41 Yıl öncesine bir gezinti: Edremit'e tayin

41 Yıl öncesine bir gezinti: Edremit'e tayin

23.02.1972: Edremit'e tayin edildi

Fethullah Gülen Hocaefendi 41 yıl önce bugün 23 Şubat 1972 tarihinde Edremit Vaizliğine tayin edildi. 9 Kasım 1971'de tahliyesinden Edremit'e tayin edilinceye kadar üç ayı aşkın bir zaman geçti. Edremit'teki vazifesi 29 Haziran 1974 tarihinde Manisa'ya tayin edilinceye kadar 28 ay devam etti. Hocaefendi bu süreci şöyle anlatıyor:

Önceleri dilekçemize müspet cevap verilip vaaz etmemize müsaade edildiği halde, daha sonra vaazdan menolunduk. Şaban Hocaefendi ve Osman Kara Hocaefendi de benimle aynı durumdaydı. Sıkıyönetim üçümüzün de İzmir'den sürülmesi hususunda Diyanet'e baskı yapmış ve Diyanet de ister istemez onların baskısına boyun eğmek zorunda kalmıştı. İkinci bir emre kadar vaaz edemeyecektik. O sıralarda İbrahim Ulvi Bey, Özlük İşleri'nde bulunuyordu. Bana, Ankara'ya gelmem hususunda haber göndermiş. Gittim, durumu anlattı ve 'İzmir dışında nereyi istersiniz?' diye sordu. İsmail Büyükçelebi Edremit'teydi. Benim için teselli olur düşüncesiyle 'Edremit olabilir' dedim ve böylece tayinimi Edremit'e yaptılar. Bu arada Şaban Hocaefendi'yi Nazilli'ye, Rahmetli Osman Kara'yı da Turgutlu'ya tayin etmişlerdi.

Tahliyem ile Edremit'e gitmem arasında üç aydan fazla bir zaman geçti. Ancak bu, tam anlamıyla bir bekleme dönemi de değildi:

Gerçi tayinimi istemiştim; fakat Edremit'e gitme niyetinde değildim. Edremit Müftüsü Remzi Yavuz Bey, yanında Arif Çağan ve rahmetli Hakim beylerle birlikte Mektupçu'daki eve kadar geldiler. Israrla Edremit'e gelmemi istediler. Yalvarırcasına konuştular -ki onlardaki bu mürüvveti de unutamam- ve 'Ne olur gel, orada da hizmet olur!' dediler. Onlardaki bu ciddi talep ve arzu cevapsız bırakılacak gibi değildi. Yine de tam karar verebilmiş değildim.

İstifa edecektim. Zira Edremit'e gidip gelmem çok zor olacaktı. Şimdiki gibi bol vasıta bulunmuyordu. Zaten arkadaşlarımızın hemen hiçbirinin özel arabası yoktu. Ayrıca bize ait bütün potansiyel İzmir'deydi. Bana ait vazifenin ağırlık merkezi İzmir'dir diye düşünüyordum. Bütün bunlara rağmen yine de gidip vazifeye başlamış oldum.

Rahmetli Hakim Bey (Necmettin Güvenli), Arif Çağan ve Müftü Remzi Yavuz beni tanıyorlardı. Daha önce Edremit'te vaaz vermiştim. Onlar da İzmir'e gelip gidiyorlardı. Hatta kahve sohbetleri'ne geldiklerini de hatırlıyorum.

Edremit'te ilk sohbetler

Edremitliler bizi olduğumuz gibi tanımıştı. Zira, sohbetlerimizi sadece camiye hasretmemiştik. İlk gittiğim hafta bir düğün salonunda soru-cevap şeklinde sohbet de yapmıştık. Sordukları sorulara anında cevap almaları oradaki elit tabakanın da hoşuna gitmişti. Daha sonra bu sohbetleri başka şekilde devam ettirdik. Camiye gelemeyenler oralara geliyor, din ve diyanet adına bazı şeyler dinliyorlardı. Vaazın dışındaki bu sohbetler herkeste bir alâka ve arzu uyardı. Biri gündüz, diğeri gece olmak üzere haftada iki gün sohbet yapılıyordu. Dıştan da gelip gitmeler oluyordu. İzmir'deki arkadaşlardan bazıları ise sohbetlerin hiçbirini kaçırmıyordu.

Kurşunlu Camii Mahkeme Camii Alemi Zade Sırönü Camii

Bazen Edremit'te Kalıyordu

Edremit'e, Mektupçu'daki evden de gidip geldim. Fakat kamp müddetince hep Edremit'te kaldım. İlk Ramazan'da[1] yine Edremit'te kalmıştım. Kurşunlu Camii'nin bünyesinde iki oda vardı. Onlardan birini benim kalabileceğim hale getirmişlerdi. Ancak bu günlerde çok şiddetli böbrek sancılarım başladı. Böbreklerimde taş vardı. Sancılar bazen bayıltacak kadar şiddetli oluyordu. Hatta bir defasında Hacı Kemal ve Mustafa Asutay Beyler gelmişlerdi. Sancı onların yanında tuttu. Terden sırılsıklam olmuştum. Bu durumda vazifeyi sürdürebilmem çok zordu. Onun için Ramazan'ı tamamlayamadan izin alıp ayrıldım.

Gidip gelmeler de çok zor oluyordu. Daha önce de söylediğim gibi hem umumi vasıtalar seyrekti, hem de yakın arkadaşlardan hiç birinin arabası yoktu. Edremit'te vazife yaptığım sürece hep umumi vasıtalarla gidip geldim. Hususi araba ile ya bir ya da iki defa gidip-gelmiş olabilirim.

Daha önce de ifade ettiğim gibi, Edremit'e esasen istemeyerek gitmiştim. Hatta istifa edip, gitmemeyi bile düşünmüştüm. Bu isteksizliği, beşeri bir kısım boşluklarla izah daha uygun olur. Alıştığı yerden kopup başka bir yere gitmek insana cidden zor geliyor. Benim ise bütün dost ve arkadaşlarım İzmir'de idiler. Onlardan ayrılmak, onlardan uzakta kalmak bana dayanılması imkansız bir hicran gibi geliyordu.. Fakat murad-ı İlahi başkaymış.. Edremit'e gittim ve üç seneye yakın orada vazife gördüm. Bu zaman zarfında kamp hizmetleri gözümü ve gönlümü doyuracak seviyeye yükseldi. Öyle ki, Edremit, kamplar vasıtasıyla, o gün için hizmet adına Türkiye'nin diğer yer ve yöreleriyle kıyas dahi kabul etmeyecek oranda bir talebe potansiyelini bağrında yetiştirdi, hizmete hazırladı. Evet, mübalağa etmeden söylüyorum, o gün ve hatta daha da sonra, bu çapta talebe hizmeti, ne İstanbul'da, ne Ankara'da, ne İzmir'de ne de bir başka yerde vardı. Allah (cc) bunu Edremit gibi küçük bir kasabaya nasip etti. Bununla beraber Edremit daha fazlasını kaldırabilecek bir yer değildi.

Edremit'e gelip gitmek zordu

Vaazlara dıştan gelmeler çok oluyordu ve bunların misafir edilmeleri gerekiyordu. Hem çok uzak yerlerden gelmeler beni rahatsız ediyordu. Zira gelenler zaman açısından da maddi açıdan da fedakarlık yapıp geliyorlardı. Konuşmalarımın bu denli fedakarlıklara değeceğini kabul etmiyordum. Ama gelenlere de gelmeyin diyemezdim. Gelenler çoğunluk itibariyle İzmir ve çevresindendi. Aydın, Denizli gibi diğer komşu vilayetlerden de az da olsa gelen oluyordu. Vazifeyi daha merkezi bir yere nakletmek zaruret haline gelmişti. Bu kararda şahsıma ait zorlukların bulunması da tesir etmiş olabilir. Zira üç senedir İzmir'den gelip gidiyordum ve yolculuğumu da hep umumi vasıtalarla yapıyordum. Bu da benim için cidden zor ve yorucu oluyordu. Yollar bugünkü kadar düzgün, vasıtalar da bugünkü kadar rahat değildi. Bir de yolcuların birbirleriyle yarışırcasına sigara içmeleri buna eklenirse, yolculuk hakikaten çekilmez bir hal alıyordu. Halbuki ben çeşnisi bu olan yolculuğu her hafta tatmak zorundaydım..

Haziran 1972: Edremit'te kamp günleri başlıyor

İlki 1968 yılında Buca Kaynaklar Köyünde yapılan kamp 1970 yılına kadar 3 yıl devam etti. 1971 yılı yazında, Hocaefendi tutuklu olduğundan büyük çaplı bir kamp yapılamadı. Sonraki yıllarda 1972, 1973, 1974' ve 1975te Edremit civarında Avcılar'da, Kızılkeçili'de, Kemalpaşa ve Turgutlu civarlarında kamplar kuruldu. Kamplar genellikle yaz aylarında Haziran ayından Ağustos sonlarına kadar devam etti.

"Benim tutuklu olduğum dönemde (2 Mayıs-9 Kasım 1971) kamp hizmeti yine devam etti. O sene bazı arkadaşlar Edremit'te kamp yaptılar. Ancak burası, fizikî yapı itibariyle pek kamp yapmaya elverişli bir yer değildi. Kızılkeçili'de çayırın başında bir yerdi. Gölgelik edecek ağaçtan mahrum olduğu gibi, kampın bulunduğu yere kadar vasıta da gitmiyordu. En az iki-üç kilometre kadar yürümek icab ediyordu. Tabii ki kampa ait malzemeler de hep sırtta taşınması gerekiyordu. Diğer taraftan çukurca bir yerdi ve daima güneşe maruzdu.

Fakat yine de üç-dört sene burada kamp yapıldı. İkinci (1973) ve üçüncü (1974) senelerde ise hem Avcılar'da hem de Kızılkeçili'nin alt tarafında kamp kuruldu.

Ben Avcılar'da kalıyordum. 1972 yazında ilk seneki kapasitemiz azdı. Avcılarda 50-60 kişi vardı. Diğer iki kampta ise 70-80 kişi bulunuyordu. İkinci ve üçüncü senelerde Avcıların kapasitesi arttırıldı. Ortalama seksen-yüz arasında insan kalabiliyordu.

İlk sene hiç bir arıza olmadan sezonu kapadık. Bunda Rahmetli Hakim Bey'in büyük tesiri olmuştu. Bize, gelmesi muhtemel bütün menfi dalgaları Hakim Bey, inisiyatifini kullanarak kırıyordu. Zaten adli devair de çok mütemerrit değildi.

Edremit kamplarının verimliliği

Edremit'te, yurt ve evler adına henüz büyük bir gelişim göze çarpmıyordu; ama dinî kültürümüz adına kamplar çok bereketli ve feyizli geçiyordu. Artık meselelerimizi bilip anlatabilecek durumda olan çok sayıda arkadaş da vardı. Bunların her biri, büyük çoğunluğunu gençlerin teşkil ettiği pek çok arkadaş anlatılması gerekenleri anlatıyor ve onların yetişmesi hususunda ellerinden gelen her gayreti gösteriyorlardı.

Bazen de bu grupların başlarındaki arkadaşlarla biz bir araya geliyor ve bazı meseleleri mütalaa ediyorduk. Diyebilirim ki, iman, Kur'an ve Nur kültürü adına akademik seviyede bir çalışma yapılıyordu. Halbuki daha önceleri, ne bu seviyede müzakere yapma ne de iki-üç gruba nezaret edecek arkadaş bulma mümkün değildi.

Buca kampları, ilk olması ve orijinalliği ile vicdanlarda tesir uyarması bakımından elbette diğerleriyle kıyas kabul etmeyecek bir önceliğe sahipti. Ancak, verim alma açısından Edremit kampları diğerlerinden hep birkaç adım önde olmuştur.

Diğer taraftan, Buca kamplarını finanse etmede ben hep yalnız kalmıştım ve yalvar yakar başkalarına iş yaptırtabiliyorduk. Halbuki Edremit kamplarında halk işe sahip çıkmıştı. Bilhassa Arif Çağan Bey ile yeğeni Abdullah Bey masrafların büyük bir kısmını temin ediyorlardı. Ayrıca köylerden de, yağ, yumurta, peynir ve yoğurt gibi malzemeler geliyor ve o fakir, fukara talebenin bakımı-görümü sağlanıyordu.

Kampların manevi havası

Kamplarda bütünüyle bir ruhanilik hakimdi. Hele Buca kampları, hele Buca kampları!.. O günlerde okunan tesbihatı bantlardan dinlerken dahi hâlâ duygulanır ve ruhumu ayrı bir hava ve iklimin sardığını hissederim. Bu konuyla alakalı duygularımı daha değişik platformlarda ifade ettiğimden şimdilik bu kadarını yeterli buluyorum.

Kamplar ve bilhassa Edremit kampları benim için kurtarıcı simit gibiydiler.. İzmir'deki hadiseler demir pençe gibi gırtlağımı sıkar, beni boğulacak hale getirirdi. Halbuki kamplara geldiğim zaman yeniden hayata kavuşmuş gibi olur içimdeki sıkıntıların hepsini karbondioksit boşaltırcasına dışarıya atar ve rahatlardım. Gerçi bazı rahatsızlıklar buralarda da oluyordu. Ancak kampın umumi havası baskın geliyor ve rahatsızlık verici faktörler hemen hemen bana hiç tesir etmiyordu. Kampların neşe ve süruru daima ızdırap ve çilesine galipti. Ben o iki-üç aylık zaman zarfında kamplarla öyle bütünleşiyordum ki, ayrılık vakti gelip de çadırlar sökülmeye, eşyalar toparlanmaya başlayınca bir köşeye çekilip çocuk gibi ağlıyordum.. Bir bakıma şehrin eracifine dönmek bana ve bütün arkadaşlara cehenneme atılmak gibi geliyordu. His, duygu ve düşüncelerimizde öyle bir saffet, öyle bir duruluk hasıl oluyordu.

Kampa gelenler de buradaki manevi havaya hayrandılar. Bilhassa, Hakim Bey (Necmettin Güvenli), Arif Çağan Bey ve Remzi Yavuz Bey hayranlıklarını sık sık söylerlerdi. Abdullah Aymaz'ın bütün grupları dolaşması ve durup-dinlenmeden arkadaşlara bir şeyler anlatması ayrıca hepimizi sevindirir, mesrur ederdi..

Kamplardaki asudelik

İlk kamptan, bulunduğum son kampa kadar bir soruyu içimden çıkarıp atamadım. "Acaba, diyordum kendi kendime, ben kampların asudeliğini, rahatını mı seviyorum? Uzletle kendi füyuzatımın mı peşindeyim? Dünya ve ukba saadetini feda gibi bir fedakarlık düşüncesi üzerine kurulmuş böyle bir davanın müntesibi için benim bu yaptıklarım uygun mudur?"

Şimdi, o günkü vicdan muhasebelerimin derinliğini hatırlamıyorum. Ancak, ben istenen ölçüde ihlaslı olamasam dahi, yapılan işlerin meşruluktan sarkan hiçbir yönü yoktu. Diğer taraftan, insan halis olmasa bile, günahtan uzak durmuşsa günah işlememiş olur. Kamplarda en azından bu oluyor ve günahlardan uzak kalıyorduk. Ayrıca yüzlerce insan irşad adına buralarda eğitim görüyordu ki, bu da küçümsenebilecek bir netice değildi ve geleceğin dünyası adına çok da mühimdi. Onun için ben, kamplarda bulunmuş olmaktan pişmanlık duymadım. Yine de bu düşüncelerin tazyikine dayanamayarak son kamplarda bulunmamaya karar verdim. Hepsini gezip-görmeye çalışıyordum; fakat hiçbirinde bir-iki geceden fazla kalmıyordum.

Kampların çoğalması ve keyfiyet

Kamplara ait ilk dönemlerdeki lahutilikte bir eksilme olmuştur. Fakat kamplar hiçbir zaman ana hedeften sapmadı, ilk gün ne için kurulmuş ise hep o niyetle devam etti. Fakat, her kampın başındaki arkadaşın düşünce, disiplin ve şuur adına renk ve boyası o kampa sirayet etti ve böylece kamplar renk renk, elvan elvan oldu. Bu da kamplara ayrı bir orijinallik getirdi. Ancak yine de dikkat etmek gerekiyordu. Zira, hızlı çoğalma köpürmeler meydana getirir. Köpürme ise, mevcudun kendi rağmına büyümesi demektir. Bünye büyüdükçe hassasiyet azalır. Bu durumlarda merkezle muhitin irtibatını çok iyi ayarlamak lazımdır. İşte biz de bunu yapmaya çalıştık. Böylece de hiçbir kamp, -faydası sınırlı bile olsa- zararlı olmadı, hizmetteki umumi ahenge zarar getirmedi. İrtibat zaafa uğrasaydı veya aksasaydı, kamplardaki hızlı büyüme fayda yerine zarar dahi getirebilirdi. Ama, Allah'a şükür ki, böyle bir zaaf veya aksama söz konusu olmadı.. Kamplar bir devredir, gelip-geçmiştir. Fakat geleceğin dünyasında, o dünyanın şartlarına uygun olarak bu bereketli iklime yine dönülecektir.

Belki o günün insanları tarafından bu kamplar birer yad-ı cemil olarak anılacaktır. Bizimle o günleri yaşayanlar için ise kamp günleri acı- tatlı hatıralarıyla birer özlem ve hasret günleri olacağı muhakkaktır.

Kamplarla ilgili ilginç hadiseler

İkinci seneydi zannediyorum. Başka hadiseler de oldu. Takviye edici türden şeyler.. Bazılarını unuttum. Fakat bir hadise var ki, Ashab-ı Bedir'in kerameti olarak naklettiğimden dolayı hatırımda kalmış. O zamanlar biraz dedikodular vardı. Gelirler basarlar diye. Ben de işte öyle dedikodular üzerine bir gün öğlen yemeğinden sonra Ashab-ı Bedir'i okudum ve mahruti çadırın direğine dayandım. Biraz içim geçmiş. Eskilerin 'Beynennevm ve'l-yakaza' dedikleri hal. Misali levhalar.. Baktım tuğlu, ellerinde mızrakları, sancakları gürül gürül bir ordu. Kampta tarlaların olduğu tarafta duruyorlar. Birisi mi söyledi, yoksa öyle mi anladım veya 'Biz Ashab-ı Bedir'iz' mi dediler bilemiyorum. Ashab-ı Bedir'in geldiğini haber verdiler. Ben hayran hayran onları seyrediyordum. Sanki, bulunduğum yer itibariyle, birden bire kale kapısı gibi söveleri kalınca tahtadan bir kapının verasında duruyor, onlara bakıyorum. Biri güç gösterme manasına elindeki demir kalemi (Kalem mızraktan daha küçük elle atılan bir harp aletidir) öyle bir salladı ki, o kalın tahta kapıyı deldi geçti. Ben derin bir heyecanla uyandım.

Kimin kim olduğunu seçemedim. Bir kaç defa Ashab-ı Bedir'i görmüşümdür. Orada öyle gördüğüm gibi, bir iki defa da kendimi onların içinde gördüm. Hatta harbe gidiyoruz. Ben kendi kendime: 'Allah Allah! Ben Ashab-ı Bedr'in içinde bulunuyorum ama ben sonra geldim, nasıl olur da bunlarla beraber olurum' diyordum. Bir başka defasında; bazılarıyla inmiş geziyorum. Bir kısmı, yukarıda camekandan bir yerde duruyorlar. Onlara falan falandır diye bakıyorum. Bu sefer öyle tefrik ve temyiz yapamadım ama tabii Hz. Hamza'yı çok sevmiştim. Belki de mızrağı atan oydu, öyle oldu zannediyorum.

Daha sonra anlaşıldı ki o sıralarda birileri zarar verecek bir hareket için o tarafa geliyorlarmış. Tam yol ayrımında trafik kazası olmuş ve o araba cayır cayır yanmış. Daha sonra bu arabayı biz de gördük. Zaten yolumuzun üstündeydi. O demir kalemin misal aleminden atılması o neticeye işaretti. Kapının görünmesi ise inayet altında olunduğunun emaresiydi.

Diğer bir mevzu da şudur: Sanki sahabi bize şöyle diyordu: 'Siz inayet ve koruma altındasınız. Dava, düşünce, duygu bir olunca, aynı Nebinin arkasında bulununca zaman ve asırlar bizi sizden ayıramaz. Birimiz dünyada, birimiz ukbada, birimiz şarkta, birimiz garpta da olsak yan yanayız.' Elverir ki çizgi korunsun, aynı frekansta bulunulsun. Aksi halde sesimizi onlara duyuramaz ve onların sesini de alamayız.

Burada önemli gördüğüm bir noktaya işaret etmek istiyorum. O da şudur:

Ehl-i tahkik, şahıslardan istimdat etmeyi mahzurlu görürler. Kanaatimce her meselede olduğu gibi bu meselede de ölçüyü iyi ayarlamak, ifrat ve tefritten kaçınmak gerektir. Bize göre büyük ve mukaddes ruhlardan istimdat olabilir; fakat kalbin ibresi her an Cenab-ı Hakk'ı göstermelidir. Yani bu büyüklere vesile ve vasıtalıktan öte tasarruf adına hiçbir paye verilmemelidir. Zaten onları vesile olarak kullanacak da yine Cenab-ı Hak'tır. O dilemedikten sonra, hiç kimsenin, hiç kimseye ve hiçbir meselede yardımcı olması mümkün değildir. Bu hususu böyle kabul ettikten sonra, büyük ve mukaddes ruhlar ceset kafesinden kurtulduklarında adeta bir melek haline gelirler.. Hele bunlardan, canlarını yüce ve yüksek bir ideal ve davaya adamış olanlar, kendileriyle aynı düşünceyi paylaşanları daima destekler, onlara arka çıkar ve onları korurlar. Ama, arzettiğim gibi frekans bütünlüğü şarttır.

Ekim 1972: Mektupçu'dan kardeş apartmanına taşındı

Fethullah Gülen Hocaefendi Edremit'te vaaz ederken Mektupçu'daki evden gidip geliyordu. Bir seneye yakın Mektupçu'daki evde kaldıktan sonra Hatay semtindeki Kardeş apartmanına taşındı. 29 Haziran 1974'te Manisa'ya tayin oluncaya kadar Edremit vaazlarını buradan gidip geldi.

18.05.1974: Genel af ilan edildi ve cezası düştü

Fethullah Gülen Hocaefendi 20 Eylül 1972 günü sona eren ve karara bağlanan mahkemede 3 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmış ve yine 3 yıl görevden uzaklaştırılmasına karar verilmişti. Ayrıca bir senesini de Sinop'ta gözetim altında geçirmek zorunda kalacaktı. Ancak bu arada 18.05.1974'te af kanunu çıktı ve genel af ilan edildi. Verilen karar düştü. Dolayısıyla Fethullah Gülen Hocaefendi ceza almadan normal hayatına devam etti. Af konusundaki görüşleri ise şöyle:

1974 affının tasvip edilecek hiçbir tarafı yoktur. Bunu hem o günkü siyasi yapılanma bakımından hem de dini açıdan söylüyorum. Siyasi açıdan bu af, solu kurtarma operasyonu idi ve sol kesim bunda muvaffak da oldu. Binlerce anarşist salıverildi ve bunlar yeni yeni anarşiler çıkarmak üzere sine-i millete zehirli bir kıymık gibi saplandılar. Bizim cephenin bu affı masum göstermek için söyledikleri şeyler, bence sadece bir nefis müdafaasıdır. Zira bizim cepheden elli adam kurtuldu ise, sol kesimden binlerce anarşist bu aftan yararlandı ve 1980 öncesi dönemi de onlar hazırladı. Şahsen, o devrede üç sene hüküm giymiş bir insan olarak ben, cezamı çekmeye hazırdım. Keşke af çıkarılmış olmasaydı.. Bunu da bugün söylüyor değilim. Yakın arkadaşlarım, o günlerde de aynı şeyleri söylediğimin şahididirler.

Dini açıdan da mesele değerlendirildiğinde affı tasvip etmek mümkün değildir. Zira, devlet ancak devlete karşı işlenmiş suçları affedebilir. Fertlere ait hukuku ise, devlet affetme hakkına sahip değildir. Halbuki umumi afta nice katil, hırsız, ırz ve namus düşmanları da affedilmiştir. Sormak gerek: Bu hakkı devlete kim vermiştir? Bütün bunları söyledikten sonra aykırı ve umumi hukuka bir saldırı kabul ettiğim karar, velev ki şahsım adına lehime de olsa, beni nasıl sevindirebilir?

Böylece ceza infaz edilemedi. Dosyalarımız Yargıtay'da temyizde iken umumi af ilan edildi ve bütün cezalar düştüğü gibi bizim cezalar da düştü.

[1] 1972 yılında Ramazan ayı 9 Ekim - 8 Kasım arasında oldu.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.