Kimliğimizi mi Kaybediyoruz?
Bana öyle geliyor ki bir ölçüde kimlik bunalımı yaşıyoruz. İçimizi boşaltmışlar, dışımızı süslemekle meşgul oluyoruz. Sanki iç boşluğumuzu gizleme çaresini düşünüyoruz, dışımızı süsleyip görüntü güzelliği için çırpınmakla. Bence şahsiyetini kazanmış, kimliğini şekillendirmiş kimseler iç olgunluk ve güzelliği esas alırlar, dış görünüşle gereğinden fazla meşgul olmazlar.
Bilirler ki esas olan iç olgunluk, fikir ve ruhta mükemmelliktir. Komplekslerden kurtulmaktır. İsterseniz bu konuyu ehlinden okumuş olmak için Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "İrşad Ekseni" kitabından yapacağımız alıntı üzerinde birlikte tefekkür edelim. Bakalım şahsiyetini bulmuş, kimliğini kazanmış kimselerde ne türlü bir sadelik ve samimilik göze çarpmaktadır? Esas olan, aşırı bir dış görünüş müdür, yoksa sağlam bir iç oluş mudur?
Muhterem müellif diyor ki:
Samimi ve halis bir mü'minin en çarpıcı vasfı, onun tevazuu ve alçak gönüllülüğüdür. Onun, hayatı gayet sadedir. Gönlü gözü hep sadelikle doludur. Evi barkı ve muhiti yine bu manzara ile çevrilidir. Bu güzel vasfı o, Kur'an'dan ve Resülullah'ın (sas) eşsiz hayatından almıştır. Zira; Efendiler Efendisi (sas) hep böyle davranmış ve hep böyle yaşamıştır.
O, Mekke'de ilk tebliğe başladığı gün nasıl tevazu içindedir; Medine'de hazırladığı ordu ile, sekiz sene evvel çıkarıldığı Mekke'ye fatih bir kumandan olarak girdiği gün de yine aynı tevazu içindedir. Mekke'ye girerken bindiği hayvanın yelesine değen başı, O'nun mahviyette, gün geçtikçe daha da derinleştiğinin en güzel örneğidir. Susamıştır, bir bardak su ister. Zemzem kuyusunun etrafında herkesin kullanması için bardaklar vardır. Orada herkes bu bardakları kullanmaktadır. Sahabi, en yakın evlerden birine koşmaya ve temiz bir su kabı getirmeye çalışır. Hemen Allah Resûlü (sas) onu durdurur ve herkesin kullandığı bardaktan su içmek istediğini söyler. Evet, O, hiçbir zaman insanlardan ayrıcalıklı olmak istememiş ve şöyle buyurmuştur: "Ben de insanlardan bir insanım. Herkesin içtiği kaptan içmeliyim."
Zaten O, hayatını hurma lifinden bir hasır üzerinde geçirmişti. Ukbaya hicretini de yine o hasır üzerinde yaptı. Üzerinde yattığı hasırı kaldırdılar ve O'nu o hasırın altına gömdüler. Ve bizler için cennetten daha mukaddes, O'nun ravzası işte bu hasırın mekan tuttuğu yerden ibarettir. O'nun hayatında hiç zikzak yoktu; tebliğ yolu da bence böyle olmalıdır. Hz. Ömer (ra) halife olduğunda genişliği bugünkü Türkiye'nin altı–yedi katı bir ülkeyi idare ediyordu. Buna rağmen o da, İslâm'a girdikten sonra başlattığı hayat ritmini asla değiştirmemişti; değiştirmemişti ve halife olduğunda Medine'nin en fakiri olduğu gibi, vefat ederken de yine en fakiriydi.
Üzerindeki elbisede –rivayete nazaran– otuzdan fazla yama vardı. Onu arayanlar ekseriyetle "Baki–i Garkat"ta başını bir mezar taşına yaslamış, öyle düşünüyor bulurlardı.
Krallara taç giydiren ve kralları tacından eden koca halifenin hiç değişmeyen hayat tarzı işte buydu!.. Ve bu onun aynı zamanda en tesirli tarafıydı. Buna, hâl dilinin gücü ve tesiri de diyebiliriz. Evet, onlar işte böyleydiler? Ya biz neyleyiz acaba?
- tarihinde hazırlandı.