Gerçeği Hikâyesinden Güzel

Türk dünyasının edebiyatına Ali Şir Nevai'den sonrasına uzak kaldığımız bir gerçek. Türkçe konuşan, Türkçe düşünen ve Türkçe yazan Türk dünyasında devam edegelen bir edebiyat söz konusu. Divan şiiriyle Halk şiiriyle, romanıyla, hikâyesiyle "görmesek de duymasak da" bizim olan bir edebiyat dünyası var orada. Türkmenistan'dan Mahdumkulu, Kazakistan'dan Abay Konanbayev, Kırgızistan'dan Cengiz Aytmatov, Azerbaycan'dan Anar ve Bahtiyar Vahapzade isimleri az çok kulağımıza çalınan isimler. Oysa bu isimlerin dışında pek çok isim var. Son yıllarda bu eserler sınırlı sayıda da olsa Türkiye'de yayımlanmaya, başladı. Türkmenistan'daki Türk üniversitesinde görev yapan Hüdayi Can, önemli bir kültürel görevi de başarıyla yerine getiriyor. Yağmur dergisi okurları için Hüdayi Can'la bir söyleşi gerçekleştirdik.

Mustafa Oğuz: Bize Hüdayi Can'ı tanıtır mısınız?

Hüdayi Can: 1973 Denizli'nin bir köyünde doğmuşum. Köyümüz Torosların batısında bir çam ormanının içinde. İlkokuldan sonra devlet parasız yatılı okudum. Biraz pısırık, biraz silik bir çocukluk, yine aynı minval üzere bir ömür işte. Ben "dingin" demeyi seviyorum, ama zaman zaman "bungun" da oluyor. Türkmencede "garasöymez" diye bir kelime var, Osmanlıcası "merdümgiriz", günümüz Türkçesinde ne deniyor bilmiyorum. Biraz da öyleyim sanırım.

MO: Bildiğim kadarıyla uzun zamandır Türkmenistan' dasınız. Bu süre içinde yaptığınız çalışmalara baktığımızda Türkmen edebiyatını yakından incelediğinizi görüyoruz. Bu konuda düşünceleriniz nelerdir?

HC: Yurtdışı tecrübem 1994'te başladı. Önce altı ay Tiflis'te kaldım. Sonra bir buçuk yıl Türkiye. 1996'dan beri de Türkmenistan'dayım. Aslında iki yıl kadar bir ülkede kalmak, bu şekilde bütün Türk dünyasını gezmek gibi bir hayalim vardı ama, hiç bir şey insanın hayal ettiği gibi olmuyor. Burada başta biraz el yordamıyla, sonra bazı hocalarla, yazarlarla karşılaşınca daha düzenli okumalarım oldu. Türkmen edebiyatı dışardan görüldüğünden daha renkli. Belki Türkmen edebiyatı, Türk edebiyatıyla ayrılmaya başladıkları zamandan, 17. asırdan başlatılabilir. Belki biraz daha gerilere de gidilebilir. Kabaca Ruslardan önce ve sonra diye tasnif edebiliriz. Tabi Ruslardan sonra deyince, Sovyet öncesini ve sonrasını ayrı ele almak gerekir. Bütün bunlar bir tarafa ben üzerinde durulması gereken iki kaynak görüyorum Türkmen edebiyatında. Biri halk ürünleri. Bizim halk hikâyesi dediğimiz, burada destan denilen eserler. Sonra diğer anonim ürünler, ninniler, maniler, atasözleri, türküler vs... Bir diğeri, özellikle yetmişli yıllarda yazmaya başlayan şairler ve seksenli yıllarda yazmaya başlayan yazarlar. Türkmen edebiyatının bu yirmi, yirmibeş yıllık dönemi üzerinde durmaya değer. Öncesi ve sonrasıyla ilgili düşüncelerim belirgin değil. Tabi, bazı şeyleri de zaman gösterir. Belki yazıp kenara koyanlar vardır ama... Bilemiyorum işte...

MO: Kapalı toplumların dili değişime de kapalıdır. Türkmenlerin bağımsız bir devlet oluşundan bugüne yaşadığı değişim ile Rus yönetiminde kaldığı dönemdeki dil serüvenini nasıl özetlersiniz? Bizde Tanzimat'tan sonra yaşanan dil değişiminin Türkmen Türkçesinde yaşanmaya başladığından söz edebilir misiniz?

HC: Bağımsızlık sonrası dilde çok köklü değişimler yaşandı, hâlâ da yaşanıyor. Bir kere Türkmence resmi dil oldu. Resmi yazışmalar Türkmence yapılmaya başladı. Sonra bir zamanlar kendiliğinden ya da planlı olarak Rusçadan geçmiş kelimelerin tasfiyesiyle ilgili çalışmalar var. Bu çalışmalarda uygulanan yollar, biraz bizim dil devrimini andırmakla beraber bazı farklar da var. Mesela bizde Arapça- Farsça kelimelere uygulanan tasfiye Türkmencede Rusça kelimelerle birlikte Rusça vasıtasıyla gelen Fransızca, Yunanca, Latince vs.. kelimelere uygulanıyor. Bu yapılırken bazen bütün dünyada kullanılan kelimeler de değiştiriliyor. Mesela "reklama" atılıp "mahabat, mahabatlandırma" kelimesi alınıyor. Plan, program atılıp, "maksatnama, meyilnama" getiriliyor, "doküman" yerine "resminama" deniliyor. Böyle birçok örnek var. Bir de bazı aydınlar bu program dahilinde başta Türkçe olmak üzere Özbekçe, Azerice gibi kardeş dillerden faydalanmak gerektiğini savunurken, bazıları özellikle sadece Türkmenceye has kelimeler üretmeye çalışıyorlar. Kelime almayı gurur meselesi yapıyorlar. Bir de dildeki kelimelerin bu Arapça, bu Farsça gibi tasnifinden pek hoşlanmıyorlar. "Onların bizden almadıkları ne malum" anlayışı hakim. Sanırım bir zaman gelecek Türkçede olduğu gibi taşlar yerine oturacak. Geçiş döneminde bunlar normal karşılanabilir. Bir zamanlar tersine yapılan aşırılık şimdiki bazı aşırılıkları doğuruyor. Yani pek bizimkine benzemeyen, yönü farklı bir değişim süreci var. Farklılık sadece dilde değil, kültürle ilgili yapılmaya çalışılan dönüşüm hareketinde de aynı şekilde. Biz ait olduğumuz kitleden ayrılıp Avrupa'ya eklenmeye çalışmışız. Burada ise Rus etkisinden kurtulup öz kültürüne, diline dönme gayreti söz konusu. Mesela bizde Cumhuriyetle birlikte başlatılan tercüme çalışmaları var. Batı klasiklerini çevirmişler. Şimdi burada "Miras" adlı bakanlık seviyesinde güçlü bir kuruluş var, doğu klasiklerini ve halk edebiyatı ürünlerini yayımlıyorlar. Elbette buradaki eğitim kurumları ve uydudan izlenen Türk televizyonları sayesinde Türkmenceyle günümüz Türkçesinin gittikçe yakınlaştığını da belirtmek lazım. Ancak televizyonlardaki günümüz Türkçesinin geldiği nokta Türkmence'yi etkiliyor. Bu durum, yazı dilini şimdilik pek etkilemese de, konuşma dilinde bu etki açıkça görülebiliyor. Yazı dili daha yavaş değişiyor tabi. Bir seferinde bir şairle konuşuyordum, bana şimdi tam hatırlamıyorum ama evin bir yeriyle ilgili bir kelime sordu. Ben de Türkçesinin ne olduğunu söyledim. Yıllar önce Yesenin'den bir şiir tercüme ediyormuş, bir kelimeye karşılık bulmakta zorlanmış, "O zaman bu sözü bilseydim kullanırdım, şiire yakışacak bir kelimeymiş. Sizin şiirlerin birinde "açar" kelimesine rastladım mesela." dedi. Kendi dil köklerimizden kelimeler şairleri yazarları etkiliyor demek ki, bu tek tek hoşuna gitme ve kullanmalar tedricen edebi dillerin de yakınlaşmasını sağlayabilir.

MO: Türkmenistan'ın yaşadığı ekonomik ve siyasi gelişmelerin ardından edebiyatın eskiye göre yeri nedir?

HC: Şu anda edebiyat bir duraklama devresi geçiriyor gibi, belki dinlenme sürecidir bu, belki de birden patlama yapacaktır, bilemiyorum. Ama son yıllarda çıkan eserler sayı olarak da tiraj olarak da çok az. Onbeş yirmi yıl önceye baktığımızda ise özellikle tiraj olarak yayınlar oldukça iyiymiş. O zamanlar üç milyonluk bir ülke olduğunu düşünürsek bir şiir kitabının, bir hikâye kitabının birkaç yüz bin basabilmesi bir başarıdır. Bu bakımdan şu an bir gerileme havası var. Özel teşebbüsün yolu açılırsa edebiyat tekrar eski itibarını bulur, hatta daha iyi bir ortam oluşur diye düşünüyorum. Çünkü kim ne derse desin halkta kitaba susamışlık görülüyor.

MO: Türkmen edebiyatından Türkiye Türkçesine eser kazandırma işine tercüme mi aktarma mı demeliyiz? Bu işin kolay ve zor yönlerinden söz eder misiniz?

HC: Ben tam olarak aktarma ya da tercüme diyenlerin neyi kastettiklerini anlamış değilim. Genelde aktarma dendiği için aktarma diyorum, ama çevirme denmesinde de bir mahzur görmüyorum. Bazıları bu işi bir alfabeden bir alfabeye geçirmek gibi bir şey sanıyor. Ama aslında çok defa sadece kelimeleri değil cümle yapısını da değiştirmek gerekiyor. İşin kolaylığı aktarma ya da tercümede değil, başta dili öğrenmede söz konusu edilebilir. Bir yabancı dili öğrenmek bir binayı sıfırdan kurmak gibiyse, mesela Türkmence öğrenmek zaten planı kafanda olan ya da çocukken gidip sonra unuttuğun bir evi keşfetmek gibi... Öğrenciliğimizde ne işe yaradığını kestiremediğim birçok ders almıştık. Köktürkçe, Uygurca, Harezmce, Kıpçakça, Çağatayca vb.. sonra Azerice, Kırgızca derslerimiz vardı ikişer dönem. Türkmence okurken bütün o eski şivelerden, köyümüzün ağzından kelimelerle, deyimlerle karşılaştım. Elbette çabuk öğrendik. Zaten benliğimizde olan bir görüntünün üstündeki tozları almak gibi bir şey bu... Aktarma sürecindeyse kolaylık değil zorluk söz konusu. Bu sefer karıştırmalar başlıyor çünkü. Bir cümleyle, bir kelimeyle karşılaşıyoruz ve şaşırıp kalıyoruz; acaba bu İstanbul Türkçesinde de böyle mi, yoksa başka türlü mü söylemek lazım. Onun için aktarmalarda editör desteği daha çok önem arz ediyor. Mümkünse metinleri İstanbul Türkçesinden başka yazı diliyle hiçbir şekilde ilişkisi olmamış insanlara okutmak lazım. Ben bir arkadaşın aktardığı metni okusam ondaki bazı hataları göremeyebilirim mesela. Yalancı eşdeğerler de büyük bir proplem. Bunlar aynı gibi görünen, ama başka bir mana veren; hatta bazen taban tabana zıt manalar verebilen kelimeler. Türkmenceyle Türkçenin en az bin beş yüz kelimesi bu kategoride ele alınabilir. Bunları deyim, kelime grubu bazında ele alırsak sayı daha da artacaktır. Sanırım bu oran Azericede daha da fazladır. Türkmence "maşgala"yı "meşgale", Azerice "yuhu"yu "uyku" şeklinde aktaran metinlere rastladım mesela. Bunlar çeviriyle aktarmanın farkları olarak ele alınabilir. İngilizce çeviri yapan bir yakınımla bazen bu konularda konuşuyoruz. O metni anladıktan sonra sadece nasıl ifade edebileceğini düşünüyor. Karıştırma endişesi yok. Bu bakımdan daha rahat... Baştaki soruya dönecek olursak, aktarma mı demeli, tercüme mi demeli demek, aslında Türkmence, Kazakça vs... dil midir, değil midir sorusunun uzantısı sanırım. Oldukça çetrefil bir konu ve bu konuda aykırı bir şey söylemek cesaret istiyor. Konunun siyasi ve ilmi uçları var. Ben hem meselenin bu coğrafyadan görülen siyasi manzarasını göz önünde tutarak, hem de başka dillerle mukayese ederek bugün Türkiye'de şive mi lehçe mi olduğu tartışılan bu "yazı dillerine" "kardeş dil" demenin daha doğru olacağına inanıyorum. Rusçayla Ukraynaca arasındaki farkın Türkçeyle (bırakın Yakutçayı ) Türkmence arasındaki farktan daha büyük olduğunu sanmıyorum. Onlar dil diyorlar. Biz neden yüz yıl önceki ifadelerle konuşuyoruz anlamıyorum. Kasıtlı bir bölme söz konusu olsa bile, ki bunun kısmen böyle olabileceğini kabul etmekle birlikte tamamen bir planlama olmadığı kesindir. Yüz yılda bazı şeyler değişir; devletler kurulup devletler yıkıldığı gibi, bazı yazı dilleri ölüp bazı yeni yazı dilleri türeyebilir.

MO: Bugün dünyanın dört bir yanında eğitim kültürel bir köprü vazifesi görüyor. Bunu edebiyat alanında ne ölçüde gerçekleştirebildik?

HC: Edebiyat alanında tabi henüz eğitimdeki gibi bir köprü kurulabildiği söylenemez. Daha bir iki yıl öncesine kadar buna çok üzülüyordum. Şimdi biraz daha müspet düşünmeye başladım. Her şeyin zamanı var. Biz istesek de bu süreci hızlandıramıyoruz. Gelecekten ümitliyim yani. Şu anda yavaş yavaş bizim öğrenciler gazetelerde, televizyonlarda çalışmaya başladılar. Onbeş yıl önce onbeş yaşında olan çocuklar şimdi 30 yaşında. Demek olgun eserler vermeleri için bir on onbeş yıl daha bekleyebiliriz. Geçen yıllarda öğretmenler niçin bu işi yapmıyor diye içerliyordum sanırım. Ama öğretmenin işi öğretmenlik... Ona niçin yazar, şair değilsin diye kızmak haksızlık olur, bunun yeni farkına vardım. Şimdi kimseye kızmıyorum.

Şaka bir yana şahsi gayretlerle bugüne kadar birşeyler yapıldıysa da bugün daha ciddi çalışmanın zamanı geldi. Değişik çalışmalar da yapılıyor sanırım. Her yerin kendine göre şartları var tabi. Burada şartlar uygun olsaydı Kültür Bakanlığının çeviriye destek projesi dahilinde ciddi işlere teşebbüs edebilirdik. Neylersin ki yerim dar, sonra yenim dar...

MO: Özelde Hüdayi Can ve genelde eli kalem tutan öğretmenlerimiz neler yaptı ve neler yapmalıydı?

HC: Yaptıklarım, yapabileceklerime göre yeterli değil tabi. Düzenli bir çalışmam olmadı. Bu hem okuma hem yazma açısından. Birçok konuda rüzgarın esişine göre davrandık. Ama bazı arkadaşlar yapabilecekleri kadarını da yapmadılar. Böyle bir şeyin gerekliliğine inanmıyorlardı sanırım. Türkmen edebiyatıyla uğraşmayı boşa emek gibi gören arkadaşlar oldu. Kaybeden hem kendileri hem edebiyat oldu bu arada. Bu işleri yaparken hem bir eseri gün yüzüne çıkarıyorsun hem kendin kalem çalışması yapmış oluyorsun. Ben üzerinde çalıştığım eserlerden de, birlikte çalıştığım yazarlardan, şairlerden de çok şey öğrendim. Beraber çalıştığım "eli kalem tutan arkadaş" tanımına uygun arkadaş zaten fazla yoktu, bazıları da hiç bu alanlarla ilgilenmediler. Tercih meselesi tabi. Sanırım, arkadaşlarımız öğretmenlik vazifesinin ağırlığından dolayı bu tür çalışmalara vakit ayıramıyor. Türkmenistan'a giderken aktarma işinin ne kadar önemli olduğunun farkındaydım. Hocalarımız bu konunun önemi üzerinde çok durmuşlardı çünkü. Başta İnci Enginün ve Emine Gürsoy Naskali olmak üzere bütün hocalarımız böyle bir misyonumuz olduğunu vurgulamışlardı. Ben de kendime yılda bir kitap aktarmak gibi bir hedef koydum. Tam dediğim gibi olmadı, ama sanırım en azından iki yıla bir eser düşüyor. Bundan başka zaman zaman günlük de tuttum. Düzenli olmadı. Günlükte birçok kırmızı çizgiler var. Baktım günlüğüm bir iç konuşma hâline gelmiş. Sonra yavaş yavaş gündemimden düştü. Bir de günlük ve hatıra yeni gittiğimiz bir yerde yazılırsa ilginç oluyor. Bir süre sonra insana hiç bir şey ilginç gelmemeye başlıyor. Her şey alışkanlık perdesiyle örtülüyor.

MO: Sizin çalışmalarınızla Türkiye Türkçesine kazandırılan kitaplar hangileri?

HC: Aktardığım beş kitap var. İlyas Amangeldi'den "Üç Noktanın Biri" ve "Kalır Dudaklarda Şarkımız", Hıdır Amangeldi'den "Kör Kuyu" ve "Gören Kim Görünen Kim", Ahmet Halmırat'tan "Arafat Dağı". Gurbandurdu Geldiyev'in şiirlerinden bir derleme yaptık. "Düşte Devam Ediyor" adıyla ve şairle beraber aktardık. Gurbandurdu Geldiyev hem önemli bir şair hem de edebiyat profesörü. Onun Tükiyede konferanslarda sunduğu tebliğlerden "Söz Konusu Edebiyat" adıyla bir kitap hazırladım ayrıca. Türkmenbaşı'nın altı eserini de kolektif çalışmalarla aktardık. Bunlardan bazısını bir iki kişiyle aktarırken bazısında da beş altı kişinin emeği oldu.

MO: Kültür aktarımında edebiyatın yeri ve önemi nedir? Kültürel etkileşimde edebiyattan ne kadar yararlanabiliriz?

HC: Bir ülkenin, topluluğun kültürüyle ilgili izlenimlerimiz edebi eserler, filmler vasıtasıyla oluşuyor. Turistik bir gezi, bir tanıtım filmi biraz yüzeysel kalıyor belki. Bir edebi eserde, mesela bir romanda daha içten ve derinden yolculuk yapıyoruz. Aytmatov'un romanlarıyla Kazak bozkırlarını Kırgızistan dağlarını geziyoruz. Elçin'le, Anar'la Bakü caddelerinde, Şuşa dağlarında güzel yolculuklara çıkıyoruz. Sanırım bir edebî eserden tanıdığımız coğrafyalar daha sıcak geliyor insana.

Bizim kültürümüz de edebiyat vasıtasıyla tanıtılabilir elbette. Mesela Çalıkuşu'nun bir film olarak ne kadar etkili olduğunu siz de görmüşsünüzdür belki. Biraz önce Türk edebiyatından Türkmenceye aktarılan eserlerden bahsettik. Malesef bu eserlerde Türkiye pek iyi anlatılmıyor. Ve bir zamanlar buralarda yaşayan insanlar bu anlatılanları değişmez gerçekler gibi kabul etmişler. Mesela Nazım'da bir Anadolu manzarası geçiyor. Yalınayak, aç, kirli insanlar... O, kurtuluş savaşı yıllarını anlatıyor. Sonra Nazım'ın şiirlerini Türkmenceye çeviren Allaberdi Hayıdov'un "Günün Uklayan Yerine Seyahat" adlı kitabından bir uzun hikâyede aynı tasvire rastladım. Olay ya yetmişli ya seksenli yıllarda geçiyor. Güya Türkiye'den gelen bir ajan İngiliz ajanla buluşacak, Aşkabat'ın ne kadar geliştiğini görünce kendi ülkesiyle mukayese ediyor, üniversitede dinlediği hocaların sosyalist ülkelerle ve anlattıklarıyla ilgili kafasında şüpheler oluşuyor. Yani biz ne anlatırsak insanlar öyle zannetmişler. Aziz Nesin okumuşlar, Türkiye'yi kimin eli kimin cebinde belli olmayan üçkâğıtçılar memleketi olarak görmüşler. Günümüzde bu kadar komik düşünceler olamaz tabi. Ama yine de bizim tecrübemiz, edebiyatta aldığımız yol çok önemli. Bizlerin birçok yönden ciddi birikimlerimiz var; bir kültür etkileşimi söz konusu olabilir, olmalıdır da. Doksan yedi yılında Hıdır - İlyas Amangeldilerle tanıştım. Bir yere misafirliğe çağırdılar, şiirden edebiyattan konuşalım dedik. Ben giderken yanımda birkaç şiir, hikâye götürdüm. O gün onlara "Yağmur" şiirini okudum. O kadar şaşırdılar ki. O zamana kadar Peygamber efendimizle ilgili sadece klasik formlarda şiirler görmüşler. Hem şekil olarak, hem içerik olarak çok modern buldukları bir şiirle karşılaştılar "Yağmur"da. Onları şaşırtan esasında şiirin kendisi değil, konusuydu. Aynı seviyede başka bir konuda yazılmış şiir onları aynı derecede şaşırtmayacaktı belki. Sonra başka konularda daha modern şiirler okudum, pek tutmadılar. Peygamberimize bizzat ismiyle hitap edildiğini, belki en fazla serverimiz, sultanımız dendiğini görmüşlerdi. O da yüz, yüz elli yıl önceki şiirlerde. Onun yağmur sembolüyle anlatılabileceğini hiç düşünememişlerdi. İlyas Abiyle boş vakitlerimizde bir araya gelerek üç ay kadar çalıştık ve Yağmur'u Türkmenceye aktarıp yayınladı. Bunu Arif Nihat'ın "Naat"ı takip etti.

Biz, Anadolu Türklerinin derin kültürünü, oturmuş hayat felsefesini; ancak edebiyat vasıtasıyla taşıyabiliriz. O da elbette iyi seçilmiş eserlerle. Halihazırda Türk edebiyatıyla yakından ilgilenmeyen birine Türk edebiyatının geldiği seviyeyi anlatmak maalesef mümkün değil. Buradaki yazarların, şairlerin Necip Fazıl'dan, Sezai Karakoç'tan, Yahya Kemal'den, Cemil Meriç'ten, hikâyecilerimizden, romancılarımızdan öğrenecekleri çok şeyler var. Başta kültürümüzü, birikimimizi görecekler. Maalesef günümüzde Türk denilince aydın, dünyayı anlayan insan imajından çok, iyi bina yapan, alışverişten anlayan insan imajı ön plana çıkıyor. Temiz kalpli, ama öyle ince şeylerle pek ilgisi olmayan insanlar olarak görülüyoruz.

MO: Türk edebiyatından Türkmen edebiyatına aktarma mevzuunda yapılan daha başka çalışmalardan söz edebilir misiniz?

HC: Türk edebiyatından Türkmen edebiyatına aktarma konusunu bağımsızlık öncesi ve sonrası şeklinde iki başlık altında ele almak lazım. Bağımsızlığın ilk yılları da bu meselede mantalite olarak bağımsızlık öncesine eklenebilir. Bağımsızlık öncesi, aktarmadan ziyade Rusçadan tercüme söz konusu. Gerçi Allaberdi Hayıdov mesela Nazım Hikmet çevirisinin önsözünde Rusça nüshayı esas almakla beraber şiirlerin Türkçe asıllarından da faydalandığını söylüyor, ama ben pek inanmadım. Faydalansa Türkmencede de tam yerini bulan kafiyeleri bir kenara bırakıp kafiye bulmaya çalışmazdı. İki Nazım Hikmet derlemesi gördüm. Orhan Kemal'den bir kitap, Aziz Nesin'den hacimce küçük üç kitap gördüm. Aziz Nesin kitaplarının biri bağımsızlıktan sonra çıkmış. 1992 yılında sanırım. Bağımsızlıktan sonra ise tarihi ve dini kitaplar tercih edilmiş. Mesela Faruk Sümer'in "Oğuzlar-Türkmenler" adlı kalınca eseri çıktı. Sepetçioğlu'nun Büyük Selçuklu devrini anlatan üç eseri biraz kısaltılarak "Badalgam Merv" adıyla oldukça kalın bir roman olarak yayımlandı. Kemal Tahir'in "Devlet Ana"sı, Yavuz Bahadıroğlu'dan "Merhaba Söğüt" dergi ve gazetelerde tefrika edildi. Salih Suruç'dan "Peygamberimizin Hayatı", Fethullah Gülen Hocaefendi'den "Sonsuz Nur"un birinci cildi, Safvet Senih'ten "Şüpheler Üzerine" ve Risale-i Nur Külliyatından "Küçük Sözler" benim gördüğüm, Türkmence'ye aktarılan kitaplar. Bir de Diyanet tarafından bastırılan dini kitaplar, Kültür Bakanlığının katkılarıyla bastırılan "Türkiye Türk Edebiyatı" adlı eser var. Bunlardan bazıları konusunun uzmanı olmayan kişiler tarafından aktarıldığından bazı problemlerin olduğu söylenebilir.

Genel olarak Sovyet döneminde siyasi tercihlerin, Sovyet sonrasında da dini ve milli kaygıların öne çıktığını görüyoruz. Yani, her iki dönemde de edebiyatın adı yok. Türkiye Cumhuriyetinin kaygıları var, ama belki de burada bu meselelerle ilgilenen muhatap bulamadıklarından emekler boşa gitmiş. Nazım Hikmet ve diğerleri önemli isimler tabi, ama özellikle bu isimlerin tercih edilmesi ve seçilen şiirlerde, hikâyelerde hep Türkiye, insanların fakr u zaruret içinde yaşadığı kapitalist bir ülke olarak anlatılıyor. Hatta bir ara bir yazı hazırlamak istedim. "Salkımsöğüt"ün Türkçe orjinalini, Rusçası ve Türkmencesiyle karşılaştıracaktım. Belki bir şair arkadaşın Türkçesini esas alarak tekrar aktarmasını sağlayacaktım. Yazının adını da "Kardeş Edebiyatları Kaynağından Okumak ya da Sağ kulağı Sol Elle Göstermek" koyacaktım. Rusçam yeterli olmadığı için yapamadım.

MO: Okurlarımıza Kaynak Yayınları arasında çıkan Firuze adlı eserinizden ve Firuze'nin hikâyesinden söz eder misiniz?

HC: Firuze, bir roman denemesi; Aysona adlı kahramanın yazmaya çalıştığı eserin kahramanı aslında. Böyle birini duymuştum. Kendi güzellikleri, özellikleri kocasınınkinden öne geçince dedikodu çıkmış, o da küfüv sağlamak için kendini çirkinleştirmenin yollarını arayıp bulmuş. Aysona ise yirminci asrın ilginç Türkmen şairlerinden Annasoltan Kekilova'ya benziyor biraz, ama o değil. Aslında bu iki karakter de çok ilginçti. Tabi ben ilginç olayları ne kadar sakin verilebilirse o kadar sakin vermişim. Gerilim sıfıra yakın yani. Aysona, Firuze'yi kendine benzetiyor biraz. Onun için hikâyesini yazmak istiyor ama tamamlayamıyor. Anlatıcı, bir zamanlar Türkmenistan'da bulunmuş bir öğretmen, o da Aysona'nın hikâyesini yazmak istiyor. Aslında tam manasıyla kuvveden fiile çıkmamış olsa da kendi ruh haliyle Aysona arasında paralellik hissediyor. Ben de kendim olarak kendimi Firuze romanının anlatıcısına yakın hissediyorum. Ama aynısı değilim. Birkaç katlı bir kurgu yapmak istedim. Sonra bu kurgu bazı yerlerinden kırıldı ve katlar birbirine karıştı. Ben de altında kaldım sanırım. Asıl anlatmak istediğimi bu birkaç katlı kurgunun altına bir yerlere gömmüştüm. Onun için de dosyanın adına "Gömü" demiştim. Firuze ismini editörüm Kalender Yıldız öne çıkardı. Çok da iyi yaptığını düşünüyorum. Sanırım gömü ismiyle çıksaydı bu kitap da öncekiler gibi gömülüp kalacakmış. Bir de ablam evdeki işe yaramaz kumaşları keser diker harika pikeler, örtüler yapardı. Firuze'yi kurgularken onun bu pikelerini modelledim biraz.

MO: Hüdayi Can'ın yazı çalışmalarını merak ediyoruz. Neler var dağarcığınızda?

HC: Şu an bir dosyaya son hâlini vermek üzereyim. Tek taraflı mektuplardan oluşmuş bir roman. Kendime bir yıl mühlet vermiştim, üç haftam kaldı. Bitirip yayınevine göndereceğim. Bazı noktalarında editör arkadaşlarla istişare etmem gerekecek sanırım. Bir de "Türkçe - Türkmence Yalancı Eşdeğerler Sözlüğü" hazırlıyorum. Yaz tatiline bitirmek istiyorum ama belki güze de sarkabilir. Aslında önemli bir kısmı hazır. Bu arada bazen başka işlerden sıkılınca şiir aktarıyorum. Zihnimi canlı tutmamda katkısı olduğunu düşünüyorum. Bir yıldır Gurbannazar Ezizov'un uzun bir şiiri üzerinde çalışıyorum. Bazen aylarca bakmıyorum, bazen atlaya atlaya üç-dört tane 'dörtlük' çalışıyorum.

MO: Sanatçı, kendi toplumunun acısıyla sevinciyle yaşar ve bunu dillendirir. Siz de aynı durumu dokuz yıldır yaşayan birisi olarak bu duruma nasıl bakıyorsunuz? Toprağından kopukluk yazıyla aranıza giriyor mu?

HC: Evet, bazen hâlâ hüzün biriktirdiğimi düşünüyorum. Bazen kendimi çok yalnız, unutulmuş, terkedilmiş hissediyorum. Bir dergiye bir yazı göndersem mesela, hiç haber alamıyorum, bazen çıksa bile çok sonra haberim oluyor. Gözden uzak olan gönülden de uzak oluyor belki. Bir de bazı konuları bir gün memlekete dönersem daha iyi yazabileceğimi düşünüyorum. Dağlar, üzerinden görülmez çünkü. Dağı tüm heybetiyle görebilmek için uzaktan bakmak lazım. Tiflis günlerimle ilgili "Ahmet Beyin Penceresi" diye bir hikâye yazdım. Oradan ayrıldıktan iki yıl sonra yapabildim bunu.

"Emanet bir zaman yaşadım" yani. Demin bitirmek üzere olduğumu söylediğim dosyanın konusu da öyle bir şey: Müstear zamanlarda, müstear mekânlarda yaşanan müstear hayatlar...

MO: Akasya hikâyeleri, Yurtdışı Hatıraları Serisi, Marallar Suya İnince gibi eserlerle yurtdışındaki eğitim hizmetleri edebiyatta kendine yer bulmaya başladı. Söz konusu kitaplarda anlatılanları yaşayan birisi olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşananlarla yazılanlar örtüşüyor mu? Bu hususta sizinle aynı kaderi paylaşanlara düşen görevler nelerdir?

HC: Yazılanlar yaşananların küçük bir parçası. Bu konuda Ali Tokul'un ikinci kitabının adını biraz değiştirerek "gerçeği hikâyesinden güzel" diyebiliriz. Bu yeni bir alan ve epey kitap çıktı, ama daha çok kitap çıkacak ve çıkmalı da. Yazılanlardan en başta kendim için çıkardığım dersi birkaç cümleyle de olsa aktarmak istiyorum. Öncelikle yazılan şey hatıraysa hatıra, hikâyeyse hikâye olmalı. Yani gerçekle kurmacayı birbirinden ayırmak lazım. Bu hatıra ama biraz süslemeli düşüncesi nasıl yanlışsa, bu roman ama birebir gerçekleri anlatıyor düşüncesi de yanlış. Kitabın üzerinde roman, hikâye yazıyorsa bu kitap tamamen yaşanan olayları anlatıyorsa bile hayali bir kurgu gözüyle bakmalıyız. Hatıra yazıyorsa, o esere kurmaca burnunu sokmamalı. Ben bu kitaplardan tam olarak hatıra diyebileceğimiz eserleri daha çok sevdim. Kitapların hepsi elime geçmediği için içlerinde okuyamadıklarım da var. Olayları fazla destanlaştırmadan, gerçek hayat kareleri olarak anlatmak metni daha okunur kılıyor. Marallar Suya İnince'yi sevdim. Hatta onunla ilgili bir değerlendirme de yazmıştım. "Benefşe"yle ilgili çevremdeki arkadaşlardan çok olumlu yorumlar aldımsa da o kitabı pek tutmadım. Olaylar nerede geçiyor, bu olay bir Türk cumhuriyetinde mi başka bir yerde mi geçiyor, halk müslüman mı, gayrimüslim mi bilemedim. Bunlar net olarak yazılmasa da yazar kendi kafasında bu soruların cevabını vermeli ve aysbergin görünen kısmı olarak bize sunduğu metinde okuyucu çelişkiye düşmemeliydi. Bir de coğrafyayı görmeyen birinin yazdığı metni, gören biri olarak okumak, düşüncelerimi olumsuz etkilemiş olmalı.

Bize düşen elbette daha çok yazmaktır. Bu bir. İkincisi ve bence daha önemlisi, birbirimizin yazdıklarını okuyup, düşüncelerimizi eleştirilerimizi paylaşmaktır. Ben bu kitapları hep okumaya çalışıyorum, ama yorumlarımı paylaşma konusunda tembel ya da çekingen davranıyorum. Yazarını bire bir tanımadığım için nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyorum çünkü. Belki bir yaz tatilinde bir hafta on gün beraber olma imkânı olsa hepimiz için çok istifadeli olur. Böyle bir yüz yüze tanışmadan sonra bir elektronik posta grubuyla fikir alışverişi devam ettirilebilir. Bu tür bir organizasyon kişiler için zor olsa da bir dernek, vakıf, yayınevi vs... için çok zor olmasa gerek.

Bu keyifli sohbet için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.