‘Millete zulmedene oy vermeyin de kime verirseniz verin’
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Nifak çağı ve Cumhurbaşkanlığı seçimi" başlıklı yeni hasbihali yayınlandı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, herkul.org sitesinde yayınlanan son sohbetinde Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin önemli tespitlerde bulundu. Hocaefendi, Cumhurbaşkanı seçiminde tercih hususuna ilişkin soru üzerine, “Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’a verin, Sayın Ekmeleddin Bey’e verin, Sayın Selahattin Bey’e verin, kime isterseniz verin. Fakat oy verirken, şu nifak alametleri kendisinde bulunanlara Allah aşkına, Peygamber hatırına vermeyin.” ifadelerini kullandı. Hocaefendi’nin ‘Nifak çağı ve cumhurbaşkanlığı seçimi’ isimli son sohbeti özetle şöyle:
Türkiye, problemler sarmalı içinde
(Cumhurbaşkanı seçimi) çok önemli bir mesele. Türkiye’nin geleceği ona bağlı. Türkiye son iki, üç, dört, beş senedir problemler sarmalı içinde, çevresinde dost kalmamış garip bir ülke olma durumunda. Yeniden yeni hatt-ı muvâsalalar temin ederek, köprüler kurulması... Mısır ile bir münasebet içinde bulunma, Suriye ile bir münasebet içinde bulunma, Irak ile, Pakistan ile, Cezayir ile, Avrupa devletleriyle.. tâ 51’li yıllardan bu yana içinde bulunduğumuz NATO ile münasebetlerimizi yeniden tesis etmeye matuf yumuşak bir atmosferin oluşması Bu kendi içimizde bile birbirimizle geçinemediğimize göre, sanki dünya ile geçinememe meselesi tabiî bir hal almış, ‘Biz işte böyle biriyiz’. Hayır, bunlar aşılmalı, kendi içimizde de bu problemler giderilmeli.
Yanlış intihaplar Türkiye’deki ihtilafı körükledi
Bu türlü intihaplar çok önemli. Ama biraz evvel arz ettiğim gibi insanımızın çoğu böyle kitle psikolojisiyle, Batı’da da olan o kitle psikolojisiyle... Biri çıkmış ortaya, ‘Yürüyün’ demiştir ve onlar da yürümüşlerdir. Doğru mu değil mi belli değil. O açıdan da yanlış intihaplar olabilir. Dolayısıyla bu yanlış intihaplar Türkiye’deki ihtilafı, iftirakı yeniden körüklemiş olabilir. Oysaki, herkesin kucaklanması lazım. Yoksa bu bizi bulunduğumuz bölgede yapayalnız bırakır. Çok dostumuzun var olduğu söylenemez şu anda. Birileri bize dost gibi görünüyorsa belli çıkarları vardır.
Referandumdaki meselenin canına okudular
Ben hayatımda şimdiye kadar ‘Falana filana oy verin!’ demedim. Ama buradayken, referandumda ben hiç yapmadığım şeyi yaptım. Dedim ki, ‘Mezardakiler bile kalkıp gidip demokrasi yolunda, evrensel insan haklarını gerçekleştirme yolunda, hukuk sistemimizdeki bu olumlu, pozitif değişim için herkes oy versin.’ Bir candan dostum şimdi diyor ki, ‘Bunlar hakkında yanılmışız.’ İhtimal ki ben de o referandumda öyle demekte yanılmışım. Hazreti Pîr diyor ki, ‘Biz ki Müslüman’ız, aldanırız fakat aldatmayız’. Bu açıdan da aldanabiliriz o referandumda öyle demede. Ve onlar, biz aldandık, diye onun da canına okudu, değiştirdiler o meseleyi.
Milletimizin basireti var, seçecekleri insana baksınlar
Bir kere, onda da onların sevdiği bir insana (oy) kullandım, içinde merhum Turgut Özal da vardı, ondan dolayı biraz da belki. O da ben oy kullandığımdan dolayı kaybettiler, daha evvel kazanmışlardı. Arkadaşlarım bana dediler ki, ‘Hocam kazanmasını istemediğimiz bir yere oy kullansan da, onlar da kaybetseler’. Ama bir şey söyleyeyim: Milletimizin basireti vardır bence. Bence seçecekleri insana bakmalılar! Yalan söylemiyorsa; çünkü yalan münafıklık sıfatıdır; emanete hıyanet etmiyorsa, çünkü emanete hıyanet, millet malına karşı hıyanet, bunların hepsi Efendimiz’in sahih hadisiyle münafıklık alametidir. Başkalarına gadr etme, onları bir kısım sahip oldukları insanî haklardan mahrum etme, bu da münafıklık alameti. Hazreti Ruh-u Seyyidü’l-Enâm, O’na canımız kurban olsun, buyuruyor ki: ‘Bu dördü bir insanda bulundu mu o tam halis münafıktır.’
Millete zulmedenlere oy vermeyin
Millete zulmedene oy vermeyin de kime verirseniz verin. Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’a verin, Sayın Ekmeleddin Bey’e verin, Sayın Selahattin Bey’e verin, kime isterseniz verin. Fakat oy verirken, şu nifak alametleri kendisinde bulunanlara Allah aşkına, Peygamber hatırına vermeyin. Bu kim olursa olsun! Zulmedene vermeyin, millete haksızlık yapana vermeyin, kanun nizam tanımayanlara vermeyin, keyfîliklerini kanun yerine koyanlara vermeyin; kime verirseniz verin.
Size söven insanların azıcık imanı varsa seslerini keserler
Böylesine çarpıtmaların zirve yaptığı bir dönemde herhalde bir kesime çok akıllıca davranmak, Muhammedî ahlakla davranmak (bin kere salat u selam olsun O’na), Hazreti Mesih ruhuyla hareket etmek, Yunus Emre ruhuyla hareket etmek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek” demek lazım. Size söven, sayan, aleyhinizde olan insanlara bence sadece acınır. Eğer azıcık insafları varsa, zannediyorum, seslerini keserler. Azıcık imanları varsa, seslerini keserler. Azıcık iz’anları varsa, seslerini keserler. Zira hayvanlar bile, en vahşi hayvanlar bile, bu kadar centilmenliği katiyen karşılıksız bırakmamışlardır.
Zil zurna cahiller, sözlerimi beddua diye algıladı
Ben, ‘Kötülüğü biz yapıyorsak, Allah’ın laneti bizim üzerimize olsun, yoksa kim yapıyorsa onların üzerine olsun!’ dedim. Buna bir yönüyle mübahele denir, bir yönüyle mülaane denir; Nur Sure-i Celile’sinde açıkça ifade ediliyor lanetleşme. Bir kısım ehl-i tahkik nezdinde de muhavele denir; kim yanlışsa onun Allah’a havale edilmesi demektir. Bu tabir de çok çirkin, mümin için kullanılmaz ama bir kısım zil zurna cahiller, kalktı buna beddua dediler, beddua şeklinde algıladılar, son söylenen sözleri de yine beddua diye algıladılar. Şimdi toplum böyle mük’ap bir cehalet yaşıyor. Antrparantez arz ediyorum: Mük’ap cehalet, herkesin bildiği bir şey olmayabilir. Terminolojimize Ziya Gökalp’in kazandırdığı bir şeydir. Bir basit cehalet vardır, bir muzaaf cehalet vardır, bir de mük’ap cehalet vardır. Basit cehalet, insan bilmez; muzaaf cehalet, bilmediğini bilmez; mük’ap cehalet, bilmediğini bilmez ama kendini biliyor zanneder. Mük’ap demek üç buudlu, üç derinlikli cehalet demektir. O mük’ap cahiller, meseleyi farklı şekilde sağa sola çektiler, değerlendirdiler. Bunlar arasında kendini kalemşör sayanlar da var, sütun tutanlar da var, jurnalde yeri olanlar da var. ‘Jurnal’ gazetenin Fransızca adıdır. Gazete de Türkçe değildir. Arapçadan geçen ‘ceride’nin karşılığı bir kelimedir. Çok farklı şekilde değerlendirdiler bunları, ta’n u teşniye vesile yaptılar, karalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Evet bu açıdan da böylelerinin üzerine giderken bile kavl-i leyyin deniyor. Onlar diyorlar ki “Allah’ım bu adam taşkınlık yapar, üzerimize gelir, korkuyoruz bundan.” Allah da onlara tembih buyuruyor: Korkmayın Allah sizinle beraberdir, en iyi gören O’dur, en iyi bilen O’dur. Havale edin O’na, O bu problemleri halletsin, parçalanmaya çalışılan bu toplumun sağa sola saçılmış enkazını Allah (celle celaluhu) yeniden bir araya getirsin.
Milleti bölmeden bir arada tutabilme esastır
Bu toplum tek bir kategoriye irca edilecek gibi değildir. Anadolu, memerr-i akdâmdır, herkesin uğradığı bir yer. Hunlar gelmiş geçmişler, Hititler gelmiş geçmişler, en son Kayı boyu gelmiş. Siz hangi ırktan geliyorsanız, mesela Türk’sünüz, iftihar edebilirsiniz. Bir insanın mensup olduğu milletle iftihar etmesi tabii hakkıdır. Fakat bu katiyen başkalarını tahkir etmeyi gerektirmez. Türkiye’de akvam-ı muhtelife var. Mesela, Babil’den gelmiş Ekrad kardeşlerimiz var; bir dönemde sultanlık kurmuşlar ki cihana bedel; bütün Ortadoğu’ya hakim olmuşlar ve bugün sizin bir parçanız. Bu parçayı görmezlikten gelmek, körlüktür. Abazalar vardır, hafife alamazsınız. Gürcüler vardır, Türkler vardır, Boşnaklar vardır, daha dünyanın dört bir yanından gelmiş hatta farklı din mensubu insanlar vardır; Süryaniler vardır, Nasturiler vardır. Yiğitlik ve istikamet, bir yönüyle dünyada sesin, sözün geçerli olması meselesi, bütün bunların hepsini tefrik etmeden bağrına basabilme yiğitliğidir. Sen birine Laz, birine Abaza, birine Kürt dediğin takdirde, kalkar kendine “Sen de falan filan!” dedirtmiş olursun. Bu açıdan, insanları parçalamadan, bölmeden milleti bir arada tutabilme, herkese bağrını açabilme esastır. Bir söz var; ‘Vicdanınız öyle bir enginlikte olmalı ki, kim olursa olsun, kalbinize girdiği zaman ayakta kalma endişesine kapılmamalı’. Bu kadar engin kucaklı olmak lazım.
Kardeşim, gel seni de bağrıma basıyorum
Bir hususu bir defa daha arz edeceğim müsaadenizle. Kıtmir, o kadar sabırlı değil, bilirsiniz. Ama altı-yedi aydır birisi ‘Yüz elli, iki yüz kadar hakaret lafı, küfür söylendi’ dedi. Zannediyorum Amnofis, Hazreti Musa’ya bunun onda birini söylememiştir. Ama siz de şahitsiniz ki, ben bir tek kelimeyle mukabelede bulunmadım... İşte bir gün bir tanesi yine, herhalde aynı genleri taşıyanlardan bir tanesi, koca Mevlânâ çarşıda yürürken karşısına dikiliyor, ‘Yok sen ‘yetmiş iki millete kapım açıktır, bir ayağım İslam’ın merkezinde, bir ayağım yedi düvel içinde dolaşıyor’ diyorsun. Sen melunun tekisin, kâfirin tekisin, müfsidin tekisin, sizin dininizden bile şüphe ediyorum, sülüksünüz, siz paralelsiniz, siz aşağılık mahluksunuz ’ diye ağzına ne geliyorsa söylüyor. İhtimal bunları söylemek için de günlerce fikir yormuş, dağarcığına doldurmuş bunları, ezberlemiş, sonra o şefkat, merhamet insanının karşısına çıkmış, hepsini birden onun üzerine karbondioksit atıyor gibi püskürtmüş. Hazret, fevkalade temkinle, tedbirle, basiretle dinlemiş. Bakmış dağarcıktaki şeyler bitti, diyeceği bir şey kalmamış. ‘Sözün bitti mi?’ demiş. ‘Bitti vallahi, diyecek bir şeyim kalmadı.’ Elli senedir aleyhimde yazı yazan birisi de öyle demişti kıtmire: ‘Valla elli senedir yazı yazıyorum, artık şimdi diyecek bir şeyim kalmadı’. Hazreti Mevlânâ, ‘Kardeşim, bağrım sana da açık, gel seni de bağrıma basıyorum’ demiş. Bence günümüzün insanına, insanlığını müdrik olan insanına, ahsen-i takvime mazhar olan insanına düşen şey budur. Kıtmirin, ilk defa bu mevzuda söylemek istediği şey bu olsun. Burada sizi veya başkalarını incitir bir lafta bulundumsa Allah beni affetsin.
- tarihinde hazırlandı.