Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-10
Hocaefendi'nin medeniyete, dile, sanata ve estetiğe bakışını özetledikten sonra, asıl konumuza gelmiş bulunuyoruz. Hocaefendi'nin edebiyata dâir fikirlerine geçmeden önce, hem "edebiyat" kelimesine dâir, hem de büyük bir kopuşun yaşandığı kendinden önceki döneme dair kısa bir bilgi vermenin faydalı olacağını düşünüyoruz.
'Edebiyat' Kelimesine Dâir
Türkçede Tanzimat'tan sonra 'ilmü'l-edeb' ve 'ulûm-i edebiyye' tabirlerinin yerine kullanılmaya başlanan 'edebiyat' kelimesi Batı dillerindeki 'litterature'nin bir karşılığı olarak dilimize yerleşmiştir. Bununla birlikte Türkçede 'edebiyat', literatür kelimesinin Batı'daki bütün anlamlarını karşılayacak kadar yaygın kullanıma sahip değildir. 'Edebiyat' kelimesinin kökünün 'edeb' olduğu yönünde yaygın bir kanaat vardır. Kelimenin kökü 'edeb' olarak alındığında " -i'nin 'edebe ait, edebe dâir' mânâsını veren aidiyet eki, '-yât'ın ise bitiştiği kelimeye -Fransızcadan tercüme yoluyla Osmanlıcaya kazandırılan- 'bilim' mânâsı katan bir yapım eki olduğunu söylemek mümkündür. Buna göre edebiyat, edebe ait ilim, edep ilmi anlamına gelir. Arziyât, yerbilim; ruhiyât, ruh bilim gibi. Bu eki 'ât' olarak ele alacak olursak -y kaynaştırma harfi- çokluk bildiren mânâsına işaret etmiş oluruz ki bu mânâyla edebiyat 'edeb ilimleri' demek olur."[1]
Vildan Serdaroğlu 'edeb' kelimesinin menşeiyle ilgili çeşitli kaynaklar ışığında özetle şu değerlendirmelerde bulunur: Menşeine dâir çeşitli görüşlerin bulunduğu 'edeb', bazılarına göre İslâm öncesi şiirde de görüldüğü üzere 'de'b' kökünden gelen Arapça bir kelimedir ve umumiyetle 'sünnet' ve 'terbiye' mânâsında kullanılmıştır. 'Edb' kökünden geldiğini iddia edenler ise, kelimenin 'davet' mânâsına geldiğini belirterek, 'ziyafet yemeği, düğün yemeği' anlamındaki 'üdbe', 'me'debe/me'dübe' şekliyle sıkça kullanıldığını söyler (Lisânü'l-Arab, 'edb' md.; İbn Kuteybe, s. 162, 558). Menşei hangi kelime olursa olsun 'edeb', İslâm coğrafyasında olduğu gibi dilimizde de birden fazla ve zaman içinde genişleyen mânâlarda kullanılmıştır. Bu kelime ilk zamanlarda 'gelenek, görenek, ahlâk' gibi mânâlar ihtiva ederken, zamanla ferdî ve içtimâî uyulması lâzım gelen bilgi ve davranış tarzları için kullanılan geniş mânâlı bir terime dönüşmüştür.[2]
"Edeb kelimesinin mânâ yönünden [semantik] yaşadığı serencâmı, merhum Kaya Bilgegil Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belağat) eserinde detaylarıyla ele almıştır. Buna göre Murteda Ez-Zebidî'nin [Hicri 13. yy.] Kamus Şerhi'nde edeb, halk arasında yaşayan en güzel ahlâk, insanı kötülüklerden sakındırıp iyiliğe sevk eden meleke, güzel huy ve hayırlı amel mânâlarına gelmektedir. Kelime İslâmiyet'ten sonra 'Araplara has ilimleri içine alan bir terim' mânâsını almıştır. Edeb, İslâm öncesi dönemden Hicri ikinci asra kadar 'güzel ahlâk' anlamına gelmesine rağmen Hicri ikinci asırda ilimler, din ve âlet ilimleri diye ikiye ayrıldığında sarf, lügat, nahiv ve beyandan oluşan âlet ilimleri arasında yer almaya başlamıştır. Bu tür dil ilimlerinin dışında edebin Hicri üçüncü yüzyılda geometri, aritmetik, hukuk ve tarih gibi mevzuları bile içine aldığı bilinmektedir. Bir müddet sonra Arapların dille ilgili yazdıkları eserler 'edeb' ilmi içinde değerlendirilmişlerdir. 19. yüzyıla kadar 'dille ilgili ilimler' çerçevesindeki mânâsını koruyan kelime, Arapların edebiyat tarihi türünde yazdığı eserlerle bulunduğu alandan çıkarak bugün kullanılan mânâya doğru yönelmiştir. Genel olarak ifade edecek olursak edeb kelimesi, ahlâk, dil ve din ilimleri ile o sıralarda doğmuş ilimleri dolaşarak nihayet bu günkü mânâ çerçevesine ulaşmıştır."[3]
Edebiyatın Tanımı ve İnançla Bağlantısı
Batı'da güzel sanatlardan biri olarak sistemleştirilen edebiyat, "duygu, düşünce ve hayâllerin okuyucuda heyecan, hayranlık ve estetik zevk uyandıracak şekilde sözle ifade edilmesi sanatı" olarak tarif edilir. Edebiyat, diğer güzel sanatlardan farklı olarak herhangi maddî bir mâlzemeye ihtiyaç duymayan bir sanattır. Onun mâlzemesi tarih boyunca kullanıla kullanıla gelişen, mecazlarla, yan anlamlarla kısaca edebî sanatlarla zenginleşen 'söz'dür. Bu durum onu diğer güzel sanat dallarına nazaran daha güçlü ve zengin kılar. Zîrâ milletlerin en derin duygu ve düşünceleri kullandıkları dile sinmiştir. Mehmet Kaplan, kültür sahasında var olan her şeyin edebiyatta bir yansımasının olduğunu söyleyerek 'edebiyatı'; medeniyet ve 'kültür' değerlerinin aynadaki aksine benzetir.[4] Dolayısıyla edebî eserler, medeniyet, kültür ve hayat unsurlarının sanatkârın kişilik süzgecinden geçmiş izdüşümleri olarak değerlendirilebilir. Eliot'un: "Kültür, bir toplumun dininin vücut bulmuş şeklidir." tarzındaki değerlendirmesi, bizim kültürümüz açısından nazarları edebiyat ile İslâmiyet arasındaki münasebete çevirir. İslâmiyet yüzyıllar boyunca, ahlâk ve hukuk siteminden idarî tarzına, kişilerin ruh ve gönül dünyasından ailevî hayatına kadar her şeyiyle Türk toplumunu kuşatmıştır. Bu açıdan Eliot'un tespiti İslâmiyet'in Türk kültürüne yaptığı katkılar düşünüldüğünde, oldukça doğrudur. İslâmiyet elbette ki Türk kültürüyle birlikte edebiyatına da mührünü vurmuştur. İslâm'ın temel vasıflarından biri, semâvî bir ahlâk sistemi inşa etmesidir. Bu semavî ahlâk sisteminin tayfları altında şekillenen Müslüman sanatkâr, 'tefekkür ameliyesi olarak gördüğü' ve 'ibadet neşvesi içinde' icra ettiği sanatında sınırlarını bilmiş ve ona göre hareket etmiştir.
Edebiyatı; "İslâm'ın, doğrudan sahasına almayıp, zamana, şartlara, mizaç ve karakterlere bıraktığı alanlar"dan biri olarak değerlendiren Ali Ünal, İslâmiyet'in edebiyatta esas aldığı hususlara dâir şunları söyler: Sanatkârın tercih edeceği şekle, vezne ve yapıya bir müdahalede bulunmayan İslâm; "edebiyat sahasında, mücerret güzelliği ön plâna çıkarır; hakperestlik ve hakikate bağlılık aşılar; kâinatı tasvir ederken, ona İlâhî bir san'at olarak bakar ve Yaratıcı'nın marifetini telkin eder."[5] Ünal, Bediüzzaman'dan iktibasla edebiyatta işlenen hüznün 'sahipsizlikten, dost ve arkadaş yokluğundan kaynaklanan matemî bir hüznü değil, Asıl Sevgili'den ve dostlardan ayrı düşmekten ileri gelen kavuşma şevk ve heyecanını harekete geçiren âşıkane bir hüzün' olması gerektiğini belirtir.[6] Yukarıda da altını çizdiğimiz gibi Müslüman sanatkârın tevhit akidesi etrafında edindiği hassasiyetler onun sanatının mahiyetini belirlemekte, sınırlarını çizmektedir.
Türk milleti, tarih boyunca çeşitli medeniyetlerle münasebet hâlinde olmuş ve onlardan çeşitli şekillerde etkilenmiştir. Bu durum kendini, hayatın her sahasında olduğu gibi, edebiyat ve sanatta da gösterir. Türk edebiyatı farklı medeniyetlerle ilişkisi bakımından üç ana devrede ele alınır: İslâm Öncesi Türk Edebiyatı, İslâmî Devir Türk Edebiyatı, Batı Tesirinde Türk Edebiyatı. Bu tasnifte inancın belirleyiciliği oldukça açıktır. İslâm öncesi devirlerde idealize edilen insan modeliyle, İslâmî devirde ve Tanzimat sonrasında idealize edilen insan modellerinin mukayesesi bile önümüze bambaşka bir kültür ve medeniyet havzası çıkaracaktır. Fakat bu dönemlerden birincisinden ikincisine geçişle, ikincisinden üçüncüsüne geçiş önemli bir farklılık arz eder. Birinci evreden ikincisine geçişte oldukça tabiî bir seyir söz konusuyken, ikincisinden üçüncüsüne geçişte bir kopuş, eskiyi reddediş ve hattâ bazı yönleriyle ondan nefret söz konusudur. Bu iki geçiş arasındaki farkı Mehmet Kaplan şu ifadelerle ortaya koyar: "İslâmiyet, eski Türk medeniyetini yok etmemiş, onun üzerine İslâmî bir örtü geçirmiştir. İslâm-Türk tarihine İslâmîleşmiş eski Türk ruhu şekil verir."[7] Nitekim sadece edebî eserlere yansıdığı şekliyle 'alp tipi' ile 'gazi tipi' arasında yapılacak mukayeseli bir çalışma bile bu tespitin doğruluğuna dâir ciddi veriler sağlayacaktır. Fakat Batı medeniyetiyle karşılaşma sürecinde -özellikle onun teknik üstünlüğü, yüksek bir medeniyet olduğu kanısını uyandırdığı zaman- yanlış bir intibayla onun üstün vasıflarına ulaşmak için kendi kültürel değerlerimizi reddetme anlayışı baş gösterdi. Bu reddetme büyük bir kopuşu tetikledi. Medeniyetlerin bütün maddî ve mânevî unsurlarıyla birbirine bağlı olduğu ve uzun bir zaman diliminde oluştuğu nazarı dikkate alınmadan, tarihî dinamiklerine uymayan bir iklimin sularına yelken açıldı. Kök ve gövdenin farklı şartlarda hayata tutunmaya çalışmasına benzeyen bu durum, daha önceki bölümlerde de altını çizdiğimiz gibi, bir medeniyet krizini doğurdu ve bu kriz, kültürden, dile, edebiyattan sanata kadar bütün hayat ünitelerine sirayet etti, onları tesiri altına aldı. Zaman içinde bazı edebiyatçılar da yazdıkları eserlerle bu krizin derinleşmesinde rol aldılar.
Medeniyet Kriziyle Değişen Edebî Anlayış
Türklerin İslâm'la müşerref olmasıyla teşekkül etmeye başlayan, Anadolu'yu fethedip orada kurdukları Osmanlı Devleti'nin zirveleşmesiyle en olgun dönemini yaşayan ve altı asırdan fazla varlığını devam ettiren İslâmî devir Türk edebiyatı (Divan Edebiyatı, Halk edebiyatı, Tasavvuf edebiyatı); referanslarını ağırlıklı olarak Kitap ve Sünnet'ten alan İslâmî bir kültür üzerine inşa edilmiştir. İslâmî devir Türk edebiyatı içinde mühim bir yeri olan ve 'Ortaçağ şehir edebiyatı' olarak da nitelenen Divan edebiyatı, özetle söylemek gerekirse; "Türk edebiyatının umûmî gelişimi içinde nazarî ve estetik esaslarını İslâmî kültürden alarak meydana gelen ve özellikle örnek kabul ettiği Fars edebiyatının her yönden kuvvetli ve sürekli tesiri altında şekillenip belirgin örneklerini vermeye başladığı 13. yüzyıl sonlarından, 19. yüzyıl ikinci yarısına kadar bünyesini sarsan ve zayıflatan bir tepki ve değişikliğe uğramadan Arapça-Farsça kelimelerin geniş ölçüde yer aldığı bir dille varlığını altı asır sürdürmüş bir edebiyat geleneğidir."[8] Divan edebiyatının dil bakımından aralarında yakınlık bulunmayan, aynı çağ içinde belirli aralıklarla oluşmuş Arap ve Fars edebiyatlarının kuvvetli tesiri altında teşekkül ettiğini vurgulayan[9] Tanpınar; Divan şiirinin, bu edebiyatların özellikle de İran edebiyatının kelime zevkiyle beraber hayâl dünyasını ve İslâmî renge boyanmış mitolojisini de aldığını belirterek, Tanzimat'tan sonra bu edebiyatın en tenkit edilen taraflarından birinin, asırlarca hiçbir değişikliğe uğramayan hayâl dünyası olduğunu söyler.[10]
3 Kasım 1839'da Gülhane Parkı'nda, 'Gülhane Hattı Hümayunu' adıyla Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan ferman, Türk tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Orduda yapılan bazı ıslahatlar ve Yeniçerilerin kaldırılmasıyla [1826] devlet müesseselerinde resmen ortaya çıkan Batı'ya doğru kayış, bu fermanla kendini kültür, sanat ve edebiyat sahasında da gösterir. Aslında bu bir eksen kaymasıdır. Tanpınar'ın ifadesiyle Osmanlı, Tanzimat Fermanı'yla bir anlamda, temellerini üzerinde yükseldiği bir medeniyet dâiresinden çıkarak, mücadele hâlinde bulunduğu başka bir medeniyetin değerlerini benimsediğini ilân eder.[11] Çeşitli isimlerin ifadesiyle bu, bir medeniyet krizidir. Tanpınar, modern Türk edebiyatının doğuşunu bu medeniyet kriziyle irtibatlandırır.[12] 1839'dan 1860 kadar geçen yirmi bir yıl, edebiyat tarihlerinde Tanzimat edebiyatı hazırlayan dönem olarak kabul edilir. Bu dönemde söz konusu fermanla ortaya çıkan bazı fikirler, sanat ve edebiyat sahasında mevzubahis edilmeye başlanır. Sanatkârlar yeni fikirleri bizzat kaynağından takip için, yabancı dil -özellikle Fransızca- öğrenmeye başlarlar. Bu sayede Fransız edebiyatı ve kültürü yakından takip edilmeye, bunun bir sonucu olarak gerek tercüme eserlerle gerekse adaptasyonlarla Osmanlı toplumuna bu kültürün değerleri tanıtılmaya başlanır. Bu dönemde Batı'dan gelen fikirlerin toplum içinde yayılabilmesi için halkın anlayabileceği 'sade dil' anlayışının temelleri atılır; Divan edebiyatı karşısında halk edebiyatına doğru bir eğilim başlar, edebî eserde konu bütünlüğü üzerinde durulur.
İlk özel gazete olan "Tercüman-ı Ahval"in yayın hayatına başlaması [22 Ekim 1860] Tanzimat edebiyatının başlangıcı kabul edilir. Agâh Efendi ve Şinasi tarafından çıkarılan gazete, Türk edebiyatında yenileşme sürecinin öncülüğünü yapar. Şinasi, Ahmed Vefik Paşa, Ziya Paşa gibi yazarların eserlerine yer verilen gazetede edebî eserler yayımlanır, Osmanlı'nın içinde bulunduğu durumun sebepleri, ülkede olup bitenler konu edilir. Tanzimat birinci dönem edebiyatçıları, edebiyatı toplumu eğitmede bir vasıta olarak kullanırlar. Hedeflerine ulaşmak için de edebî eserlerde konuyu bu doğrultuda seçerler, sade bir dille yazmaya çalışırlar. Bu dönemde edebiyatımıza başta roman olmak üzere, tiyatro, makale, eleştiri gibi yeni türler girer; sade bir üslûpla halkı bilgilendirmek, eğitmek maksadıyla teknik açıdan kusurlu, zayıf roman ve hikâyeler yazılır.
Yüzünü Batı'ya dönen ilk Tanzimat şairi Şinasi'dir. Şinasi, Batı'daki fikirlerin ülkeye taşınması yolunda büyük bir engelle karşılaşır: Dil. Medeniyet değişiminin hakiki bir kriz hâlini aldığı saha dildir.[13] Tanzimat yazar ve şairleri, çeşitli sebeplerle geri kaldığını düşündükleri dili -özellikle nesir dilini- o günün meselelerini anlatabilecek seviyeye getirme gayretine girerler. Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr'da öncülüğünü yaptığı 'halkçı dil hareketi', bazı isimlerin savunduğu 'yeni edebiyat' anlayışıyla birleşince Tanzimat birinci dönem neslinin edebiyat anlayışı ortaya çıkar. Ancak bu nesil, savundukları edebî anlayışın karşısında köklü bir edebiyat geleneği durduğunun farkındadırlar. Bu edebî geleneği aşmadan yeni bir şey kuramayacaklarının şuurunda olan Tanzimat yazar ve şairleri, 'eskiyi reddetme' üzerine bina ettikleri poetik duruşlarıyla Divan şiir geleneğini çeşitli açılardan tenkit ederler.
Divan edebiyatına en ciddi tenkitlerden birini yönelten Namık Kemal, 1866'da Tasvir-i Efkâr'da yayımlanan "Lisan-ı Osmanî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir" isimli makalesinde, divan şiirini dilinden, hayâl dünyasına; ele aldığı konulardan, üslûbuna kadar özetle 'hakikatten uzak, mübalağalı ve sun'î olmakla' eleştirerek, bu edebiyat geleneğinde mânânın sanat uğruna feda edildiğini belirtir ve şiirin tabiata/hakikate yönelmesi gerektiğini ifade eder. Ona göre anlatılmak istenen, söz sanatlarının gölgesinde kalmayacak şekilde sade ve berrak bir lisanla ortaya konulmalıdır. Bu çerçevede, roman ve tiyatronun eğlenceye dayalı taraflarıyla halkın eğitilebileceğini düşünen Namık Kemal, bu iki tür üzerine de fikirler ileri sürer.
Toplumu değiştirip dönüştüren sosyal ve siyasî hayattaki gelişmelere paralel şekilde edebiyatın da değişip gelişmesini savunan Tanzimat birinci dönem nesli (Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal); 'hayâl'den ziyade 'hakikate uygunluğu, 'şahsî estetik haz'dan ziyade 'cemiyete faydalı olanı' gaye edindikleri ve 'sade bir dille' yazmaya gayret ettikleri edebî eserlerle edebiyat tarihimizde 'toplum için sanat' ifadesiyle özetlenen bir anlayışının şemsiyesi altında halkı eğitmeyi hedefler ve eserlerini bu doğrultuda inşa eder. Köklü bir geleneğe sahip olan şiirimiz bu isimlerin elinde özelikle muhteva açısından büyük değişime uğrar ve eşitlik, hürriyet, hak, hukuk adalet gibi sosyal meselelerin tartışıldığı bir gazete köşe yazısı hüviyetine dönüşür. Tanzimat şairleri, şekil bakımından Divan şiirinin tesirinden kurtulamaz ve Divan şiirinin kalıpları içinde yeni kavramları seslendirmeye çalışırlar; 'sade dil'i savunmalarına rağmen özellikle şiirde bunu başaramazlar; hece veznine ilgi duysalar da, ağırlıklı olarak aruz kullanmaya devam ederler.
Tanzimat ikinci dönem nesli olarak kabul edilen Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmit Tarhan, Samipaşazade Sezai gibi isimler ise, dönemin şartlarının değişmesine paralel olarak, ferdî duygulara geniş yer veren, şekil bakımından yeni şiirleriyle Tanzimat birinci dönem neslinden daha farklı bir mecraya yönelir.
İlerleyen yıllarda Tanzimat nesli arasında edebiyat sahasında ikilik görülmeye başlanır. Batılı anlamda edebî eser vermeyi hedef edinenlerle, Muallim Naci gibi Batılı anlamdaki edebiyat anlayışını benimsemeyerek, eski tarzı savunan bazı isimler arasında tartışmalar baş gösterir. Yeninin temsilcisi görünen Recaizade Mahmut Ekrem'le; eskinin temsilcisi kabul edilen Muallim Naci arasında sert tartışmalar yaşanır. Bir süre duran tartışmalar, Muallim Naci'nin 1893'te vefatından sonra, Naci taraftarlarıyla Recaizade arasında kafiye kulak için midir yoksa göz için midir meselesi yüzünden tekrar alevlenir. Bu süreç Ahmet İhsan'ın çıkardığı Servetifünun dergisinin edebiyat, fikir, sanat organı hâline getirilmesini ve Hüseyin Cahit, Cenap Şahabettin, Mehmet Cavit gibi genç kalemlerin bir arada toplamasını netice verir. Tevfik Fikret, derginin edebiyat bölümü sorumluluğuna getirilir ve böylece edebiyat tarihimizde Edebiyat-ı Cedide olarak da isimlendirilen bir edebî dönemin temelleri atılır. Daha sonraları Recaizade'nin teklifleriyle Halid Ziya da topluluğa katılır. Bu edebî topluluk, Fransa'da Parnasse isimli bir dergi çıkartan topluluğu örnek alır. 2. Abdülhamid döneminin ağır şartlarını bahane ederek, edebiyatta sanat sanat içindir anlayışını benimseyen Servet-i Fünuncular; Tanzimatçılar gibi edebî anlamda yönlerini Batıya dönmekle birlikte, onlardan farlı olarak geniş halk kitlelerine değil, oldukça ağır ve sun'î bir dille yazdıkları ve aşk, tabiat, merhamet ve kişilerin psikolojik hâlleri/bunalımları gibi şahsî konuları işledikleri eserleriyle azınlık olarak nitelenebilecek bir zümreye seslenir. Yukarıda zikredilen isimlerle beraber içinde Mehmet Rauf, Süleyman Nazif, Ahmet Şuayip, Hüseyin Suad, Faik Ali, Hüseyin Siret, İsmail Safa... gibi isimleri barındıran bu edebî topluluk, Divan edebiyatının sanat anlayışından, Tanzimat edebiyatı birinci dönem neslinin ise, dil anlayışından oldukça uzakta bir poetikayla edebiyatımızda şiir, hikâye, roman, edebî tenkit, makale ve mensur şiir türlerinde Batılı anlamda teknik olarak başarılı örnekler verir. Edebiyat tarihimizde 1896-1901 yılları arasında oldukça velut bir dönemin ortaya çıkmasına katkıda bulunan bu edebî topluluk, 16 Ekim 1901 tarihinde H. C. Yalçın'ın Fransızcadan tercüme ettiği "Edebiyat ve Hukuk" isimli bir makale yüzünden kapatılır. Dergi daha sonraları tekrar açılsa da, bir daha eski hâline dönemez.
Servet-i Fünun'un kapatılmasıyla, Türk edebiyatında, Tanzimat nesliyle ortaya çıkan coşku kesintiye uğrar. Devrin siyasî ve sosyal şartları sebebiyle şair ve yazarların çoğu suskunluğa gömülür; yazanlar ise, oldukça az ürün yayımlar. 1901-1908 yıllar arasında dikkate değer tek edebî hareket, Servet-i Fünuncuları hatırlatan bir hissiyata/edebî zevke sahip gençler tarafından çıkartılan Selanik merkezli Çocuk Dergisi'dir.[14]
Servet-i Fünuncuların hayatı algılayış tarzları, melankolik bakış açıları, karamsarlıkları kendilerinden sonraki genç nesle de tesir eder. Nitekim 24 Şubat 1909 tarihinde gerçek anlamda Batı tarzı Türk edebiyatı oluşturmak gayesiyle bir bildiriyle ortaya çıkan ve bünyesinde Ahmed Haşim, Yakup Kadri, Ali Canip, Fuad Köprülü... gibi isimleri barındıran Fecr-i Âti topluluğu gerek "Sanat şahsî ve muhteremdir." üst başlığıyla savundukları edebî anlayışlarıyla gerekse hayata bakışlarıyla Servet-i Fünuncuların bir takipçisi olarak değerlendirilir.
20. yüzyılın başlarında İmparatorluğun içinde bulunduğu vahim şartlar edebiyatta da içten içe yeni oluşumları tetikler. 2. Meşrutiyet'in ilânından [1908] Cumhuriyet'in ilânına kadar geçen on beş yılda Türk edebiyatında hususiyle de şiirde, dilde sadeleşme, muhtevada geniş halk kesimlerinin yaşantısını daha ağırlıklı mevzubahis etme, Divan şiirinin üzerine bina edildiği estetik arkaplânı reddedip ağırlıklı olarak hece veznini kullanarak şiir tekniğinde halk şiiri formlarını daha çok benimseme anlayışı yaygın bir hâl alır.[15] 1911 yılında Ömer Seyfettin'in "Genç Kalemler"de neşredilen "Yeni Lisan" isimli makalesi sade bir Türkçeyle yazmayı esas alan bir edebî hareketi haber verir. Edebiyat tarihlerinde "Millî Edebiyat Dönemi" olarak isimlendirilen ve bünyesinde Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin... gibi isimleri barındıran bu hareketin şairleri, heceyi kullanma, günlük konuşma diliyle yazma hedefinde olsalar da, muhteva açısından Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti şairlerini hatırlatır şekilde "Şiir vicdanî bir keyfiyettir." anlayışını savunurlar. Sade bir dille yazılan roman ve hikâyelerin konusunu ise, İmparatorluğun içinde bulunduğu duruma paralel olarak sosyal meseleler ve milliyetçilik gibi dönemin şartlarının getirdiği mevzular oluşturur.
19. asır Türk edebiyatını, "Türk insanında başlayan bir buhranın ve yeni ufuklar ve değerler etrafında kurulan bir iç düzenin tarihi"[16] olarak özetleyen Tanpınar, Modern Türk edebiyatını söz konusu buhranın neticelerinden biri olarak değerlendirir. Tanzimat edebiyatının sınırları içinde kalan bir dönemi; "Vakıa, hiçbir devirde edebî hadise Garptan yapılmış ilk edebî tercümelerin başladığı 1859 yılıyla Makber'in çıktığı 1885 yılı arasında olduğu kadar içtimaî karakter taşımaz."[17] şeklinde niteleyen Tanpınar, söz konusu yıllarda edebî eserin toplum için çok şümullü bir mânâ kazandığını belirtir.
Ancak Tanzimat birinci neslinde ve biraz da Millî edebiyat döneminde belirli değerleri referans alarak toplumu eğitme/yönlendirme gayesi güden 'edebiyat', bazı dönemlerde ise, sadece 'estetik zevk ve heyecan uyarma' fonksiyonu çerçevesinde değerlendirilir, hattâ 'sanatı en yüce değer' gören bazı gruplarca 'dinin yerine ikame edilmeye' aday gösterilir. Bu anlayıştakiler lâdini bir kimliğe sahip olmasını savundukları edebiyatın herhangi bir düşüncenin, davanın, dinin sesi soluğu olamayacağını, onun tek gayesinin yine kendi olduğunu ileri sürerler. Aslında bu da farklı bir 'eğitme/yönlendirme' şeklidir. 'Sanat sanat içindir' anlayışına sahip bir edebî topluluğa mensup Halit Ziya tarafından yazılan sadece Aşk-ı Memnû'ya bile dikkatli bir nazarla bakma, perde arkasındaki bu gizli eğitme/yönlendirme' niyetini ortaya çıkaracaktır.
Tanzimat'la başlayan Batı tesirindeki Türk edebiyatının/şiirinin serüveni; çeşitli anlayışlara paralellik arz eder şekilde, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti, Millî Edebiyat, Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Garip Akımı, İkinci Yeni, Hisar... duraklarında ve bu akımlara bağlı olmayan Yahya Kemal, Mehmet Âkif, Ahmet Haşim gibi isimlerle çeşitli fikirler ışığında değişip dönüşerek günümüze kadar gelir. Ancak Tanzimat sonrası Türk edebiyatının, ontolojik bir kopuşun doğurduğu bir medeniyet krizinin meyvelerinden olduğu hususu hemen her dönemde tartışılmış, konuşulmuştur. Söz konusu krizi doğuran en önemli unsur, birbirinden oldukça değişik referanslara yaslanan iki medeniyetin 'hayatı algılama' farklılığıdır. Nitekim, Batı'nın faydalı ve güzel yönlerini alma noktasında hemfikir olan Tanzimat yazarlarına göre de, Batı edebiyatıyla bizim edebiyatımız arasındaki en önemli fark hayatı algılama hususunda kendini gösterir. Aslında edebiyata yansıyan bu farklılık Tanpınar'a göre İki farklı medeniyetin eşya ve madde karşısında aldığı tavrın farklılığına tekabül eder. Bu kelimeleri hayatı da kapsayacak şekilde en geniş anlamıyla kullandığını söyleyen Tanpınar, Doğu ve Batı'nın maddeye bakışını mukayese ettikten sonra özetle şunları söyler: Doğu eşyaya umumî şeklinde tasarruf eder, sanki onu emanet alır; Batı ise, onun mahiyetini anlamak ve bütün imkânlarını yoklamak suretiyle onu tam benimser.[18]
Aslında yaşananlar; Batı'nın teknolojik üstünlüğünün Osmanlı'da ortaya çıkardığı şaşkınlıktan ibarettir. Batı bu özelliğiyle Doğu insanını hukuktan adalete, siyasetten ahlâka, felsefeden edebiyata... kadar her sahada şaşırtmış; bu şaşkınlık hâli, kadîm değerlerinden şüpheye düşen Doğu medeniyetinde özden kapmaya yol açan köklü değişikler yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Tanzimat'tan günümüze uzanan çizgide modern Türk edebiyatı/şiiri, kaynakları, muhayyilesi, hayata, hakikate, kâinata bakış tarzı açısından işte bu şaşkınlık hâli ve kopmanın bir fotoğrafı/belgesi gibidir. Yusuf Kaplan'ın altını çizdiği gibi[19]; kendini inşa eden ruhu, var kılan vasatı (dili) yitiren modern Türk şiiri devasa bir tecrübe ve mirasa sahip olmasına rağmen, bu gelenekle bağını büyük oranda koparmış, bu da, zaman içinde birçok şairin radikal tecrübelere girişmesine zemin hazırlamıştır. Türk-İslâm medeniyetinin kendisini ifade ettiği en yüksek form olan şiir, 'modern olan'ın ruhu ve vicdanı öldürmesine paralel olarak zaman içerisinde, şahsî birkaç tecrübenin dışında klâsik olandan oldukça uzaklaşmış ve Garip akımı örneklerinde görüldüğü üzere âdeta bitme noktasına gelmiştir. Edebiyatımızın son 160-170 yıllık serüvenini belirleyen ve Hocaefendi'nin sadece edebiyat/sanatta değil, hemen her sahada tedavisi için yoğun gayretler sarf ettiği bu şaşkınlık hâlinin edebiyata bakan yönüyle ana hatlarını çizdikten sonra asıl konumuza geçebiliriz.
[2] Serdaroğlu, agy. Bknz: Mustafa Çağrıcı, "Edep", DİA, X, s. 413-414.
[3] Serdaroğlu, agy., bknz: Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 2., İstanbul 1989.
[4] Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, s. 11, Dergâh yay., İst., 1983.
[5] Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, s. 152, Nil Yayınları, İstanbul 2002.
[6] Ünal, age., s. 152.
[7] Kaplan, age., s. 13
[8] Ö. Faruk Akün, Türk Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, "Divan Edebiyatı" Mad., C. 9, s. 389.
[9] A. Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 1, Çağlayan Kitabevi, İst. 1988.
[10] Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 4-5.
[11] Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 129.
[12] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 101, Dergâh yay., İst. 1995.
[13] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 102.
[14] Hayriye Karadayı, 1908-1923 Yılları Türk Şiiri ve Şiir Teorisi, s. 3-9 Dijital Yayın, Ulusal Tez Merkezi, Erzurum 1994.
[15] Karadayı, agy. s. IV.
[16] Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. IX.
[17] Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. IX.
[18] Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 128.
[19] Yusuf Kaplan, "Medeniyet Buhranı, Bediüzzaman ve Dil'i: Bir Mîlat ve Üstdil Kurucu Düşünür Olarak Bediüzzaman", Köprü Dergisi, Bahar 2008, Sayı 102./div>
- tarihinde hazırlandı.