimize düşmanlığı besleyen, bizim kendi duygu ve düşüncelerimizdir. Henüz hayvaniyetten çıkamamış, cismaniyeti bırakamamış bizim mahiyetimizdir. Kalp ve ruh seviyesine yükselememiş bizim mahiyetimizdir' deriz. Bir insan bu mevzuda gerçek hedefini belirlerse toplum onun elinden ve dilinden emin olur, salim olur. 'Elmüslim men selimelmüslimüne min lisanihive yedih' hadisi gerçekleşmiş olur. 'Müslüman Elinden, dilinden müslümanın emin olduğu insandır' Mümin budur. Emniyet telkin edeceksin. Güven vadedeceksin. Şimdi başkaları için güven, emniyet vadetmeyeceksin, toplum içinde bir huzursuzluk kaynağı olacaksın, fakat kendi kusurlarını da görmeyeceksin. Bir taraftan kendi bir kusur kaynağı, diğer taraftan da başkalarını kusur kaynağı görüyor, bir taraftan zannıyla her tarafı kusur kaynağı, bir taraftan yanlış yorumuyla kendi kusur kaynağı. Ve tabi böyle bir toplum içinde kalb selameti de olamaz. Bu açıdan 'yüsür' kolaylaştırma meselesi meselesi çok önemli ve Osmanlılar da bu anlayış var. O hoşgörü var. Şimdilerde bizim aradığımız, arayışı içinde bulunduğumuz, hecelediğimiz bu mesele onlarda doğrudan doğruya hayata hayat kılınmıştı...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.