Diyanet’in Fethullah Gülen aleyhindeki raporuna bakış
İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar. Büyük ölçüde doğru. Fakat insanlarla sağlıklı bir iletişimde, varış yolu üstündeki istasyonlar gibi geçilmesi gereken on merhale var. Her merhalede kısaca durup durum değerlendirmesi yapmak gerekir.
Ne düşündüm?
Ne demek istedim?
Ne dediğimi sanıyorum?
Ne dedim?
Muhatabım benden ne işitmek istedi?
Ne işittiğini sandı?
Ne işitti?
İşittiğinden ne anlamak istedi?
Dediğimden ne anladığını sandı?
Fiilen ne anladı? (Bernard Werber, L’Enyclopédie du savoir relatif et absolu, Paris, Éd. Albin Michel,2000, p.34)
Diyanet İşleri Başkanlığının raporunu okurken, bu ihtimalleri sorgulayarak değerlendirme yapmak oldukça önemli. Hatip ne diyor? Onu kendine göre söyletmek isteyen ne çıkarıyor? Meşhur Farsça beytin tam yeri: “Men çe gûyem, tenburem çe zened?” (Ben hangi havadayım, tanburum ne havada? Benim söylediğim nerede, karşımdakinin anladığı nerede?)
Elli yıldan fazla bir zamandan beri konuşan, ülkemizin her tarafında konuştukları, yazdıkları izlenen Muhterem Fethullah Gülen’in dedikleri pek iyi anlaşılmış olduktan sonra, faşist bir yönetimin propagandasıyla sun’i bir ortam meydana getirildi. “Biz elli senedir işitme, görme ve anlama engellisi imişiz. Şimdi seni yeniden dinlemek ve duymak istediğimiz bir takım yanlışlarını bulmak istiyoruz” vesvesesi üflendi. Evet, bu rapor hadisesi bundan ibarettir. İslam’a bağlılığı gün gibi aşikâr bir zatı İslam dışı göstermek kolay olmadığından, hazırlatılan rapor tutarsız söz yığınından ibaret olmuştur. Bu metni Din İşleri Yüksek Kurulu’nun hazırlama ihtimali bence oldukça zayıftır. Zira onlar yeterince tanıdıkları bu zatta İslam dışı fikirleri bulmanın pek kolay olmadığını bildiklerinden, yeni yetme birkaç raportöre verilen talimatla alelacele hazırlatılmış ve siyasi otoritenin emri ile imzalatılmıştır.
Böyle olunca, girişte sunduğum on merhaleden beşinci ihtimal devreye girmiş ve muhatap, söyleneni değil de, bulmak istediklerini yazmış. Önyargı ile İslam ilim ve takva beldesinin kapısı Hz. Ali radiyallahu anh’ı, hakem kabul ettiğinden dolayı mahkûm eden Haricî kafa: “Kur’an, ‘Allah’tan başka Hakem aramak olmaz’ diyor (6 En’am, 114). Sen ise ona muhalif davrandın.” dediler. O: “ Bu, yanlış maksat için kullanılan doğru bir söz! Dediğiniz doğru, Allah’tan başka gerçek Hakem olmaz. Fakat O, hükmünü Kur’an’da bildirdi. Kur’an bir kitap olarak kendisi bu hükmü uygulayamaz. Onu insanlardan birinin uygulaması gerekir. Benim yaptığım da bundan ibaret” dedi (Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, s.111). Ama ne çare, haricî kafa düşünmedi. Dinden çıktı diye Hz. Ali gibi, Hz.Peygamber (a.s.m)ın övgülerine mazhar olmuş pek büyük bir ilim ve takva âbidesini katl etti. Onu vuran zalim kılıç, maalesef günümüze kadar da kınına girmedi. Halbuki o hazret, kendisine kılıç çekenler hakkında mürted demez, “bize zulm eden din kardeşlerimiz” derdi. Müslümanlığına delil olan biri hakkında “İslam dışına çıktı” demenin vebalini iyi bilirdi.
Bu konu ile ilgili ayet-i kerimeleri ve Peygamber Efendimiz aleyhis salatü ve’s selam’ın hadis-i şeriflerini değerlendiren fukahay-ı kiram: “Bir meselede doksan dokuz ihtimal küfre ve bir ihtimal de küfür olmadığına olursa, küfürde olmamak sûretiyle fetva vermek gerekir” diye hükmetmişlerdir (İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtar, I-VI, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1992, 4/224) . Hem İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin kapı gibi ölçüsünü unutmayalım: “Kişi İslam’a hangi kapıdan girmişse o kapıdan çıkar” (Kemaleddin Ömer İbn Ahmed, Buğyetu’t-taleb fî tarihi Haleb, Dâru’l-Fikr, 6/2893. İmam Tahâvî (ö. 321/933) Ehl-i Sünnet akidesini toplayan meşhur eserinin Girişinde şöyle der: "Bu kitap, İmam Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed Şeybanî gibi fakihlere göre -Allah hepsinden razı olsun- Ehl-i Sünnet akidesini beyan etmektedir (Gaznevî, Şerhu Akîdeti't-Tahâvî, s.22). Tahâvî metinde de onların akidesini şöyle ifade eder: "Kişi imana nereden girmişse ancak onu inkâr etmekle oradan çıkar" (a.g.e. s.115). Görüldüğü gibi bu da farklı lafızla tamamen aynı mânayı beyan etmektedir. Yani kelime-i şehadet ile, Allah’ı Rab, Hz. Muhammed’i onun elçisi kabul etmekle kişi İslam’a girer, ancak bunu inkâr etmekle o binadan çıkar. Bu kapı gibi ölçüyü görmez’den gelen, kişiyi paketleyip balkondan yere sarkıtmaya kalkarsa bu iş geçerli olmaz, ama buna girişen balkondan düşebilir. Kimsenin de bu duruma düşmesini temenni etmem.
Fakihlerimizi bu ihtiyata sevk eden ciddi gerekçeler vardır ki onlardan birkaç tanesi şunlardır: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerini fasıklık veya kâfirlikle itham etmesin. Suçladığı kimse fasık veya kâfir değilse, bu sıfatlar kendisine döner” (Buharî, Sahih, Edeb, 44). “Bir kimse din kardeşine “Ey kafir!” derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre girer. Eğer o kimse dediği gibi ise ne âla; aksi takdirde sözü, kendi aleyhine döner” (Müslim, Sahih, 1, 19). Haricîlerin zuhurunu görecek kadar yaşayan Abdullah ibn Ömer (r.a) gibi sahabe fakihleri, onların, ayetleri yanlış anlayıp uyguladıklarını ifade etmek için: “Haricîler, bu Ümmet içinde ortaya çıkan en şerli fırkadır; çünkü onlar, kâfirler hakkında indirilen ayetleri müminler aleyhinde gösterdiler”demişlerdir (Buharî, Sahih, Kitabu İstitabeti’l- mürteddin, 6). Doğru anlayıp doğru uygulamadıktan sonra ayetleri sıralamak marifet değildir.
Raporun din dışına çıkarmak istediği âlim Fethullah Gülen, tüm hayatı boyunca İslam’a öylesine bağlı yaşamaya gayret etmiştir ki bu ithamla başı kesilse bile kanının her damlası:
“Huda Rabbim, nebim hakka Muhammed’dir Resûlullah,
Hem İslam dinidir dinim, kitabımdır kelamullah”
diye yazacak bir şahsiyettir. Dini anlayan ilim sahibi olduğuna da vaazları, kitapları, yaptıkları, sözlerini dinleyen müslümanların anlayış ve davranışları şahittir.
Kur’an-ı Hakîm, Allah’ın kıyamete kadar gelecek insanlığa rehber olarak gönderdiği İslam medeniyetinin güneşi, temeli, anayasası ve bütün islamî ilimlerin kendisinden kaynaklandığı, kütüphaneler dolusu kitapların mânalarını kapsayan mukaddes bir kitaptır. Tefsir, usul-i tefsir, esbab-ı nüzul, usul-i fıkıh, fıkıh, hadis, akaid, kelam, tasavvuf, ahlak, belagat, ahlâk-ı islamiyye gibi ilimler onu gereği gibi anlamanın yol ve yöntemlerini göstermektedir. Bunlardan habersiz haricî tavrı onu layıkı ile anlamaktan çok uzaktır. Kur’an’da ve dinde müteşabih, muhkem, umum, husus, mutlak, mukayyed, esbab-ı nüzul, mecaz, hakikat, teşbih, istiare gibi kavramlar bulunmakta olup onların maksatlarının bu ilimlerin prensiplerine göre anlaşılması gerektiğini İslam âlimleri bildirmişlerdir. Maalesef rapor, bu ilimlerin kural ve prensiplerini yeterince uygulamaktan uzaktır. Ezcümle:
Sayfa 14’te “Caminin kürsüsünde Allah vardır. Cemaatın arasında Muhammed Mustafa vardır” başlığı altında Muhterem Hatibin İzmir Hisar camiinde 1989’daki vaazından şu iktibas yapılmış:
“A. ALLAH İLE GÖRÜŞME İDDİALARI
1. “Caminin Kürsüsünde Allah Vardır, Cemaatin Arasında Muhammed Mustafa Vardır”
Gülen 26.11.1989 tarihli Hisar Camii’nde yaptığı bir konuşmasında İslam inancıyla bağdaşması asla mümkün olmayan şu ifadelere yer vermektedir: “Mümin mabede adımını attığı andan itibaren orada gerçekten kime ta’zim yapılacak, onun mehabet ve mehafeti altına girer. O meclis öyle bir meclistir ki o meclisin kürsisinde artık bakan, gören, duyan, her şeyimize nigehban olan (haberdar olan) Allah vardır. Ve eğer saflarınızın arasında dolaşan birisi varsa, yukarılardan ona müsaade edilmişse o da kendisi ile alakalı her toplantıda bulunup toplantıyı şereflendirmek için bulunan, gönüllerimizin sultanı, gönüllerinizin sultanı, insanlığın efendisi Hz. Muhammed Mustafa vardır. Ve sizi böyle bir mülahaza altında, camide hatırlatacağım, çağıracağım, davet edeceğim gibi ukalaca şeylerden kaçınarak, sizi, böyle bir tablo karşısında camide bulunduğunuz şeyleri takdire davet ediyorum. Kalpleriniz, benim anlayış ve idrakimin çok üstünde bunu takdir ediyordur zannediyorum. Onun için hoca da girse, devlet başkanı da girse, başbakan da girse; burada bizim kalplerimize saniyede, yetmiş defa nazar eden Allah var celle celalühü! Ve burada O’nun gözünün içine bakan, O’nun cemâl-i bâkemâlini müşahade eden Hz. Muhammed Mustafa vardır. Çünkü cemaat, onun cemaatidir, çünkü sultan odur, çünkü sikkeyi basan odur; tuğrayı kesen odur.” (Görüntülü Vaazlar 1-Hisar 1, Kutsilerin Takvası, dk. 10:40-12:00).”
Bu pasajı verdikten sonra rapor şu sonuca varıyor: Konuşmada başlıca üç sakıncalı söylem yer almaktadır: 1- Gülen’in konuştuğu kürsüde Allah vardır. 2- Peygamber Efendimiz Allah’ın gözünün içine bakmaktadır. 3- Hz. Peygamber, Gülen’in hitab ettiği cemaatın arasındadır.
Bu değerlendirme, acınacak bir anlayış sefaleti sergiliyor. “Allah’tan başka Hakem yok” diyen Haricî bile bu kadar tutarsız olmamıştı. Şöyle diyor:
“Gülen’in konuştuğu kürsüde Allah’ın bulunduğu iddiası Yüce Allah’a mekân isnat etmek anlamına gelir. Yüce Allah “mekândan münezzeh” olduğu için O’na mekân isnat eden söylemler kullanmak İslam inancına kesinlikle aykırıdır. Hatta bazı Hanefi âlimler, “Allah semadan ve arştan bizi gözlemektedir.” ifadesini kullanmanın bile sahih Allah tasavvuruyla bağdaşmayan, kişinin imanını zedeleyen bir davranış olduğunu ifade etmişlerdir. (Yahyâ b. Ebû Bekr el-Hanefî, Kitâb fi Beyâni’l-İ’tikâd, s. 18). Buna rağmen örgüt lideri, inanç bakımından risk taşıyan, kişinin imanını tehlikeye sokan bu ifadeleri pervasızca, kitleleri etkilemek için kullanmış; onun tarafından Allah, –hâşâ– cami kürsüsüne yerleştirilmiştir. Allah’a göz isnad edilmesi ve Hz. Peygamber’in onun gözünün içine baktığının ileri sürülmesi Yüce Allah’ı cisim olarak düşünen veya O’na cismanî özellikler nisbet eden tam bir ‘Mücessime’ ve Allah’ı yaratıklara benzeten ‘Müşebbihe’ tavrıdır. Sapkın dinî anlayışlara sahip bu grupların (fırak-ı dâllenin) söylemlerinin örgüt lideri tarafından özensizce, cemaate nüfuz etmek için kullanılması onun ya bilgisinin ya da dinî duyarlılığının eksik olduğunu açıkça ortaya koymakta; daha yerinde bir ifadeyle, iman esasları dâhil hiçbir kutsal değeri istismar etmekten çekinmeyen cüretkâr tavrını gözler önüne sermektedir. Hz. Peygamber’in Gülen’in konuştuğu cami cemaatinin arasında olduğu iddiası ise kendini yüceltme adına sarf ettiği dinî ve hissî dayanaktan yoksun bir hezeyandan ibarettir.”
Şu hadis-i şeriflerin ışığında hatibin söylediklerini anlamaya çalışalım:
Ebu Hüreyre (r.a) Allah Resulü'nden (a.s.m) naklediyor: “Bir grup insan Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında onu müzakere eder (ders yaparlarsa) mutlaka üzerlerine maddî manevî huzur, rahatlık iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır ve Allah o kimseleri Kendi yanında bulunan melekler arasında anar” (Müslim, Sahih, Zikr, 38).
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Allah Teala’nın, zikir meclislerini kollayan seyyar melekleri vardır. Onlar Allah’ın anıldığı bir meclis bulur bulmaz onların yanına otururlar, kanatlarını birbirine bitiştirirler. Zikr edenlerle dünya semasının arasını dolduracak kadar yerleşirler. Zikr edenler dağılnca göğe yükselirler. Allah Teala olanları pek iyi bildiği halde Kendisi ile onlar arasında şöyle bir konuşma geçer:
- Nereden geliyorsunuz?
- Yeryüzünde Seni tenzih, tekbir, tehlil, hamd eden ve Sen’den isteyen kullarının yanından geliyoruz.
- Ben’den ne istiyorlar?
- Cennetini istiyorlar.
- Cennetimi gördüler mi?
- Hayır ya Rabbi!
- Bir de görselerdi kim bilir ne yaparlardı!
- Ayrıca onlar Sana sığınıyorlardı.
- Peki neden sığınıyorlardı?
- Sen’in cehenneminden sığınıyorlardı ya Rabbi.
- Peki cehennemimi gördüler mi?
- Hayır ya Rabbi.
- Bir de cehennemimi görselerdi kim bilir ne yaparlardı!
- Ayrıca onlar Sen’den af diliyorlardı.
- Ben de onları affettim, istediklerini verdim, korktuklarından onları kurtardım!
Sonra melekler şöyle dediler: Ya Rabbi, onların arasında çok günahkâr biri de vardı ki sadece geçerken yanlarına uğramıştı.
Allah Teala şöyle buyurdu: “Ben onu da affettim, çünkü onlar öyle kimselerdir ki yanlarında oturan da mahrum kalmaz” (Müslim, Sahih, Zikr, 25; Buharî, Sahih, Daavat, 66).
Bir hadis-i kudside, Resulullah (a.s.m) : “Allah Teala şöyle buyurdu: Ben kulumun beni düşündüğü gibiyim. Beni hatırlayıp zikr ettiğinde onunla beraberim. O Beni kendi başına hatırlar ve anarsa Ben de onu aynı şekilde anarım. Şayet Beni bir topluluk içinde anarsa Ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” (Buharî, Sahih, Tevhid, 15).
Bu hadis-i şerif şu manaları ihtiva ediyor: Cami, Allah’ın evidir. Allah’ın kitabını, dinini öğrenmek, O’nu anmak için orada toplanan cemaat, O’nun rahmet nazarı altındadır. Melekler onların yanına varıp onlara refakat ederler. Allah onlardan razı olduğu için, Mele-i a’la’daki melaikeye, o kullarını takdir ettiğini bildirir. Allah Kendisini zikr eden kulu ile beraberdir. O, Kendisini zikr eden kulunu anar, över. Bu hadislerde müteşabih ifadeler var. Ayet-i kerimelerde de Allah’a; ayn yani göz (20 Tâhâ 39) ; a’yun yani gözler (11 Hud, 37; 23 Mü’minun 27; 52 Tur, 48); yani Allah’ın beraberliği (57 Hadid, 4), Allah’ın vechi yani yüzü (28 Kasas, 88; 76 İnsan 9; 6 En’am 52), Allah’ı önünde bulma (24 Nur 39 ) gibi müteşabih ifadeler vardır. Din dili, bu gibi kendine has ifadelerle Allah’ın varlığını insanlara hissettirir. Selbi sıfatlardan ziyade sübuti sıfatlarla O’nu tanıtır. Felsefi soyut kavramlardan çok, müşahhas kavramlarla ilahi hakikatleri insan anlayışına yaklaştırır. Bunlar yaratıklara ait bazı sıfatlar isnad ediyor intibaı verse de, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûra 42, 11) gibi muhkem ayetlerin ışığında anlaşılmışlardır. Bu lafızları Yüce Allah’ın münezzehiyetine layık bir tarzda tefsir eden ilimler olduğundan, böylesi müteşabih ifadeleri anlamada İslam ümmeti başından beri müşkilat çekmemiş, ilmî seviyesi yüksek olmasa, hatta ümmî olsalar dahi Müslümanlar bunları kelam-ı ilahinin maksadına uygun olarak, siyaka göre O’nun rızası, inayeti, rahmeti, tevfiki veya ilmi mânalarına anlamışlardır. Camiye giriş âdabını anlatan bir çok vaiz: “Allah’ın evine giriyorsunuz. O’nun huzuruna çıkacaksınız. Ona göre bir huşû ve vakar ile girin” gibi hatırlatmada bulunur. Bu gibi ifadelerden kimse Allah’ın bir mekân içinde olduğunu düşünmez. Raporun iddia ettiği üzere Hatibi; Mücessime, Müşebbihe gibi Allah’ı yaratıklara benzeten fırkalara sokuşturmaya çalışmak, gerçekten sırıtmakta, “ben ne diyorum, muhatabım ne çıkarıyor?” sözüne masadak olmaktadır. En büyük iki akaid imamından biri İmam Eş’arî (ö.324/935) müslümanlar içinden çıkmış olup bazıları çok uçuk iddialarda bulunan, birçok kimsenin küfre girdiler diye nitelendireceği yüzden fazla fırkanın inançlarına yer verdiği kitabına “Makalatu’l-İslamiyyin ve ihtilafu’l-Musallin” adını vermiştir. Kur’an’ı kabul edip Ehl-i kıble olan bütün bu inançlardan hiç birini İslam dışına çıkarmamıştır. Raporu hazırlayanlar bunu göz ardı ederlerse Fethullah Gülen Hocaefendi'yi ve onu takdir eden camiayı değil de, asıl kendilerini tehlikeye attıklarını düşünmelidirler. Camideki cemaata hitap eden hatip, ayetlere ve hadislere dayanarak, onlarda bildirilen vasıfları taşıyan böyle bir mecliste Allah’ın rızasının olduğunu vurgulamaktan başka bir şey yapmamıştır.
Sayfa 16’da Muhterem Fethullah Gülen’in bir hadisi açıklamasının nerelere çekildiğine bakalım:
Dünyada Cenâb-ı Hakk’ı müşahede
İleriki alıntılarda da görüleceği üzere Gülen, doğrudan Allah’ı gördüğünü ve müşahede ettiğini iddia etmektedir. Ancak o, bu iddiasına zemin hazırlayabilmek için önce herhangi bir beşerin de Allah’ı görebileceğini söylemesi gerekmektedir. Dolayısıyla Gülen, Yol Mülahazaları isimli eserinde şu satırlara yer vermektedir:
“Vicdan mekanizmasına ait hislerini inkişaf ettirmiş birinin nazarında şehvet hislerinin tesiri çok da önemli değildir. Böyle biri memnu bir manzara karşısında vicdanını dinleyerek “Nazar şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu benden korktuğundan dolayı terk ederse onu imana çeviririm. Ve o kimse bunu kalbinde derin bir zevk olarak hisseder” kutsî hadisini hatırlar ve haram işlememek için gözünü kapar. Bu hadisi şeriften de anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak, gözünü haramdan çeviren bir insanın kalbinde, imana ait öyle bir lezzet vermektedir ki bu lezzet, o insana âdeta her türlü iştihayı (arzuyu) unutturmaktadır. O kişinin haram karşısındaki bu tutumu, daha sonra Cenâb-ı Hakkı müşahede gibi mühim bir neticeyi de semere verecektir. Bu müşahede ötede olabileceği gibi bu dünyada da olabilir.” (Gülen, Yol Mülahazaları, Nil Yayınları, İzmir 2008, s. 80).
Bu ifadelerde, gözünü haramdan koruyan kimselerin Cenâb-ı Hakk’ı müşahede (görme) gibi güzel bir sonuçla karşılaşacakları dile getirilerek bunun âhirette olabileceği gibi bu dünyada da gerçekleşebileceği iddia edilmektedir.”
Muhterem Hatip Fethullah Gülen, açıkça görüldüğü üzere bir hadis-i kudsiyi (el-Hakim, Müstedrek, 4/314; Münzirî, et-Terğib ve’t-terhib, 3/63) zikr edip Allah’ın övdüğü işi yapan kulun derecesinin yüksekliğini dile getirmektedir. Rapor ise suizanla bile zor çekilecek yerlere çekiyor: Güya Gülen “doğrudan Allah’ı gördüğünü ve müşahede ettiğini iddia etmektedir. Ancak bu iddiasına zemin hazırlayabilmek için önce herhangi bir beşerin de Allah’ı görebileceğini söylemesi gerekmektedir (…)
Dayanılmaz bir cazibe karşısında, Allah’ın kendisini gördüğünü hatırlayarak, Şeytana ve nefsine uymayıp şehvetle bakıştan vaz geçen mümin, ne yapmıştır, ihsan idealini gerçekleştirmiştir. İhsan nedir? Resulullah’ın (a.s.m) tabiriyle “O’nu görüyorcasına Allah’a ibadet etmektir” (Buharî, Sahih, İman, 1) . Hatip, Allah’ı görüyorcasına O’nun huzurunda isyan etmekten utanan kulun derecesinin yüksekliğini anlatmaya çalışmıştır. Hatibin, hadis-i şerifte bildirilen tabiri kullanmasını mahkûm eden rapor, “O’nu görüyorcasına Allah’a ibadet” diyen Hz. Peygamber’e ne cevap verecek acaba? Yüce Allah’ı görüyorcasına O’na kulluğu yüksek bir makam olarak gösteren Hz. Peygamber (asm)ın beyanına uymanın yanlışlığını kim iddia edebilir? Muhterem Hatib’in savunmaya ihtiyacı yok. Allah’ı görüyor gibi kulluk etmemizi en büyük gaye olarak bildiren Efendimiz’in bu beyanı başka hiçbir söze hacet bırakmamaktadır.
Konuyu ilgisiz yerlere çeken maksatlı tavır bununla da kalmıyor. Vehim devreye giriyor. Vaiz söylemese de, rapora göre, onun gizli iddiası, insanları Allah ile görüştüğüne inandırmaktır. Güya Gülen : “doğrudan Allah’ı gördüğünü ve müşahede ettiğini iddia etmektedir. Ancak bu iddiasına zemin hazırlayabilmek için önce herhangi bir beşerin de Allah’ı görebileceğini söylemesi gerekmektedir (…) . Bu çıkarımı bir lise öğrencisi bile yapsa mazur karşılanamaz. Din İşleri Yüksek Kurulu buna nasıl imza atabilir. Bu cehalet, suizan ve önyargı karalaması, hazırlayanların düştüğü seviyeyi o derecede göstermektedir ki, başkasının tenkidine hiç hacet bırakmamaktadır.
Sonra da hadis-i şerifi açıklayan Hatibi firak-ı dalle’ye, İslam’dan sapan sapık gruba atıyor ve şöyle bitiriyor: “Böyle bir sapmayı kitlelere telkin etmek ise, kendisine bağlı konsolide/muhkem bir topluluk oluşturmak için dinî hakikatleri çarpıtmaktan çekinmeyen makyavelist bir zihniyet ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir” (s.17). İki sayfanın sonucu olan bu psikiyatrik laf salatası, raporu hazırlayanların dini de, hukuku da, ahlâkı da, sosyolojiyi de yeterince bilmediklerinin itirafından ibarettir. Din İşleri Yüksek Kurulu'nu bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!
Peygamber Efendimiz (a.s.m) çocuk yaşta olan Abdullah İbn Abbas'a (r.a) bile: “Ya gulam, ihfazi’llahe yahfazke. İhfazi’llahe tecidhu emamek” diye başlayan nasihatte bulunmuştur. Anlamı: “Evladım! Sen Allah’ı gözet ki O da seni gözetsin. Sen Allah’ı gözetirsen O’nu önünde bulursun. İsteyecek olursan yalnız Allah’tan iste! (…) (Tirmizî, Sünen, Kıyame, 59; İmam Ahmed, Müsned 1, 307). Sözü uzatmaya gerek yok. Hazret-i Peygamber (a.s.m)ın bu beyanı, yoruma ihtiyaç bırakmaksızın, bu kabîl tutarsız iddialara en kesin cevaptır.
Böylesi bir metin, cevabı uzatmayı, yazanı da okuyanı da daha fazla meşgul etmeyi hak etmiyor. Ama bir konuyu daha irdeleyip yazımı tamamlamak istiyorum. S.18-19 dan “Zat-ı Uluhiyyet ile bî kem u keyf konuşması” başlığını iktibas edelim:
“Yukarıdaki alıntıda üstü kapalı bir şekilde Allah’ı gördüğü hadsizliğinde bulunan Gülen, aşağıdaki pasajda ise zaman ve mekân üstü olarak; Allah, Cebrail ve Hz. Peygamber ile nitelik ve niceliği belirsiz bir şekilde görüştüğünü ima etmektedir. Ancak bunu yaparken kendisine karşı oluşabilecek soru işaretlerini ve muhtemel tepkileri bertaraf etmek amacıyla konuyu kendisinden bahsetmeksizin genel bir anlatımla izah etmeye çalışmaktadır. Şu kadar var ki müntesipleri bu ifadelerle Gülen’in aslında kendisinden bahsettiğini çok iyi bilmektedir. “Yani insan, mahiyeti itibariyle zaman üstü, mekân üstü olabilir. Dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur-i risaletpenâhiye ulaşabilir ve Efendimizi dinleyebilir. Hz. Cibril’i Kur’an okurken duyuyor gibi olabilir. Zât-ı uluhiyyetin bikem u keyf kendisine konuştuğunu duyabilir. Buna binaen ehlullahtan bazıları Efendimizden ve sahabeden hadis aldıklarını söylüyorlar. Hatta ben tabiindenim diyen insanların sayısı az değildir… Doğrudan doğruya efendimizden emir aldım diyenlerin sayısı da az değildir.” (Gülen, Sohbet-i Canan, Nil Yayınları, İstanbul 2013, s. 21-22).
“Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül, melekûtî ufku itibariyle dünü bugünle beraber, bugünü de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zaman üstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir.” (Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3, Nil Yayınları, İstanbul 2011, s. 98).
Yukarıdaki ifadelerde Gülen, başlıca şu üç iddiada bulunmaktadır:
1. İnsan, keyfiyeti/niteliği ve kemiyeti/niceliği meçhul bir şekilde Yüce Allah’ın konuşmasını duyabilir.
2. İnsan, zaman ve mekân üstü olabilir; dünü bugünle, bugünü de yarınla beraber yaşayabilir.
3. Doğrudan doğruya Peygamber Efendimizin huzuruna çıkıp onunla görüşebilirve hatta ondan talimat alabilir.
Kur’an-ı Kerim’de havarilere (Mâide, 5/111) ve Hz. Musa’nın annesine (20 Tâhâ, 38) ilham yoluyla birtakım yönlendirmeler yapılmış olsa da âyet-i kerimede açıkça vurgulandığı üzere peygamberler dışında hiçbir kimsenin Yüce Allah ile konuşup görüşmesi vaki değildir. Allah Teâlâ kendi mesajını insanlara ulaştırmak için onlar arasından seçmiş olduğu peygamberleri vasıta kılmıştır. (Şûrâ, 42/51). Bu sebeple Allah’ın, peygamberler dışında insanlarla konuşması söz konusu olamaz. İnsanın zaman ve mekân üstü olduğu iddiasına gelince böyle bir özellik sadece Yüce Allah’a mahsustur. Allah’ın dışında hiçbir varlık zamandan ve mekândan münezzeh değildir. Nitekim âyet-i kerimede hiçbir varlığın Allah Teâlâ’nın zatına has özellikleri taşıyamayacağı şu şekilde ifade edilmektedir: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 42/11).
Dünü bugünle, bugünü de yarınla beraber yaşamak iddiası da geçmişi ve geleceği aynı anda bilmek ve gayba muttali olmak anlamı taşır. Hâlbuki gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir.” (En’âm, 6/59) buyurulmaktadır. Dolayısıyla Gülen’in bu sözleri İslam inanç esasları ile bağdaşmadığından bu tür iddialarda bulunan kişilerin söylediklerini de dikkate almamak gerekmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile görüşüp ondan talimat alma iddiası ise ileride ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.”
Değerli okuyucu dikkatle okursa buradaki niyet okuma, suizan, ön yargı, lafı ilgisiz yerlere çekme gibi tutarsızlıkları görebilir. İmam Gazzalî İhyay-ı Ulum eserinin “Kur’an okuma âdabı” bölümünün üçüncü kısmında, Kur’an okumanın derunî âdabını on maddede toplamıştır. Bu da oldukça bilinmekte olup bir çok vaiz ve ilim ehli bu mütalaasını ondan nakletmişlerdir. “Tahsis” adını verdiği sekizinci maddede İmam Gazzalî şunu vurgular: Okuyan, Kur’an’daki her hitabın yalnız kendisine yönelik olduğunu düşünüp etkilenmelidir. Raporun zihniyeti, bunu kim bilir nasıl tenkid ederdi: “Ne demek, Kur’an bütün insanlığa geldiği halde onun yalnız kendisine hitap ettiği iddiası da ne oluyor? Batıl ve saçma bir iddia vs.” derdi. Bundan sonraki dokuzuncu maddede ise İmam, Kur’an’ı okuyan veya dinleyenin onu Hz. Peygamber’den, sonra Cebrail’den işittiğini tasavvurdan sonraki mertebeye “terakki” adını verip şöyle diyor: “Okuyan veya dinleyen, Kur’an’ı bizzat Allah’tan dinleme derecesine terakki etmeli.” (İhyay-ı Ulum, 1, 372-382).
Muhterem hatip Fethullah Gülen’in sözlerinde insanın Allah ile konuşması, ona vahiy gelmesi iddiası yok. Sadece ayeti dinlerken, tefekkür ile, kelamı asıl sahibinden dinleme derecesine terakki etme tavsiyesi var. Bu iddia sahiplerini İmam Gazzalî’ye havale ediyorum. Onu mağlup ettikten sonra Fethullah Gülen’e de hücum edebilirler.
Sayfa 20’de “Bana Hak’tan nida geldi” başlığı altında, onun vaaz eznasında nakl ettiği bir şiir beytinden, “ağzından baklayı çıkarıp Allah ile görüştüğünü iddia ettiği” iftirası mübah görülmektedir.
Bakın, s. 21’de Hz. Peygamber’in cemaata iltifatı nerelere çekiliyor. Men çe gûyem, tenburem çe zened? meselesi. Oysa Hz. Peygamber (a.s.m)ın vaaz cemaatına iltifatının maksadı, belli ki onun talimatını nazar-ı dikkate alan müslümanları takdir etmesidir. Bunun için, Vaizin onunla görüştüğünü iddia ettiği nereden çıkarılıyor? Muhterem Vaiz’in bu tarafa çekilebilecek bir sözü yok. Hadisleriyle amel eden camiaya bir teşvik var. “Maşaallah, onun dediklerini yapmanız sebebiyle Efendimizin takdirine mazhar oldunuz!” demek istiyor. Yoksa bunun ötesinde bir mâna aramak, suizannın hayali zorlamasından ibarettir. Vaiz, hadiste matlup vasıfları taşıyan cemaata Allah’ın rahmet nazarıyla baktığını anlatmak istiyor. Bunu yüzlerce vaiz ve hatip devamlı yapar. Hiç biri de bundan, raporun iddia ettiği “O’nu duyu organlarıyla algılama, teşbih (Allah’ı yaratıklara benzetme), tecsim (Allah’ı cisim şeklinde kabul etme) mânası” kastetmez. Cemaat da bu anlamları çıkarmaz. “İnsanların ilmi Allah’ı kapsayamaz” (20 Tâha, 110) gibi ayetleri, muhterem Hatibi red için zikretmenin yeri yok. Çünkü Hatibin “Ben Allah’ı gördüm. Ben sizi karşımda gördüğüm gibi O’nu gördüm” gibi bir iddiası söz konusu değil.
Psikiyatrik laf salatası mahiyetindeki diğer zan ve iddiaları fark etmeyi ise değerli okuyucunun iz’anına havale ediyorum. 140 sayfalık raporun diğer bölümlerini de yazdıklarıma kıyas edebilirsiniz. Bütün vücut sistemini öğrenmek için bir damla kanın tahlilinin yetmesi gibi, bu mikdarın rapor hakkında kâfi derecede kanaat vereceğini umuyorum.
Vallahu a’lem. Tevfik Allah’tan.
- tarihinde hazırlandı.