Sorgulama ve Sorgulanma

"Benim bilmem yetmiyor mu?" başlığını koymuştu Süleyman Sargın geçen haftaki köşe yazısına. Amacı, riyadan, sum'adan yani görsünler, bilsinler, duysunlar için değil de sadece ve sadece Allah'ın rızasına kavuşmak adına amel yapmayı anlamaktı. Bence yazı amacına ulaştı. Hatta başlıkta zikri geçen "ben"in Allah olduğu bilinirse, yazıyı okumaya bile gerek yoktu muhtevayı anlamak için. Çünkü mana kendiliğinden tebeyyün ediyordu.

Niçin böyle bir giriş yaptım yazıya? Şunun için; çoklarımız yapageldiğimiz işler, söyleyegeldiğimiz sözler itibarıyla kendimizi sorgulamaya tabi tutmaz veya başkaları tarafından sorgulanamaz bir konumda görüyoruz. İnşallah yanılıyorumdur; ama benim gözlemim bu. Hâlbuki hemen herkesin bildiği gibi İslami değerler itibarıyla hem dünyevî hem de uhrevi açıdan yanlış bir yaklaşım bu. Dünyevî açıdan yanlış; çünkü kul, hem Allah ile olan münasebetleri hem beşeri ilişkiler itibarıyla kendini her daim muhasebe ve murakabe etmelidir. Uhrevi açıdan yanlış; çünkü hesap, mizan, mücazat, mükâfat, cennet, cehennem gibi kavramların her biri tek başına bu yaklaşımın yanlışlığını kör olmayan gözlere gösterir.

Hocaefendi'den örnek vereyim. Yazılı ve görsel kamuoyuna yansıyan yazı ve sohbetlerinde Hocaefendi'yi takip edenler, onun hem Allah ile olan münasebeti hem de beşeri ilişkiler itibarıyla kendisini nasıl sorguladığını bilir. Hatta sorgulama esnasındaki sözlerine bakanlar ona sorgulama değil hırpalama demeliler. O kendisini, bir başka vesile ile kullandığı teşbih içinde debbağın tabakladığı deriyi yerden yere çalması gibi kendini yerden yere çalar sürekli. Ne ibadetini ne ubudiyetini ne de ubudetini yeterli görür. "Allah'a kulluk O'nun hakkı, bizim de vazifemizdir" der; der ve arkasından O'na, O'nun büyüklüğüne muvafık kulluk yapamadığından yakınır durur. 'Hel min mezid: Daha yok mu?' ufuklarında dolaşır durur her gün, her saat, her dakika. Birkaç gün önce gözyaşları içinde söylenen şu sözlere bakın: "Allah ile münasebetim açısından bir karınca kadar değerim var mı Hak katında acaba?"

Beşeri münasebetler adına da aynı yaklaşımı gösterir Hocaefendi. "Ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum" altın ölçüsünün açtığı kulvarda dünyevî yolculuğuna devam eden birisidir o zira. Başkalarının nezaket, nezahet, hilm, silm, tevazu, mahviyet vb. özelliklerine yaptığı vurgular, rahatlıkla ifade edebilirim; onun nezdinde hiçbir mana ifade etmez. O inancının, ahlakının, kültürünün şekillendirdiği şahsiyet ve karakteri içinde gündelik yaşamına devam eder. Yüzüne karşı yapılan medh ü senalarda boncuk boncuk terlediği, az görülen manzaralardan değildir.

Sadece bu mu? Hayır; onca hoşgörü söylemlerine rağmen hâlâ kendilerini karşı cephede gören insanların yapıcı değil yıkıcı tenkit kapsamı içine giren sözlerine de kulak kesilir Hocaefendi. Onları, o tenkitleri içinde anlamaya çalışır. Sözlerine mahmil bulmaya gayret eder. "Belki biz yanlış düşünüyor, yanlış konuşuyor ve yanlış yapıyoruzdur" der ve acımasızca sorgular kendini. "El-âlem, peygamberleri bile sorgulamış. Biz kimiz ki sorgulanmayacağız? Tabii ki sorgulayacaklar. Ayrıca bir peygamber değiliz ki? Sıradan insanlarız. Yanlış yapmış olabiliriz. Fakat niyetimizi Allah biliyor, yaptıklarımızı görüyor."

Bazen Rabb'imizle münasebetteki eksikliğin böylesi tenkitlere kapı açtığını düşünür. Şöyle dedi geçenlerde: "Ağzımızdan çıkan her söz kalbimizin sesi olmalı. Yaptığımız işler itibarıyla azıcık kendimizi bir şey zannediyorsak, kendimize azıcık hisse veriyorsak sınırımızı bilmiyoruz demektir. Kim bilir başımıza gelenler belki de bu türlü zaaflarımızdan kaynaklanıyordur."

Sınırımızı bilmiyoruz tespiti burada önemli. Zira ikbal döneminin insanları olarak nice büyük hizmetlerin önünde, içinde, yanında, arkasında olan insanlar, elde edilen başarılar karşısında dengeyi koruyamayabilir. "Hepimiz insanız ve hepimiz nefis taşıyoruz. Çoklarına nasip olmayan şeyler karşısında, insanın başının dönmemesi, bakışının bulanmaması ancak sağlam ve kavi bir imanla olur."

Pekala sınır ne? Sınır; yapan, eden, kılan O, bizler ise sadece arada bir vesileyiz. Aksi bir iddia bizim kendimizle baş başa kalmamız demektir ki zaten Hocaefendi devam eden sözlerinde bunu açıkça ifade etti: "Hadiselerin diliyle şunu diyordur Allah; madem siz kendiniz yaptınız bunu; öyleyse buyrun devam edin. Ben havl ve kuvvetimi geri çekiyorum; siz kendi iradeniz ve kudretinizle yapın. Eğer Allah böyle diyorsa, işimiz bitti demektir. Halbuki yapılması gerekli olan şey; özgüven ya da ben veya biz deme yerine Allah'ın inayeti deme değil midir? Beşerin gözetimi altına girmektense, Allah'ın gözetimi ve denetimi altına girme değil midir?"

Sorgulama ile alakalı sözleri bitti ama "bu durumda ne yapacağız?" diyenlere cevabı var Hocaefendi'nin. Diyor ki: "Natüralist akılla değil, Kur'an aklı, Kur'an mantığı ile muhasebe yapın, muhakemede bulunun, murakabeden dur olmayın. Kendi küçüklüğünüzü nazara alın; O'nun büyüklüğünü düşünün. Her şey ama her şey O'nun yed-i kudretindedir deyin. Deyin ama demekle kalmayın, buna can ü gönülden inanın. O zaman zerre iseniz derya olursunuz. İşte o zaman "Faniyim fani olanı istemem. Acizim aciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim gayr istemem. İsterim fakat bir yar-i baki isterim. Zerreyim fakat bir şems-i sermet isterim. Hiç ender hiçim fakat bu mevcudatı birden isterim" diyebilirsiniz. Zaten bu cümleler ancak o makamda söylenebilir."

Sözlerini bitirirken bam teline dokunup can evini vuran çok yakıcı beyanları oldu ve bu beyanlarla perdeyi kapattı. "Eğer insan, Allah nezdinden mahbubsa, Allah insanı, insan da Allah'ı sever."

Mahbub olduğunuza dair bir ölçü var mı diye soracak olursanız; cevap; var. İki ölçü verdi Hocaefendi. Birincisi; kalpte başlayıp aza ve uzuvlara yansıyan haşyet. Hadis bunun delili: "Eğer kalbinde haşyet olsaydı, mutlaka azalarına, tavır ve davranışlarına da aksederdi."

İkincisi ise Nakşibendi'lerin formülleştirmesi içinde dünyayı, ukbayı, öz benliğini terk edip sonra bütün bunları terk ettiğinden dolayı fahre, gurura kapılmama. Bir başka ifadeyle bütün bu terkleri de terk etme ve böylece halis tevhide ulaşma."

Son sözleri Niyazi Mısri'nin şu enfes beyti oldu;

"Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı;
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı."

Süleyman Sargın ihlası "Benim bilmem yetmiyor mu?" kelimeleriyle özetlemişti. Hocaefendi de diyor ki: "İhlaslı değilseniz, yaptığınız işlerde sadece O'nun rızasını gözetmediyseniz, İstanbul'u fethetseniz bile, hesabını sorar Allah."

Sorgulayalım kendimizi halis tevhidi yakaladık mı diye? Kazanma kuşağında kaybedenlerden olmamak için şart bu. Sorgulamaya açık olalım her zaman. Hatadan masun ve masum olmadığımızı kabullenme, zaten bu sonucu doğurur.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.