Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-11

Hocaefendi’nin edebiyatla münasebeti

Türk milletinin millî-mânevî dinamiklerine sevgi ve hayranlık hisleriyle dolu olan Hocaefendi, “Bu büyük milletin tarihi içinde oluşup gelişen edebiyat, mûsıkî, mimarî ve diğer bütün san’at eserlerine karşı derin bir ilgi ve vukufiyete sahiptir.”1 Bu durum, ondaki edebiyat ve san’atla alâkalı kökleri geçmişe uzanan bir ceht ve gayreti göstermektedir. Hocaefendi’nin konuşma ve yazıları Doğu’dan Batı’ya geniş ve esaslı referans ve göndermeler ağıyla örülüdür. Eyüp Can’ın ifadesiyle, “Eserlerinde Bacon’ın Mantık’ından, Russel’ın Nazari Mantık’ına... Pascal’dan, Kant’ın Saf Aklın Kırıtiği’ne’... Hegel Diyalektiğinden, Rousseau’nun Pedagoji anlayışına... Dante’nin ‘İlâhî Komedya’sından, Picasso’da ‘Obje-suje’ ilişkisine... çok değişik referanslara atıflar”2 yapan Hocaefendi çok küçük yaşlardan itibaren anne-babasından kaynaklanan bir okuma merakının içine düşer. Bu durum onu, kendi ifadesiyle, seçmeden okumaya götürür. Çocukluğunda evlerinde Sahabe menkıbeleri, Alevî ustureleri -Fars Alevileri’nin- okunur, o da, Ebu Müslim Horasanîler gibi, İslâm’ın ilk dönemine ait usture sayılabilecek kitapları okur. Medresede okuduğu yıllarda, Arapça kitabının arasına hocalarından gizli, romanlar yerleştirir ve onları okur (Gizli gizli roman okuma hâli, Türk toplumunun bu türe menfî bakışının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Yazımızın “roman” bölümünde toplumun kolektif şuuraltının bu türe yaklaşımının genel hatlarıyla nasıl olduğunu, meşhur romancılarımızın anne-babalarından ve çevrelerinden örnekler vererek müşahhaslaştırmaya çalışacağız). 18–20 yaşlarına geldiğinde ise, fikrî, felsefî kitaplara eğilmeye başlar. Darwinizm’in, Evülüsyon’un, Transformizm’in o günlerde yaygın olması onu bu meseleleri araştırmaya yöneltir. Okuma serüveni, bir kitabın bir diğerini açmasıyla artarak devam eder. İskenderun’da askerlik yaptığı birliğin komutanı, onun okuma serüvenini farklı bir noktaya taşır. Bu şahsın kendi üzerindeki etkisini şu sözlerle nakleder Hocaefendi: “Bu zâtta iki husus vardı: Birincisi engin bir tasavvuf bilgisi vardı. Terminolojiyi çok iyi bilirdi. Çok okumuş. Şark-Garb klâsiklerini çok iyi bilirdi. Ben Sadi’yi, Hafız’ı, Molla Camî’yi, Firdevsî’yi, Enverî, onun kadar iyi bilen görmedim. Bizde Sâdî bilinirdi, Hafız okunurdu ama, Müller’in takdirle yâdettiği, büyük İran şairlerini ben bir de ondan dinledim. Aynı zamanda zorladı, “Voltaire’i oku.” dedi bana. Rousseau’nun ‘İçtimai Mukavele’sini, ‘Dağdan Mektupları’nı getirip verdi bana. Emile’i zorla okuttu. ‘Batı’yı mutlaka tanımalısın.’ dedi. Askerlik benim için, ikinci bir merhale oldu...”3 Hocaefendi bu dönemden sonra Şark klâsiklerini ve tercümeler yoluyla Kant ve Schiller’in insan kritiğini okur.

Ali Ünal “Bir Portre Denemesi” isimli eserinde Hocaefendi’nin yetişme tarzına, edebiyatla münasebetine ve okumalarına dâir şu bilgileri verir: “… Kader, Fethullah Gülen’i, aynı anda dînî ilimlerin, yine aynı anda rûh terbiyesinin, ayrıca ‘pozitif’ ilimler denilen fenlerin, bunların yanı sıra edebiyat, tarih ve felsefenin içine çekti. Baba ocağında başlayan tahsili, Erzurum’da devam etti. Yine evinde başlayıp, Muhammed Lütfi Efendi’nin dizi dibinde devam eden manevî eğitimi, dinî tahsili gibi, ömrü boyunca hiç kesilmedi. Tahsil çağlarında tanıdığı Risale-i Nurlar da buna belli bir katkıda bulundu. Neticede, Yaratıcı’nın hamuruna koyduğu istidatları, çağa uygun bir denge içinde gelişmeye durdu. İlkokulda başlayan ‘modern’ eğitimini, bilhassa fen, felsefe, edebiyat ve tarih gibi alanlarda kendisi devam ettirdi; bir yandan fiziğinden kimyasına, biyolojisinden astronomisine kadar, modern bilimlerin ana prensiplerine derin bir vukufiyet kazanırken, bir yandan da Camus, Sartre, Marcuse gibi varoluşçu filozoflar ve daha başka Doğu ve Batı felsefesinin ana kaynaklarıyla tanıştı.”4 (…)“Gülen, çok okuyan bir insandır. Rûhunun altedilmez görünen dertler ve ızdıraplarla çok dövülmediği zamanlarda günde ortalama 150–200 sayfa okur. Çocukluğunda Siyer, yani Peygamber Efendimiz’in hayatı ve Sahâbe menkıbeleriyle başlayan okuma hayatı, sonraki yıllarda ilmî, fikrî, felsefî kitaplarla devam etmiş, bu arada Doğu klâsiklerinin yanı sıra, askerde bir komutanının tavsiyesi üzerine, hemen hemen önemli bütün Batı klâsiklerini de okumuştur. O, Mevlânâ, Sâdî, Hâfız, Molla Câmî, Firdevsî, Enverî gibi Doğu klâsiklerinin üstadlarını nasıl okumuş ve tanıyorsa, Shakespeare’i, Balzac’ı, Voltaire’i, Rousseau’yu, Kant’ı, Zola’yı, Geothe’yi, Camus’yu, Sartre’ı da öyle tanır. Bunlardan başka, Bernard Russel’i, Puskin’i, Tolstoy’u ve daha başkalarını da bilir. Yine, sohbet ve yazılarında zaman zaman Bacon’ın Mantık’ından Russel’in Nazarî Mantık’ına, Pascal’dan Hegel’in Diyalektiğine, Dante’nin İlâhî Komedyası’ndan Picasso’daki obje-suje ilişkisine kadar çok değişik referanslara atıflarda bulunur. Türk edebiyatından ise, Fuzûlî, Bâkî, Nef’î, Şeyh Galip, Leyla Hanım gibi Klasik edebiyatımızın devlerinin yanısıra, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Mehmet Akif Ersoy, Sezai Karakoç başta olmak üzere, Namık Kemal, Şinasi, Tevfik Fikret gibi bilhassa önde gelen şair ve yazarları iyi tanır. Fakat, Fethullah Gülen’in ana yoğunlaşma sahası İslâmî ilimler olduğundan, daha çok Kur’ân’ın anlamı, tefsiri, belâğatı, nükteleri, hadis-i şerifler ve yorumları, Allah marifeti, kalb hâlleri ve İslâmî yaşantı üzerinde durur ve bu sahalarda sohbeti tercih eder. Bununla birlikte, başta edebiyat olmak üzere, musikî gibi güzel san’atlardan da hoşlandığı için, bu sahalarda da sohbeti sever.

Fethullah Gülen, başka işleri mâni olmadığı sürece, hemen her gün değişik ilim dallarından insanlarla mütalâada bulunur, çalışır, okur. Bir Ramazan ayında, bazı arkadaşlarıyla, İslâm hadis külliyatının en genişi olan ve 46.000’den fazla hadîs ihtiva eden Müttaki’l-Hindî’nin 16 ciltlik Kenzü’l-Ummâl’ini baştan sona mütalâa etmişlerdi. Bunun gibi, aynı yoğunlukta olmasa da, İslâm fıkhı, tefsir, tasavvuf ve belâğat külliyatının bazı önemli eserlerini de, bazılarını birkaç defa olmak üzere okumuş ve müzakere etmişlerdir.”5

Hocaefendi ve Edebiyat

Hocaefendi her şeyden önce “Kırık Mızrap” isimli hacimli bir şiir kitabının ve Ekim-Kasım-Aralık 1998’den bu tarafa yayımlanan dil-kültür ve edebiyat dergisi Yağmur’un başyazılarından derlenmiş, dil, estetik, şiir ve edebiyatın, mahiyet, nitelik, imkân ve problemlerini konu edinen “Beyan” isimli bir deneme/incelemenin müellifidir. Hocaefendi ayrıca, Şubat 1979 tarihinden bu tarafa neşredilen aylık ilim-kültür dergisi Sızıntı ile Temmuz-Ağustos-Eylül 1988’den bu yana yayımlanan üç aylık dinî ilimler ve kültür dergisi Yeni Ümit’in de başyazarlığını yapmaktadır. Bunların yanı sıra Hocaefendi, Sızıntı dergisinin orta sayfalarında uzun süre neşredilen ve daha sonra “Kalbin Zümrüt Tepeleri” ismiyle kitaplaştırılan, Ünal’ın ifadesiyle ‘İslâm’ın rûhî hayatını anlattığı’ bir eserle, sohbetlerinin ve dergi başyazılarının derlenmesiyle ortaya çıkan onlarca kitaptan müteşekkil bir külliyatın sahibidir. Hocaefendi, Türk edebiyatında ilk defa Servet-i Fünuncuların denediği resim altına şiir yazarak resmi konuşturma tekniğini, günümüzde en etkili kullanan isimdir. Bu sayede onlarca sayfa yazıyla verilebilecek mesaj kısa yoldan etkili olarak verilmektedir. Hocaefendi uzun yıllar, bazı konularda, Sızıntı dergisinde yazılardan bağımsız “müteferrik” olarak yayımlanan kısa ve özlü yazılar yazmıştır. Bu yazılar daha sonraları “Ölçü veya Yoldaki Işıklar” ismiyle kitaplaşmıştır. Şiir yazıp üzerinde düşünen, bir edebiyat dergisinin başyazarlığını yapan ve bu başyazılarda edebiyat, san’at ve şiir üzerine önemli fikirler serdeden Hocaefendi, fikir beyan ettiği diğer sahalarda da edebiyat ve şiirden oldukça geniş olarak istifade eder. O sözkonusu yazılarında şiir ve edebiyatın mahiyetinden problemlerine kadar hemen hemen günümüz dünyasında konuşulan/tartışılan her şeyi mevzubahis eder.

Hayat, kâinat ve eşyaya kadîm bir medeniyetin değerleri ışığında ve çağın renk/desenleri çerçevesinde yorumlar yapan, anlamlar yükleyen Hocaefendi, medeniyet ve kültürün bir tür yansıması kabul edilen edebiyata da yine bu medeniyet telâkkisinin penceresinden anlamlar yükler yorumlar getirir. Hocaefendi’ye göre edebiyat fert açısından ‘kişinin dile karşı mümaresesi, dili içinde duyması’6 genel olarak da ‘bir milletin rûhî yapısı, düşünce dünyası ve irfan hayatının beliğ lisânı’dır.7 O, bu tariflerde lisan ile edebiyat arasındaki derin bağa dikkatleri çeker. Günlük hayatta sadece bir iletişim vasıtası olan dil, edebiyatta “söz” seviyesine yükselir ve resimdeki boyanın, mimarideki mermerin mukabili olarak bizzat kendisi olarak görülmeye hissedilmeye başlanır. Yazar veya şair duygu ve düşüncelerini kelimeler sayesinde ortaya koyar ve onlarla başka zihin ve gönüllere dokunur. Güzel bir şiirde insan kalbini titreten sır, kelimelerin düzeninde gizlidir. Soy eserlerin sırrı belki de, insanı kelimeler sayesinde yüce bir hakikatle yüz yüze bırakıvermesidir. Her insan belirli bir his ve düşünceye sahiptir; hatta bunlar bazen çok da güzel olabilirler. Ancak bu güzel his ve düşünceler kişiyi yazar ve şair yapmaz; kişileri yazar ve şair yapan, duygu ve düşüncelerini güzel ve uygun şekilde söylemeleri veya yazmalarıdır.

Hocaefendiye göre insan kalbini titreten kelimeler, edebî eserlerdeki seviyesine bir ânda ulaşıvermemiştir; söz/beyan insanla doğmuş, tarih boyu çeşitli düşünce imbiklerinden geçmiş, söz sarraflarının elinde işlenmiş ve beyan bugün itibariyle ‘edebiyat’ denen şeyi oluşturmuştur. O, bu açıdan edebiyatın yarınını bugünden daha parlak olacağını ifade ederek ‘fesahat’ ve ‘belâgat’ın gelecekte büyük bir kıymet kazanacağını, insanların düşüncelerini yaymada dili bir silâh olarak kullanacağını, gönülleri edebiyatın sihriyle fethedeceklerini söyler.8

İnsanlığın duygu ve düşüncelerini sinema, tiyatro ve resimlerle de ifade ettiğini belirten Hocaefendi, ancak söz ve yazının yerini hiçbir şeyin tutmadığını söyler ve “edebiyat” dendiğinde akla yaygın olarak yazılı eserlerin geldiğini belirtir. O, “edebiyatı insanlığın tarih boyu elde ettiği bilgi birikimini nesilden nesile aktarabilmenin, dünü bütün derinlik ve zenginlikleriyle şimdilerde de duyup hissedebilmenin, mazi ve hâli realitenin iki buudu, geleceği de onun izafî derinliği şeklinde zevk edebilmenin en önemli yollarından”9 biri olarak değerlendirir. Ahmet Mithat Efendi’nin ‘edeb(iyat) denilen şey, hikmetin lisan-ı belâgat-beyanı’; ‘edeb(iyat) hikmetin lisan-ı zerafetidir’ ifadelerini hatırlatacak şekilde edebiyat ile hikmet, felsefe ve hitabet arasındaki karşılıklı münasebete dikkatleri çeken Hocaefendi, hikmet, felsefe ve hitabetin edebiyata yaptığı katkıları nazara verirken, felsefe ve hitabetin de bugünkü sevilerine ulaşmasında edebiyatın rolüne vurgu yapar.10

Edebiyat Laf Ebeliği Değildir

San’at eserinin ‘temel’ini oluşturan ‘gerçek’in önce san’atkârın rûhunda bir ‘öz’ olarak belirdiğini, sonra bu ‘öz’ün hissedildiği andan itibaren eserin, malzemesine göre san’atkâr tarafından adım adım sözle, kalemle veya çekişle kristalleştirildiğini belirten Hocaefendi11, buna bağlı olarak kültür ve medeniyet değerlerini sözle ifade eden ve derûnî bir tarafı bulunan edebiyatın laf ebeliği, beğenilen sözler üretme mesleği olmadığını belirtir.12 Ona göre ‘her san’atkâr gibi edebiyatçı da kâinat gerçeğindeki renk, şekil ve çizgilerde hep kendine ait bir şeyler aramaktadır. Aradığını bulup ifade edebildiği gün kalemini kıracak, fırçasını atacak, hayret ve hayranlık içinde kendinden geçecektir.’13

Edebî Dil

Edebiyatın temel malzemesi olan dil/söz/beyan üzerinde -önceki bölümlerde ele aldığımız gibi- oldukça detaylı yorumlar yapan Hocaefendi, sözün işlene işlene ‘edebiyat’ denen şeyi oluşturacak kıvama gelmesine vurgu yaparken aslında ediplerin dili zenginleştirme misyonuna dikkatleri çeker. Ona göre bugün konuştuğumuz dil, usta şair ve yazarların asırlar süren ortak gayretlerinin bir meyvesidir. Edebî kıstaslar çerçevesinde his ve düşüncelerini kaleme alan bir edip aslında üslûbu ve kullandığı kelimelerle bir ‘beyan abidesi’ kurmayı hedeflemektedir. “Böyle bir hedefe yürürken de, seçip yerli yerine yerleştirdiği her kelime ve cümleyi, umumî maksadın âdeta notaya göre seslendirilmiş birer nağmesi gibi, ses verecek şekilde yerleştirir. Bu sesler, bu nağmeler bir yandan ille-i gâiyeleri olan mazmuna tercüman olurken, diğer yandan da yazarın düşünce tarzını, genel temayüllerini ve rûh hâlini aksettiren birer fon müziğine dönüşür.”14 Ocak 1999 tarihli Yağmur dergisinde yayımlanan “Edebiyatın Gücü” isimli yazısında şair ve yazarların dili nasıl işleyip zenginleştirdiklerine dair bilgiler veren Hocaefendi, bir edîbin dil üzerindeki tasarrufunun sokaktaki herhangi bir adamdan oldukça farklı olduğunu söyler ve onların bu yönleriyle de gelecek nesillere bıraktığı mirasa dikkatleri çeker.15

Her edebî türün maksadı kendine has bir dille anlatma yolunun olduğunu ifade eden Hocaefendi, sözkonusu dilden herkes kendime göre bir şeyler anlayabilse de, onu hakikî mânâsıyla kullanan ve anlayanların; ‘söz cevherini ancak söz sarrafları anlar’ fehvasınca şâir ve edipler olduğunu ifade eder.16 Hocaefendi gündelik dilde de bir şiiriyet olmasına rağmen edebî dildeki şiiriyet ve musikinin ondan oldukça yüksek seviyede olduğunu ve bunu anlamanın herkesin harcı olmayacağına vurgu yapar.

Hocaefendi edebî üslûpta ifratın sözün tabiiliğini bozacağını beyan kevserini bulandıracağını ve gerçek mânâda zevk sahiplerini yadırgatacağını söyler. Ancak bununla birlikte o, ölçülü bir edebî üslûbun aristokrat bir kesimin dili olarak değerlendirilmesini de doğru bulmaz. Bu noktada okura düşenin, ölçülü bir edebî üslûpla iç içe katmanlarla birbirine geçmiş durumda olan zengin mânâları çözmeye çalışmak olduğunu ifade eder. Bu sayede okurun da belli bir zaman sonra belli bir dil zenginliğine ulaşacağını belirtir.17 Bütün bunlardan sonra Hocaefendi okuyucunun; edip ve şairlerin kullandığı dili anlamalarının, onları hakiki mânâda anlamak demek olmadığını ifade eder ve dikkati sözün daha ilerisindeki bir hakikate çeker: “Edipler ve şâirler, iç ve dış dünyalarda (enfüs ve âfâk) görüp hissettikleri güzellikleri seslendiren birer neyzene benzerler. İnsanlar, onlar vasıtasıyla bu çok elemanlı korodan yükselen seslerin mânâ ve mahiyetini kavrar; yoksa duygular yoluyla gelip onların rûhlarını saran alevlerden habersiz kimselerin, neyi de, neyden yükselen feryâdı da anlamalarına imkân yoktur.”18 Ona göre ortak bir rûh yapısını, fikir sistemini ve irfan hayatını paylaşmayan fertlerin oluşturduğu topluluğun birbirini anlaması mümkün değildir. Söz erbabının ortak bir rûhî, hissî ve zihnî zeminden faydalanarak duygu ve düşüncelerini rûh ve düşüncelerde mayaladıklarına dikkat çeken Hocaefendi, bu zeminden mahrum olanların onları anlayamayacaklarına vurgu yapar.19 O, Divan edebiyatını günümüz insanının anlayıp anlayamama meselesini bu çerçevede değerlendirir: “Değişik bir kültür ve medeniyet fidanlığında gelişip olgunlaşan Divan edebiyatı, bir kısım kimseler tarafından ağır, ağdalı ve mânâsız görülüyorsa, böyle bir anlayışın sebeplerini kendi ufkumuzun darlığında aramalıyız. Rica ederim, Kitap ve Sünnet’in semâvî tayfları altında, ötelerden gelen bir nuru sonsuza kadar taşımaya azmetmiş kahramanların heyecanlı sînelerinde ve cihanları yeniden şekillendirme düşüncesiyle şahlanmış yüksek rûhlarda mayalanan bir edebiyatı, ölü bir dönemin cansız cenazelerinin anlamasına imkân var mıdır..?!”20

Hocaefendi bir edebî eserden haz alıp almama meselesine de değinir. Bunun çeşitli sebepleri olduğunu belirten Hocaefendi bazen aynı yöre ve ülke insanlarının dahi edebî boşalma ve edebî gerilimlerinin farklı olduğuna temas eder. O, bunun ‘eşya ve hâdiselere bakış açısındaki farklılıklardan’, ‘inançtan’ ve daha başka ‘değerleri’ kabul edip etmeme gibi hususlardan kaynaklandığını belirtir.21

Edebiyat-Edep-Edip Münasebeti

Hocaefendi’ye göre, edebiyatın temel malzemelerinden biri olan ‘lisan’, bir düşünce ve anlayışı ifade vasıtası olmasının yanı sıra, san’at, güzellik ve edep mevzularıyla da sıkı şekilde irtibatlıdır; ‘edebiyat’ kelimesi de bu irtibatın bir ifadesidir.22 O, “Nazım ve nesir yoluyla hâle ve duruma göre söylenen ya da yazılan zarif, ölçülü, âhenkli, dil kurallarına uygun sözler veya bu çerçevedeki sözlerden bahseden ilim” şeklinde de tarif ettiği edebiyatın ‘terbiye, nezaket, zarafet ve haddeden geçme, kıvama erme mânâlarına hamledeceğimiz “edeb” kökünden geldiğini belirtir23 ve onu ‘edebin’ neseb-i sahih evlâdı olarak niteler.24 Hocaefendi, Yağmur dergisinde yayımlanan “Edepten Edebiyata İnce Bir Çizgi” başlıklı yazısında edebiyat ve edep münasebetine orijinal yorumlar getirir. Yazının hemen başında “hâl, tavır ve davranış güzelliği demek olan edebi” şöyle tarif eder: “Edep; nezaket, zarâfet, hayâ, iffet ve saygı... gibi hususların umumi nâmı; iyi-kötü, acı-tatlı her hâdise karşısında kibar ve nazik davranmanın, içtimaî münasebetlerde herkese karşı yumuşak ve sıcak tavırlar sergilemenin, elden geldiğince kırıcı, incitici olmamaya çalışmanın; ifade ve üslûpta şartları, konjonktürü nazar-ı itibara almanın; muhatabın/muhatapların seviye, konum, pâye ve mansıplarına göre hitap etmenin farklı bir unvanıdır. İnsanın, bütün rezîlelerden uzak durması ve hayatını faziletlere bağlı sürdürmesi, edep adına ayrı bir yorum.. tabiîliğin korunması şartıyla söz, tavır ve davranışların inceliği, sıcaklığı ve yumuşaklığı, edep mülâhazasının ayrı bir açılımı.. neyin, nerede, kimden kime karşı olunca nasıl bir üslûpla ifade edileceği de edebin, aynı zamanda edebiyata açık menfezi de diyebileceğimiz ayrı bir buudu.”25

Hocaefendi, içtimâî ve kültürel değerlerimizin özünü oluşturan “edeb”in dinî referanslarına temas ettikten sonra, onun hayatımızın bütün sahalarında nasıl benliğimizin bir parçası olduğunu gözler önüne serer. Ona göre “edep” oturuşundan kalkışına, üslûbundan hitap tarzına, düşüncelerini ifade edişine kadar insanımızın tabiatı hâline gelmiş ve bu durum milletimizde derin bir edep kültürü oluşturmuştur. Edebin böylesine önemli olduğu bir ortamda neşv ü nema eden edebiyat da onun değerleriyle bütünleşmiş, ulûhiyet hakikati karşısında saygının dili-tercümanı olmuş, duyanların, dinleyenlerin rûhlarında Hak sevgisi uyarmış, kısaca referanslarını aldığı İslâm’ın sesi ve soluğu olmuştur. Hocaefendi kaynağını İslâm’dan alan “edep” çerçevesinde eserlerini oluşturan san’atkâr portresini şu sözlerle tasvir eder: “O bir maddeci değildi, natüralist de olamaz ve hayâllerle avunmayı ise hiç mi hiç düşünmezdi. Bakışı ve yorumları, her varlık arkasındaki o Rahmeti Sonsuz ve Kudreti Nâmütenâhî hesabınaydı. Gördüklerini net görür, her şeyle bir çeşit yol arkadaşlığına girer ve O’na yürürdü. Ne muvakkat zevk u şevk peşindeydi ne de içinden çıkılmaz bir tasaya teslimdi; bugünkü mazhariyetlerini yarınki dolu dolu mükâfatların avansı gibi değerlendirir, verilenleri verileceklerin referansı sayar; şevkinin içinden iştiyak-ı kudsîye yürür, hüznünü içli bir ilticaya çevirir ve kanatlanırdı derin bir iman ve ümitle rahmet-i Rahmân ufkuna doğru... Böyle birisinde ezkaza, ara sıra nefsanî heyecanlar kabarıp köpürse de, söndürürdü bu fanî mülâhazaları ötelerin sermedî ışık tufanlarıyla; Firdevslere döndürürdü görülüp duyulan, hayâllerde canlanarak gelip tasavvurlara çarpan bütün kirli ve sevimsiz hülyaları.”26

Hocaefendi’nin edebi tarif ederken onun İslâmî referanslarını esas alması oldukça önemlidir. Nobel ödüllü şair ve eleştirmen T.S. Eliot’un da ifade ettiği gibi “ahlâk, kendisini meydana getiren dinî kaynaktan koptuğu zaman, yani sadece bir alışkanlık meselesi hâlini aldığı zaman, değişmeye ve önyargılarla değerlendirilmeye mahkûmdur.” Hocaefendi yukarıda temas edilen “Edepten Edebiyata İnce Bir Çizgi” başlıklı yazısını şu iç acıtıcı soruyla bitirir: “Şimdi bilmem ki bizler, o zenginliğin farkında mıyız ve kaynağı edep olan bugünkü edebiyatımızla nasıl bir durumdayız?”27

Tanzimat öncesi toplumla şair, asgari müştereklerde buluşabiliyor, en azından aynı değerleri benimsiyor, aynı şeylere saygı duyuyordu. Tanzimat sonrası Türk edebiyatında, toplumun değerlerine aykırılık bakımından benzerlik gösteren ve özellikle Tanzimat romanında birçok açıdan tenkit edilen “alafranga” “züppe” tipinin farklı versiyonu; Şinasi, N. Kemal sonrası değişen şiir anlayışına paralellik arz eder şekilde, toplumdan kopuk, onun değerleriyle uyuşamayan, Batı edebiyatındaki örnekleri gibi hüzünlü, perişan görünümlü, derbeder, bedbaht, içkiye düşkün, bohem hayat tarzını benimseyen bir şair/yazar tipi ortaya çıkar. Bu durum şahsiyetle eser arasında ilişki kuran toplumun, şairin yazdıklarını dudak bükmesini, ondan uzaklaşmasını netice verir.28 Hocaefendi çeşitli sohbet ve yazılarında bir edibin hangi hassasiyetler çerçevesinde kalem oynatması gerektiğine temas ederek, âdeta onun mesuliyet şuurunun her dâim kontrolü altında bulunması gerektiğinin altını çizer. Ona göre bir edibin söz ve yazıları, içinden çıktığı milletin genel hissiyatının tercümanı olmalı, bağlı kaldığı ilkeleri de vicdanındaki diyanet hissi ve hâlis niyet belirlemelidir. Hocaefendi ‘güzel san’atların en mühim dalı’ olarak nitelendirdiği edebiyat sahasında kalıcı ve faydalı olmanın yolunun, eseri meydana getiren fertlerin mükemmel olmasından geçtiğini ifade eder. O san’atkâr- eser mükemmelliğinin fertler üzerinde meydana getirdiği tesiri şu sözlerle ortaya koyar: “Özün sağlam olmadığı bir yerde temiz bir duygu, temiz bir duygunun bulunmadığı yerde ise, hep canlı kalabilecek ‘kor’ gibi eserlerin ve alevden ifadelerin meydana getirilmesi imkânsızdır.”29

Bâtılı tasvir ederek, sâfi zihinleri bulandırmanın, temiz kalbleri bâtıl tasvirlerle yaralamanın, insanların saf düşüncelerini çirkin hayâllerle kirletmenin ‘edebiyat’ adı altında bir edepsizlik olduğunu belirten Hocaefendi, nefse ait tasvirlerle okuyucunun zihnini bulandırarak, iştahını kabartarak, heva ve hevesi ayaklandırarak akıl ve hissi kontrol edilemez duruma getirmenin doğru olmadığını söyler. O, edebî metin görünümlü gıybeti, hicvi ve fikir özgürlüğü perdesi arkasında seslendirdiği şahsî düşünceleriyle başkalarının saygı duyduğu değerleri karalamayı da bu çerçevede değerlendirir.30

Hocaefendi’ye göre, son dönemlerde ‘hürriyet’ maskesi altında sinema ve tiyatro ile birlikte edebiyat da edepten ziyade edepsizliğin propagandasını yapar hâle gelmiş ve levsiyatı âdeta yatak odalarına kadar sokmuştur.31 Hocaefendi edep ile bağını koparmış bir yazarın gurbete dair hisleriyle İslâm ahlâkıyla donanmış bir edibin gurbete dair ifadelerini şöyle mukayese eder: “Edepten mahrum bir edebiyat, dostların bulunmayışından ve sahipsizlikten kaynaklanan gamlı bir hüzün verir. Çünkü, onun talebesi, âlemi bir vahşetzâr olarak görür; insanı, sahipsiz ve kimsesiz bir şekilde yabanîler içinde kalmış gösterir, geride hiçbir ümit ışığı bırakmaz. İslâm ahlâkıyla donanmış bir gazeteci veya yazarın ifadeleri de bir nevi hüzün verebilir. Fakat, onun hüznü yetimâne değildir, âşıkanedir; dostsuzluktan değil, bir süreliğine dostlardan ayrılmış olmaktan kaynaklanır.”32

Hocafendi “söz sultanları” olarak değerlendirilen edebiyatçılara, kitlelerin güven duyduğunu belirterek, bu noktada ediplere düşen vazifeyi şu sözlerle özetler: “ …bütün söz söyleme yeteneklerini, san’at kabiliyetlerini her zaman hakkın, iyinin, güzelin emrine vererek, çırakları sayılan kitlelerin rûhlarını bâtıl tasvirlerle yaralamasınlar, onların saf düşüncelerini mülevves hayâllerle kirletmesinler ve nefsanîlikleri resmederek onları cismaniyetin azat kabul etmez köleleri hâline getirmesinler. Çağın büyük mütefekkiri; ediblerin edebli olmaları lâzım geldiğini, Kur’ân’ın teklif ettiği edeb çizgisinde davranmaları gerektiğini vurgular ve kaynağı itibarıyla da bizim insanî yanımızın en önemli bir derinliği sayılan beyana karşı saygılı olmamızı tavsiye eder.”33

1. Ali Çolak, Rûhumuzun Heykelini Dikerken isimli eserin “Takdim” yazısı, Aralık 1997.
2. Eyüp Can, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, “Kalbin Zümrüt Tepelerinde”, Zaman, 19.08.1995.
3. Can, agy. 19.08.1995.
4. Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, s. 505, Nil Yayınları, İstanbul 2002.
5. Ünal, age., s. 509.
6. M. Fethullah Gülen, “Edebiyat” Fasıldan Fasıla–1, s. 319, Nil Yay., İzmir 1995.
7. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 49, Nil Yay., İzmir 2005.
8. _____, “Edebiyatın Gücü, Yağmur, Ocak 1999.
9. ______, “Edebiyatın Gücü, Yağmur, Ocak 1999.
10. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 50.
11. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 52.
12. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
13. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 53.
14. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
15. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
16. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 49.
17. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
18. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 50.
19. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 49.
20. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 52.
21. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 52.
22. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 51.
23. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
24. _____, Kırık Testi-5 (İkindi Yağmurları), s. 73, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay., 2. baskı, İst., Nisan 2007.
25. _____, “Edepten Edebiyata İnce Bir Çizgi” Yağmur, Ocak 2005.
26. _____, “Edepten Edebiyata İnce Bir Çizgi” Yağmur, Ocak 2005.
27. _____, “Edepten Edebiyata İnce Bir Çizgi” Yağmur, Ocak 2005.
28. M. Fatih Andı, İnsan Edebiyat Toplum, s.76–77, Kitabevi, İst. 1995.
29. _____, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 53.
30. _____, Kırık Testi-5 (İkindi Yağmurları), s. 74, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay., 2. baskı, İst., Nisan 2007.
31. _____, “Hürriyet”, Sızıntı, Kasım 1995.
32. _____, Kırık Testi–5, s. 74-75.
33. _____, “Edebiyatın Gücü”, Yağmur, Ocak 1999.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.